16.11.2017

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TÜRK ECZACILAR BİRLİĞİ 41. OLAĞAN BÜYÜK KONGRESİNDE KONUŞTU (16 KASIM 2017)

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TÜRK ECZACILAR BİRLİĞİ 41. OLAĞAN BÜYÜK KONGRESİNDE KONUŞTU (16 KASIM 2017)

- "AK Parti’nin Genel Başkanına, Başbakanına açık ve net, bütün eczacıların önünde meydan okuyorum. Eğer sosyal güvenliği tartışacaksanız ben tek başıma geleceğim siz ordunuzla gelin. Oturup tartışalım. Kim, sosyal güvenliği kim bu hale getirdi?"
- "Yeniden bir sağlık reformu yapmak gerekiyor. Ama bu reformu masa başında oturup yapmamak gerekiyor. Sağlığın bütün bileşenleriyle oturup yapmak gerekiyor"
- "Bu ülkenin aydınları olarak, sorumluluklarının bilincinde olan yurttaşlar olarak 2019’da sandığa gideceğiz. Ya tek adam rejiminden yana oy kullanacağız ya da ’hayır, biz kendi ülkemizde, çocuklarımıza demokratik bir ülke, demokratik parlamenter sistem bırakmak istiyoruz’ diye oy kullanacağız"


Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Ankara’da düzenlenen Türk Eczacıları Birliği (TEB) 41. Olağan Kongresi’nde yaptığı konuşma şöyle:



Siyasal partilerimizin saygıdeğer temsilcileri, değerli bürokrat arkadaşlarım, Sayın Başkan ve hepimizin gözbebeği olan değerli eczacılar. Sizin Genel Kurulunuzda konuşma olanağını sağladığı için Sayın Başkana, Yönetim Kuruluna ve hepinize şükranlarımı sunuyorum. Sözlerime 24 Haziran 2016 tarihinde Ankara’da görevleri başında öldürülen 4 eczacıyı rahmetle ve saygıyla anarak başlıyorum.

Sayın Başkan bütün ayrıntıları anlattı, sorunları da anlattı. Aslında hepimizin bir anlamda bildiği sorunlardı bunlar. Bir başka gerçek eczacılık sağlık bileşenlerinin en önemli kurumlarından birisidir. Eczacı da sağlık bileşenlerinin en önemli aktörlerinden birisidir. Sağlığın önemli bileşenlerinden oluyorsa eczacının nitelikli olması kaçınılmazdır. Nitelikli olması lazım, iyi bir eğitim alması lazım. Sayın Başkan ifade etti, 43 eczacılık fakültesi var diye. Arkadaşlarım not ilettiler bana değerli arkadaşlarım. Bugün bir tane bile eczacı öğretim üyesi olmayan eczacılık fakültelerinin olduğunu söylediler. Bu tablo doğru bir tablo değildir. Fakülteler açılsın mı? Elbette açılsın. Kimse fakülteler açılmasın demiyor. Ama fakülte, fakülte gereğini yerine getiriyorsa açılsın. Öğretim üyeleri olmalı, iyi bir kadrosu olmalı ve oradan iyi eczacılar yetişmeli. Eczacı bir öğretim üyesi görmeden hangi bilgiyle donanacak eczacı arkadaşımız ve hangi nitelikle görev yapacak? Eğer yılda 2000 eczacı mezun olur ve bunların bir kısmı gerçekten de aradığımız niteliklere sahip olmazsa zararı sağlıktan yararlanan insanlar çekecektir. Ve bir anlamda eczacıyla yurttaş arasındaki ilişki güvensizlik temeli üzerine de oturabilecektir.

O açıdan özellikle YÖK’ten rica ediyoruz, fakülte açacaksanız önce hocalarını bulacaksınız. Binayla fakülte olmaz. Eğitim çağdaş düzeyde, çağdaş olmanın gerekleri çerçevesinde yerine getirilmek zorundadır. Eğer bunlar yapılabilirse başımızın üstünde yeri vardır herhangi bir sorunumuz yoktur. Ama plansız bir politikayla çok sayıda eczacıyı mezun ederseniz, bugün atama bekleyen yüzbinlerce öğretmen var, yarın görev bekleyecek olan on binlerce eczacı karşımıza çıkacaktır. Ama bunun yanında ihtiyaç duyduğumuz pek çok meslek erbabı yetişmemiş olacaktır. O açıdan eğitimin planlaması son derece önemlidir.

Tabi eczacının görevi aslında ağır ve zor bir görev üstleniyor. Aslında sağlık çalışanlarının ve bileşenlerinin görevlerinin çok ağır olduğunu biliyoruz. Şöyle bir rakam daha onu da bilginize sunmak isterim; Türkiye Avrupa’nın en büyük 6’ıncı, dünyanın en büyük 17’inci ilaç pazarına sahip. Eğer Avrupa’nın 6’ıncı büyük ilaç pazarı Türkiye ise, dünyanın 17’inci büyük pazarı Türkiye ise eczacılık mesleğinin önemi bir kez daha öne çıkmış oluyor. Bu gerçeği de bütün siyasilerin göz önünde bulundurması gerekiyor.  

Tabi burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta var. Sayın Başkan konuşmalarında ifade etti sağlık ve sağlıktaki soruna da değindi. Bizim anayasamızın 56. maddesi var, meşhur 56. madde diyor ki, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” Bir hak olarak görüyor sağlıklı bir kişiyi yetiştirmek, eğitmek, onu sağlıklı bir çevrede büyütmek. Bu hakkı yerine getirecek olan da devleti yönetecek olan hükümetlerdir. Kişinin sağlığı sadece kişinin bireysel bir sorunu olmanın ötesinde çevreyle de bağlantılıdır diyor anayasa. Çevreyle bağlantılı götürebiliyorsanız sağlığı o zaman hükümet olarak görevinizi yerine getiriyorsunuz demektir. Sorun şu, eğer büyük kentler beton yığınına dönerse, insan sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını kaybederse anayasanın gerekleri yerine getiriliyor mu? O zaman anayasanın 56. maddesine siyasilerin, ülkeyi yönetenlerin özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Benim sağlık hakkım var ve ben sağlık hakkımı sağlıklı bir çevre içinde yaşayarak sürdürmek istiyorum. İstanbul’un, Ankara’nın, Bursa’nın bir beton kentine dönüşmesi hepimizin üzerinde düşünmesi gereken temel konulardan birisidir.

Ve yine sağlık, doktorların yemini vardır ama sağlık hizmeti verilirken kimsenin gelirine bakılmaz, inancına bakılmaz, kimliğine bakılmaz, yaşam tarzına bakılmaz gibi pek çok ayrıntılar vardır. Amaç insana doğrudan hakkı olan sağlığı götürmektir. Peki gelirine bakılmaz diyoruz, kimliğine bakılmaz diyoruz, yaşam tarzına bakılmaz diyoruz bir sosyal güvenlik hakkından yararlanan bir Bağ-Kurluyu düşünelim. Belli bir süre prim ödemezse ona sağlık hizmeti verilmiyor. Peki anayasanın 56. maddesi ne olacak? Hani herkes sağlık hizmetinden yararlanma hakkına sahipti? Para ödemedi diye sağlık hakkı elinden alınabilir mi o kişinin? Alınmaması lazım. O zaman hepimizin üzerinde durması gereken temel konulardan birisi de gelirle sağlık hakkı arasındaki bağlantıyı kesmektir. Bugün sağlıktan yararlanmak isteyen sadece bir yurttaş hastaneye başvurduğunda 10 ayrı ödemeyle karşı karşıya. Yurttaşlarımız bunu yolu hastaneye düştüğünde birebir yaşıyorlar. İlaç katılım payı yüzde 10, yüzde 20. Emekli için yüzde 10, diğerleri için, çalışanlar için yüzde 20 ilaçta katılım payı ödeniyor. Eskiden beri vardı bu. Muayene katılım payı 6 lirayla 15 lira arasında değişiyor. Reçete ücreti 3 lira. Eşdeğer ilaç farkı ayrıca ödeniyor. Kutu başına ilave, eğer üç kutuyu aşıyorsa kutu başına ilave 1 lira ödeniyor. Özel hastanelerde fark ücreti yüzde 200’e kadar varabiliyor bu. Tetkik fark ücreti, erken muayene fark ücreti, hastasınız, muayene olmak istiyorsunuz erken muayene olmanız için ayrıca para ödemeniz gerekiyor yoksa böyle bir hak elde edemiyorsunuz. Erken muayene fark ücreti, tetkik dışında bir de muayene fark ücreti ödüyorsunuz, öncelikli tetkik ücreti ödüyorsunuz, benim tetkikim öncelikli yapılsın, paranızı ayrıca veriyorsunuz. İstisnai sağlık hizmeti farkı, istisnai…

Değerli arkadaşlarım, böyle bir tabloyla maalesef Türkiye karşı karşıya. Anayasanın 56. maddesine aykırıdır bu uygulamalar. Ve tabi insanlar para ödememek için ne yapıyorlar? Acil servis ücretsiz olduğu için herkes acil servise koşuyor. Size rakam vereyim değerli arkadaşlarım, 80 milyon yaşıyoruz bu ülkede. Acile başvuranların sayısı bir yılda 110 milyon 915 bin kişi. Nüfusun çok daha ötesinde acile başvuran hastalarımız var. Belki diyebilirler ki siyasi arkadaşlarımız, efendim diğer ülkelerde de böyle. Onlara da baktık böyle bir tablo yok. Amerika 324 milyon nüfusu var, acile başvuran sayısı bir yılda 130 milyon. İngiltere’ye bakıyoruz 53 milyon nüfusu var, acile başvuran sayısı 23 – 25 milyon. Demek ki, insanlar 3 lira, 5 lira dahi ödeyemez konumdalar ve bu parayı ödememek için acile başvurmak zorunda kalıyorlar. Bu acı tablonun herkes tarafından bilinmesi lazım.

Değerli arkadaşlarım, sağlıkta reform yapıldı. İhtiyaç var mı? Evet var. Yeni düzenlemelere ihtiyaç var mı? Evet var. Sayın Başkan da ifade etti yeniden bir sağlık reformu yapmak gerekiyor. Evet yeniden bir sağlık reformu yapmak gerekiyor. Ama bu sağlık reformunu masa başında oturup yapmamak gerekiyor. Sağlığın bütün bileşenleriyle bir araya gelip reformu gerçekleştirmek gerekiyor. Birimizin görmediğini bir başka arkadaşımız görebilir, bir başka arkadaşımızın atladığı bir başka gerçeği bir başka arkadaşımız görebilir. Dolayısıyla ortak akılla sağlıkta reform yapmak gerekiyor. Cepten ödemeler, yani vatandaşın sigorta primini ve vergiyi ödedikten sonra sağlıktan yararlanmak için cebinden ödediği paralar da var. Bu rakam 2009 yılında 8 milyar lira iken 2014 yılında 15 milyar liraya çıkmıştır. Ve diğer rakamları şu anda bilmiyoruz, umarız bu rakamlar artmamıştır, küçülmüştür.

Değerli arkadaşlarım, eczacı arkadaşlarım bilirler 92 – 99 yılları arasında Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü yaptım. Açıklar vardı, gerçekten sistemde büyük açıklar vardı ve bu açıkları gidermek için sorunun kamuoyuna mal edilmesi ve siyasilerin dikkatinin bu alana çekilmesi gerekiyordu ve bunu eczacı arkadaşlarım dahil, Türk Tabipler Birliği dahil bütün sağlığın bileşenleriyle birlikte geniş ölçüde kamuoyuna mal ettik. Sorunun çözülmesi gerekiyordu. Tasarılar hazırlandı, kararnameler hazırlandı, kanun hükmünde kararnameler hazırlandı, bakanlar kurulunun yetkilerine dayanarak pek çok düzenlemeler yapıldı. Ama büyük ölçüde gerçekleşmedi. Siyasete girdik, doğaldır siyasette bizi suçlarlar. Efendim işte Kılıçdaroğlu SSK’yı batırdı diye. Önce şunu ifade edeyim, geçen bir açıklama yaptım dedim ki, benim Sosyal Sigortalar Kurumunu batırdığım söyleniyor. Benim görev yaptığım, emekli olduğum yıl 1999 yılı, hadi ben tek başına SSK’yı almayım Emekli Sandığını ve Bağ-Kur’u da dahil edelim 2 milyar 341 milyon lira o yıl açık vardı. Geliyorum 2016 yılına 21 milyar 358 milyon lira açık var neden? Hangi gerekçeyle bu açık oluyor? Benim dönemimdeki açığı açıklamak mümkün. Niçin? Kadın 34 yaşında emekli oluyordu, erkek de 43 yaşında. Benim emeklilik yaşını uzatma şansım yoktu.

İki; 5 bin gün prim öderse bir işçi emekli olma hakkına kavuşabiliyordu. Ama şimdi prim ödeme gün sayısı 5 binden 7 bin 200’e çıktı. Başka? Aylık bağlama oranı yasayla düzenlenmişti yüzde 60’tı, şimdi aylık bağlama oranı çok daha düştü. Daha fazla prim ödüyorsunuz, daha düşük emekli aylığı alıyorsunuz. Bu sistem gerçekleşti ve doğal olarak şu soruyu sorduk. Bütün bunları yaptınız, peki bu açık niye büyüyor?

Şimdi şöyle bir açıklama yapıldı. Bir sürü açıklama daha doğrusu. Dolara bağladılar, diğerlerine bağladılar ve benim dönemimde açığın 42 milyar lira olduğu söylendi Sayın Bakan tarafından. Sayın Bakana Plan Bütçe Komisyonu üyemiz Sayın Bülent Kuşoğlu’yla görüşmesini öneririm. Sayın Bakana görüşmesini öneririm. Bülent Kuşoğlu uzun yıllar Sosyal Sigortalar Kurumunda görev yapmıştır. Aynı zamanda maliyecidir. Bir Bakan, ağzından çıkan rakamı oturup test etmelidir, bakmalıdır. Şu olabilir, benim dönemimdeki bütün açıklara bakabiliriz. Doğrudur o da bir eleştiridir. Üstelik üç kurumun bütün açıklarına bakalım 4 milyar 584 milyon lira bütün dönem. Dönüyorum bu hükümetlerin dönemine bakıyorum, bütün dönemlerine bakıyorum 292 milyar 804 milyon lira. Şimdi ben siyasetçi olarak şu soruyu sorma hakkına sahibim. Bu açık nereden kaynaklanıyor. Emekliye daha düşük aylık veriyorsunuz, prim ödeme gün sayısı daha fazla arttı, emeklilik yaşı 34 – 43’ten 65’e çıktı kadın ve erkekte. Bu açık nereden çıkıyor? Ben bunu sorma hakkına sahibim. Ama sadece ben değil, emekli olmayan bütün eczacılar da bu soruyu sorma hakkına sahipler. 80 milyon vatandaşımız da bu soruyu sormak zorundadır. Bu açıklar nereden kaynaklanıyor ve bu açıklar kamuoyuna neden açıklanmıyor ve gizleniyor? Her ay hazineden sosyal güvenlik kurumuna akan paralar neden her ay gösterilmiyor? Devlette saydamlık var mı? Saydamlık olması lazım. Hangi gerekçeyle göstermiyorsunuz, hangi gerekçeyle? Göstermemelerinin tek nedeni var. Ben siyasete girmeseydim bunların hiçbirisi belki olmayacaktı. Bunları söylemeyeceklerdi. Siyasete girdim eleştirecekler. Nereden eleştirecekler? 10 yılımızı incelediler, bir müfettiş ordusu görevlendirdiler 10 yıl. 5 kuruş, bakın altını çizerek söylüyorum 5 kuruşluk bir yolsuzluk bulamadılar 5 kuruşluk. İddia ediyorum ve her yerde söylüyorum AK Partinin Genel Başkanına, Başbakana açık ve net bütün eczacıların önünde meydan okuyorum. Eğer sosyal güvenliği tartışacaksanız ben tek başıma geleceğim siz ordunuzla gelin oturup tartışalım kim sosyal güvenliği bu hale getirdi?

Değerli arkadaşlarım, bunlar ayrıntı bir tarafa bırakıyorum. Ama Türkiye tarihinin en derin krizlerinden birisini yaşıyor. Bu ülkede düşüncesini açıkladı diye gazeteciler hapiste, milletvekilleri hapiste, avukatlar hapiste, hakimler, savcılar hapiste. 500 gündür, 600 gündür iddianameleri yazılmayan çok sayıda öğrenci hapiste ve demokrasimiz sürekli kan kaybediyor. Dolayısıyla bizim 20 Temmuz darbesinden sonra oturup yeniden düşünmemiz gerekiyor Türkiye’nin geleceğini. Bu mesele bir parti meselesi değildir, bu mesele bir meslek örgütü meselesi de değildir. Bu mesele bir Türkiye meselesidir ve hepimizin sorumluluğu vardır. Dolayısıyla 2019’a gideceğimiz süreçte hepimizin oturup düşünmesi lazım. Kendisini nasıl hissederse hissetsin, ister milliyetçi, ister demokrat, ister ülkücü, ister muhafazakar, ister sosyal demokrat, ister Atatürkçü nasıl tanımlarsa tanımlasın, biz bir arada huzur içinde yaşamak istiyoruz. Bir arada düşüncelerimizi özgürce ifade etmek istiyoruz. Biz demokrasiyi savunuyoruz ve demokrasiden yana tavır koymak zorundayız. Kimliklerimiz farklı olabilir, görüşlerimiz farklı olabilir, inançlarımız farklı olabilir, yaşam tarzlarımız farklı olabilir. Ama az önce burada İstiklal Marşını okurken dalgalanan bayrağımız vardı ve engin ufuklarda dalgalanıyordu o bayrak. Onu seyrederken insan huzur duyuyor. O bayrağın altında hepimiz huzur içinde yaşamak istiyoruz, birlikte yaşamak istiyoruz, demokratik standartları gelişmiş bir ülkede yaşamak istiyoruz. O nedenle bu ülkenin aydınları olarak, üniversite bitirmiş aydınları olarak benim kadar sizin de sorumluluğunuz var. Demokrasi tek başına siyaset kurumuna emanet edilecek bir şey değildir. Demokrasi tek başına bir başka kuruma emanet edilecek bir şey değildir. Demokrasi 80 milyonun üzerine titrediği bir kurumdur 80 milyonun. Birlikte mücadele edeceğiz, birlikte bunun mücadelesini yapmak zorundayız.

Dolayısıyla 2019 seçim sürecine girerken iki seçeneğimiz var üçüncü seçenek yok. Birinci seçeneğimiz, demokratik parlamenter sistem. Nasıl olacak? Darbe hukukundan arındırılmış demokratik parlamenter sistem. 12 Eylül, 12 Mart ve 20 Temmuz darbe hukukunun getirdiği düzenlemelerden darbe hukuku ayıklanmış olacak. Çağdaş, uygar bir ülkede demokrasinin kuralları neyse o kuralları getireceğiz.

İkinci yol, tek adam rejimi. Bir adam olsun her şeye o karar versin. O kadar ki arabalara takılacak cam filmine bile o karar versin. Takalım mı, takmayalım mı, ceza keselim mi, kesmeyelim mi? Bu memleketin bütün sorunlarını bir kişinin sırtına yıkıp ve o kişi sabah, akşam kandırılır ve aldatılırsa nasıl olacak bu memleket, nasıl aydınlığa çıkacak? Bizim oturup düşünmemiz lazım. Kişi hata yapabilir bakın ben kişi hata yapmaz demiyorum hata yapabilir, eksiği de olabilir, yanlışı da olabilir. O nedenle bütün yumurtalar bir sepete konmaz. Demokrasinin özü budur, dengeler sistemi vardır demokraside. Yasama vardır, yargı vardır, yürütme vardır ve birbirlerini denetlerler bunlar. Denetimsiz hiçbir alan yoktur. Bütün alanların denetlenmesi lazım. Eğer ben sorumluyum ama hiç kimse beni denetlemesin. Olmaz. Böyle bir şey demokrasilerde yoktur. O nedenle hepimiz demokratik standartlarımızı yükseltmek ve 2019 sürecinde sandığa giderken oturup düşünmek zorundayız. Bunu bir parti meselesi olarak görmek vatana ihanettir, demokrasiye ihanettir. Bu bir parti meselesi değildir. Demokrasiyi yakalayacağız.

Atatürkçülükten söz etti Sayın Başkan, Atatürkçülük geçmişe takılıp kalmak değildir. Atatürkçülük Türkiye Cumhuriyeti devletini ve insanlarını çağdaş uygarlığın ötesine taşımaktır Atatürkçülük. Atatürkçülük budur. Gelecektir Atatürkçülük, geçmiş değildir. Neden geçmiş değildir? Geçmişin hatalarından ders alarak ülkeyi çağdaş uygarlığa taşımaktır Atatürkçülük. Eğer biz Atatürkçülüğü doğru anlayabilirsek, onun kurallarını doğru ortaya koyabilirsek ve kurallara sahip çıkabilirsek zaten demokrasiye de sahip çıkmak zorundayız. Siyasal partilere sahip çıkmak zorundayız, düşünce özgürlüğüne sahip çıkmak zorundayız, bağımsız yargıya sahip çıkmak zorundayız, medya özgürlüğüne sahip çıkmak zorundayız.

Bakın, meslek kuruluşları bazen davalarla, bazen denetimlerle tehdit ediliyor. Meslek kuruluşları niye tehdit edilsin? Birer anayasal kurum bunlar. Neden üzerlerine baskı kuruluyor? Niçin benim gibi düşünmüyorsun diye. Herkes istediği gibi düşünebilir. Demokrasi yok mu? Olması gerekir. Herkesin düşüncesine saygı mı? Herkesin düşüncesine saygı göstermek zorundayız. Benim söylediğimi yapmıyorsun diye ona ceza kesmek, onu mahkeme salonlarına sürüklemek bizim kabul edebileceğimiz bir uygulama değildir.

O nedenle bu ülkenin aydınları olarak, sorumluluklarının bilincinde olan yurttaşlar olarak 2019’da sandığa gideceğiz. Ya tek adam rejiminden yana oy kullanacağız elinde sopası olan, konuşunca kafaya vuran, hata yaptığı zaman hiç önemli değil nasıl olsa ben sopayla, mahkemelerimle bunları sustururum anlayışını taşıyan bir rejime oy vereceğiz ya da hayır biz kendi ülkemizde çocuklarımıza demokratik bir ülke, demokratik bir parlamenter sistem bırakmak istiyoruz diye oy kullanacağız. Dolayısıyla bu tercihi oturup hepimizin birlikte düşünmesi lazım.

Hepinize en içten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum, sağ olun, var olun diyorum.