28.02.2019

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU BURSA NİLÜFER’DE İŞ DÜNYASI TEMSİLCİLERİYLE BİR ARAYA GELDİ

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU BURSA NİLÜFER’DE İŞ DÜNYASI TEMSİLCİLERİYLE BİR ARAYA GELDİ
(28 ŞUBAT 2019)
Efendim iki belediye başkan adayımızı da dinledik. Sayın Bozbey konuşurken sizlere baktım, büyük bir dikkatle dinliyorsunuz Bursa için neler vaat ediyor diye, Bursa’nın sorunlarına hakim mi diye. Büyük bir dikkatle dinlemeniz benim dikkatimi fazlasıyla çekti ve bu salonda bulunan insanlar aslında yaşadıkları kentin güzel olmasını, huzurlu olmasını isteyen insanlar. O nedenle sizler belediye başkan adayını büyük bir dikkatle dinliyorsunuz benim dinlediğim gibi. 
Bursa’ya ilk kez 1970’li yıllarda geldim. Gerçekten de adı gibi Yeşil Bursa’ydı. Bugün o Bursa’dan kalan fazla bir şey yok. Tarihi eserler büyük binalarla çevrelenmiş vaziyette, kent kimliğini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Ama bu aşılabilir mi? Elbette aşılabilir. Bu kirliliği yaratan insan olduğuna göre kaldıranın da insan olması lazım. Birlikte oturacağız aklımızı, mantığımızı kullanacağız, bilgimizi, birikimimizi kullanacağız Bursa’yı güzelleştireceğiz, eskiden olduğu gibi Yeşil Bursa diyeceğiz. 
Sayın Başkan konuşurken bana göre önemli bir cümle kullandı, “Dünyanın en güzel kenti Bursa” dedi. Dünyanın en güzel kentidir, değildir tartışılabilir, oturup tartışabiliriz de. Başkaları kendi bulundukları kentin dünyanın en güzel kenti olduğunu söyleyebilirler, bu da gayet doğal karşılanması gereken bir iddiadır. Ama bir kente belediye başkanlığı adaylığını koyan birisini “Bursa dünyanın en güzel kentidir” diyorsa, kendisine güzel bir çıta koymuştur anlamına geliyor. Biz Bursa’yı nasıl uluslararası arenada, yani metropoller arasında yarışan bir kent haline nasıl getirebiliriz, bu iddiayı koyuyor ortaya. Bursa bunu hak ediyor mu? Elbette fazlasıyla hak ediyor. Neyiyle hak ediyor? Tarihiyle hak ediyor, coğrafyasıyla hak ediyor, tarımıyla hak ediyor, insanıyla hak ediyor. Her şey var aslında ama pilavı yapacak usta yok. Ustayı bulamadık bir türlü. Şimdi o usta var, önünüzde duruyor. Diyeceksiniz ki bu ustanın yaptığı bir yemek var mıydı hiç tatmadık, bakmadık. Yani iyi mi yapıyor, kötü mü yapıyor? E yemekte var. Nerede? Nilüfer, işte görüyorsunuz hepinizin gördüğü bir yer. Yani usta ustalığını bir anlamda kanıtlamış vaziyette. Şimdi bunu bütün Bursa’ya yaymak istiyor. 
Daha önce Bursa’ya geldiğim bir toplantıda da söylemiştim, Nilüfer’den bir grup muhtar geldi, “Her partiden muhtar burada, biz hep birlikte Mustafa Bozbey’i destekliyoruz, yeniden Nilüfer Belediye Başkanı olsun” dediler. Ben de onlara şunu söyledim; “Güzel, yani Bursa’nın içinde bu yüzük taşı gibi duruyor, ama Bursa? Bursa’nın Nilüfer gibi olmaya hakkı yok mu? Yani Bursa’nın bir dünya markası olmaya hakkı yok mu? Bursa tarihiyle, kültürüyle, coğrafyasıyla bütün bunları hepsini hak eden bir kent. O zaman gelin hep beraber destek verin Bozbey’i Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapalım bütün Bursa’yı Nilüfer gibi yapsın” dedim. Bu iddiamı ifade ettim. 
Evet, dolayısıyla bu iddia Allah’ın izniyle ve sizlerin de oylarıyla gerçekleşecek, ben bunu görüyorum zaten. Bir şekliyle bunu görmemek mümkün değil. 
Bu toplantıya gelen iş dünyasından saygıdeğer insanlarımız var, muhtarlarımız var, sivil toplum örgütlerinden gelen arkadaşlarımız var, yöneticiler var, İYİ Partinin saygıdeğer il başkanı var. Dolayısıyla bakıldığı zaman toplumun değişik kesimlerinden insanlar bir şekliyle nasıl bir Bursa’yı özlediklerini en azından yetkililerden dinlemek istiyorlar. En yetkili olan arkadaşımız, o makama aday olan arkadaşımız da düşüncelerini bir şekliyle sizlerle paylaştı. Gerçekten de Bursa’yı yaşanabilir bir kent yapmak mümkün. Kırsalıyla merkezi arasında, merkezinde kendi içinde ciddi bir dengesizliği var. Gidin kentin biraz varoşlarına doğru veya Gürsu’ya doğru gidin, orada yaşayan insanların sorunlarıyla diyelim ki Nilüfer’de yaşayan insanların sorunları arasında fark var. Çünkü onlar geçim derdinde, bunlar daha güzel bir kent derdinde. Dolayısıyla bütün bu sorunları bir araya getirerek ve harmanlayarak sorunları aşmış bir kenti nasıl yaratabiliriz, nasıl inşa edebiliriz bunun mücadelesini vermek gerekiyor. Eğer bu mücadele verilirse, gerçekten de son derece başarılı sonuçlar elde etmek mümkündür. 
Kentsel dönüşüm örneği verdi Sayın Bozbey. İki örnek vermek isterim. Bir İstanbul’dan, bir İzmir’den. İstanbul’da kentsel dönüşüm yaptılar Fikirtepe’de, insanların evleri yıkıldı, insanlar perişan, binalar yapılmadı, kira da kimse ödemiyor ve bu insanlar hem evlerinden, hem yerlerinden, yurtlarından ayrılıp başka yerlere gittiler. Müteahhit de kaçtı ortada hiçbir şey yok. Bir de İzmir örneğini vereyim. Kentsel dönüşüm yapıldı mı? Evet yapıldı. Hiç kimse bir başka yere gönderilmedi, garantör büyükşehir belediye başkanı oldu. Evleri yıkılacak olan ev sahiplerine karşı garantiyi büyükşehir belediye başkanı üstüne aldı. Binalar bitti, herkes yerinde oturuyor. 
Şimdi kentsel dönüşümde neden o insanları başka bir yere sürmemek gerekiyor? Başkan da ifade etti, bir insanın uzun süre yaşadığı yer, mahalle veya sokak onun hayatının bir parçasıdır. Düğününü orada yapmış, çocuğu orada olmuş, evladını orada evlendirmiş, çocuğu orada üniversiteye gitmiş veya orada bakkallık yapıyor veya orada bir işyeri var, orada çocuğunu askere gönderiyor, dolayısıyla baktığınız zaman hayatının bütün anıları o mahallede. O mahalleyi o nedenle kendi gözünde büyütür ve orayı bir anlamda kendi vatanı gibi görür. Komşuları da orada, akrabaları orada, herkes orada; şimdi siz bu insanı oradan koparıp şehrin varoşuna attığınız zaman, adam kendisini başka bir ülkeye atılmış gibi görüyor, sürülmüş gibi görüyor. O nedenle kentsel dönüşümün insanların duygularına, beklentilerine de uygun bir şekilde ve o insanın mağdur edilmeden yapılması lazım. Bu çerçevede yapılacak olan bir kentsel dönüşüme hiç kimse itiraz etmez. Herkes daha güzel bir evde, daha modern bir evde, daha geniş bir evde yaşamak ister. Niye yaşamak istemesin? Ama mahalleden ve komşularından ayırdığınız zaman insanları, insanlar bir acı yaşarlar. 
Bir dengesizlik olduğunu da söylemiştim. Gelir dengesizliği de var. Kırsalla kent arasında da bir başka gelir dengesizliği var. Aramızda çiftçi arkadaşlarım var mı bilmiyorum kırsaldan gelen arkadaşım var mı bilmiyorum. Ama şu bir gerçek, çiftçi perişan vaziyette. Ama İzmir’in çiftçisi öyle değil, Aydın’ın çiftçisi öyle değil, Muğla’nın çiftçisi öyle değil. Onlar büyükşehir belediyesiyle kırsal arasındaki ilişki nedeniyle iyi bir gelir elde ediyorlar, bulundukları yerlerde rahat yaşayabiliyorlar, herhangi bir şekilde bir sorun da çıkmamış oluyor. Fidan mı alınacak, kırsaldan alınıyor zaten. Üstelik belediye alıyor. Çiçek mi alınacak, oradan alınıyor. Süt mü alınacak, oradan alınıyor. Yoğurt mu alınacak, gerekirse oradan alınıyor. Et mi alınacak, oradan alınıyor. Bütün bunların uygulamaları Türkiye’de CHP’nin büyükşehir belediyelerinin olduğu bütün yerlerde üç aşağı beş yukarı var. Süt örneğini verdim mesela. Büyükşehir belediyesi yıllardır fakir zengin demeden, hangi mahallede olursa olsun bir evde bir çocuk doğduysa, 6 yaşına kadar getirir sütünü kapısına bırakır. 100’den fazla küçük aracı vardır, sadece süt dağıtır bütün mahallelerde fakir zengin ayrımı yapmadan. Bu ne anlama geliyor? Bakın, yıllardır yapılan bu uygulamada ne bir çocuk zehirlendi, ne bir şey oldu, sütler getirildi, bırakıldı. Süt üreten insanlar hayatlarından memnunlar, çünkü belediye gelip sütlerini satın alıyor. Kooperatif hayatından memnun, çünkü bütün üreticiler aynı şekilde bu gelirden yararlanıyorlar. Çocuğu doğan, kentte yaşayan aile memnun, çünkü gelip sabahları süt belli bir miktarda süt bırakılıyor kapısına ve o da alıp çocuğunu besleyebiliyor. Baktığınız zaman kentli de memnun, belediye de memnun. Çünkü halkına hizmet ediyor. Biz çiçeği, ağacı yurtdışından ithal eden belediyeler biliyoruz. Bu ülkede ağaç mı yok Allah aşkına? Her türlü ağaç var ekilebilir, eken insanlar var. Bunları satın alabilirsiniz ve ekebilirsiniz. Ama biz İtalya’dan, biz İsviçre’den, başka ülkelerden ağaç ithal ettik, tıpkı saman ithal eder gibi. Belediye başkanı kentin sorunlarını çözerken, sadece ama sadece var olan sorunlarını değil gelecekte doğabilecek sorunlarını da çözmek zorundadır. Onun için bir kent planlamasına ihtiyaç vardır. Bugün bir sorun vardır çözersiniz ama şunu görmeniz lazım; 3 yıl sonra, 5 yıl sonra şu sorun doğabilir, onun önlemini bugünden almanız gerekir. Eğer onun önlemini bugünden alabilirseniz, o zaman kent büyük ölçüde sorun yaşamaz.
Size bir Çin hikayesi anlatmak isterim. Bir Çinli bilge diyor ki: Biz üç kardeştik üçümüz de doktorduk. En büyüğümüz hasta geldiği gün tedavi ederdi hasta da evine giderdi. Öldüğünde kimsenin haberi olmadı ta ki yeni bir hasta gelinceye kadar. İkinci kardeşimiz uyanıktı diyor hasta geldi tedavi etmedi, mahalleye hastalık yayıldı tedavi etmedi, eyalete yayıldı tedavi etti. Öldüğü zaman bütün eyalet arkasından ağladı doktorumuz gitti diye. En küçüğü bendim diyor, en uyanığı bendim, hastalık mahalleye yayıldı tedavi etmedim, eyalete yayıldı tedavi etmedim, bütün Çin’e yayıldı tedavi ettim. Ondan sonra öldüğümde de Çin beni milli kahraman ilan etti. 
Şimdi 21.yüzyılın böyle bir özelliği vardır. İnsanlar görevlerini zamanında yaptıkları zaman sorun büyümez ve insanlar, geniş kitleler sorunlarla karşılaşmazlar. Belediye başkanlarının ve ekibinin böyle bir görevi vardır. Kişiler gelir sorunları vardır, yol sorunu, cadde sorunu. Eğer siz bir yere binalar, yüksek binalar yaparsanız ve altyapı yetersizse bir süre sonra yağmur yağar, taşkınlar olur, şunlar olur, bunlar olur vs. Ne altyapı onu karşılar, ne üstyapı onu karşılar. Dolayısıyla insanlar mutsuz olurlar. Planlamanın böyle bir özelliği vardır. Planlama, geleceği planlama aklın gücünü gösterir. Aklımızı kullanarak geleceği planlarız neden? Var olan sorunları önceden görüp bugünden tedbir almak demektir, planlama budur. Geliri artırmak demektir. Kişilerin gelirini artırmak demektir. Ayrıca belediye başkanlarının pozitif ayrımcılık yapma yetkileri vardır. Nasıl? Bir bölge çok fakirse, oraya pozitif ayrımcılık yapıp oraya daha fazla kaynak ayırır. Çünkü onların da diğer kentliler gibi uygar bir mekanda yaşamaya hakları var. Onlara pozitif ayrımcılık yaparak onları kucaklar. Kent beni ötekileştirmiyor, belediye başkanı beni ötekileştirmiyor, ben de bu kentte yaşıyorum, diğer vatandaşlardan benim bir farkım yoktur algısını beslemiş oluyor pozitif ayrımcılık yaptığı zaman. 
Şimdi belediye başkanının daha buna benzer yapması gereken çok şey var ve ekibiyle beraber bunları yapmak zorunda. İşsizlik sorunu varsa ve can yakıcı bir sorunsa belediye başkanının bunu da görmesi lazım. Tabi elinden geldiği kadar istihdam alanı yaratması lazım. Belediye başkanlarımıza söylüyorum, gecekondu bölgelerinden başlayarak kreşler yapın. Bir kreş yapmak ne demektir biliyor musunuz? Bir ailenin yükünü almak demektir. Anne çocuğunu güven içinde getirecek bir kreşe bırakacak, en azından alışverişe gidecek, en azından komşuya oturmaya gidecek veya kente bir yere, bir alışveriş merkezini gezmeye gidecek. Şimdi bunu yapmak belediye başkanının görevi zaten, bunu yapmak zorunda. Bunu yaptığınız zaman sadece bir çocuğa mı bakıyorsunuz? Hayır. En az orada 10 kişiye ayrıca istihdam yaratıyorsunuz ve bu istihdamı yarattığınız zaman, işsizlik azaldığı zaman kentte huzurun, kentte barışın, kentte ahlakın da düzeyi artmış oluyor. Çünkü işsizlik bütün kötülüklerin anasıdır. Bir adam işsiz kaldığında ne yapacak, ne yapacak bu insan?
O açıdan belediye başkanlığı yapmak güzel bir olaydır. Sorunları bilip, sorunları çözmek, sorunları çözdüğü zamanda oh ben şu sorunu da hallettim demek güzel bir olaydır. Ve sorunları çözüp halkın önüne çıkmak, halkla kucaklaşmak çok daha güzel bir olaydır. Halkın doğrudan gördüğü, beğenisini kazandığı bir alandır. Belediye başkanlığının böyle bir özelliği vardır. Milletvekilliğinden farklıdır. Ben milletvekiliyim, milletvekili yasama organıdır icra organı değildir. Şuraya şu kadar para harcayın der, ama parayı şu gün harcayın diyemez milletvekili. Milletvekili bütçeyi yapar, her bakanlığın bütçesi bellidir, denir ki şuraya şu yatırımlar yapılacak, planlamaya gelir bir yatırım yapar oraya. Onu milletvekili takip etmez. Belediye başkanı icra organının başında olan kişidir. Şuraya yol yapılacak dendiği zaman, bakarsınız üç gün sonra gider o yol asfaltlanmış mı değil mi gider bakar ve görür. İcra olarak fiilen yaptığını denetleme, görme, eksiklikleri varsa giderme yetkisine sahiptir. Belediye başkanlarının böyle bir özelliği vardır. O açıdan belediye başkanı halka en yakın olan kişidir. Milletvekili halka en yakın olan kişi değildir. Bazen öyle bir algı var Ankara’ya gideyim sorunumu çözsün. Milletvekilinin elinde bir şey yok ki sorunu çözsün. Alır telefon eder bürokratlara, bürokratlarla milletvekilini veya bakanlarla milletvekillerini vatandaşı görüştürmeye çalışır. Ama belediye başkanına ulaştığı zaman, sorunu varsa ve belediye başkanının çözebileceği bir sorunsa, tak diye sorununu çözer mesele de bitmiş olur. O açıdan belediye başkanlarının halka çok yakın olması, halkla birlikte olması, sorunlarını dinlemesi ve o sorunlara çözüm getirmesi gerekiyor. 
Şimdi değerli arkadaşlarım, Başkan yine önemli bir şey söyledi, “Bursa’nın ve Bursalıların adayıyım” dedi. Bu; ben A Partisinin, B Partisinin adayı değil bütün Bursalıların adayıyım diyor. Şimdi yerel yönetimlerin kendine özgü koşulları vardır. Elbette her belediye başkanı bir partiden aday olur. Ama vatandaş adaylara bakar, bu adaylar içerisinde benim yaşadığım kenti kim güzelleştirir, kim daha iyi hizmet verir diye bakar, bazen partisinden bağımsız olarak gider o adaya oy verir. Bunun çok örneklerini gördük. Sayın Bozbey’in böyle bir özelliği var. Bütün Bursalıların sevgisini kazanan bir arkadaşımız, hizmeti belli, yaşamı belli, çalışması belli, ürettikleri belli. Dolayısıyla ben partiler arasında hiçbir ayrım yapmadan elini vicdanına koyan bütün Bursalıların gidip Bozbey’e oy vereceklerine inanıyorum ve güveniyorum böyle olması lazım. 
Bir başka özelliği daha var Bursa’nın. Bursa entelektüel bir kenttir, sıradan bir kent değildir Bursa. Yazarları, çizerleri, ressamları, şairleri çok sayıda var Bursa’nın. Bursa bu entelektüel düzeyini yükseğe çıkarmak zorundadır. Aksi halde Bursa batının büyük metropolleriyle yarışamaz. Sizin de ressamınız olacak, Milano Belediyesinin de ressamı olacak. Buranın da oyunu olacak, oranın da oyunu olacak ve rekabet edecek. Dünyada artık ülkeler arası rekabetten çok, metropoller arası rekabet vardır. Bir Londra Tokyo’yla, Washington’la rekabet eder, Milano’yla rekabet eder. Dolayısıyla bizim kentlerimizin de batının gelişmiş metropolleriyle yarışması gerekiyor. Kültürle, sanatla, sinemayla, üretimle; her alanda yarışması gerekiyor. Az önce söyledim katma değeri yüksek ürün üreten bir sanayiyi geliştirmek zorundayız burada. Bu ne demektir? Üstün yetenekli insanların çalıştığı sanayi dalını buraya getirmek demektir. Çimento fabrikasını değil, çip üreten fabrikayı buraya getirmek demektir. 
Bakın batılılar, çimento fabrikalarını büyük ölçüde kapatmaya başladılar. Lastik fabrikalarını kapatmaya başladılar. Katma değeri yüksek ürün üretmeye başladılar. Biz makine halısı üretiriz, 10 tır makine halısı göndeririz, o bir bavul cep telefonuyla gelir bizden daha fazla para kazanır. Dolayısıyla bu gerçeği hem Türkiye’nin, hem belediye başkanının görmesi lazım ve ona göre bir sanayileşme planı hazırlaması lazım. Her önüne gelen fabrika kuracağım dediği zaman bu fabrika çevreyi kirletiyor mu, kirletmiyor mu, Bursalıları rahatsız eder mi, etmez mi, benim yeşil doğamı, benim tarihsel kimliğimi yok eder mi, etmez mi, ona gölge düşürür mü düşürmez mi hesabını yapması lazım. Ve bütün bu hesapları yaparken Bursalılara sorması lazım ben şu gerekçeyle buna izin vermiyorum, şu gerekçeyle buna izin verdim, şu gerekçeyle ben bu kursu açtım diye bunu anlatması ve aktarması lazım. 
Sevgili dostlarım, şimdi bir konuya geleceğim. İş dünyasından insanlarımızın da olduğu bir yerdeyiz. Bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Ekonomik krizi yaşadığımızda Ağustos ayı içinde İstanbul’da bir basın toplantısı yaptım. Hiç kimseyi eleştirmeden bu krizden nasıl çıkarız diye 13 madde halinde çözümler önerdim. “Bu 13 madde yerine gelirse Türkiye bu krizi aşabilir” diye söyledik. Az önce de ifade ettim 13 maddeyi açıklarken hiçbir zaman bir siyasal partiyi, bir iktidarı eleştirmedim. Bir sorun var, bu sorun çok köklü ve Türkiye’nin bu sorunu aşması lazım. CHP’ye yönelik de şöyle bir eleştiri vardı “CHP hep eleştirir, hiç öneri getirmez” diye. 13 maddeyi bırakın eleştirmeyi eksik de bulmadılar, ama dönüp bizi suçladılar. Niye suçluyorsun? Şunu dese ben anlarım, 13 maddeden şu yanlıştır dese ben anlarım. 13 madde az, aslında 17 madde olsun dese ben bunu da anlarım. Ama bizim getirdiğimiz öneriler eleştirilmedi, doğrudan doğruya partinin kimliği hedef alınarak eleştirildi. Bu yanlış bir şey, bu doğru bir şey değil. Siyaseten de doğru bir şey değil. 13 madde de ne vardı? Dedik ki mesela devlette liyakat olması lazım. Devlette liyakati sağlayın, liyakat bozuldu. Devlette liyakat şu demektir değerli arkadaşlarım, belediyelerde de liyakat olması lazım, uzman kişilerin, konusunu bilen kişiler devlet yönetiminde ya daire başkanı olur, ya şube müdürü olur, ya müsteşar olur, ya genel müdür olur. Yani devleti bilen, sorunları bilen, siyasi otoriteye çözüm üreten mekanizmadır, aslında liyakat budur. Bir yerde bir sorun var… Hatta şöyle bir örnek vereyim, diyelim ki Uzakdoğu’da bir kriz çıktı, o krizin Türkiye’ye yansımalarını önce bürokrasi devlet bürokrasisi fark eder ve o krizi Türkiye nasıl en ucuz atlatır diye çözümler üretir. Götürür siyasi otoriteye verir der ki, buyurun şu çözümlerden hangisi sizin görüşünüze uygunsa bunlardan birisini hayata geçirelim. Şimdi devlette liyakat kalmadı. 
Yine devletin tasarruf yapması lazım dedik. Tasarruf… Savurganlıktan kaçınması lazım devletin… Sayıştay’ın devletin hesaplarını denetlemesi lazım, yani bakanlıkların, sizlerin ödediği vergilerin nerelere gittiğinin, nasıl harcandığının denetlenmesi lazım. Bütün dünyada var bu, niye bizde olmasın? Bizde de olması lazım. Buna benzer 13 öneri getirdim hiçbirisi yapılmadı ve kriz derinleşiyor. Bugün başta bir likidite krizi vardı, sonra bir kredi krizi çıktı şimdi reel sektör kriziyle karşı karşıyayız ve işsizlik önümüzdeki süreç içinde daha da artacak. 
Şimdi iş dünyasından gelen arkadaşlarıma şunu söylemek isterim. Değerli arkadaşlarım, Türkiye ciddi bir stratejik dönüşüm yapmak zorundadır; Türkiye’nin geleceği için, çocuklarımızın geleceği için. Ne demek ciddi bir stratejik dönüşüm ve biz stratejik dönüşümden neyi kastediyoruz? Dört ayaklı iç içe geçen çemberleri kast ediyoruz. Birincisi şu, Türkiye demokrasisini geliştirmek ve hukukun üstünlüğünü sağlamak zorundadır. Eğer bir ülkede insanın can ve mal güvenliği yoksa yatırım yapmaz, geleceği öngöremez. Can ve mal güvenliği yoksa geleceğe yönelik planlar oluşturamaz. Can ve mal güvenliği, hukukun üstünlüğü ve katılımcı demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Yargıç, hakim bağımsızlığı, yargı bağımsızlığı böyledir, düşünce özgürlüğü böyledir, düşünceyi ifade özgürlüğü böyledir. Dolayısıyla insanları baskı altına alırsanız, demokrasiyi kısıtlarsanız, ülkeyi büyütemezsiniz. Dünyada örneği yoktur. İsveç’e bakın, Norveç’e bakın, Amerika’ya bakın, Japonya’ya bakın, Güney Kore’ye bakın, tamamında demokrasi gelişmiştir. Bizim de demokrasimizin gelişmesi lazım. Stratejinin en önemli halkalarından birisidir. 
İkinci halka üreten Türkiye’dir. Türkiye’nin üretmesi lazım. Neyi üreteceğimizi bilmeliyiz, nasıl üreteceğimizi bilmeliyiz ve bütün değerlerimizi harekete geçirmeliyiz. Sizin aklınıza gelir miydi canlı hayvanı Arjantin’den getireceğiz, samanı da Romanya’dan getireceğiz, Türkiye’de tarımla uğraşacağız. Aklın, mantığın alacağı şey değil ama fiilen yaşıyoruz bunu. Peki bizim ülkemiz bunları üretemez mi? Üretebilir. Mercimek üretemez miyiz, nohut üretemez miyiz, pirinç üretemez miyiz? Yani bunların hiçbirisini üretemez miyiz biz, yapamaz mıyız biz? Buğday dahil, arpa dahil bunları getiriyoruz. Demek ki bir yerde bir sorunumuz var. Üreten Türkiye derken sadece tarımda üretmeyi kastetmiyorum, hayatın her alanında üretmemiz lazım, üniversitelerin de bilgi üretmesi lazım. Değerli arkadaşlarım, iş dünyasının saygıdeğer insanları, İran üniversitelerinin ürettiği bilgi sayısı Türk üniversitelerini geçti. Üniversitelerin içinde bulunduğu feci duruma bakın. Bir ülkede üniversiteler bilgi üretmezse, katma değeri yüksek ürün üretemezsiniz. Önce bilgi üretilecek ki, onu elle tutulan metaya dönüştüreceksiniz. Bilgi yok ortada, ne yapacağız? Üniversitelerin bilgi üretmesi lazım, dolayısıyla üniversitelerde her türlü düşüncenin serbest olması lazım; adam farklı bir şey düşündü diye adama ceza verirseniz, hocaya ceza verirseniz, o zaman bilgiyi nasıl üreteceksiniz? Bizim kültürümüzde bilgiye büyük değer verilmiştir ve önem verilmiştir. “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” geleneğinden geliyoruz. “İlim Çin’de bile olsa gidin öğrenin” diyen bir inançtan geliyoruz. “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” gibi bir inançtan, bir düşünceden geliyoruz. Bizim üniversitelerimiz bilgi üretemez noktaya geldi. Üreten Türkiye bu açıdan çok önemlidir. 
Üçüncü halka, güçlü bir sosyal devlet inşa etmeliyiz. Bir ülkede huzur isteniyorsa; o ülkede açlık olmayacak, fakirlik olmayacak, o ülkede işsizlik olmayacak veya minimum düzeyde olacak. Aksi halde o ülkede huzuru sağlayamazsınız, barışı sağlayamazsınız. Komşum açken ben nasıl tok yatacağım? Çocuk yatağa aç giriyorsa, ben bu ülkede barışı nasıl sağlayacağım? Okula giden evladına harçlık veremeyen bir babanın dramını ben nasıl içselleştireceğim? Güçlü bir sosyal devlete ihtiyacımız var. Güçlü sosyal devlet derken, devletin yaptığı sosyal yardımı bir lütuf olarak değil, bir hak olarak yapması gerektiğinin altını özenle çiziyorum; lütuf ayrı, hak ayrı. Emekli niye benim maaşım düşük diyor? Çünkü bu benim hakkım diyor. Sosyal devlet vatandaşına hizmet eden ve güçsüzün yanında olan devlettir, yoksa niye sosyal devlet diyoruz ki? Sosyal kavramı nedir? Güçsüzün korunması demektir, işsizin korunması demektir, düşük gelirlinin korunması demektir. İki büyük dengesizlikle karşı karşıyayız. Gelir dağılımındaki dengesizlik, bölgesel dengesizlik. Anadolu’da fabrika kalmadı. Bir dönem Anadolu Kaplanları diye bir kavram vardı, kaplan diye bir şey kalmadı, hepsi iflas ediyor.
Ve dördüncü halka sürdürülebilirlik… Demokrasinizi geliştireceksiniz ama dünyada demokrasi sürekli gelişiyor, siz de ona sürekli ayak uyduracaksınız veya onu aşacaksınız. İkinci ayak neydi? Üreten Türkiye. Nasıl? Dünyada söz sahibi olmak için üreteceksiniz. Üretmezseniz, el alemin ürettiği malı alıp tüketiyorsanız onların sadece tüketicisi konumunda olursunuz o kadar. Sosyal devlet olacaksınız, gelir dağılımı eşit olacak, herkes huzur içinde evinde oturacak ve sürdüreceksiniz. Dünyadaki bütün gelişmeleri yakalayacaksınız. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hedef olarak çağdaş uygarlığı göstermesinin temel nedeni de budur. Bu dört stratejik dönüşüm Türkiye’de gerçekleşmediği için ve her seferinde geriye gittiği için bugün bu konumdayız. Neden diyor çağdaş uygarlığı aşmalıyız? Üretimde de, demokraside de, sosyal devlette de ve sürekli kendini yenilemede de dünyaya örnek olacağız diyor. Asıl hedef budur. Biz bunu olabildiğince belediyelerimizde yapmaya çalışıyoruz. Bunu yapmadığımız takdirde Türkiye geriye gider. Ve Türkiye bu krizi aşmak istiyorsa, bütün bu dört ayaklı iç içe geçen çemberleri hayata geçirmek zorundadır. 
Ben Sayın Erdoğan’a da, Sayın Binali Yıldırım’a da, Sayın Davutoğlu’na da beni ziyarete geldiklerinde şunu söyledim: “Niye AB diyor ki standartları bize uydurun. Yani onlar dayattıktan sonra biz niye yapıyoruz, yani bizim aklımız yok mu? Oturalım meclisteki bütün partiler bir araya gelsin, demokratik standartlarımızı yükseltelim, gereğini yapalım ve dönüp onlara diyelim ki, ‘ne diyorsun kardeşim senin ülkende hangi standart varsa benim ülkemde de var. Yani senin ülkendeki insan birinci sınıf demokrasiyi istiyor da benim ülkemdeki insan üçüncü sınıf demokrasiye mi layık? Bizde de bütün kurallar var, hepsini yaptık ve yasalaştırdık bizim ülkemizde de birinci sınıf demokrasi var’ diyelim” ama olmadı, kabul etmediler. 
Yerel seçimler bu açıdan önemlidir. Beraber yönetim, birlikte yönetim bu açıdan önemlidir, demokrasi kültürünün gelişmesi açısından bu açıdan önemlidir. 
Bakın Aydın Büyükşehir Belediye Başkanımız; geniş bir alan vardı burayı imara mı açalım, burayı park mı yapalım diye tuttu Aydın’da referandum yaptı. Vatandaşların büyük bir kısmı burası park olsun dedi ve oturdu park yaptı oraya. Bu katılımcı demokrasiye bir örnektir. Vatandaş burayı park istiyor, gidip gezmek istiyor, yaşlı ağacın altında oturmak istiyor. 
Bakın bizim bir başka eksiğimiz kentlerin meydanları yok. Gidin Roma’ya, gidin Paris’e, gidin Londra’ya, gidin Tokyo’ya devasa meydanlar görürsünüz. Çünkü bir kent enerjisini meydanlarda boşaltır. Meydanı olacak ki bayramını orada yapsın, meydanı olacak ki orada eğlensin. Bursa Spor galip geldi meydanlara çıkacak, insan enerjisini orada boşaltacak, sokak aralarında değil ki. Meydan bırakmadılar, her tarafı yapılaştırdılar. Kent kültürü olan bir toplum kentte yaşamayı hak eder. 
O açıdan Sayın Bozbey’in ve diğer arkadaşların sizin oylarınıza ihtiyacı var çağdaş bir Bursa’yı ayağa kaldırmak için.
Hepinize teşekkür ediyorum, hepinize şükranlarımı sunuyorum.