CHP GENEL BAŞKAN KEMAL KILIÇDAROĞLU, LONDRA CHATHAM HOUSE’DA"TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ VE İSTİKRAR" BAŞLIKLI TOPLANTIDA KONUŞTU (08 ARALIK 2017)
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Londra’da, düşünce kuruluşu Chatham House’da yaptığı "Türkiye’de Demokrasi ve İstikrar" başlıklı konuşma şöyle:
Şimdi siyasetçi eğer kendi politikasını popülizm üzerine inşa ederse ve o bağlamda aşama aşama demokrasiyi törpüler ve yok ederse farklı bir süreçle karşılaşmış oluyoruz. Bugün popülizmin demokrasiyi hangi noktaya getirdiğini pek çok ülkede görüyoruz ve bunun canlı tanığıyız aslında bizler, 21.yüzyılın canlı tanıklarıyız. Demokrasiyi kullanarak insanlar iktidara gelirler, ama iktidardan gitmemek için popülist yollara başvurarak pek çok sorunu toplumun gündemine getirirler ve demokrasi bir süre sonra bir bakarsınız ki, farklı bir noktaya evrilmiş, daha otoriter bir yapıya doğru giden bir ülke görürsünüz.
Popülist politikalar bunu nasıl hayata geçiriyorlar? Önce toplumun fay hatlarını, hassas olduğu noktaları kaşımaya başlıyorlar. Ne üzerinden? Örneğin etnik kimlik üzerinden siyaset yapmak. Böylece bir kesimi dışlayıp daha geniş bir kesimi kucaklamak gibi bir politikanın içine sokarlar kendi ülkelerini. Sonra inanç üzerinden siyaset yaparak yine demokraside herkesin inancına saygı gösterilmesi, herkesin kimliğine saygı gösterilmesi varken, kural buyken bu kuralın ağır ağır toplumdan dışlandığını görürüz.
Ve sonra bir üçüncü yol yaşam tarzı üzerinden siyaset. Eğer kimlik üzerinden siyaset, yaşam tarzı üzerinden siyaset ya da inanç üzerinden siyaset yaparsanız, popülist bir siyaseti güderseniz demokrasiyi ve düşünce özgürlüğünü bir süre sonra unutur hale gelir insanlar. Bu politikanın ülkeyi taşıdığı bir başka nokta var. Kişiler kendi günlük sorunlarını düşünemez noktaya gelebilirler. Yaşadıkları ülkenin sorunlarını da düşünemez noktaya gelirler. Çünkü olayları sadece ve sadece kimlik üzerinden, inanç üzerinden, yaşam tarzı üzerinden görmeye başlarlar. Popülist siyasetçinin toplumun önüne koyduğu böyle bir tablo ona süreklilik kazandırır iktidardan. Kaybeden kim? Kaybeden ülkenin kendisi. Başka? O ülkede yaşayanlar. Ve sonra toplum bir süre sonra gerilime teslim edilmiş olur. Daha gerilimli bir toplum. Düne kadar aynı binada oturup komşunuzun kimliğini veya inancını sorgulamazken, yeni sürecin sizi getirdiği nokta komşunuzun kimliğini ve inancını sorgulamaya başlarsınız. Ve dolayısıyla bir ayrışmanın temellerini popülist siyasetçi atmış olur. Bütün bunları niçin yapar? İktidarını sürekli kılmak için yapar. Bu demokrasiye verilecek en büyük zarardır ve bu aynı zamanda istikrarsız bir toplumun da temel taşlarını döşemektir.
Biz cumhuriyeti kurduğumuz zaman kimlik üzerinden, yaşam tarzı üzerinden veya inanç üzerinden siyasetin yapılmamasını her zaman önceledik. Herkesin kimliğine saygı, herkesin inancına saygı, herkesin yaşam tarzına saygı. İnsan olarak onun düşüncelerini özgürce ifade etmesi, karşılaştığı sorunları çözebilmesi, yargının bağımsız olması ve her kişinin can ve mal güvenliğinin olması, üniversitelerin bilgi ve bilim üretmesi, düşüncelerin özgürce tartışılabilmesi. Bütün bunların hepsi demokrasinin olmazsa olmazlarıydı. Ama popülist siyaset toplumu başka noktalara çekebiliyor. Dünyada örnekleri var bunun. Pek çok bilim insanı özellikle popülizmin toplumları nereye getirdiğini anlatıyor. Kitaplar yazıldı, öyküler yazıldı, günlük hayatta da bunları şu veya bu şekilde görebiliyoruz.
Bu politikanın, yani popülist siyasetin ülkeyi getirdiği bir başka açmaz daha var. Hak arama, hakkını arama algısı törpüleniyor ve kişi hakkını arayamıyor. Olaylar sürekli başka bir yöne kişiyi evriltiyor, düşüncelerini başka bir yöne evriltiyor ve dolayısıyla insanlar hak arar noktaya gelemiyorlar. Bu gibi toplumlarda, yani popülizmin yoğun olduğu toplumlarda, popülist siyasetin yoğun olarak yapıldığı toplumlarda sivil toplum örgütleri de, üniversiteler de, sendikalar da kan kaybediyor. Çünkü onlar da hak aramanın çok daha ötesinde farklı düşüncelerin bir anlamda tutsağı oluyorlar.
21.yüzyılda benim demokrasinin karşılaştığı en büyük tehlike olarak popülizmi görüyorum. Benim gördüğüm tablo bu popülizm. Toplumun bundan kaçınması lazım ve şunu yapmamız gerekiyor. İster Londra’da yaşayalım Birleşik Krallık’ta, ister Amerika Birleşik Devletleri’nde, ister Japonya’da, ister Almanya’da. Hep beraber bütün demokratların birleşmesi lazım popülist siyasete karşı bütün demokratların. Eğer demokrasi bir evrensel kuralsa ve bu evrensel kuralın da evrensel ölçütleri varsa kadın – erkek eşitliği gibi, yargı bağımsızlığı gibi, üniversitelerin özerkliği gibi. Bütün bu kurallar geçerliyse bu kuralları bütün demokratların ortak savunması gerekiyor. Hani Marx’ın “bütün işçiler birleşin” çağrısı vardı, Karl Marx’ın dünyanın bütün işçileri birleşsin diye. Biz 21.yüzyılda dünyanın bütün demokratlarını birleşmeye davet etmek zorundayız. Çünkü şöyle bir sorunla karşılaşacağız. Herhangi bir ülkedeki demokrasinin yok olması ve istikrarsızlaşması o ülkenin sorunu olmaktan artık çıkıyor. İstikrarsız bir ülke diğer ülkelerinde sorunu haline geliyor bir süre sonra. Oradan beyin göçü başlıyor, sıradan insanlar göç etmeye başlıyor, başka yerlere, başka ülkelere gidiyorlar ve bu sefer ortaya daha farklı, daha tehlikeli olgular ve düşünceler çıkıyor ortaya. Daha güçlü milliyetçilik akımları çıkıyor ortaya. İnsanları dışlayan, ırk ayrımını öne çıkaran farklı düşünceler çıkıyor ortaya, farklı olaylar çıkıyor ortaya.
O açıdan demokrasiyi her toplumda egemen kılmak hepimizin ortak görevi ve sorumluluğunda olması gereken bir olaydır. Olaya böyle bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Ortadoğu’yu hep beraber görüyoruz. Ortadoğu’yu bu hale getiren sürecin de ırk ayrımının, inanç ayrımının, yaşam tarzı ayrımının, kana ve gözyaşına boğduğunu biliyoruz Ortadoğu’yu. Oradan göç eden insanların Avrupa’da nasıl bir olumsuz tablo yarattıklarına da tanık olduk, doğrudan siyaseti etkilemeye başladı. Irkçı partilerin daha fazla yükselişine yol açtı bu tablo. Yani görmediğimiz bir sorun, duymadığımız bir sorun veya çözmek istemediğimiz bir sorun bir süre sonra gelip bizim ülkemizde de, yani sizin ülkenizde de sorun olmaya başlıyor. O zaman hepimizin birlikte hareket etmemiz gerekiyor demokrasi konusunda. Popülist siyasete engel olmalıyız. Popülist siyasetin önüne kurallar koymalıyız ve ortak mücadele etmeliyiz. Eğer bu ortak mücadeleyi büyütürsek çok daha güçlü olabiliriz, dünya çok daha güçlü olur ve dünya gerçekten de barış içinde yaşayabilir. Elbette farklı ırklar var, elbette farklı kimlikler var, elbette farklı inançlar var. Ama demokrasi bunları aştı. Herkesin kimliğine saygı, herkesin inancına saygı, herkesin yaşam tarzına saygı. Ama popülist siyaset toplumun bu fay hatlarını kaşıyor ve dünyanın önüne yeni bir tehlikeyi getirip koyuyor. Bu tehlikeye karşı hepimizin ortak mücadele etmesi lazım.
Popülist siyasetin getirdiği başka bir sorun daha var. Ülkeyi yönetenler topluma hesap vermiyorlar. Popülist siyaset geniş kitleleri tutsak aldığı için bırakın topluma hesap vermeyi toplumdan ya da kendi beğenmediği kesimlerden hesap sormaya başlıyor. Yargıyı kontrolü altına alıyor ve doğrudan doğruya belirlediği kişileri ve grupları yargı aracılığıyla hapse atabiliyor. Popülist siyaset bir süre sonra kendi iktidarını daim kılmak için bir baskı aracına dönmüş oluyor. Eğer bu baskı aracı böyle devam ederse o ülkedeki aydınlar, o ülkedeki sivil toplum kuruluşları, o ülkedeki medya ciddi sorunlarla karşı karşıya kalır. Popülist siyasetçilerin yine ellerinin altında olmasını istedikleri bir yer daha var, medya. Medyayı kontrol etmek isterler. Eğer bir ülkede medyanın kontrolü yüzde 90 bir kişiye teslim edilmişse, yani bir kişi medyanın yüzde 90’ını kontrol edebilir noktadaysa orada demokrasiden söz edemeyiz, düşünce özgürlüğünden söz edemeyiz, popülist siyaset ülkeyi teslim almış demektir. Aykırı bir söz veya popülist yönetime karşı bir eleştiri, bir kitap, bir makale, bir fıkra, bir karikatür bunlar yayınlanır ve bunlara iktidardakiler sert tepki gösterirlerse, ele geçirdikleri yargı aracılığıyla bunları hapislere atarlarsa o zaman sorunumuz var demektir. Bu soruna karşı elbette ki, o ülkedeki politikacılar mücadele edecektir, sivil toplum kuruluşları mücadele edecektir. Ama onların vereceği mücadelenin dünyaca duyulması ya da demokrat ülkelerce veya demokrasisi gelişmiş ülkelerdeki sivil toplum kuruluşları aracılığıyla bunun duyurulmasının zorluklarını herhalde sizler de tahmin edersiniz. Hesap vermeyen ama hesap soran, yargı bağımsız değil ama kendi kontrolünde. Kadın – erkek eşitliği tam sağlanamamış. Bütün bunlar olurken popülist siyasetin egemen olduğu ülkelerde üniversiteler asla ses çıkaramaz. Üniversitelerin ses çıkaramadığı bir ülkede demokrasiden söz edilir mi? Eğer popülist siyaset üniversiteleri teslim almışsa, rektörünü de ben tayin edeceğim, nelerin konuşulacağına da ben karar vereceğim, hangi derslerin okutulacağına da ben karar vereceğim, yani siyaset karar veriyorsa buna, demokrasiyi baştan tıkamış oluyoruz.
Dolayısıyla sorun 21’inci yüzyılda bir ülkenin sorunu olmaktan çıkmış durumda. Sorun artık dünyanın sorunu, yani demokrasinin sorunudur.
Bugün bizim Türkçemizde güzel bir atasözü var, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diye güzel bir atasözümüz var. Yani bana dokunmuyorsa herkesi ısırabilir. Ama günümüzde, hele hele iletişimin bu kadar hızla geliştiği bir ortamda hepimize dokunan bir tabloyla karşı karşıyayız. Yılanın hepimize dokunduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Suriye’deki olaylar; bunun tanığısınız, gördünüz ve bu tür ülkelerde beyin göçü olur, bu tür ülkelerde medya özgür değildir, bu tür ülkelerde insanlar konuşamazlar, bu tür ülkelerde sendikalar konuşamazlar, bu tür ülkelerde insanlar hak arayamazlar, çekinirler. Ve dolayısıyla popülist siyasetin teslim aldığı ülkelerde demokratların sesinin sizler tarafından çok daha yakından izlenmesi gerekiyor. Onlara her türlü desteğin verilmesi gerekiyor. Bunu istiyoruz biz.
Bir konuya daha değinip ve ondan sonra sözlerimi bitireyim. Çünkü sizden gelecek sorular bence çok daha önemli. O sorulara cevap vermek isterim. Popülist siyasetin teslim aldığı ülkelerde, bir süre sonra siyasetçi kendisini devlet olarak tanımlamaya başlar. Ben devletim demeye başlar. Devletteki liyakat sisteminin çöktüğünü görürsünüz. Çünkü işi yapana değil, en iyi bilene değil, ya yandaşa veya aynı inanç grubunda olan birisine veya aynı kimlikte olan birisine veya aynı yaşam tarzında olan birisine teslim edersiniz. Dolayısıyla devletteki liyakat sisteminin de süreç içinde çöktüğünü görürsünüz. Oysa devletle hükümet kavramları çok farklıdır. Bunu en iyi sizler bilirsiniz, hükümet dediğiniz kurum devleti yönetmek için gelir ve belli bir süre için gelir. Halk 4 yıl için veya 5 yıl için yetki verir, 4 veya 5 yıllık yetkiyi kullanırsınız ve devleti yönetirsiniz. Devleti demokratik kurallar içinde yönetmek zorundasınız. Ama bir süre sonra gelip popülist siyasetle toplumun geniş bir kesimini teslim alıp, ondan sonra da ben devletim diye ortaya çıkarsanız yine demokrasinin önünü kesmiş olursunuz, farklı bir sürecin içine toplum evrilmiş olur.
Elbette ki popülist siyasetten çıkmanın, bu siyasetle mücadele etmenin kuralları vardır. Elbette ki bunun bir bedeli de vardır. Çünkü demokrasiyi savunmak tarihsel sürece baktığınızda kolay olmamış. İnsanlar bedel ödemişler; kimisi canıyla, kimisi malıyla bedel ödemiştir. 21.yüzyılda isteriz ki, büyük bedeller ödenmeden demokrasiyi bütün dünyaya yaymış olalım bütün kurumlarıyla, bütün kurallarıyla. Yargı bağımsızlığı demokrasinin olmazsa olmazı. Medya özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazı. Kadın – erkek eşitliği demokrasinin olmazsa olmazı. Popülist siyasetçilerin başvurdukları yöntemlerden birisi de kadını olabildiğince siyasetin dışına itmek ve kadını sadece çocuk doğuran ve evde oturan bir kimliğe hapsetmek. Bu da toplumun demokratik süreç içinde gelişimini engelleyen en önemli olaylardan birisidir.
Bizler demokrasiyi savunan aydınlar olarak, dünyanın neresinde yaşıyorsak yaşayalım hep birlikte demokrasiyi savunmak zorundayız. Demokrasiden geriye doğru atılan her adıma karşı biz tepki vermek zorundayız. Bunları yapabildiğimiz zaman görevimizi yapmış oluruz. Görevi yerine getirmek o ülkede yaşayanların sorumluluğundadır, evet ben bunu gayet iyi biliyorum. Ama demokrasisi gelişmiş ülkelerdeki aydınların, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının da belli ülkelerde yaşanan dramları, insan hakkı ihlallerini yakından gözlemesi ve o mücadelenin bir parçası olması gerekir. İnsanlığa karşı hepimizin ortak sorumluluğu var. Bir Çinli bilgenin öyküsüyle başlamıştım. Büyük abi hasta geldiği gün hastayı tedavi ediyor, hiçbir sorun yok. Tam bir istikrar var. Öldüğünde yeni bir hasta geldiğinde kimse öldüğünü dahi bilmiyordu. Ama en küçük olan popülist siyaseti en iyi anlatan öyküdür bu. Hasta gelir tedavi etmez, hiç tedavi etmez, bütün hastalık Çin’e yayıldıktan sonra tedavi eder ve Çin onu ulusal kahraman ilan eder. 21.yüzyılın kahramanlara ihtiyacı yok. 21.yüzyıl aklın yüzyılı olmak zorundadır ve biz hasta geldiği gün hastayı tedavi etmek zorundayız. Sorun çıktığı gün sorunu çözmek zorundayız. Sorunu biriktirip bir toplumsal soruna dönüştürüp sonra sorunu çözmeye kalkarsanız bedelini o ülkede yaşayan halk öder. Biz artık halkların bedel ödemesini istemiyoruz. Her insanın dünyada özgürce yaşamasını, güçlü bir sosyal devlet içinde yaşamasını, sosyal yardımların popülist siyasetçilerin başvurdukları yöntemlerden birisi de sosyal yardımların bir hak olarak değil, bir lütuf olarak halka sunulmasıdır. Sosyal yardımı lütuf olarak sunduğunuz zaman kişi o yardımın kendisinin hakkı olduğunu bilmiyor. Onu öğretmiyorlar, oradan kaçırıyorlar.
Dolayısıyla bütün bunları düşünerek bizim hep birlikte demokrasiyi savunmamız lazım. Nerede demokrasi tökezliyorsa gözlerimizi oraya dikmemiz lazım. O alanla ilgilenmemiz lazım. Bu mücadeleyi yapabildiğimiz zaman emin olun hepimiz görevlerimizi yapmış oluruz. En azından evet ben mücadele ettim… Sonuç alırız veya almayız ama bir mücadeleyi yapmak, bir mücadeleyi başlatmak çok ama çok değerlidir 21.yüzyılda.
Efendim beni kısaca dinlediğiniz için teşekkür ederim. Umarım şimdi sorular gelecek, o sorulara da büyük bir samimiyetle yanıt vermeye çalışacağım.
Teşekkürler...