17.01.2020

CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU, PARTİ MECLİSİ TOPLANTISI AÇILIŞINDA KONUŞTU (17 OCAK 2020)

CHP Parti Meclisi, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında toplandı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu, Parti Meclisi toplantısının açılışında yaptığı konuşmada şunları söyledi: Parti Meclisimizin saygıdeğer üyeleri, dün akşam yine acı bir haber geldi. Barış Pınarı Harekatı dolayısıyla bölgede bulunan üç askerimizin şehit haberleri yüreklerimize acı olarak düştü. Piyade Binbaşı Şevket Tombul, Piyade Teğmen Sinan Bilir ve Uzman Onbaşı Mustafa Alpaklı Suriye’de şehit oldular. Allah’tan rahmet diliyoruz, milletimizin başı sağ olsun.


Elbette ki, gönlümüz huzurlu bir Türkiye, şehit haberlerinin gelmediği bir Türkiye, terör haberlerinin gelmediği bir Türkiye, herkesin huzur içinde mutlulukla yaşadığı bir Türkiye’den yana. Umarım bunlar belli bir zaman dilimi içinde gerçekleşir.
Değerli arkadaşlarım, hepimiz siyaset yapıyoruz. Siyaset aynı zamanda sorumluluk gerektirir. Belli bir sorumluluk içinde görevlerimizi yerine getirmek zorundayız. Sorumlu bir siyasetin temel ögelerinden birisi geçmişten ders çıkarmaktır, geçmişin hatalarını tekrar etmemektir. Geçmişten ders çıkararak geleceği inşa etmek gibi bir sorumluluğu vardır siyaset insanlarının. Cumhuriyet Halk Partisi sadece Türkiye’nin değil dünyanın en köklü, en eski siyasal partilerinden birisidir. Bir asra yaklaşan yaşamında, sorumluluğu temel ilke edindiği için bu kadar uzun bir süre siyasi yaşamına devam etmiştir.
Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisinin bugün de, geçmişte de, gelecekte de bu ülkeye yapacağı, kazandıracağı çok şey var. Elbette ki, siyaseti sorumluluk bağlamında ele alıyoruz ama bunun ana ögelerinden birisi de siyasetin ahlaki temeller üzerinde yükseltilmesidir. Sorunları çözme iddiasında olan siyaset kurumunun ülkenin sorunlarını hem bilmesi, hem çözüm üretmesi ve bunu da belli bir çalışma içinde, belli bir bilgi içinde, sorumluluk içinde gerçekleştirmesi lazım. Devlet dediğimiz kurumu liyakatle donatması lazım ve dolayısıyla siyaset kurumu aldığı kararın yansımalarını, sonuçlarını sağlıklı bir şekilde oturup düşünmesi, tartışması ve bir şekliyle geleceği bu çerçevede inşa etmesi lazım.
Hepimiz şunu gayet iyi biliyoruz. 17 yılını bitiren ve 18. yılına giren Türkiye’de bir tek parti yönetimi var. 2002’de AK Parti çok ciddi iddialarla iktidar oldu. Tek başınaydı, reformları devam ettirme gibi bir sözü vardı. Dolayısıyla demokrasiyi getirme gibi bir sözü vardı, genişletme ve demokrasiyi derinleştirme gibi bir sözü vardı. AB’ye tam üyelik gibi bir sözü vardı. Bunlarla yoluna devam etti. Halk da desteğini verdi, evet sen bunları yapacaksan biz her türlü desteğimizi veririz diye. Ve bu 17 yıllık süre içinde arzu ettikleri her kanunu çıkardılar, her kararnameyi çıkardılar. İstedikleri bürokratları istedikleri yere atadılar. Valileri, kaymakamları, askerleri, neyi istiyorlarsa bütün bunların tamamını gerçekleştirdiler.
Yine bu süre içerisinde değerli arkadaşlarım, yargıya da bir şekliyle müdahale ettiler ve yargı da bugün hepimiz biraz üzülerek ve acıyarak izliyoruz ki siyasi otoritenin bir anlamda yan unsuru, yan kuruluşu haline dönüştü.
Bütün bunları niçin yaptılar? Değerli arkadaşlarım, başlangıçta demokrasiyi derinleştireceğiz, AB’ye tam üye olacağız, ekonomiyi geliştireceğiz, büyüteceğiz, kişi başına geliri artıracağız dediler. Fakat bir süre sonra kendileri şikayet etmeye başladılar, bu böyle yürümüyor. Ne olması lazım? Başbakanlığı kaldırmamız lazım. Tek parti, tek kişinin egemenliğine teslim edilen bir Türkiye özlemini dile getirdiler ve arkasından da bildiğimiz tek parti devleti gündeme geldi ve tek adam oturdu ve bütün kararları alma konusunda kendisini yetkilendirdi.
Değerli arkadaşlarım, bu sürece baktığımızda ve oturup sağduyuyla değerlendirdiğimizde, 17 yıllık bir iktidarın Türkiye’nin hiçbir temel sorununa çözüm üretmediğini görüyoruz. Hiçbir temel sorununa bu süre içinde çözüm üretilmemiştir.
Biz hep dillendiririz Türkiye’nin beş temel sorunu var diye. Demokrasi sorunu var, tam tersine demokraside geriye gidişimiz var. Toplumsal barış sorunumuz var, tam tersine toplumsal barışımız büyük ölçüde dinamitlendi. Ekonomide sorunumuz var, işsizlik çığ gibi aldı başını gidiyor. Aynı şekilde dış politikada sorunumuz var, felaket bir dış politika manzarasıyla karşı karşıyayız. Eğitimde sorunumuz var, hiçbir anne ve baba eğitimden memnun değil.
Bu beş temel soruna 17 yılda çözüm üretmeyen ve tam tersine bu beş temel sorunu 17 yıllık süreç içinde derinleştiren bir siyasal yapı ve bir siyasal anlayışla karşı karşıyayız. Bütün Parti Meclisi üyelerimizin bu gerçeği çok net bilmesi ve bunu geniş kitlelere aktarmak için çalışması gerekiyor. Bu az önce söylediğim siyasetin sorumluluğunun gerektirdiği temel unsurlardan birisidir. Sorun var, sorunun nasıl çözüleceğini de bizim anlatmamız gerekiyor. Sorun büyüdü evet, sorun derinleşti evet, sokaktaki vatandaş da bunları görüyor zaten. Peki ne bekliyor sokaktaki vatandaş? Bu sorunu nasıl çözebiliriz? O nedenle vatandaşın yüzü şu anda Cumhuriyet Halk Partisine dönmüş durumda. Biz bu sorunlara çözüm üretmek zorundayız.
Ekonomide yaşadığımız olay değerli arkadaşlarım, demokraside yaşadığımız olay. Demokrasi… Sık sık tekrar ederim, “Türkiye’de hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur.” Devleti yönetenler kızarlar neden siz bunu söylüyorsunuz diye. Bir kişinin can ve mal güvenliğinin olması için yargının bağımsız olması lazım, hukukun üstün olması lazım. Hakimde bir vicdan gerekiyor, hukukun üstünlüğüne ve vicdani kanaatine göre karar vermesi gerekiyor. Yargı siyasi otoritenin emrine girmişse ve kişiler haklarını aramak için yargıya başvurduklarında yargı kararı verirken saraya bakıyorsa o ülkede hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. Çok sık verdiğim bir örnek var yine aynı örneği vermek isterim. Sizler de aynı örneği defalarca ama defalarca anlatın. Herhangi bir yerde bir toplantı olduğunda, yasal bir toplantı olduğunda bir gizli tanık burada terör örgütünün toplantısı var diye ihbar ederse ve siyasi iktidar da zaten onları gözaltına almak, tutuklamak için bir fırsat kolluyorsa hepsini alır. Gözaltına alır, tutuklatır, dosyasına gizlilik kararı koyar, avukat bile onların neden tutuklandığını bilemez. Yıllarca içerde yatabilirler. Bu ne demektir? Türkiye’de hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok demektir. Demokrasinin olmadığı bir yerde zaten siyasetten sorumluluk da bekleyemiyoruz, bilgi de bekleyemiyoruz, birikim de bekleyemiyoruz, erdem de bekleyemiyoruz. Demokrasinin olmadığı bir yerde sorunların sağlıklı tartışılma zemininin olmadığını da biliyoruz. Bu çerçeve de hepimizin dikkat etmesi gereken temel noktalar değerli arkadaşlarım.
Ekonomi de zaten tam bir felaket. Mutfakta yangın var diyoruz. Evet gerçekten bütün mutfaklarda yangın var, sarayın mutfağı hariç, bir eli yağda, bir eli balda olanların mutfakları hariç. Dövizle ihale alanların, dövizle garanti alanların mutfaklarında yangın yok. Oralarda bereket var, oralarda her şey var, her türlü imkan var oralarda ama sade yurttaş gerçekten de perişan vaziyette değerli arkadaşlarım.
Burada bir şeye daha değinmek isterim değerli arkadaşlarım. Milyonlarca işsiz yaratıldı. 17 yılda tek başınıza yöneteceksiniz, ekonomiyi büyüteceğim diyeceksiniz, Türkiye üretecek diyeceksiniz ve 17 yılın sonunda milyonlarca işsiz yaratacaksınız ve siz kalkacaksınız milletin önünde diyeceksiniz ki biz çok başarılıyız. Peki bu işsizlik ne? Peki bu mutfaklardaki yangın ne? Değerli arkadaşlarım, işsizlik travmasının giderek büyüdüğünü görüyoruz, derinleştiğini görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, işsiz birisinin gelip de TBMM’nin duvarının dibinde kendisini yaktığı görülmemiştir. Ama biz bunu gördük, TBMM’nin çatısına çıkıp iş verin yoksa intihar edeceğim diyecek insanları gördük. Bütün bunlara baktığınızda değerli arkadaşlar, büyük sıkıntılar yaşanıyor, ekonomide büyük sıkıntılar yaşanıyor.
Daha acı olanı ise, bunlar kendi içimizde yaşadıklarımız, daha acı olanı ise Türkiye’nin ekonomisinin Londra’daki bir avuç tefeciye teslim edilmesidir. İçerdeki her şeyi sattılar 17 yılda. Bunu özellikle AK Partili kardeşlerime ifade etmek için söylüyorum. 17 yılda vergi istediler, vatandaş vergisini verdi. 17 yılda cumhuriyetin bütün kazanımlarını sattılar, fabrikalarını sattılar, oradan da para aldılar. Ve 17 yılda cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmalarını yaptılar. İç borçlanmadan söz etmiyorum dış borçlanmadan söz ediyorum. En büyük borçlanmalarını yaptılar. 17 yılda, son rakamı vereyim arkadaşlar son rakamı çıkardılar, 17 yılda dışarıdaki tefecilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının devlet aracılığıyla ödediği faiz 174 milyar 313 milyon dolar. 174 milyar doların Türkiye’de üretime dönük harcandığını düşünün. Doğu, Güneydoğu’nun kalkınmasına harcandığını düşünün, GAP’ın bitirildiğini düşünün, yeni barajları düşünün, yeni fabrikaları düşünün. 174 milyar dolarla bunların hepsi yapılırdı.
17 yılın sonunda geldiğimiz nokta nedir? Şudur: Yeni bir Düyun-u Umumiye İdaresiyle karşı karşıyayız. Düyun-u Umumiye, Umumi Borçlar İdaresi demek zaten. 17 yılın sonunda Borçlar Genel Müdürlüğünü kurmak zorunda kaldılar. Parti Meclisi üyesi arkadaşlarımdan bir diğer isteğim de bunu da bütün çıplaklığıyla kamuoyuna aktarmalarıdır. Dışarıdaki bir avuç tefeciye 174 milyar dolar faiz ödüyorsanız ve bu faizi bu fakir fukaranın sırtından elde edip oraya aktarıyorsanız, 17 yılın sonunda bu siyasal iktidarın dönüp millete bir hesap vermesi lazım. Bunu düşünmemiz lazım.
Eğitim konusu, yarın bu konuda bir özel çalışma da var zaten, orada da belki biraz daha ayrıntıya gireriz, eğitim konusu da tam bir felaket. Bilimi unutan, yani eğitimde bilimi unutan bir ülke konumuna geldik. Oysa eğitimin kişi için de, aile için de, toplum için de bir sınıf atlama aracı olduğunu artık hepimizin bilmesi lazım. Eğitilen kişilerin, eğitilen toplumların, eğitilen kadınların bir ülkeyi nasıl yukarıya taşıdığını hepimiz biliyoruz, bütün bunun tanığıyız zaten. Eğitimde geldiğimiz nokta tam bir felaket. 17 yılın sonunda nasıl olur da eğitimde bir felaket tablosuyla karşı karşıya geliriz, nasıl olur da 17 yılın sonunda başta AK Partili aileler olmak üzere çocuklarının eğitiminden şikayet eder noktaya geldiler? Özel okullarda patlama var çünkü devlet okullarına güvenmiyorlar. Boğazından kesiyor aile çocuğu daha iyi okusun diye. Devlet okullarına olan güven temelden sarsıldı. 17 yılın sonunda bunu yaptılar. Bunu da bütün arkadaşlarımın anlatması gerekiyor.
Değerli arkadaşlarım, dış politikada ise orada da tam bir felaketle karşı karşıyayız. Defalarca söyledim bir daha söyleyeyim, dış politikanın ülkenin çıkarları üzerine inşa edilmesi lazım. Dış politikanın milli olması lazım, dış politikada iktidar, muhalefet olmaz. Dış politika Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarları üzerine inşa edilir. Dış politikada kavga olmaz ama dış politikayı getirip bir kişinin siyasal emellerine teslim ederseniz, onun beklentileri üzerine dış politikayı oluşturursanız, dış politikada Dışişleri Bakanlığını tümüyle devre dışı bırakırsanız farklı bir tabloyla karşı karşıya kalırsınız. Bugün karşılaştığımız tablo az önce söylediğim farklı tablodur. Dış politikada tam bir fiyasko yaşıyoruz. Mısır politikası, Suriye politikası, İsrail ile ilişkiler, AB’yle ilişkiler ve en son Libya politikası.
Değerli arkadaşlarım, bunların tamamı ciddi bir sorundur. Liyakat ve Dışişleri Bakanlığı yan yana geldiğinde devlette büyükelçi olmanın sıradan bir olay olmadığını sokaktaki vatandaş da bilir. Yıllarını dış politikaya verip oradan yetişen, zaman içinde yükselen ve büyükelçilik unvanını alan kişilerin devre dışı bırakılıp, ayakkabı kutusunda rüşvet alanların büyükelçi olarak tayin edildiği bir ülkede siz dış politikadan ne bekleyebilirsiniz? Bunu her tarafta anlatmamız gerekiyor. Rüşvet alan insanlar, rüşvet aldığı bilinen insanlar nasıl olur da bir ülkeyi temsil etmek için yurtdışına gönderilirler ve arabasında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bayrağını taşır? Bunu da bütün milletin vicdanına havale etmemiz gerekiyor. Acı bir gerçek biliyorum, dillendirilmesi dahi acı bir gerçek. Ama bu atamayı yapanlar acaba utanıyorlar mı? Bu atamayı yapanlarda vicdan var mı? Bu atamayı yapanlar acaba Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ne kadar görkemli bir tarih olduğunun farkındalar mı? Değiller.
Bireysel çıkar peşinde koşan bir yapıyla karşı karşıyayız değerli arkadaşlarım. Ki, dış politikada iyi niyetle şöyle yapın veya böyle yapın diyoruz, öneriler getiriyoruz, ama her önerimize siz bu işten anlamazsınız en iyi ben bilirim tepkisi geliyor. Ben size sadece dört örnek vereceğim değerli arkadaşlar. Bu dört örneği de lütfen not alalım, dört örneği de mutlaka gittiğimiz her yerde anlatalım. Çünkü dış politikanın Türkiye’ye getirdiği açmazları sokaktaki vatandaş artık gözleriyle görüyor, artık tanıyor bütün bunların hepsini. Suriye’yle görüşün dedik, daha en baştan Suriye’yle görüşün dedik, dinlemediler, Suriye teröristtir dediler, Beşar Esad teröristtir dediler vs. vs. suçladılar, Suriye’yle görüşmeyeceğiz dediler. Ama Rusya aldı Moskova’da Suriye’yle Türkiye’yi aynı masaya oturttu. Biz görüşün dedik, siz görüşün dedik. Ama Putin’i dinlediler, çağırdı ikisini de Moskova’ya oturun bakayım masaya dedi, oturdular masaya. Türkiye Cumhuriyetinin itibarı nerede o zaman, neden o koca koca lafları ettin, neden o kadar büyük laflar ettin ve sonra gittin Putin’in talimatıyla masaya oturdun ve Suriye’yle görüşmeye başladın?
İkinci konu, Suriye konusunda Türkiye’de bir uluslararası konferans toplayın dedik. Bütün tarafları davet edin bu uluslararası konferansa ve Türkiye, Suriye konusunda çözüm üreten önemli bir aktör olarak uluslararası arenada yerini alsın dedik. Buna da itiraz ettiler. Sonra yine Putin’in isteği üzerine Astana’ya gittiler, uluslararası konferansa Astana’da katıldılar. Peki değerli arkadaşlar, eğer bir uluslararası konferans yapılacaksa neden siz yapmadınız, neden egemen güçlerin arkasından gidiyorsunuz, neden o güçlerin bir anlamda çekim alanına Türkiye Cumhuriyeti devletini sokuyorsunuz? Suriye sizin komşunuz, siz yapın anlaşmayı, siz yapın görüşmeyi.
Üçüncü konu değerli arkadaşlar, 1998 Adana Mutabakatını uygulayın dedik. Buna da karşı çıktılar, Putin söyledikten sonra Adana Mutabakatını hatırladılar.
Dördüncü konu dedik ki; Libya’da taraf olmayın, iki tarafla da müzakere yapın, BM’yi göreve çağırın kan akmasın orada. İki tarafı davet edin, görüşün iki tarafla, niye çatışıyorsunuz, barıştırın, aktör olun. Bizim Libya’yla ortak tarihimiz var, kültürümüz var. Bizim Libya üzerinde bir etkimiz var. Ekonomik ilişkiler geçmişte çok gelişmişti. Kaddafi döneminde onların Türkiye’ye yaptıkları yardımları, Kıbrıs Çıkarması dolayısıyla yaptıkları yardımları asla unutmadık. Bunu yapın dedik, hayır biz bunu yapmayız dediler, BM’nin tanıdığı meşru hükümetle görüşürüz dediler. Görüşün. Sonra ne oldu? Putin yine davet etti, Hafter’le masaya oturdular.
Soru şu, dört konunun sonunda soru şu: Türkiye’nin dış politikasını kim belirliyor? Açık ve net Putin belirliyor. Kim yönlendiriyor? Putin yönlendiriyor. Neden? Siz Dışişleri Bakanlığını, devasa gelenekleri olan bir Dışişleri Bakanlığını devre dışı bırakırsanız, saraydaki bir avuç insanla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dış politikasını oluşturmaya kalkarsanız geldiğiniz nokta budur, egemen güçlerin taşeronluğudur.
Değerli arkadaşlarım, Suriye konusunda çok ama çok ciddi, gerçekten çok ciddi açmazlarla karşı karşıya kaldık. Bu konudaki bütün endişelerimizi büyük bir iyi niyetle dile getirdik. Ülkemizi seviyoruz, bir askerimizin dahi burnunun kanamasını istemiyoruz. Terörün sonlandırılmasını istiyoruz. Komşularımızdan bize yönelecek olan terör konusunda her türlü önlemin alınmasından yanayız. Burada en ufak bir tereddüdümüz yok. Ama Suriye’de Süleyman Şah Türbesinin kaçırılması yani kendi toprağımızı IŞİD terör örgütünden korkup terk etmemiz… Bizim tarihimizde böyle bir şey yoktur. Terör örgütünden korkuyorsunuz Süleyman Şah Türbesini alıp oradan kaçıyorsunuz, kendi topraklarınızı terk ediyorsunuz. Böyle bir acı tabloyu vicdanı olan herkesin kendi vicdanında tartması lazım. Böyle bir rezaletle Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karşı karşıya kalınmamıştır. Bunun da her tarafta anlatılması lazım. Kahramanlık edebiyatı yapanlar IŞİD terör örgütünden kendi türbesini kendi topraklarından kaçıp gider mi, kendi türbesini kaçırır mı?
Değerli arkadaşlarım, öyle büyük laflar ettiler ki. Oysa dış politikada konuşurken boğazınızda dokuz düğüm olması lazım, dikkatli bir dil kullanmanız lazım. Karşıda sade bir vatandaş yok, bir devlet var karşınızda, daha dikkatli bir dil kullanacaksınız. İleride size dönebilecek bir dilden sakınacaksınız, bir eleştiriden sakınacaksınız. “Emevi Camii’nde 24 saat içinde gideceğiz ve namaz kılacağız...” Ne oldu? 3 milyon 600 bin Suriyeli Türkiye’ye geldi, bırakın Emevi Camii’ne gitmeyi. Kim gitti Emevi Camii’ne? Türkiye’nin dış politikasını belirleyen Putin gitti. Bu bile Türkiye Cumhuriyeti Devletine ya da saray hükümetine verilen en önemli mesajlardan birisidir. Sen mi yapıyordun, bak nasıl oldu diye. Vatandaş olarak biz bunu içimize sindiriyor muyuz? Bu ülkeyi sevenler olarak biz bunu içimize sindiriyor muyuz? Türkiye Cumhuriyeti böyle bir tabloyu kabul ediyor mu, hak ediyor mu böyle bir tabloyu? Bunun üzerinde de hepimizin durması lazım değerli arkadaşlar. 3 milyon 600 bin Suriyeli yetmedi, şimdi 1 milyon yeni İdlibli kardeşlerimiz gelecek. O bölgede görev yapan bir kişi aynen şunları söyledi bunu da sizlerle paylaşmak isterim. Söylediği şuydu: “Daha önce Suriye’den kaçıp, savaştan kaçıp Türkiye’ye gelenler sade Suriyelilerdi. Evi barkı olan, çoluk çocuğu olan insanlar kaçtılar ve geldiler. Ama İdlib’den gelecek olanların tamamı eli kanlı olan insanlardır, terör örgütünün üyeleridir bunlar” dedi. Eğer bu 1 milyon kişi Türkiye’ye gelirse asıl felaketi Türkiye o zaman yaşayacak. O bölgede yaşayan, bütün bunlara tanık olan birisinin anlattığıdır bu. Doğru İdlib’de savaşıyorlar ve havadan ve karadan yapılan saldırılardan kaçanlar nereye gelecek? Türkiye’ye gelecek. Yine devlette yetkiliye sorduk, hükümette yetkiliye sorduk dedik ki, “1 milyon kişiyi siz Suriye sınırında tutabilir misiniz Türkiye’ye gelmesin bunlar. Yardım edelim orada tutun.” Söylediği cümle şu: “1 milyon kişiyi sınırda kimse tutamaz.” Yaptıkları dış politikanın, kurdukları oyunun Türkiye’ye açtığı felaket budur değerli arkadaşlar.
Toplumsal barışımızda da ciddi sorunumuz var. Değerli arkadaşlar, hepimiz Türkiye’de farklı siyasi görüşlerden olabiliriz, farklı kimliklerde olabiliriz, farklı inançlarda olabiliriz, farklı yaşam tarzlarımız olabilir ama bayrağımızın altında huzur içinde yaşamak istiyoruz. Bir toplumsal barışımızın olması lazım, bir hoşgörümüzün olması lazım, hoşgörü içinde birbirimize yaklaşmamız lazım. 17 yılın sonunda geldiğimiz nokta kutuplaşma ve kamplaşma. En tehlikeli olan, Ortadoğu’yu kana bulayan en tehlikeli olan yola başvurdular. Etnik kimlik üzerinden siyaset, yaşam tarzı üzerinden siyaset, inanç üzerinden siyaset kendi tabanlarını tutmak için. Ülkeyi ateşe atıyorsunuz kendi tabanınızı tutmak için. Herkesin inancına saygı duymayı bir tarafa bıraktılar, herkesin kimliğine saygı duymayı bir tarafa bıraktılar, herkesin yaşam tarzına saygı duymayı bir tarafa bıraktılar, biz toplumu nasıl ayrıştırırız, nasıl böleriz bunun hesabını yaptılar. Ve Türkiye bugün huzursuz bir toplum. Ekonomide yaşanan derin olumsuzluklar da bunu besliyor.
Değerli arkadaşlarım; sağduyunun, vatanseverliğin bir sonucunu yaşadık bütün bu travmaların sonunda. Mart’ın sonunda baharı getirdik. Millet İttifakının Türkiye’nin normalleşmesi açısından, Türkiye’nin geleceğe güvenle bakması açısından, insanlara hangi görüşten olursa olsun umut vermesi açısından çok ama çok önemli bir olaydır, demokratik bir olaydır, siyasal bir olaydır. Bütün bu acıları yaşayan, bütün bu sorunları yaşayan insanlar Millet İttifakına verdikleri destekle farklı bir pencerenin, bir bahar penceresinin açılmasına imkan verdiler. O nedenle biz, oy versin vermesin bir umudu yeşerten bütün halkımıza yürekten teşekkürü bir borç biliyoruz.
Elbette ki değerli arkadaşlarım, bu güzel iklimi yaşatmak zorundayız. Belediye başkanlarımız, milletvekillerimiz, hepimiz hep birlikte bu güzel iklimi büyütmek zorundayız ve birlikte büyüteceğiz. Asla karamsar olmayacağız. Karamsar olmaya hakkımız yoktur. Belediye başkanlarının da başarıya mahkum olmalarını hepimizin bilmesi lazım. Hiçbir belediye başkanı arkadaşımın şu zorluğum var, bu zorluğum var diye dertlenmesine gerek yoktur. Dertlenmeyecek de zaten. Belediye başkanı arkadaşlarıma da söyledim; bütün olumsuz koşullara rağmen başarıya mahkumsunuz, başarıyı elde edeceğiz ve göreceksiniz başarıyı elde ediyoruz. Bütün zorluklara rağmen, bütün baskılara rağmen güzel sonuçlar elde ediyoruz. Belediye başkanlarımız halkla kaynaştı, halkla buluştu, kendilerine oy vermeyen kesimlerle de samimi diyaloglarını sürdürüyorlar ve sürdürecekler. Göreceksiniz bunu daha da büyüteceğiz değerli arkadaşlarım.
Şöyle bir şey zaman zaman söylenir bize gittiğimiz yerlerde. Efendim Cumhuriyet Halk Partisi hep itiraz eder. Ya bunların doğru yaptığı hiçbir şey yok mu? Hafta başı Aksaray’daydım, kanaat önderleriyle de buluştum, benzer sorular oradan da geldi. Onlara şunu söyledim, Türkiye’de halkın ya da devletin lehine gelen bütün uygulamalara, gelen bütün düzenlemelere Cumhuriyet Halk Partisi evet oyu vermiştir. Hatta örnek de verdim, mesela dedim Türk Ticaret Kanunu. Kaç madde Türk Ticaret Kanunu? 1 600 madde. 1 600 maddelik Türk Ticaret Kanunu, CHP destek vermeseydi meclisten çıkar mıydı? Ömür boyu çıkmazdı. Türk Ceza Kanunu ömür boyu çıkmazdı. AB’yle uyum konusunda gelen bütün yasalar CHP destek vermişti hepsi çıkmıştır. Haksızlık yapmayalım, sadece CHP değil diğer partiler de destek verdiler. Dolayısıyla Türkiye’nin lehine gelen her uygulamaya biz destek verdik. İtirazımız yok mu? Elbette itiraz ettiğimiz konular da var. Bizim itirazımıza rağmen yasalaşanlar var ve bizim Anayasa Mahkemesine gidip iptal ettirdiğimiz gerçekler var. Şu örneği verdim, Suriye’yi görüyorsunuz dedim, 1 100 kilometrelik bir sınırımız var, en uzun sınır komşumuz. AK Parti, dönemin hükümeti bir kanun getirdi meclise, orası mayınlardan arındırılacak ve İsrail’e 49 yıllığına verilecekti. Şimdi dedim elinizi vicdanınıza koyun ve dinleyin, bugün o topraklar İsrail’in elinde olsaydı Suriye’yle ilişkilerimiz ne olurdu? Ortadoğu’yla ilişkilerimiz ne olurdu? Dolayısıyla bizim sorunu ortaya koyarken arkasından da çözümü ortaya koymamız lazım onu söyledim. Ve şunu da söyledim Aksaray’daki bütün muhtar kardeşlerime, hangi sorun varsa, kafanızda hangi sorun varsa şundan emin olmanızı istiyorum o sorunların tamamına bizim çözümümüz var. Ha şunu diyebilirsiniz, efendim bu çözüm eksik eyvallah bakarız. Bu çözüm yanlış ona da bakarız. Ama sorun getirdik çözüm getirmedik yok. Sorun varsa sorunun arkasına çözümü koyuyoruz. Eğridir, doğrudur tartışırız ama her zaman, her ortamda mutlaka çözümünü de getiriyoruz.
Ve değerli arkadaşlarım, bu konuda bizim vatandaşlara söz verdiğimizi de, her sorun için çözüm üretme konusunda söz verdiğimizi de söyledim. Bakın dedim taşeron işçiler vardı, sizin bile haberiniz yoktu. Bu taşeron işçilerin derdini biz dile getirdik ama çözümünü de getirdik. Muhtar arkadaşlarıma dedim, siz aylık bile alamıyordunuz ama şimdi aylık alıyorsunuz. Kimin sayesinde? CHP’nin sayesinde. İtiraz ettik, belediye başkanı alıyor seçimle geliyor, milletvekili alıyor seçimle geliyor, cumhurbaşkanı alıyor seçimle geliyor, siz niye almıyorsunuz siz de seçimle geliyorsunuz. Üstelik demokrasinin en saf ve en güzel tecelli ettiği bir seçimle geliyorsunuz, adınızla geliyorsunuz. Aldınız siz de. Daha buna benzer onlarca örnek gösterebiliriz. Dolayısıyla bizim çözümlerimiz halktan yana, fakirden, fukaradan yana çözümlerdir. Rantiyeden yana değil emekten yana, rantiyeden yana değil alın terinden yana çözümler üretiyoruz. Bunun sözünü vatandaşlarımıza verdiğimizi her ortamda ifade ettim.
Söz dedim de arkadaşlar birkaç konuya kısaca değinmek isterim. Aslında normalde Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara cevap vermek gibi bir düşüncem yok. Uzun süredir zaten bunu yapmıyorum. Ama geçen gün belediyecilikle ilgili bir toplantıda Erdoğan bir konuşma yapıyor. Söylediği şöyle, kendi partisini övüyor orada, tabi doğal olarak övebilir ona da itirazımız yok, bir partinin Genel Başkanıdır, dolayısıyla kendi partisinin belediye başkanlarını övebilir, hiçbir itirazımız yok ona da. Diyor ki, “40 yıllık siyasi hayatımızda, ne çeyrek asırlık belediye tecrübemizde, ne de artık 18. yılına girdiğimiz iktidarlarımız döneminde milletimize mahcup olacak hiçbir işin içine girmedik.” Olabilir, kendi düşüncesidir böyle bir mahcubiyet yaşamamıştır. “CHP gibi seçim döneminde vatandaşı vaat yağmuruna tutup seçim sonrasında bunları unutanlardan da olmadık, asla unutmadık.” Bizi eleştiriyor, belediye başkanları orada bırakmış orayı bizi eleştiriyor. Devam ediyor, “Biz verdiği sözlerin arkasında duran sözünün eri bir partiyiz. Biz ahdine, kavline sadık bir kadroyuz” diyor.
Değerli arkadaşlarım, birkaç örnek vereceğim size. Bütçe, 2019’un başında bütçeyi getirdiler meclise. Dediler ki, “2019’da açık 80 milyar lira olacak.” Güzel. Saray hükümetinin getirdiği bütçedir, damadın getirdiği bütçedir, Erdoğan’ın onayını aldığı bir bütçedir, 80 milyar dolar açığımız olacak. Olur tabi. Yıl sonu oldu, açık 80 milyar değil 123 milyar oldu. Sapma ne kadar? Yüzde 53. Hani yüzde 5’lik, yüzde 6’lık bir sapmayı olağan görebilirsin, yüzde 20’lik bir sapmayı da olağan görebilirsin. Açığın yarısından fazlası bir açıkla nasıl karşı karşıya kalıyorsunuz? Nasıl bir hesaplamadır bu?
Büyüme oranıyla ilgili vereyim. Yine 2019’un başında damat getirdi, sosyete damadımız getirdi, ekonomi yüzde 2.3 büyüyecek dedi. Sonra Orta Vadeli Program getirdiler yılın sonunda, dediler ki “2.3 değil binde 5 büyüyeceğiz.” Sapma ne kadar? Yüzde 78. Hani verdiğiniz sözün arkasında duruyordunuz, kapı gibi duruyordunuz hani?
Değerli arkadaşlarım, mademki belediye başkanları toplantısında bu konuşmayı yapıyor, keşke bir belediye başkanı çıkıp da, ya biz mali açıdan çok zor durumdayız, siz hükümet olarak ta yolun başında, 3 Ocak 2003’te bir Acil Eylem Planı açıklamıştınız. Bu Acil Eylem Planında da yerel yönetimlerin güçlendirilmesi vardı, neden aradan bu kadar zaman geçti de bir türlü yapmadınız diye bir soru soramıyor. Sorabilir mi? Zaten soramaz.
Evet, 58. Hükümet Acil Eylem Planı değerli arkadaşlar. Kodu KYR 32. Yerel yönetimlerin mali yapısı güçlendirilecek. Ne kadar sürede? 6 ay ile 12 ay içinde. 6 ayı bıraktık, 12 ayı da bıraktık, 3 yılı da bıraktık, 5 yılı da bıraktık, arkadaş 10 yılı da aştı nasıl oluyor bu? “Verdiğimiz sözlerin arkasında duruyoruz” diyor. Bunu eminim AK Partili belediye başkanları da unutmuşlardır, böyle bir vaat verildiğinden onların da haberi yoktur büyük bir ihtimalle. Oysa sözlerimin başında ne söyledim? Sorumluluk nedir? Geçmişin hatalarını tekrarlamamak, geçmişten ders alıp geleceği inşa etmemiz lazım. Geçmişte yalan söylemişseniz ve gelecekte de bunu sürdürüyorsanız sizin bu ülkeye hiçbir faydanız olmaz.
Ben bu bağlamda Erdoğan’a beş soru sormak isterim. Sorulardan birisi şu, Sevgili Erdoğan 2010 yılında Libya’ya gittin - evet 2010 yılında Erdoğan Libya’ya gitti - Kaddafi’nin elinden İnsan Hakları Ödülünü ve 250 bin doları aldın. İnsan Hakları Ödülü aldı, Kaddafi verdi, bir de 250 bin dolar para verdi. Erdoğan dedi ki, “250 bin doları insan hakları için çalışan hayır kurumlarına bağışlayacağım.” Tam 10 yıldır soruyorum, 250 bin doları hangi hayır kurumuna bağışladın? 10 yıldır soruyorum.
Değerli arkadaşlar, sözünün arkasında duran, diyor ya sözümüzün arkasında duruyoruz. Sözünün eri, ahdine, kavline sadıklık bu mudur diye benim sorma hakkım var. İkinci soru, Sevgili Erdoğan, Tarım Kanunu 21. maddesi “çiftçiye her yıl milli gelirin en az yüzde 1’i oranında destek verilir” diyor. 2006 yılından bu yana çiftçinin hak ettiği ama saray hükümetleri tarafından ödenmeyen para 177 milyar lira. Çiftçinin alması gereken, kanuna göre alması gereken para, teşvik, 177 milyar Türk lirası. Vermedin bu parayı. Hani sen sözünün arkasında duran bir adamdın, hani sen sözünün eriydin, hani sen ahdine, kavline sadıktın, nedir bu tablo? Bunun da cevabını bekleyeceğiz.
Üçüncü soru, damat bey açıklama yapıyor, Şubat 2019’da diyor ki, “Burası Türkiye Burada İş Var” toplantının konusu o “Burası Türkiye Burada İş Var.” Ve de açıklanıyor, “bu yıl 2,5 milyon yeni istihdamı hayata geçireceğiz.” Bu yıl 2019’da 2,5 milyon kişiye istihdam sağlayacağız diyor. Erdoğan’da bunu tekrar ediyor 1 Mart 2019’da “2,5 milyon kişiye 2019’da istihdam sağlayacağız” diye. Gerçekleşmiyor. Bakan dönüyor, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunda açıklama yapıyor diyor ki, “2019’da sizlerden beklediğimiz desteği göremedik -Yani niye adam istihdam etmediniz? Adam batmak üzere zaten - ama inanıyorum ki 2020’de işverenlerimiz çok daha büyük bir destekle istihdamı destekleyeceklerdir.” Soru şu: Sözünün arkasında duran kim? 2,5 milyon istihdam yaratacaktınız, sözünün eri olan kim? Ahdine, kavline sadıklık bu mudur? Nasıl yaptınız siz bunu? 2,5 milyon söz veriyorsunuz, bırakın 2,5 milyon yeni istihdam yaratmayı tam tersine işsiz sayısını artırıyorsunuz.
Dördüncü soru, Sevgili Erdoğan, milli ana muhabere tankı yani Altay Tankı seri üretim sözleşmesi yapılıyor 9 Kasım 2018’de. 9 Kasım 2018’de seri üretim için oturuyorlar anlaşma imzalıyorlar BMC’yle Savunma Sanayi Başkanlığı. Aynı gün yapılan törenler var, törenlerde ilk Altay Tankı 18 ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilecek, hayırlı olsun deniyor. 9 Kasım 2018, 18 ay sonra teslim edilecek hayırlı olsun diyor. 18 ay geçti aradan ortada tank var mı? Yok. Motoru var mı? O da yok değerli arkadaşlar. Hani siz sözümüzün arkasındayız diyordunuz, sözünün arkasında duran sözünün eri, ahdine, kavline sadıklık bu mudur? Nerede bu tank? BMC ne yapıyor, Katar ordusu ne yapıyor? Ve şimdi kural getirdiler, 18 ay sonraki kural, motor üretildikten sonra olacakmış. Dünyada böyle bir ihale var mı arkadaşlar, dünyada böyle bir uygulama var mı? İlla BMC’ye verecek, illa Katar ordusuna verecek. Onlar da üretemiyorlar.
Beşinci soru değerli arkadaşlar, bu daha komiği. Tek adam parti devletinden sonra sarayda ilk 100 gün açıklamaları yapılıyordu. 100 günlük icraat programı yapılıyordu. 3 Ağustos 2018, hedeflerden birisi şu, 100 günde yapacakları hedeflerden birisi şu, “Ergene Nehri’nin su kalitesinin sulama suyu kriterlerine uygun hale getirilmesi.” 100 günde Ergene Nehri’nin su kalitesini, sulama suyu kalitesine getirecekler. Ne kadar sürede? 100 günde. Aradan ne kadar geçti? 485 günden fazla geçti. Ergene duruyor orada, kirlilik duruyor orada, 100 gün geçti, 200 gün geçti, 300 gün geçti, 400 gün geçti beyefendinin verdiği söz hala duruyor. Ne diyordu? Sözünün arkasında duran, sözünün eri, ahdine, kavline sadıklık bu mudur Allah aşkına?
Şimdi gelelim bir önemli konuya değerli arkadaşlar. Biz ne söz verdik, biz ne yapıyoruz? Onlar iktidardalar, bütçe onların emrinde, bütün bürokrasi onların emrinde, devlet de onların emrinde. Ana muhalefet olarak biz de söz veriyoruz bazen. Biz 2015’te asgari ücret 1 500 lira olsun dedik kabul etmediler 1 300 lira yaptılar. Ama biz bütün belediyelerimizde 1 500 lira yaptık. Yani sözünün arkasında duran, sözünün eri, ahdine, kavline sadıklık Sevgili Erdoğan budur işte. Verdik sözü, gereğini de yaptık.
2018, biz asgari ücret net 2 bin 200 lira olsun dedik. Bunu meclis kürsüsünden açıkladım, 2 bin 200 lira olsun dedik, bunlar 2 bin 200 lira değil rakamların yerini değiştirerek 2 bin 20 lira yaptılar. Biz 2 bin 200 lira dedik bizim belediye başkanlarımız 2 bin 200 lira asgari ücret yaptılar. Sözünün eri, sözünün arkasında duran, ahdine, kavline sadıklık işte budur, siyasette ahlak da budur.
Son olarak 2020 yılı için asgari ücret 2 bin 500 lira olmalıdır dedik, en az 2 bin 500 lira olmalıdır dedik. Ben de söyledim, Parti Sözcümüz o da ifade etti. Net bunlar 2 bin 324 lira verdiler. Şimdi biz başta büyükşehir belediyelerimiz olmak üzere, hangi rakamı telaffuz ettikse, 2 bin 500, önümüzdeki süreçten itibaren Cumhuriyet Halk Partili bütün belediyelerde asgari ücret net 2 bin 500 lira olacak arkadaşlar.
Sözünün arkasında duran, sözünün eri olan, ahdine, kavline sadık olan biziz, sen değilsin. Biz verdiğimiz sözün arkasında duruyoruz. Çünkü biz bir söz verirken oturup o işin önce hesabını, kitabını yapıyoruz. Biz söz verirken önce vatandaşı düşünüyoruz. Biz söz verirken önce hiçbir çocuğun yatağa aç girmediği bir Türkiye düşünüyoruz. Biz söz verirken herkesin şu veya bu şekilde evini geçindirebileceği bir asgari gelir güvencesi istiyoruz ve bunun sözünü veriyoruz. Ama sizin verdiğiniz sözlerin hiçbirisi yerine gelmedi. O nedenle aramızda dağlar kadar fark var. Biz verdiğimiz sözün arkasındayız, onlar verdiği sözü tutamıyorlar. Bizim emrimizde bir devletin bütçesi yok, onların emrinde devletin bütçesi var. Biz belediyelerin bütün zorluklarına rağmen çalışanların hakkını ve hukukunu savunuyoruz. Belediye başkanlarımız da savunuyor. Bu görüşü ifade etmeden önce bütün belediye başkanlarımızla konuştuk ne diyorsunuz diye. Evet bizim işçilerimiz net 2 bin 500 lirayı hak ediyorlar ve biz vereceğiz dediler.
Ben de bu vesileyle buradan asgari ücretliye net 2 bin 500 lira veren bütün belediye başkanlarımızı yürekten kutluyorum. İktidara ders olsun.
Hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum değerli arkadaşlarım.