04.08.2016

02 Ağustos 2016 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU:
CAMİYE, KIŞLAYA, ADLİYEYE SİYASET GİRMEYECEK


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Camiye, kışlaya, adliyeye siyaset girerse işte bunlar olur. Kışlaya siyaset asla girmemelidir. Orduyu ele geçireceğiz! Okulları ele geçireceğiz! Sınav sorularını çalıp yandaşlarımızı harp okullarına sokacağız! Niçin göz yumdunuz, niçin gereğini yapmadınız bugüne kadar? Orduyu sıcak siyasetin unsuru hâline getirmek, oradaki gelişmelere sıcak siyasetin doğrudan müdahale etmesini sağlamak ya da ortam hazırlamak Türkiye’yi felakete sürükler. Bugün geldiğimiz nokta da odur.” dedi.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısındaki konuşması şöyle:

Hepinize teşekkür ederim.
Değerli arkadaşlarım, dün akşam Artvin eski Belediye Başkanımızı bir trafik kazasında kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun. Büyük çabaları vardı, emeği vardı, Artvin’in büyümesine, tanınmasına büyük katkıları olmuştu. Nur içinde yatsın, Allah rahmet eylesin diyoruz. Ailesine sabırlar diliyoruz. Hepimizin başı sağ olsun.

GENÇLERİN CUMHURİYETİN KURUCU DEĞERLERİNE BÜYÜK ÖNEM VERMESİ GEREKİYOR
Değerli arkadaşlarım, az önce oturumu yöneten arkadaşımız, Gençlik Kollarından proje kazanan arkadaşlarımızı burada tek tek okudu, projelerin isimlerini okudu. Gençlerimiz arkadan “İktidarın yolu Parti Okulu” diye slogan attılar. Parti Okuluna büyük önem veriyoruz. Siyasal bilincimiz olmalı, emeğimiz olmalı, bir davamız olmalı, bir cumhuriyet özlemeliyiz. Bir demokrasiyi nasıl güçlendiririz, bunun peşinde emeğiyle, alın teriyle olmalıyız. Bir şekliyle, bizim hedeflerimiz ve ilkelerimiz olmalı. Bütün gençlere söylüyorum sadece CHP’li gençlere değil, cumhuriyetin kurucu değerlerini kavramayan hiçbir insan bu topraklarda rahat yaşayamaz. O nedenle bütün gençlerin cumhuriyetin kurucu değerlerine büyük önem vermesi gerekiyor. Elbette ki gençler bizim umudumuz, elbette ki onlar bizim geleceğimiz, onlar elbette ki bu ülkeyi yönetecekler ama bu ülkeyi demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesinden asla sapmadan yönetmeliler. Gazi Mustafa Kemal’in bize miras bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti’ni özgürlükçü demokrasiyle taçlandırarak yönetmeliler. Onlardan en büyük arzum bu, en büyük beklentim bu, projeleri dolayısıyla onları yürekten kutluyorum.

TERÖRLE MÜCADELENİN KOLEKTİF YAPILMASI LAZIM

Gençler umudumuz diyoruz, gençler geleceğimiz diyoruz, gençlerden çok beklentimiz var ama gencecik çocuklarımızı terör vuruyor. Bakın değerli arkadaşlar, 15 Temmuz’dan bu yana teröre kurban giden şehitlerimizin sayısı 36. Dün 6 polisimiz Bingöl’de şehit edildi, 6 vatan evladımız. Onlar biz rahat yaşayalım diye canlarını feda ediyorlar, terörle yüz yüze gelmeyelim diye canlarını feda ediyorlar. Onlara bu ülkenin ve hepimizin minnet borcu var. Ben, terör konusunda bütün siyasal partilerin aynı duyarlılığı göstermesi gerektiğini ısrarla ama ısrarla, sadece bu kürsüde değil, gittiğim her yerde dile getirdim ama bir şeyi de unutmayacağız ve unutturmayacağız: Terörsüz devralınan bir ülke, on dört yılda nasıl bir terör bataklığının içine sürüklendi? Aklımız varsa –ki buna biraz sonra daha geleceğim- aklımızı kullanmalıyız, soru sormalıyız, eğriyi doğrudan ayırmalıyız. Hepimize görev düşüyor. Terörden şikâyet etmek kolay ama sorun, şikâyetin ötesinde bir sorun. Terörle mücadelenin akılla mantıkla yapılması lazım, terörle mücadelenin kolektif yapılması lazım... Bir siyasal iktidar “Ben tek başıma terörü engellerim” derse bu tablo gerçekçi değil, olmadı, olamadı da zaten. Eğer teşhisi doğru koyarsanız tedaviyi yaparsınız; teşhisi yanlış koyarsanız daha da ağırlaştırırsınız. Türkiye, terör konusunda daha ağırlaşan bir tabloyla karşı karşıya çünkü sadece PKK terörü değil IŞİD terörü de var. Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 ilinden eğer IŞİD terör örgütüne katılım varsa, bu terör örgütü de Türkiye’de taban tuttuğu demektir. O zaman bizim sorgulamamız gereken pek çok alan var değerli arkadaşlarım.

BİR ÂLİMİN ÖLÜMÜ ÂLEMİN ÖLÜMÜ DEMEKTİR
Değerli milletvekilleri, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım, sevgili gençler; geçen hafta çok önemli bir değerimizi kaybettik, Halil İnalcık Hocamız. Hani önemli bir söz vardır ya “Bir âlimin ölümü âlemin ölümü demektir.” Bilge bir insanın ölümü dünyanın ölümü demektir. Halil İnalcık böyle bir insandı. Tarihçilerin kutbu olarak adlandırılırdı. Bütün dünya tarihçilerinin dikkatle izlediği bir kişiydi Halil İnalcık. Osmanlı döneminde doğmuştu ama bir cumhuriyet genciydi Halil İnalcık. Arkasında çok sayıda eser bıraktı, her eser bir tarih anıtı olarak bizim önümüzde duruyor. Dünyanın en sayılı üniversitelerinde onun kitapları okutuluyor. Çok önemli bir değerimizi geçen hafta yitirdik. Bir bilge, yabancı bir bilge Halil İnalcık için şunu söylüyor: “Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir tarihçi olarak düşünmek yetersiz kalır. O, bizzat tarih disiplinine şekil vermiş bir insandı. Dünya bilimine katkıları su götüremez. Çalıştığı konu hakkında bize sadece düşünmek ve anlamak düşer, sadece düşünmek ve anlamak düşer. Ben hep niye vatandaşlarıma “Düşünün” diyorum? Düşünün, olayları sorgulayın. Eğer Halil İnalcık için böyle bir şey söyleniyorsa bu, hepimiz için bir gurur meselesidir ve kaybımızın ne kadar büyük olduğunu da gösterir.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ KARA PARA AKLAYAN BİR DEVLET DEĞİLDİR
Değerli arkadaşlarım, bugün Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir kanun görüşülecek. Daha önce gelmişti, bir torba kanun içindeydi. Belli maddelerine itiraz ettiğimiz için geri çekildi, daha sonra tekrar getirildi bir kanun teklifi olarak. Plan ve Bütçe Komisyonunda arkadaşlarımız bütün endişelerini dile getirdiler bu kanun hakkında. Teklifin Türkiye’ye vereceği zarar konusunda endişelerini dile getirdiler fakat Plan ve Bütçe Komisyonundan geçti. Getirilen bir mali af kanunu... Biz, bir mali af kanununun çıkarılmasından yanayız, karşı çıkmadığımızı önce ifade edeyim ama yapılan düzenlemenin yanlış ve eksik yönleri var, onları da söylemek zorundayım. Eğer ben bunları söylemezsem tarihe karşı sorumlu olurum. Bakın, Adalet Kalkınma Partisi iktidarında on dört yılda altı kez mali af kanunu çıkarıldı, yani ortalama iki yılda bir mali af kanunu çıktı. Eğer iki yılda bir af kanunu çıkıyorsa yani vatandaş vergisini ve sigorta primini ödeyemez noktaya geliyorsa oturup hepimizin düşünmesi lazım, neden ve hangi gerekçeyle? Demek ki yönetimde bir sorun var. Bakın en son 2014’ün 9’uncu ayında bir af kanunu çıktı. 2014’ün 9’uncu ayından bu yana size rakamları vereyim. 2014’te vergi alacağı 67 milyardı; bugün vergi alacağı 90 milyar liraya çıkmış durumda. Yani af kanunu çıkıyor, 67 milyar lira af kanuna rağmen, yeniden yapılandırmaya rağmen borç azalması gerekirken 90 milyar liraya çıkıyor. Sosyal Güvenlik primi 32 milyar liraydı, 68 milyar liraya çıkmış durumda, neden? Çıkardığınız yeniden yapılanma yasası, tasarısı, kanunu eğer vatandaşın borcunu ödeyemez noktaya getiriyorsa ve gerçekten de bir af kanunu niteliği taşımıyorsa bu paralar ödenmiyor. Bizim arkadaşlarımızın ısrarla, özellikle küçük esnaf için esnafın ödeyebileceği bir taksitlendirme, bir yapılandırmadan yana olduklarını söylediler ama bu kabul görmedi. Umarız amacına ulaşır.
Burada unutulmaması gereken ikinci bir nokta var: Bir de dürüst mükellef var yani bütün ekonomik sıkıntılara rağmen gidip bankadan kredi çekip götürüp vergisini, sigorta primini yatıranlar var. Adaletli bir devlet, borcunu zamanında ödeyen ve devlete borç bırakmayan insanı da ödüllendirmeli, onlara bir avantaj sağlamalı. Nasıl bir avantaj? En azından demeli ki borcu olmayan vatandaş önümüzdeki yıl beyanname verirken ondan yüzde 1 oranında düşük vergi alacağım, yüzde 1 bir avantaj sağlayacağım demeli. Yani bir de borcu olmayan insanın ödüllendirildiği bir mekanizmayı bizim gündeme getirmemiz lazım ve vatandaş demeli ki ben de gidip borcumu yatırmalıyım, eğer bir daha af çıkarsa ben ödüllendirileceğim demelidir. Ama şimdi, vergisini, primini zamanında yatıran insanların cezalandırıldığı bir süreci yaşıyoruz. Bunlar geçer, bu, bizim kendi aramızda, artısı eksisiyle oturup kamuoyunda tartışırız ama bu teklifte bir madde var, asıl bizim üzerinde durduğumuz madde o madde. O madde diyor ki “Yurt dışından herhangi bir para gelirse, parayı kimin getirdiği belli değil, kaynağı da belli değil, bu para Türkiye’ye gelirse hemen bu parayı aktarırım.” Para uyuşturucu parası mı önemli değil, insan ticareti parası mı önemli değil, terör örgütlerinin parası mı önemli değil, Türkiye’ye gelsin, kaynağı belli değil. Peki, kime ait bu para? O da belli değil. Peki, niye Türkiye’ye geliyor? Kara parayı aklamak için. Eğer Türkiye, kara aklayan bir ülke konumuna taşınırsa dünya ekonomi çevrelerine vereceğimiz çok hesap vardır. Bizim bankalar için olağanüstü büyük riskler çıkabilir. Türkiye, ekonomi alanında kazandığı bütün itibarını kaybeder. Türkiye, kara para cenneti olur, kara parayı aklayan bir ülke olur, bütün saygınlığını, itibarını kaybeder. Biz bunu ısrarla dile getirdik.
Bakın değerli arkadaşlarım, deniyor ki “Biz Körfez bölgesindeki parayı getireceğiz.” Güzel, Körfez bölgesindeki parayı getiriyorsan Körfez bölgesinde bankalar var, bankalar Türkiye’ye parayı göndersinler. Buna itiraz eden var mı? Yok. Vergi de alma tamam, ona da bir şey demiyoruz ama neden kaynağı belli olmayacak, neden getirenin kimliği belli olmayacak? Kimin parası bu para? Rüşvet parası mı bu para? Bunun hesabını Türkiye Cumhuriyeti kime verecek? Biz, pek çok uluslararası anlaşmaya imza atmışız kara paraya karşı duracağımız konusunda. Hükümeti bir kez daha uyarıyoruz, bu teklif bu şekliyle yasalaşırsa bunun ceremesi çok ağır olur. “Kimse bize hatırlatmadı” demesinler. Plan ve Bütçe Komisyonundaki arkadaşlarımız bütün bu ayrıntıları muhalefet şerhi olarak görüşlerini belirttiler, yazdırdılar. Dün bu konuda Sayın Başbakana da açıklamalarda bulundum, size söylediğim açıklamaların benzerini Sayın Başbakana da yaptım çünkü biz ülkemizi seviyoruz, ülkemizin itibarını korumak istiyoruz, ülkemizin saygınlığını korumak istiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kara para aklayan bir devlet değildir; hukukun üstünlüğüne inanmış bir ülkedir Türkiye Cumhuriyeti, biz böyle bakıyoruz. Uluslararası anlaşmalara sadik bir ülkedir Türkiye Cumhuriyeti. Kendi iradesiyle “Anayasaya aykırı olsa bile uluslararası sözleşmelere itibar edilir” hükmünü Anayasaya koyan bir ülkedir Türkiye Cumhuriyeti. Siz, kara parayı aklayan bir süreci başlatamazsınız. Bunun ekonomik faturası çok daha ağır olur.

NİÇİN GÖZ YUMDUNUZ BUNLARA BUGÜNE KADAR?
Değerli arkadaşlarım, 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu, bunun etkilerini hâlâ toplum üzerinden atmış değil. Değerli arkadaşlarım, bu darbe girişiminden hepimizin çıkarması gereken dersler var. Bu darbe girişimi aynı zamanda siyaset kurumuna yeni pencereler açmak zorunda. Ne demiştik? Düşünmek anlamak; önce düşüneceğiz ve anlayacağız bu darbe girişiminden neleri ders olarak çıkarmalıyız ve siyaset kurumu nasıl davranmalı? Önce şunu herkesin bilmesi lazım: Camiye, kışlaya, adliyeye siyaset girmeyecek. Camiye, kışlaya, adliyeye siyaset girerse işte bunlar olur. Her kimlikten vatandaşımız camiye gidiyor, her siyasal görüşten insanımız camiye gidiyor. Camiler bir siyasal iktidarın, bir siyasal görüşün arka bahçesine dönüşmemelidir. Birilerinin emir ve komutası altında olmamalıdır. O nedenle camiye siyaset girmemelidir çünkü din, siyaset alanına girmez, farklı bir alandır. Herkesin inancına saygı göstermek insan olmanın zaten varoluş nedenidir. Herkesin inancına saygı göstereceğiz, bitti bu kadar. Kışlaya siyaset asla girmemelidir. Orduyu ele geçireceğiz! Okulları ele geçireceğiz! Sınav sorularını çalıp yandaşlarımızı harp okullarına sokacağız! Niçin göz yumdunuz bunlara bugüne kadar? Niçin gereğini yapmadınız bugüne kadar? Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta askerin siyasete girmemesi gerektiğini çok net anlatır. Dönemin paşaları derler ki “Biz hem kuvvet komutanlığı yapalım, aynı zamanda milletvekili olalım.” Mustafa Kemal buna karşı çıkar, der ki “Bir dakika, ya ordu ya siyaset, ikisi beraber olmaz. Orduda kalıyorsan siyasetle ilişkini keseceksin, geliyorsan eğer siyaset kurumuna orduyla ilişiğini keseceksin.” Bu kadar önemlidir. Orduyu sıcak siyasetin unsuru hâline getirmek, oradaki gelişmelere sıcak siyasetin doğrudan müdahale etmesini sağlamak ya da ortam hazırlamak Türkiye’yi felakete sürükler. Bugün geldiğimiz nokta da odur.

BU DARBE BİZE; BİLİMSEL, LAİK EĞİTİMİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU GÖSTERDİ

Değerli arkadaşlarım, ikinci konu bu darbe bize bir şey daha öğretti. Bilimsel, laik eğitimin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Az önce ne söyledim, hadis aynı zamanda o “Bir âlimin ölümü bir âlemin ölümü demektir.” Âlim bu kadar önemlidir yani bilge insan bu kadar önemlidir. Bilge insan nedir? Aklını kullanıp dünyayı sorgulayan insan demektir bilge insan, sırları keşfeden insan demektir bilge insan, toplumun önüne yeni düşünceleri getiren insan demektir bilge insan. Peki, bilge insan nasıl olunur? Eğitimle olunur. Eğer eğitimle biz bunu yapabilirsek, eğitimi bilimsel raya oturtabilirsek o zaman Türkiye büyümüş olur, kabuğunu kırmış olur. Laik bir eğitimin olmadığı bir Türkiye’de, aklını kiraya veren bir düzende, aklını kullanmayan bir düzende sistem değişmez, yeniliklere Türkiye kapılarını kapatır; bilime Türkiye kapılarını kapatır. Sadakatten söz ediliyor, sadakat kavramı güzel bir kavramdır, akılla sadakat bir arada olursa olumludur ama aklını tamamen bir tarafa bırakıp körü körüne sadakat bugünkü tabloyu hazırlar. Umarım ve dilerim görüştüğüm bütün kesimlere eğitim sistemindeki yozlaşmayı anlattım. Bu eğitim sistemi Türkiye’yi felakete götürür dedim. Bu eğitim sisteminden hiçbir anne, hiçbir baba memnun değil dedim ve bu eğitim sisteminin bilimsel, laik eğitim sisteminin Türkiye’ye getirilmesi, yeniden inşa edilmesi gerektiğini ifade ettim. Bakara suresi der ki “Aklınızı kullanmıyor musun?” Akıl kullanacaksınız, aklınızı kullanacaksınız. Aklı nasıl kullanırız? Sorgulayarak kullanırız. Nedir bu, nasıl oldu, neden oldu, niçin oldu, budur. Yani eğer inanç penceresinden bakıyorsanız inancımız da zaten bunu emrediyor. Bütün dünyanın keşfettiği bu gerçeği biz neden keşfetmiyoruz? Birisine körü körüne bağlanıp sadece onun söylediklerini yapmak Allah’ın verdiği en değerli aklı yok saymak demektir, aklımızı kullanacağız ve dünyayı sorgulayacağız.

BİR CEMAATE, SINIFA, TARİKATA, İNANÇ GRUBUNA DEVLETİ TESLİM EDEMEZSİNİZ

Değerli arkadaşlarım, darbenin bize öğrettiği bir şey daha var. Siyaset, kişisel çıkarlar için yapılmaz. Siyaset, ailenin çıkarları için yapılmaz. Siyaset, bir zümrenin, bir sınıfın, bir cemaatin çıkarları için de yapılmaz. Siyaset, toplum için yapılır. Siyaset bana ne verecek değil, ben topluma ne vereceğim anlayışla siyaset yapılır. Siyaset bir özveri alanıdır. Siyaset, topluma adanmışlıktır. Bunu da artık siyaset kurumunun keşfetmesi lazım… Bir cemaate, bir sınıfa, bir tarikata, bir inanç grubuna devleti teslim edemezsiniz. Devleti teslim ettiğiniz andan itibaren siyaseti köreltirsiniz ve devleti yok edersiniz. Umarım bundan da ders çıkarmış oluruz.

GEÇMİŞİ İYİ ANALİZ EDEN TOPLUMLAR, GELECEĞİ SAĞLIKLI İNŞA EDER
Siyaset aynı zamanda öz eleştiri yapma ve geçmişi iyi analiz etme sanatıdır. Bir toplum geçmişi iyi analiz etmezse, bir siyaset geçmişi iyi analiz etmezse tarihi tekerrür ettirir. Hani, halkımız der ya “Ya, geçmişten hiç mi ders almadık?” Siyaset kurumu geçmişten ders almadığı için tarihi hep tekerrür ettirmiştir, yaşadığı felaketlerden ders alması lazım. Şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Nasıl oluyor da Türkiye Cumhuriyeti tekrar bir darbenin eşiğine gelebiliyor? Demek ki geçmişten ders almayan siyaset kurumu var. Eğer geçmişten ders alsaydık tarih tekerrür etmezdi. O açıdan, değerli arkadaşlarım, geçmişi iyi analiz eden toplumlar geleceği sağlıklı inşa eden toplumlardır. Geçmişi kötü analiz ederseniz toplumu felakete sürüklersiniz.

SİYASET BİR DAYATMA İŞİ DEĞİL, BİR UZLAŞMA İŞİDİR
Bir şey daha öğretti bu darbe girişimi bize. Siyasetin bir dayatma işi değil, bir uzlaşma işi olduğunu gösterdi, bir dayatma değil. Darbeciler dayatır, dikta heveslileri dayatır; demokrasilerde dayatma kültürü yoktur, ortak akıl vardır. “Akıl akıldan üstündür” diyoruz değil mi? Akıl akıldan üstündür. Niye bunu söylüyoruz? Bir araya gelip bir sorunu çözelim, oturup konuşalım, istişare edelim, danışma yapalım ve dolayısıyla sorunu daha sağlıklı, daha iyi nasıl aşabiliriz, teşhis koyalım. Bir dayatma kültürü vardı bize, topluma, parlamentoya, medyaya. Darbe girişimi sonrası bu dayatma kültürünün ne kadar yanlış olduğu gerçeği ortaya çıktı. Umarım, bundan siyaset kurumu ders çıkarır ve siyasetin uzlaşma alanı olduğunu ve uzlaşma alanının temel mekânının da Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu kimse unutmaz.

LİYAKAT SİSTEMİYLE OYNARSANIZ DEVLETİ ÇÖKERTİRSİNİZ
Bu darbe girişimi bize bir şey daha öğretti. Devlette liyakat sisteminin ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi. Devleti bir cemaate, devleti bir tarikata, devleti bir partiye, devleti bir aileye teslim ederseniz sonu böyle olur. İnancımız da bile vardır “İşi ehline verin” diyorlar. İşi falan cemaate verin demiyorlar, falan tarikata verin demiyorlar, falan aileye verin demiyorlar. Kim olursa olsun, kimliği, inancı, siyasi görüşü kim olursa olsun “İşi ehline verin” diyorlar. Niye işi ehline vermedik? İşi ehline vermezsen işte Türkiye bu tür olaylarla karşı karşıya kalır. Defalarca söyledik, devlette liyakat önemlidir. Liyakat sistemiyle oynamayın, oynarsanız devleti çökertirsiniz. Bugün geldiğimiz nokta devletin çökertildiği bir noktadır arkadaşlar. Adım adım geldiler. Birileri diyor ki “Efendim, bunlar devlete sızdı.” Yok efendim, devlete sızma falan yok, bunlar devlete bilerek ve istenerek yerleştirildi, bu gerçeği bilelim.

PARLAMENTONUN GÜCÜ BİR KEZ DAHA KANITLANMIŞ OLDU

Bu darbe girişimi bize bir şey daha öğretti. Parlamenter sistemin, demokratik parlamenter sistemin gücünü gösterdi bize. Hani, diyoruz ya “Gazi Meclis” gerçekten de Gazi Meclis olduğunu gösterdi. Bombalar altında, baskı altında, savaş uçakları geçerken bu Meclis açık kaldı. Teslim edelim, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına teşekkür ediyoruz, bütün baskılar olduğu dönemde sabaha kadar Meclisi açık tuttu. Bütün milletvekillerine teşekkür ediyorum, bombalara rağmen açık tuttular Türkiye Büyük Meclisini. Meclis direndi, halk direndi, Parlamento direndi ve darbe püskürtüldü. Dolayısıyla, Parlamentonun gücü bir kez daha kanıtlanmış oldu ve o nedenle buradan sesleniyorum: Demokratik parlamenter sistemimizi daha güçlü bir hâle getirelim, başka arayışlara girmek Türkiye’yi yeni felaketlerle karşı karşıya getirir. Bu uyarıyı yapmak da benim görevimdir.

DEMOKRASİNİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU HEPİMİZ ÖĞRENDİK
Bu darbe girişimi bize bir şey daha öğretti. Koşulsuz demokrasiye sahip çıkmayı öğretti. Demokrasinin ne kadar önemli olduğunu, hangi siyasi görüşten olursak olalım hepimiz öğrendik, farkına vardık. Tanklarla bir ülkenin halkının ezilemeyeceğini, parlamentosunun ezilemeyeceğini ve sonlandırılamayacağını gördük, öğrendik ve gerçekleştirdik yani biz, halk olarak direnme hakkımızı kullandık. Hatırlar mısınız bilmem, bu kürsüde direnme hakkından söz ettiğimde eleştiri gelmişti “Ne demek halkın direnme hakkı?” Şimdi, görüyorsunuz. Siyasetçi ileriyi gören insandır aynı zamanda, eğer ileriyi görmüyorsanız siz niye siyaset yapıyorsunuz? En büyük zorluğu halkın direnme hakkını Anayasasına koyan Almanya yaşamıştır. Almanya, bunu Anayasasına koymuştur. Anayasanın ilgili maddesinin bölümünü okuyorum: “Bu Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı başka bir çözümün bulunmaması hâlinde bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir” diyor. Evet, bu kadar açık, anayasal düzeni zorla değiştireceksen ve bunu başka türlü engelleyemiyorsak direniş hakkını halk kullanır, diyor. Evet, direniş hakkının bu kadar önemi vardır ve bu tür bir direniş meşru bir haktır. Dolayısıyla, demokrasiye sahip çıkmak hepimizin görevi olmuştur ve gerekirse bedel ödemeyi bu ülkenin insanı göze almıştır.

CUMHURİYETİN KURUCU DEĞERLERİNİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞU ORTAYA ÇIKTI
Bu darbe girişimi bize bir şey daha öğretti. Cumhuriyetin kurucu değerlerinin ne kadar önemli olduğunu ve o değerlerden vazgeçtiğimiz andan itibaren Türkiye’nin başının belaya girdiğini gördek. Çünkü, cumhuriyeti kuranlar Osmanlının nasıl yıkıldığına tanık oldular, Osmanlının nasıl çöktüğüne tanık oldular. Yeni bir devlet, yeni bir cumhuriyet kurarken modern bir cumhuriyet olsun, bu farkı fark ettiler ve gördüler bu tabloyu. Yeni cumhuriyet kurarken “ümmet” değil “Millet” dediler oraya. Osmanlıda ne vardı? Millet yoktu, ümmet vardı. Her kişi –vatandaş demiyorum- padişahın kölesiydi, padişahın kuluydu, özgür vatandaş, özgür birey yoktu, vatandaş kavramı yoktu. Cumhuriyeti kuranlar “Biz bir ulusuz” dediler, “biz bir milletiz” dediler, “Biz özgür cumhuriyetin vatandaşlarıyız” dediler. Ve şunu hiç kimse unutmasın: Bu ülkenin cumhurbaşkanları, bu ülkenin başbakanları, bakanları, bu ülkenin milletvekilleri, bu ülkenin müsteşarları, genel müdürleri cumhuriyet olmasaydı o makamlara gelemezlerdi. Hepimiz cumhuriyete bağlılığımızı bir kez daha ifade etmek zorundayız. Ne diyordu Mustafa Kemal Atatürk “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Neye karşı diyordu bunu? Sen “Ümmet” diyorsun, ben “Millet” diyorum diyordu. Onun için egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. “Hiçbir sınıfa, hiçbir zümreye, hiçbir aileye imtiyaz tanınamaz” diyor. Padişah ailesi “Geçiniz onları” diyor, falanın ailesi “Geçiniz onları”, falan cemaat “Geçiniz onları. Bu ülkenin her bireyi özgürdür ve bu ülkenin her bireyi özgürce düşüncesini ifade edebilmeli” diyor ve cumhuriyetin bir vatandaşıdır. Bu amaçlarla kuruldu cumhuriyet, dolayısıyla cumhuriyetin kurucu değerlerinin ne kadar önemli olduğu çıktı ortaya. “Efendim, her şey bana sorulacak! her şey hakkında ben karar vereceğim! Her sorun bana gelecek” Cumhuriyet bunu kabul etmez, akıl da mantık da bunu kabul etmez, demokrasi de bunu kabul etmez, Türkiye Büyük Millet Meclisi de kabul etmez, Cumhuriyet Halk Partisi de kabul etmez.

MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNUN FARKINA VARMAK ZORUNDAYIZ
Bu darbe bize bir şey daha öğretti, özgür medyanın gücünü öğretti. Hani medya üzerinde baskılar vardı, gazeteler kapatılıyordu, neden yayın yapıyorsunuz deniyordu, şu kişiyi televizyon ekranına sakın çıkarmayın deniyordu. Benim vergilerimle, sizin vergilerinizle TRT iktidar partisinin borazanı konumuna gelmişti. Benim vergimle benim aleyhime yayın yapacak. Tarafsız yayın yapması lazım. Umarım, siyaset kurumu bütün bunlardan ders çıkarır, ders çıkarmazsak tarihi yeniden tekerrür ettirmiş oluruz. Fatura kime? Fatura millete çıkıyor. Demokrasi için direnme hakkını kullanan vatandaşa çıkıyor fatura.
Bakınız değerli arkadaşlar, Mustafa Kemal Atatürk 1922 yılında, ta 1922 “Basın milletin müşterek sesidir” diyor. Daha yeni yeni cumhuriyet düşüncesinin filizlendiği yıllar 1922 ve 1923’te de şunu söylüyor: “Gazeteciler kanunun ve umumun menfaatlerinin aksine muamelelere şahit veya vakıf oldukları takdirde gerekli yayında bulunmalılardır”. Yani kamunun çıkarları aleyhine –bugünün diliyle- kamunun çıkarları aleyhine bir olaya şahit olurlar veya bir olayı öğrenirlerse bunu gazeteci yazacak diyor, 1923’te söylüyor. Şimdi, birilerinin aleyhine yayın yapmak neredeyse suç oldu. 1920’lerdeki anlayış… Neden diyoruz cumhuriyetin kurucu değerlerine dönmek zorundayız? Bu anlayışlara yeniden dönmek zorundayız. Medyanın ne kadar önemli olduğunu ve medya özgürlüğünün ne kadar önemli olduğunun farkına varmak zorundayız.

BU DARBE BİZE; DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL HUKUK DEVLETİNİN ÖNEMİNİ BİR KEZ DAHA ÖĞRETTİ
Bu darbe bize bir şey daha öğretti değerli arkadaşlar, demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin önemini bir kez daha öğretti. Neden bundan vazgeçilmez ve neden biz bundan vazgeçmemeliyiz bunu bize öğretti. Laikliğin ne kadar önemli olduğunu bize öğretti. Din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir laiklik, bunu öğretti. Yıllar yılı gidip propaganda yaptılar “Laiklik dinsizliktir” diye, yıllar yılı söylediler bunu ama bugün bir gerçek ortaya çıktı ki laiklik, din ve vicdan özgürlüğünün ana güvencesidir; herkes istediği şeye, istediği gibi inanabilir.
Bakın, hangi görüşten olursa olsun darbeye karşı çıktı, değil mi? Hangi siyasi görüşten olursak olalım, hangi inançtan olursak olalım darbeye karşı çıktık. Bunu sağlayan laikliktir ve hukukun üstünlüğüdür, demokrasidir. Neden Anayasamızda “Bunun değişmesi için dahi teklif edilemez” deniyor? Çünkü bu bizim tarihi birikimizdir. Bu birikim kolay elde edilmedi. Bunun arkasında şehitler var, gaziler var, gözyaşı var, kan var, direnme var bunun arkasında, Kurtuluş Savaşı var bunun arkasında. Birileri gelecek “Ben bunu değiştireceğim.” Sen bunu değiştiremezsin kardeşim dedik ve darbe, bunu bize bir kez daha öğretti bunun ne kadar önemli bir kavram olduğunu.

BASKI, İŞKENCE, KÖTÜ MUAMELE DEVLETİN SAYGINLIĞINA GÖLGE DÜŞÜRÜR

Darbelerle mücadele ederken değerli arkadaşlarım, her yerde söylüyorum, yine söyleyeceğim, bir devleti devlet yapan, bir devleti saygın kılan herhangi bir suçla karşı karşıya geldiğinde hukuk içinde hareket etmesidir. Darbeci veya darbe girişiminde bulunanlar suç işlemişlerse yakalarsınız adalete teslim edersiniz. Baskı, işkence, kötü muamele devletin saygınlığına gölge düşürür ve darbecileri haklı konuma çıkarır. Bu açıdan devlette görev alan siyasetinden tutun aşağıdaki memuruna kadar hukuk içinde kalınarak mücadelenin sürdürülmesi lazım. Bu, bize haklılık kazandırır. Aynı zamanda mücadele ederken suçluların şahsiliği ilkesinin göz ardı edilmemesi lazım. Bir kişi suç işlemişse onun bütün ailesini suçlayamazsınız. Şu telefon geldiğinde ter içinde kaldım: Çocuk gece evde kalkıyor feryat içinde annesine sarılarak “Benim babam darbeci değil” diyor. Bir çocuğu bu konuma getirmek son derece tehlikelidir. Bir aileyi bütün mahallenin ortasında “Darbeci” diye suçlamak son derece tehlikelidir. Böyle bir atmosferi yaratmak son derece tehlikelidir. Mağdurlar yaratmamalıyız, yeni mağdurlar. Suçların şahsiliği ilkesinden asla vazgeçmemeliyiz. Aileyi suçlamak, bütün bir kitleyi suçlamak, mahalleyi suçlamak, bir kurumu suçlamak asla doğru değildir. Umarım siyaset kurumu darbecilerle mücadele ederken bunları dikkate alır.

ER VE ERBAŞLARI LİNÇ EDENLERİN DE ADALETE TESLİM EDİLMESİ LAZIM

Adalet elbette ama intikamla adalet değil; adalet hukukun üstünlüğü ilkesi içinde olacak; suçluyu yakalayacaksınız adaletin önüne çıkaracaksınız. Neden diyoruz suçlu? Sadece darbeciler mi? Hayır. Er ve erbaşları linç edenlerin de yakalanması ve adalete teslim edilmesi lazım. Adalet herkes için, hepimiz için geçerlidir ve adalet kavramı üzerine titremeliyiz. Onların da ailelerini korumalıyız, onların ailelerini de suçlamamalıyız; o babaların, annelerin bir günahı yok. Dolayısıyla, son derece dikkatli bir dil kullanmak siyasetin gereğidir ve doğasında olması gerekir. Olağanüstü bir süreçten geçiyoruz, kullanacağımız dile dikkat etmek zorundayız ve parlamenter sistemimizi güçlendirmeliyiz. Parlamenter sistemde aksayan yönlerimiz var, milli irade tam anlamıyla Parlamentoya yansımıyor. Gerekirse ve çağrı yapıyoruz, şu yüzde 10 seçim barajından, darbecilerin getirdiği bu darbe hukukundan Türkiye’yi arındırmamız lazım. Sadece darbe değil, darbe girişimi değil, demokrasi üzerindeki her vesayete karış çıkacağız. Birilerinin gölgesini asla kabul etmeyeceğiz. Biz, demokrasiyi katıksız savunacağız; ne darbe diyoruz ne dikta diyoruz, tam demokrasi diyoruz.

FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN MAĞDUR ETTİĞİ KİŞİLERİN İTİBARLARI İADE EDİLMELİ
Ve bir şey daha yapmalıyız. Geçmişte FETÖ terör örgütünün mağdur ettiği binlerce kişi var, intihar edenler oldu, hayatlarının en verimli çağlarını hapishanelerde geçirdiler. Aileleri üzerine büyük iftiralar atıldı, aileleri bile suçlandı. Bunların tamamının suçsuz olduğu çıktı ortaya. Bir kumpasa kurban edildiklerini artık devletin tüm yetkilileri dile getiriyor. Eğer bu ülkede adalet varsa, adalet kırıntısı varsa o insanların itibarları iade edilir ve görevlerinin başına döndürülür. Balyoz davası, Ergenekon davası, Casusluk davası pek çok insan mağdur edildi. Bunların itibarlarının iade edilmesi lazım. Taksim Mitinginde Dreyfus örneğini vermiştim. Fransa’da Dreyfus adında bir asker casuslukla suçlanır, yargılanır ve mahkûm edilir. On iki yıl sonra bir Fransız aydını çıkar ve der ki “Bu dava doğru bir dava değil.” O aydının isteği üzerine Fransız adaleti yeniden harekete geçer, yargılama yeniden başlar, Dreyfus beraat eder, Dreyfus’a liyakat madalyası verilir ve Dreyfus onurlu bir Fransız vatandaşı olarak yaşamını sürdürür. Bizim yani siyaset kurumunun da böyle bir sorumluluğu var. O insanlara karşı yapılanları unutmamalıyız ve haklarını teslim etmeliyiz, teslim etmezsek yanlış olur. Fransa yapıyorsa bunu Türkiye niçin yapmasın? Biz de yapmalıyız, biz de göğsümüzü gere gere “Bu ülkede adalet var, adaletin gereğini Türkiye Cumhuriyeti yaptı diyebilmeliyiz.” Bunu yaptığımız zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir yurttaşı olarak bu ülkenin sokaklarında daha rahat gezebiliriz.

CADI AVI BAŞLATILMASIN

Değerli arkadaşlarım, darbeyle mücadele edilirken, darbe girişimiyle mücadele edilirken cadı avı başlatmamalıyız. Eğer bir cadı avı başlatılırsa -ki bütün darbelerden sonra olmuştur bu, 12 Mart’ı alın, 12 Eylül’ü alın, diğer darbeleri alın, darbelerden sonra bir cadı avı başlamıştır, bürokraside bir ihbar furyası başlamıştır, kurunun yanında yaş da yanmıştır. Bu atmosfer son derece tehlikeli bir atmosferdir. Atmosfere üç örnek vereceğim size: Bakın bir kurum diyor ki, bütün dekanlara diyor ki “İstifa dilekçelerini gönderin.” Hiçbir itiraz yok, 1577 dekan istifa dilekçesini veriyor. Niçin veriyor? “İstifa dilekçemi vermezsem beni FETÖ terör örgütünün üyesi sayarlarsa ne olacak?” Birisi çıkıp da bir dakika arkadaş, ben terör örgütü üyesi değilim, ben bilim insanıyım. Buraya geldim sürem de dolmadı. Ben niye istifa edeceğim diyemiyor. Neden? Korkudan. Böyle bir atmosfer bilme zarar verir, böyle bir atmosfer insanlara zarar verir, bu atmosferden özenle kaçınmak lazım. Başka bir örnek, kişiler yakalanıyor, doğru adliyeye, hâkim tutuklamazsa şöyle bir kaygısı var: Ya beni de terör örgütü üyesi sayarlarsa ne olacak ve kendisini âdeta gelenleri tutuklayıp hapse atmakla yükümlü hissediyor çünkü atmosfer böyle bir ortam yaratıyor ve son derece tehlikeli bir ortam.
Efendim, falan bankaya neden para yatırdın? Ya, kardeşim, bu bankayı siz kurmadınız mı, siz izin vermediniz mi? Siz izin verdiniz, millet de parasını yatırdı. Şimdi, neden para yatırdın diyorlar. O zaman gel, hesabını ver. Bunun adı, hükümetin vatandaşına tuzak kurması demektir, böyle bir şey olabilir mi. Kapatırsın bankayı mesele biter. Ama iş dünyasını tedirgin edersen, onların yatırım yapmalarını engellersen bu son derece tehlikelidir, son derece dikkatli adımların atılması gerekir.

OHAL UYGULAMALARININ AMACINI AŞAN ŞEKİLDE KULLANILMASI BİZDE KAYGI YARATIYOR

Değerli arkadaşlarım, OHAL uygulamaları, olağanüstü bir düzenden geçiyor muyuz, dönemden geçiyor muyuz? Evet, geçiyoruz, hiçbir tereddüdümüz yok. Darbe girişiminde bulunanlar devletin içine belli bir zaman dilimi içinde ve belli bir disiplin içinde yerleştirildi mi? Evet, yerleştirildi. Bu kişiler devletin en duyarlı organlarına, birimlerine –adliyeye, maliyeye, dışişlerine, orduya- yerleştiler mi? Yerleştiler. Bunlarla mücadele etmek gerekiyor mu? Evet, mücadele etmek gerekiyor, burada da bir tereddüdümüz yok. OHAL Yasası Parlamentodan Anayasaya uygun olarak mı çıkarıldı? Evet, uygun olarak çıkarıldı, bunda da bir tereddüdümüz yok. Peki, tereddüdümüz ne? Tereddüdümüz şu değerli arkadaşlar: OHAL uygulamalarının amacını aşan şekilde kullanılması bizde kaygı yaratıyor, amacını aşan şekilde kullanılması yani hukuku aşan, yani anayasayı aşan şekilde kullanılması bizde kaygı yaratıyor. OHAL uygulamaları adı üstünde olağanüstü hâl uygulamalarıyla, zaman dilimiyle sınırlıdır; üç ay derseniz üç ayla sınırlıdır; beş ay derseniz beş ayla sınırlıdır; bir yıl derseniz bir yılla sınırlıdır. OHAL durumunu ortadan kaldırmak, gerekli mücadeleyi yapmak ve toplumu normal bir sürecin içine çekmek için yapılır. OHAL dönemini kullanıp olağanüstü hâl döneminin sonunda da uygulanacak düzenlemeler yaparsanız Parlamentoyu devre dışı bırakmış olursunuz yani hakimiyet milletin değil, hâkimiyet yürütme organında olur ki, bu temelden demokrasiye de millete de saygısızlıktır. Herkesin bunu bilmesi lazım.

BU DEVLET, SENİN DEVLETİN Mİ?

Anayasa Mahkemesinin kararı var, gayet açık, gayet net şekilde söylüyor. OHAL uygulamalarıyla ilgili olarak çıkarılan kanun hükmünde kararnameler olağan hâl üstü uygulamaları için geçerlidir. Olağan hâl üstü bittikten sonra bu kanun hükmünde kararnamelerin hiçbir işlemi kalmaz. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Ben devleti yeniden inşa edeceğim! Nasıl yapacaksın kardeşim devleti yeniden inşa? Efendim, işte kanun hükmünde kararnamelerle sıfır devlet projesiyle yola çıkacağız devleti yeniden yapılandıracağız. Kimsin sen? Bu devlet senin devletin mi? Bu devlet bizim devletimizdir. Bu devlet 79 milyon insanın devletidir. Bu devlet hepimizin devletidir. Bu devlet hepimizin devletiyse bizim seçtiğimiz temsilcilerin olduğu Parlamentoda yasaların çıkması lazım. Devleti yeniden yapılandıracaksan adres yürütme organı değil, adres Yasama Organıdır. Sen yasama organını yani milletin iradesinin temsil edildiği ve salonunda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazdığı bir birimi, bir kurumu, bir yasama organını devre dışı bırakıp biz devleti yeniden yapılandıracağız. Olmaz, doğru değildir bu, devletin yapısıyla böyle oynanmaz; oturulup tartışılır. Devletin yeniden yapılanması gerekebilir mi? Gerekebilir. Belli kurumlar yeniden yapılanmalı mı? Yapılanmalı, hiçbir tereddüdümüz yok ama Parlamentoya gelmeli, burada tartışmalıyız, özgür bir tartışma ortamı içinde yapmalıyız bunu. Bunu böyle yaptığımız zaman saygınlık kazanırız, o zaman devleti yeniden yapılandırabiliriz. Eğer parlamentoya gerek yok, biz yeniden yapılandırdık, bundan sonra böyle olacak! Böyle olmaz arkadaşlar. Bu, demokrasiye zarar verir. Devlet hepimizin devletiyse böyle bakmamız gerekiyor. Bunu söylediğim zaman, efendim, siz işte ordudan yana mısınız? En son orduyla ilgili çıkmıştı kanun hükmünde kararnameler. Şimdi, düşünün, bir kişi düşünün, ordudan örnek vermeyeyim, devlette bir genel müdür veya bir müsteşar düşünün, bakan talimat verecek, Cumhurbaşkanı talimat verecek, Başbakan talimat verecek, üç ayrı yerden talimat alacak, bu adam ne yapacak? Ya da bir genel müdür veya bir şube müdürü düşünün, genel müdürü talimat verecek, daire başkanı talimat verecek, genel müdür yardımcısı talimat verecek ve hepsine de uyacak. Peki, farklı talimat verirlerse ne olacak? Veya bir koalisyon hükümeti düşünün, Başbakan ayrı partiden, bakan ayrı partiden farklı talimatlar veriliyor, peki nasıl olacak bu iş? Böyle bir yapı olmaz arkadaşlar. Efendim, bu yapı Amerika’da vardı! Amerika’da olabilir, biz kendi kültürümüze bakarız arkadaşlar, kendi geleneklerimize bakarız, kendi tarihimize bakarız, Metehan’dan bu yana orduda hiyerarşi vardır ve bozulmamıştır, o hiyerarşinin korunması lazım. Biz bunu söylediğimizde büyük bir ihtimalle yine belli çevreler, vay bunlar yine diyecekler, bak işte, biz diyorduk ya bunlar ordudan yanadır falan. Evet kardeşim, ben Türkiye Cumhuriyetinden yanayım, Merkez Bankasını nasıl savunuyorsam orduyu da öyle savunuyorum, BDDK’yı da öyle savunuyorum, Maliye Bakanlığını da öyle savunuyorum, Türkiye Cumhuriyeti’ni de öyle savunuyorum.

HER KURUM DENETLENMELİDİR
Bunu yapanlar ne yapıyor, size komik bir olay anlatacağım. Efendim, ordu sivilleşsin! Ordu sivilleşmez arkadaşlar, sivil yönetime ordu hesap verir. Bunu istiyor muyuz? Evet. Nasıl istiyoruz? Gelirler Türkiye Büyük Millet Meclisine hesabını verirler. Ordunun her aşaması sivil denetime açılmalıdır, bir tereddüt var mı? En ufak bir tereddüdümüz yok. Hiçbir kurum denetimin dışında olmamalıdır, her kurum denetlenmelidir. Şimdi, buna gelince “Evet, evet” diyorlar… Dün söyledim, yine söyleyeyim, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu kuruldu. Sözde, güvenlik birimleri ve istihbarat birimleri gelip Türkiye Büyük Millet Meclisinde bu komisyona seçilen milletvekillerinin sorularını cevaplandıracaklardı. Kurulduğu tarihten bu yana bir güvenlik birimi başkanı gelip bu komisyona bilgi vermedi, ne MİT Müsteşarı geldi ne de diğerleri geldi. Bizim milletvekillerimiz dediler ki, “komisyon kurdunuz, gelip bir bilgi versinler” Bilgi vermiyorlar. Şimdi ben soruyorum: Bu kişiler gelip de Türkiye Büyük Millet Meclisine bilgi vermiyorlarsa siyasi otoritenin isteği üzerine gelmiyorlar. Yoksa bir bürokrat “Bu Meclis de ne oluyor, ben gelmiyorum” demez. Bakan “Gitme” demiştir, Başbakan “Gitme” demiştir, “Gitme” dediği için o da gelmiyordur. O zaman bu Meclise, Türkiye Büyük Millet Meclisinin saygınlığına gölge düşer. Buradan Sayın İsmail Kahraman’a çağrı yapıyorum: Ya bu komisyona gelir adam gibi bilgi verirler ya da bu komisyonu kapatın, böyle bir gölgeyi biz kabul etmiyoruz.

BAŞKOMUTANLIK GÖREVİ TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİNDİR
Bir de son olarak bu “Başkomutanlık” işine değinmek istiyorum değerli arkadaşlar. Başkomutanlık görevi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir, herkes bunu kabul edecek. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye Büyük Millet Meclisi başkomutandır. Gazi Meclis dememizin temel nedeni de budur. Mustafa Kemal Atatürk’e de Başkomutanlık yetkisi verilmiştir ama yetkiyi veren Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Onun da notlarını çıkardım. Başkomutanlık yetkisi Mustafa Kemal Atatürk’e üçer aylık sürelerle verilmiştir, sürekli verilmemiştir, üçer aylık sürelerle verilmiştir. 5 Ağustos 1921’de verilmiştir yetki, daha sonra 31 Ekim 1921’de, 4 Şubat 1922’de ve 6 Mayıs 1922’de Mustafa Kemal’e Başkomutanlık görev ve yetkisi verilmiştir. Dördüncü kez yetki verilirken Mustafa Kemal kürsüye çıkmış ve demiş ki “Yasanın 2’nci maddesinde bana tanınan yetkiler çok geniştir, bu maddenin çıkarılması lazım.” Kendi yetkilerini kısıtlamıştır Parlamentoyu güçlü kılmak için. Şimdi, bütün sağır sultanlara sesleniyorum: Bu cumhuriyeti kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendi yetkilerini kısıtlamayı kabul edip yetkiyi Parlamentoya devrederken birileri “Ben komutanım, kumandanım” diye ortada gezinmesin, yetki Parlamentonundur. Anayasamızda bu konu çok açıktır. Bakın Anayasanın 104’üncü maddesi “Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutanlığını temsil eder Cumhurbaşkanı.” Sadece temsil yetkisi vardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına diyor, yetki Türkiye Büyük Millet Meclisine veriliyor. Bu yetki devredilmemiştir, Anayasamızda da devredilmemiştir. Dolayısıyla bu yetki, bu Meclisin namusudur, namusunu devredemez, yetkisini devredemez. Bu Meclis Gazi Meclistir, yetki bu Meclistedir.
Hepinize saygılar sunuyorum.

Gündem'den Öne Çıkan Haberler