17.06.2019

CHP GENEL BAŞKAN KEMAL KILIÇDAROĞLU, ADALET YÜRÜYÜŞÜ’NÜN 2.YILDÖNÜMÜNDE 5 TELEVİZYONUN ORTAK CANLI YAYININA KATILDI (15 HAZİRAN 2019)

CHP GENEL BAŞKAN KEMAL KILIÇDAROĞLU, ADALET YÜRÜYÜŞÜ’NÜN 2.YILDÖNÜMÜNDE 5 TELEVİZYONUN ORTAK CANLI YAYININA KATILDI
(15 HAZİRAN 2019)
Genel Başkan Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü’nün İkinci Yıldönümünde KRT TV, Halk TV, Tele 1 TV, Türkiyem TV ve Cem TV ortak canlı yayınında gazetecilerin sorularını yanıtladı. 


Savaş KERİMOĞLU- Mutlu akşamlar efendim. Önemli bir günde, önemli bir yayınla birlikteyiz. Bugün 15 Haziran 2019. Ama bundan tam 2 yıl önce Türkiye’de çok önemli bir mücadelenin ilk adımı atıldı ve 14 Haziran tarihinde CHP Genel Merkezinde MYK toplantısının ardından CHP lideri Kılıçdaroğlu az önce dinlediğiniz o açıklamayı yaptı ve Güvenpark’tan saat 11.00’de yola çıkacağını belirtti, elinde sadece bir afiş olacağını söyledi ve “o afişte de sadece adalet yazacak” dedi. Yalnız çıktığı bu yolda tam 435 kilometre yürüdü. 25 gün sürdü o yolculuk. Yalnızdı ama her adımında giderek büyüyen bir kitleyle yürüdü, milyonlara ulaştı ve hep ortak çağrıyla yürüdü “Hak, hukuk, adalet”.
İşte bu akşam hak, hukuk, adalet mücadelesinin ikinci yıl dönümünde ortak bir yayında birlikteyiz. Bugün bizlerle Sayın Kılıçdaroğlu bir arada. Efendim öncelikle siz hoş geldiniz, katkı için teşekkür ediyoruz.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Teşekkür ederim, sağ olun.
Savaş KERİMOĞLU- Kimlerle birlikteyiz? Sevgili Özlem Akarsu Çelik bizlerle Gazete Duvar’ın yazarı. Sayın Yavuz Selim Demirağ bizlerle. Ülkü Çoban KRT Ana Haber sunucusu. Sayın Merdan Yanardağ TELE 1 Genel Yayın yönetmeni. Evren Özalkuş TELE 1 Ana Haber sunucusu.
Efendim ikinci yılındayız Adalet Yürüyüşü’nün. Öncelikli olarak sizin o 14 Haziran’da bu kararı almanıza neden olan koşulları bir konuşalım isteriz. Adalet Yürüyüşünü neden gerekli gördünüz? Ya da şöyle sorarak başlayayım, siz aslında Adalet Yürüyüşü’ne 14 Haziran’da mı başladınız, yoksa çok daha öncesinde mi?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Aslında Türkiye’nin sorunları giderek ağırlaşıyordu ve biz bunları görüyorduk. Her seferinde demokratik standartları biraz daha yükselen bir Türkiye umuduyla bekliyorduk ama her olay adalet kavramını törpülüyordu ve adaletten beklediğimiz ya da adalet kavramını büyütebileceğimiz bir olayı göremiyorduk. Gazeteciler iktidara göre farklı düşünenler, yazarlar, milletvekilleri bir şekliyle sorgulanıyordu, tutuklanıyordu, hapse atılıyordu ve bunlar artarak birikiyordu. Hani böyle bir bardağın içine düşen damlalar gibi. Adalet Yürüyüşü’nü başlattığımız tarihte o gün bir MYK toplantımız vardı ve biz o toplantıyı bitirdikten sonra Muğla’dan Muğla Büyükşehir Belediye Başkanıyla birlikte Belediye Başkanımız da vardı odada konuşuyorduk Muğla’nın sorunlarını dile getiriyorduk nasıl çözülür, neler yapabiliriz diye. O ara Özel Kalem Müdürü içeriye girdi ve Enis Berberoğlu’nun tutuklandığını ifade etti. Biz MYK’yı hemen ikinci kez tekrar olağanüstü toplantıya çağırdık ve orada görüştük. Buna karşı bir şey yapılması lazımdı. Yani tabloya baktığınız zaman giderek kararan, giderek ağırlaşan bir tablo. Türkiye demokratik standartlardan giderek uzaklaşıyor ve iktidarın bu baskısı toplum sessiz kaldıkça giderek artırıyor. Dolayısıyla ne yapalım diye oturup uzun uzun konuştuk. Sonunda MYK’dan hemen sonra milletvekillerini topladık ve bir kapalı grup toplantısı yaptık yine bizim Parti Meclisi odamızda Genel Merkezde. Orada bu yürüyüşün kararını aldık, bunun kamuoyuna açıklanması gerekiyordu. Sonra az önce girişte de gösterdiğiniz basın toplantısını yaptık ve o görüşmeler sırasında hangi kavramı kullanabiliriz, adalet üzerinde görüş birliğine varıldı, adalet yazısı nasıl olmalı onun üzerinde oturup yine tartıştık, konuştuk, olayı bilen kişilere çok süratli bir şekilde telefon trafiğiyle ulaştık, onu da olgunlaştırdık. Çünkü akşam karar vermiştik ve yarın sabah yürüyüş yapılacaktı ve her şeyin hazır olması lazımdı ama o gece MYK’da görev alan arkadaşlarım geç saatlere kadar çalıştılar, her şey hazırlandı ve grupta böyle bir yürüyüşün olması gerektiği yönünde ağırlıklı görüş olarak ortaya çıktı. Ben gerek kapalı grupta, gerek MYK’da “Benim için fark etmez Ankara – İstanbul 450 kilometre ben 450 kilometrede yürürüm, 500 kilometre de yürürüm yeter ki biz bu toplumda huzuru sağlayalım, bu topluma adalet gelsin” diye düşüncemi de ifade etmiştim. Sonunda böyle bir karar çıktı ve biz buna başladık.
Akşam eve gittiğimde eşim televizyonlardan duymuş, arkadaşları telefon etmişler. Bavul hazırlamıştı, içine iç çamaşırlarımı falan koymuştu yürüyüş yapılacak diye, “Bunları hiç almayalım yanımıza, önce bir ayakkabıya ihtiyacımız var” dedim.
Savaş KERİMOĞLU- Yok muydu spor ayakkabınız?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Spor ayakkabım vardı, ama o spor ayakkabı uzun bir yürüyüş için elverişli bir ayakkabı değildi. Onun için hangi ayakkabı elverişli olabilir diye, uzun bir yürüyüş için 450 kilometrelik bir yürüyüş olacak sonuçta ve bir ayakkabı gerekiyor ve o yürüyüşe dayanacak bir ayakkabı, artı ayağın da o yürüyüş sırasında rahat etmesi gerekiyordu. Böyle bir ayakkabı da bulundu, birkaç tür getirildi onlardan birisini tercih ettik ve ertesi gün beyaz bir gömlek, yürüyüşte gördüğünüz beyaz bir gömlek ve bir siyah pantolonla elimizde gerçekten sadece adalet yazan bir pankart, bir afişle Kızılay’dan yürüyüşe başlayacaktım Ankara’nın merkezi diye. Oraya gittiğimde ciddi bir kalabalık vardı, kısa bir açıklama yaptık ve ondan sonra yürüyüşümüze başladık.
Savaş KERİMOĞLU- Yürüyüşün mutlaka detaylarını konuşacağız, ama şimdi izin verirseniz sırayla bu yürüyüşün tüm detaylarını konuşurken elbette ki sorular olacaktır.
Evren ÖZALKUŞ- Sayın Kılıçdaroğlu, öyle bir dönem ki 15 Temmuz’dan sonra 20 Temmuz geliyor arka arkaya olağanüstü haller, KHK’lar uzun uzun, binlerce insan içerde, kimin haklı, kimin haksız bir şekilde içerde olduğu çok tartışılıyor. Uzun tutukluluk süreleri, yanı sıra gazeteciler, milletvekillerinin yaşadığı o süreç ve o dönemde cesaret ettiniz. Protestolara izin verilmeyen, grev yapılmasına izin verilmeyen ve bununla övünülen bir dönem aynı zamanda o dönem. Bu kadar uzun bir zamanda milyonların da sonunda toplanılacağı tahmin edilen bir yürüyüşte bir şey olmayacağı cesaretini nereden topladınız?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi yürüyüşe başlarken siz iktidar kanadından gelebilecek olan her baskıya, her eleştiriye göğüs germek zorundasınız. Yürüyüş kararını alan bir siyasi partinin Genel Başkanının bütün bu baskıları göze alması lazım, tehditleri göze alması lazım. Nedeni de şu, siz bireysel kendi çıkarlarınız için yürümüyorsunuz zaten. Sadece CHP’liler için de yürümüyorsunuz. Aslında mağdur olan, hapishaneler tıka basa dolu, kadını, yaşlısı, erkeği, akademisyeni, siyasetçisi hemen hemen herkes yakalanan bir şekliyle hapse atılıyor, özellikle iktidar gibi düşünmeyenlere ağır cezalar, ağır yaptırımlar uygulanıyor, gözaltı kararları ve bütün bunlar gerçekten de insanı bir noktada bunaltıyor, yani yeter artık yani ne yapacağız. Şimdi parlamentoya bakıyorsunuz, parlamentonun işlevi büyük ölçüde törpülenmiş vaziyette. Çünkü parlamentoda bir AK Parti ağırlığı var ve neyi getirirseniz AK Partililer itiraz ediyorlar veya bizim önerilerimizi hiç dikkate almıyorlar. Yani parlamentoda 15 Temmuz sonrası yaptığım konuşmada, 15 Temmuz darbe girişiminde bulunanların bile adaletle yargılanmaları gerektiğini söylemiştim. Devletin kin gütmeyeceğini, öfke tutmayacağını, adaletli davranması gerektiğini söylemiştim ve eğer adaletli bir devlet yapısıyla ortaya çıkarsak çok daha etkili sonuçlar elde edebileceğimizi ve bütün dünyada bir darbe girişimine karşı parlamentonun adalet içinde davrandığını ve yargının da adalet dağıttığını biz algı olarak bütün dünyaya yayabilecektik ama bunların hiçbirisi olmadı. Olmadığı için de sonuçta toplum bir şey bekliyor, yani bu kadar haksızlık olmaz diyor.
Şimdi bunu nasıl yapabilecektik? Aramızda uzun uzun düşündük, tartıştık MYK olarak ve en sağlıklısı bir hareket yaparsınız ama bu hareket diyelim ki günlük bir hareket olmamalıydı. Çünkü toplumun bunu sindirebilmesi için bir zaman dilimine ihtiyaç vardı ve o zaman dilimi içinde sizin yapacağınız eylemin toplum tarafından önce algılanması, sonra sindirilmesi, sonra desteklenmesi gerekiyordu. Bunun için 3 günlük, 5 günlük bir zaman dilimi yetmiyordu.
O zaman ne yapılması gerekiyordu diye düşündük. Ankara – İstanbul 450 kilometre dolayısıyla biz bu yolu alabiliriz ve yürüyüşü başlatabiliriz diye. Bu yürüyüşü başlatırken de böylece o 25 günlük süre içinde yapacağımız kısa, özlü açıklamalarla topluma neden yürüdüğümüzü, hangi gerekçeyle yürüdüğümüzü bir şekliyle anlatabilirdik. Eğer geniş kitlelerden destek alabilirsek dolayısıyla bu adalet duygusunun, adalet kavramının geniş halk kitleleri tarafından da benimsendiğini bir şekliyle topluma aktarabilirdik ve toplumda adaleti kıskaca almış olan siyasal iktidar bir anlamda buna belki kulak verir dedik. Dünyanın dikkatini çeker dedik, Türkiye’de büyük baskılar, büyük haksızlıklar oluyor diye söyledik ve dolayısıyla bu yürüyüşe başladık.
Eğer çekinirseniz, acaba başıma bir şey gelir diye bir endişeye kapılırsanız hiç bu yürüyüşe başlamamanız lazım. Biz kararlılıkla ne olursa olsun bu yürüyüşü yapacağız ve tamamlayacağız dedik. Hatta Kocaeli’ne yaklaştığımız bir dönemde, hatta iktidar inanmıyor tabi bunlar mümkün değil Bolu’yu falan aşamazlar Kızılcahamam’da dururlar falan diye de bir şey de vardı, böyle bir eğilim de o dönem belli çevrelerde vardı. Ama biz bunların hepsini aştık. Çünkü inanıyorduk ve kararlıydık ve böyle bir yürüyüşe Türkiye’nin, Türk siyasetinin ihtiyacı vardı. Gerçekten büyük baskılar vardı, gerçekten toplum bunalmıştı, gerçekten toplum bir çıkış arıyordu. O çıkışı yakalayacak olan siyasetçi, çıkışı toplumun önüne koyacak olan siyasetçi yine. Başka kişilerden, başka kesimlerden bekleyemiyorsunuz bunu. Çünkü en karanlık bir ortamda aydınlığı getirecek olan gene siyasetçilerdir ve bizleriz ve bizler bunun mücadelesini verdik.
Kocaeli’ye yaklaşırken şöyle bir haberde geldi bize; Kocaeli’nden İstanbul’a giderken gişeler var, gişelerde polisin yolu keseceği ve bizim İstanbul’a gidişimizin engelleneceği ifade edildi. O zaman arkadaşlara dedim; eğer böyle bir şey olursa gişelerin orada olduğu gibi oturacağız, hiçbir şey yapmayacağız, ta ki önümüz açılır ve biz İstanbul’a gidinceye kadar yolumuza devam ederiz diye. Ama böyle bir engelleme olmadı, dolayısıyla biz yolumuza devam ettik ve Maltepe’de yürüyüşümüzü tamamladık.
Merdan YANARDAĞ- Ben Türkiye siyasi tarihinin en önemli olaylarından biri olarak görüyorum, öyle değerlendiriyorum adalet yürüyüşünü. Çünkü toplumun susturulduğu bir dönemde özellikle darbe içinde bir başka darbenin gerçekleştirildiği ve çok uzun süredir 1950’lerden itibaren başlayan bir siyasal sürecin sonuçlandırılmak istendiği ve bir ihvancı yönetimin, bir siyasal düzenin kurulmak istendiği bir dönemde gerçekleşti. Tarihçiler, sosyologlar, siyaset bilimciler aslında toplumsal olayları biraz geç değerlendirirler bu doğrudur. Ünlü de bir hikaye vardır Çin devriminin liderlerinden Çu En-Lay’a (Zhou Enlai) Fransız devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz demişler, henüz erken demiş değerlendirmek için. 1789 için, tabi 5 bin yıllık bir kültürden gelince böyle değerlendirmeler yapılıyor ama biz bunu değerlendirebiliriz diye düşünüyorum, yeterli bir sürenin geçtiği inancındayım, en azından gazeteciler olarak. Ben Türkiye’deki siyasal iklimin değişikliğinin bu Adalet Yürüyüşü’yle başladığını düşünüyorum. Biraz önce söylediğiniz gibi o korku duvarını, Evren Hanım’ın sorduğu da oydu. Yani bir cesarete ihtiyaç vardı ve toplumda bir korku iklimi yaratılmıştı bütün ülkede.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Toplumun bir silkelenmeye ihtiyacı vardı.
Merdan YANARDAĞ- Sindirilmeye çalışılıyordu. Yani herkesin darbeci diye damgalandığı, herkesin FETÖ’cü diye suçlanmaya kalktığı bir dönemde yaşıyorduk. Oysa birlikte Cumaya gittiği ortakları darbeyi yaptılar. Yani şu efsane de kırıldı, Türkiye’de Kemalistler darbe yapıyor, cumhuriyetçiler darbe yapıyor efsanesi de kırıldı. 15 Temmuz darbesi, adını koymak lazım; dincilerin, siyasal islamcıların önderlik ettiği ve cumhuriyeti tasfiye etmek için giriştikleri bir darbeydi ve bu AKP’nin ortaklarıydı, bu çok açık. Bunu örtmeye çalıştılar. Bence Adalet Yürüyüşü bütün bunları kırdı. Ben güzergaha bakıyorum, güzergahta bütün iklim değişmiş durumda. Yani bugün 31 Mart’ta Millet İttifakının gerçekleştirdiği çıkışın kaynağının bu Adalet Yürüyüşü olduğunu görmek lazım. Çünkü yürüyüş güzergahına katılanlara bakıyorsunuz, Millet İttifakı var orada. Yani bir yandan sosyalistler var, bir yandan Saadet Partililer var, Müslümanlar var, İYİ Partililer var, HDP’li belediye başkanları, milletvekilleri geliyorlar, aydınlar geldiler, sanatçılar geldiler, işçiler geldiler, çiftçiler katıldılar. Ben iktidarın bir engelleme eğiliminde olduğunu görüyordum, zaten biliyorduk da, izledik de gerek gişelerin önünde, gerek başka yerde. Provokasyon girişimleri de oldu, ama toplumdan aldığı büyük destek nedeniyle kendi meşruiyetini yaratan bir atılım, bir hareket oldu. Bu sürecin sonucu diye değerlendiriyorum 31 Mart seçimlerinde elde edilen sonucu. Bütün yeterince sizin CHP örgütleri tarafından ve Türkiye’deki siyasal aktörler tarafından yeterince değerlendirilip bunun gereğinin yerine getirildiğini, CHP olarak sizin bu Adalet Yürüyüşü’yle yakalanan çıkış, yani o toplumdaki korku ikliminin dağıtılması ve demokrasi ve adalet talebinin gereklerinin yeterince yerine getirildiğini düşünüyor musunuz? Yani bunu tamamlayan diğer adımları atabildiniz mi?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle ifade edeyim, Adalet Yürüyüşü’nü toplumun üzerindeki baskıyı ötelemek, toplumun üzerindeki baskıyı kaldırmak için aslında bir anlamda başlattık. Önemli bir yürüyüştü. Toplumun bunu kabullenmesi, sindirmesi, analiz edilmesi, tahlil edilmesi, aydınlar tarafından, düşünürler tarafından analiz edilmesi elbette zaman içinde giderek artan bir şekliyle bakılacak, çalışılacak. Benim bildiğim kadarıyla bir doktora tezi konusu da oldu ayrıca bu bir üniversitede. Önümüzdeki süreç içinde de bu değerlendirilir, bütün boyutlarıyla değerlendirilir. Tabi biz parti olarak bunu bir CHP yürüyüşü olarak ele almadık hiçbir zaman ve bu yürüyüş sırasında hiçbir zaman bir CHP bayrağı ya da bir parti bayrağı taşımadık. Elimizde sadece, bütün katılanların elinde sadece adalet yazan bir pankart vardı ve biz bu adalet kavramıyla yürüdük. Toplumun her kesiminden elbette destek gördük; onu ben görüyorum, biliyorum ve yaşadım da orada. Yaşlıdan gence kadar herkes… Hatta Düzce yakınlarında bizi bekleyen yaşlı bir kadın vardı, “ben kaç gündür seni bekliyorum evladım” diye ben göreceğim demişti polisleri yararak geldi. Televizyonlardan izliyormuş ve buradan gelecek ve buradan geçecek ve ben onu bekleyim ve ben onu kucaklayım diye. Böyle çok oldu; evlerine davet edenler oldu, yemeğe davet edenler oldu, iftara davet edenler oldu. Yürüyüşün bir bölümü Ramazana denk gelmişti zaten. Çok sıcak, yorucu, keyifli, umutlu güzel bir yürüyüş oldu aslında bu. Değerlendirilir mi? Daha çok değerlendirilecek diye biliyorum. Çünkü hemen hemen dünya medyasında çok geniş bir şekilde yer aldı. Biz dünya medyasında yer alan bütün haberleri, yorumları, makaleleri bir şekliyle toparladık. Onlar da birden fazla cilt halinde kitaba dönüştürüldü. Görseller çok fazl,a fotoğraflar, görseller çok fazla. Onlar da var zaten. Bazı kitaplar sadece görsel olarak çıktı, bazıları metin olarak çıktı.
Şu bir gerçek, bizim siyaset tarihimizde hiç rastlanmamış bir olay. Dünya siyaset tarihinde de geçmişte yaşandı ama 21.yüzyılda yaşanmayan bir olay. Şu da bir başka gerçek, bir baskıya karşı, bir baskı yönetimine karşı 25 günlük yürüyüş sırasında hiç kimsenin burnu kanamadı, hiç kimseye kötü bir söz söylenmedi. Bizi protesto edenlere bile sadece “hak, hukuk ve adalet” diye sloganlarla yanıt verildi. İnsanlar kucaklaştılar ve çok farklı ve güzel bir atmosfer çıktı ortaya. Bugün geldiğimiz nokta, o çok önemli. Yürüyüşün başladığı yer Çankaya Belediyesinin bulunduğu alandı, Kızılay. Yürüyüşün bittiği yer Maltepe, Maltepe Belediyesinin bulunduğu alandı. Aradaki bütün belediyeler CHP’ye ait olmayan, Millet İttifakına ait olmayan, öyle daha rahat söyleyeyim ağırlıklı olarak AK Partiye ait olan belediyelerdi ve biz bütün bu sınırlardan geçerken de elbette halkın sevgisi vardı, övgüler vardı, yiyecek getirenler vardı, gelip sarılanlar vardı. Hemen hemen bir sevgi halesi vardı onu ifade edebilirim. Anadolu’nun değişik yerlerinden gelenler de vardı o yürüyüşe katılmak üzere. Fotoğraf çektirenler vardı. Şu tabi çok önemli, yürüyüşün tarihsel bir perspektif içinde Türkiye’de pek çok şeyi zaman içinde değiştirebileceğimizi gösterdi bize bu yürüyüş. Ve bugün o hatta, örneğin Bolu, bir CHP’li belediye başkanı tarafından yönetiliyor bakıldığı zaman. Bu hattı zaman içinde daha da güçlendirebiliriz, daha da güçlenebilir.
Merdan YANARDAĞ- O yürüyüş hattındaki belediyeler el değiştirdi galiba?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet. Ama şu çok önemli, bir toplumsal eylemin toplum tarafından kabul edilmesi, onun sindirilebilmesi için belli bir zamana ihtiyaç var ve bu zaman belli bir perspektif içinde. Olayı önce kabullenme, sindirme ve ondan sonra bu olayla ilgili olarak yorum yapma ve sonuçta karar verme süreci başlıyor. Ben Adalet Yürüyüşü’nün bugün geldiğimiz noktada önemli bir katkı süreci olduğuna inanıyorum. Çünkü olayı bir parti olayı olmanın ötesinde olayı bir Türkiye olayı, olayı bir demokrasi olayı, olayı bir siyaset olayı, olayı bir insan hakları olayı olarak gördüğümüzü ve o şekliyle sunduğumuzu da ifade ettim. Zaten Maltepe’ye geldiğimizde de Adalet Yürüyüşü’nün haksızlığa uğramış olan herkesin yürüyüşü olduğunu ve bu yürüyüşü de o gerekçeyle yaptığımızı ifade etmiştim.
Savaş KERİMOĞLU- Sohbet sırasında zaman zaman ekrana yansıyan görüntülerimiz de var tam da o günleri yaşayan, naçizane belgeselini yaptığımız, o belgeseli de ben yapmıştım onu da söyleyeyim, gurur duyduğum bir çalışma aslında. Yani tarihe not düşen bir yürüyüş, çok önemli. Türk siyasi tarihinin ötesinde, dünyanın pek çok yerinde çok yakından takip edilen ve adalet çağrısına kulak kabartan dünyanın pek çok adresinden gazetecileri gördük, ama duyması gerekenlerin aslında pek duymadığı bir süreci de yaşadık. Hatta dönemin Başbakanı “adalet sokakta aranmaz” ifadesini de kullanmıştı. Sizin ona tepkiniz de vardı. Belki buradan iktidarın yaklaşımıyla da devam edebiliriz Ülkü.
Ülkü ÇOBAN- Bu noktada aslında ben şunu söylemek isterim, hazır bu görüntüler de izleyicilerimizin önündeyken, bir kez daha hatırlıyorken aslında biz o anları. Ben bir gazeteci olarak takip etmeye çalıştım. Neden çalıştım diyorum biliyor musunuz? Çünkü sizin hızınıza yetişemedim. Yani siz son sürat yürürken ben yanınızda koşmaya çalışmıştım ve takip edememiştim. Utanarak söylüyorum, gazetenin aracına binerek takip etmiştim Adalet Yürüyüşü’nü. Orada inanılmaz bir birliktelik, bütünlük vardı. Orada bir tane çöp dahi yere atılmamıştı örneğin. Arkadan gelenler o çöpleri topluyorlardı, ya da 80 yaşındaki bir ninemiz yanında eşiyle, dedemizle birlikte yürüyüşte bulunup sizinle birlikte yol kat etmeye çalışıyorlardı. Herkes birbirine destek oluyordu. Ama bir nokta var, şimdi Adalet Yürüyüşünün nedenlerini ve sonuçlarını konuşuyoruz. Az önce Savaş Kerimoğlu 15 Haziran 2017’den öncesi var mı diye size sordu. Siz 15 Haziran’da bıçak kemiğe dayandı dediniz, artık yeter ülkede adaletin olmadığı yerde hiçbir şey olmaz, barış da olmaz dediniz. Sizin de söylediğiniz gibi takdir edenler oldu, destek olanlar oldu, ama eleştirenler de oldu. “Adalet sokakta aranmaz Sayın Kılıçdaroğlu, adalet mecliste aranır, adalet yargıda aranır” denildi. Ama şurada önemli bir nokta var. Adalet aranmamalı, zaten adalet var denilmedi size bu eleştirilerde. Şimdi bu bağlamda baktığımızda, hem o adaletin arama sürecini değerlendirdiğimizde evet 9 Temmuz 2017’de fiilen bu yürüyüş bitti belki ama şu noktada adalet arayışınız hala devam ediyor mu? Dolayısıyla aslında bu Adalet Yürüyüşü fiilen 9 Temmuz 2017’de bitmiş olsa bile aslında devam ediyor mu?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Adalet arayışımız hala devam ediyor onu ifade edeyim. Türkiye’de adaletin olmadığını herkes biliyor üç aşağı beş yukarı. Bunu bütün ayrıntılarıyla keşke mümkün olsa sadece bir adaleti konuşabilsek ve Türkiye’deki adaletsizlikleri anlatabilsek. Bugün Türkiye’de hapishaneler tıka basa dolu. Bir kişi, bir akademisyen barış bildirisini imzaladı diye hapse mi atılır? Yani bir insan düşüncesini, bir akademisyen, bir bilim insanı düşüncesini açıkladı diye hapse mi atılır? Bir gazeteci bir kişiyi eleştirdi diye hapse mi atılır? Bir gazeteci üzerine baskı yapılır veya sopalarla dövülür veya linç edilir, ondan sonra bu kişiyi linç edenler veya dövenler veya baskı kuranlar ertesi gün savcının odasından güle oynaya neşe içinde mi çıkarlar? Buna baktığınız zaman bugün için Türkiye’de adalet kavramı evet yok, bunu biz biliyoruz. Dillendiriliyor bu zaten. Hemen hemen toplumun her kesimi tarafından bir şekliyle de ifade ediliyor. Yani İstanbul’da son yaşadığımız olayla bile Türkiye’de yargıya baskı yapıldığını ve yargı aracılığıyla adaletsizliklerin dağıtıldığını görüyoruz. Ama bunlar bizi umutsuzluğa asla sürüklememeli. Bu yürüyüşten bugüne kadar Türkiye çok mesafe aldı. İktidar partisi bile demokratikleşme için parlamentoya yasa getirme mecburiyetini hissetmeye başladı ve iktidar partisinin lideri yani Erdoğan “biz adalet reformunu getiriyoruz parlamentoya” diyor. Niçin? İşte bazıları haksız yere hapse girdi, dolayısıyla biz yasaları değiştireceğiz, bunlar hapisten çıkacaklar diye veya gazeteciler hapisten çıkacak diye. Bu reforma neden ihtiyaç duyuyorlar eğer bu ülkede adalet olsaydı? Adaletin olmadığını onlar da biliyorlar. “Adalet sokakta aranmaz...” Sokak özgür bir insanın derdini anlatabileceği alandır. Bir vatandaş gelip parlamentoda benim derdim var diye meclis kürsüsüne çıkıp konuşamaz, böyle bir yetkisi de yoktur zaten. Orada ancak seçilmiş olan milletvekilleri içtüzüğün izin verdiği ölçüde çıkar konuşur ve bir şekliyle toplumun sorunlarını gündeme getirir. Ama bir vatandaş olarak benim parlamento kürsüsünden bu ülkede adalet yoktur, adaleti sağlayın dememin hiçbir anlamı yok. Çünkü ben bunu söylediğim zaman, karşımda olan iktidar partisinin çoğunluklu milletvekilleri onlar da hep bir ağızdan hayır efendim bu ülkede adalet var diyorlar. Peki adalet olup olmadığını oturalım bir araştırma önergesi verelim ve bunu bir araştıralım, ya da hapishanelerdeki durum nedir araştıralım, ya da gazetelerdeki durum nedir araştıralım, ya da medya üzerindeki baskı nedir oturup bir araştıralım dediğiniz zaman eller kalkıyor; hayır, araştırma önergesine hayır diyoruz. O zaman biz adaleti nerede arayacağız? Sade vatandaş adaleti sokakta arar, sade vatandaş adaleti devletin liyakatli olup olmadığında arar, orada görür. Biz parlamentoda adaleti bulamadığımız için, darbe hukukundan beslenen bir yapı oluştuğu için parlamentoda, dolayısıyla sade bir vatandaş olarak, bir partili olarak da değil sade bir vatandaş olarak bu yürüyüşü başlattık. Bu yürüyüşe her siyasal partiden destek geldi. AK Partililerden de bu yürüyüşe destek verenler oldu onu da ifade edeyim. Çünkü sonuçta her insanın bir vicdanı var; adaletsizliği görüyor, haksızlığı görüyor ve bu haksızlığa karşı bir şeyler yapılması gerektiğini de düşünüyor insanoğlu ve o zaman siz yürüyorsunuz zaten, kimseye zarar vermeden yürüyorsunuz. Yürüyorsunuz elinizde bir partinin bayrağı yok yine yürüyorsunuz. Yürüyorsunuz yanınızda çocuklar oluyor, kadınlar oluyor, yaşlılar oluyor, gençler oluyor. Toplumun hemen hemen her kesiminden insanlarla beraber yürüyorsunuz ve onlar da adalet istiyorlar. Aslında bu yürüyüş Türkiye’nin bütün kesimlerinin adalet talebini anlatan, o talebi dillendiren bir yürüyüş aslında bu.
Bu yürüyüşte esnaf da vardı, bu yürüyüşte sanayici de vardı, bu yürüyüşte işçi de vardı, doktorlar vardı, sanatçılar vardı. Toplumun her kesimi bu yürüyüşte bir şekliyle yer aldı ve dolayısıyla adalet talebi - ki demokrasinin öznesini oluşturuyor adalet dediğiniz kavram - adalet talebi bir şekliyle toplumun her kesimi tarafından kabul edildi.
Bu yürüyüşün bir başka özelliği daha, toplumun her kesimini, muhalefet dahil olmak üzere her kesiminin dilinden düşürmediği bir sloganı bu yürüyüş kabul etti: “Hak, hukuk ve adalet” Dolayısıyla bugün kiminle karşılaşırsanız bir haksızlıkla karşılaştığında bu sloganı bir şekliyle sözcüklerinin arasına, cümlelerinin arasına koyuyor “hak, hukuk, adalet nerede” diye. Bazen bize de şikayet geliyor, onlar da aynı şekilde ifade ediyorlar “hak, hukuk ve adalet nerede” diye. Çünkü toplum adaletin ne kadar değerli olduğunu, hakkın ne kadar, kişiye hakkının teslim edilmesinin ne kadar değerli olduğunu gördü ve öğrendi.
Merdan YANARDAĞ- Bu slogan kendiliğinden mi çıktı, siz tasarlamış mıydınız?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Slogan yürüyüş sırasında kendiliğinden çıktı. Bir de tabi bu yürüyüş sırasında bir şarkı da çıktı. Bursa Milletvekilimiz şarkıyı seslendirdi, sözler yazıldı. O da güzel bir şarkı oldu. Dolayısıyla hani yürüyüş sırasında bir müzik kullanalım ve yürüyüş sırasında bir sloganımız olsun, sloganı bulduk ama müzik hangisi olmalıdır diye yürüyüşün ortasında o da ortaya çıktı ve dolayısıyla ikisini bir arada hayata geçirmiş olduk.
Yavuz Selim DEMİRAĞ- Şimdi ben o günü hiç unutmuyorum. Ankara Güvenpark’ta beraber yürümeye başladık, Batıkent’te ben mahvoldum, iki gün kendime gelemedim. Yani akşam Batıkent’te akşam orada bir daha ben yürüyemedim, üç gün de kalkamadım evden. Fakat hep insanların kafasında bir şey vardı, yani bu yürüyüş 3 gün sonra, 5 gün sonra biter. Kim gidecek, kim yürüyecek? Siz o başladığınızda hiç bir ara aklınıza geldi mi, yani kimse kalmazsa veya işte bir sağlık problemim çıkar da yarım kalırsa diye bir endişeniz oldu mu?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sağlık problemim çıkar mı çıkmaz mı diye, şimdi yürüyüşe başlarken bunların hiçbirisini düşünmedim doğrusunu isterseniz.
Savaş KERİMOĞLU- Bir sağlık kontrolüne gitmiş miydiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yo, hayır direk evden herhangi bir sağlık kontrolü falan…
Savaş KERİMOĞLU- Evle vedalaştınız çıktınız?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yo eşimle beraber; eşim, çocuklarım onlar da ilk gün yürüdüler zaten, birlikte yürüdük onlarla. Yolda kalırım, hastalanırım diye hiçbir düşünce olmadı. Çünkü böyle bir yolu daha önce hiç yürümemiştim, 435 kilometrelik yolu ve 435 kilometre yürüyen bir insanın hangi sorunlarla karşılaşacağını da bilmiyordum. Ama şöyle bir şey var, gerçekten insanoğlunun farklı bir yapısı var. Yani bir şeye karar verdiyseniz ve ben onu yapacağım diye düşünüyorsanız bütün önünüze çıkan sorunları rahatlıkla aşabiliyorsunuz. İlk gün yürüdüğümde gerçekten beraber yürüdüğümüz pek çok arkadaşım vardı tabi ben hazırlık yapmıştım önceden malum spor ayakkabım vardı işte ona göre giyinmiştim ve yürüyüşü öyle yaptım. Ama yürüyüşe katılan pek çok arkadaşımız ayağında spor ayakkabı yoktu ve onlar da yürüdüler ve onlar çok daha ciddi sorunlarla…
Savaş KERİMOĞLU- Şurada mesela sizin o yürüdüğünüz dönemin artık ayaklarınızdaki sorunlar, zaman zaman size müdahale ediliyordu karavana geldiğimiz dönemde.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet. Daha sonraki süreçlerde ayak tırnaklarım siyah olmaya başladı. Bir masör arkadaş her arada ayağımı işte böyle tutmam gerektiğini, bazen uzanmamı ve ayaklarım biraz yukarıda, başım biraz aşağıda öğle aralarında o şekliyle dinlenmem gerektiğini ifade ettiler. Yine çok soğuk suda ayaklarımın beklemesi gerekiyor. Çok soğuk suda ayaklar buzların içine konuyordu ve o şekliyle hareket ettik. Tabi şimdi hiç ağrı olmadı desem doğru olmaz, ağrı oldu tabi. Ama bu ağrılar bu yürüyüşü asla engellemedi ve engelleyemeyecekti çünkü ben bu yürüyüşü tamamlamak zorundaydım. Ona karar vermiştim ve kararlıydım o çerçevede. Yürüyüş sırasında tabi ayağın bu kanayan yerler oldu, tırnak sorunları çıktı. Mikrop kapmasın diye onu Cihangir Bey daha iyi bilir…
Savaş KERİMOĞLU- Siz soruyorsunuz, hatta ben hatırlıyorum, diyorsunuz ki, sayın hocam bu neydi tıp dilinde? Bül diyorlar. Siz de parmağınızın arasındaki yaraları o sırada tedavi ederken hatta görüntülerde de var pansuman yapıldığında, an ve an zaten sizi takip vardı ama hiç geri durmadınız yürümekten.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Durmadık, durmak doğru değildi çünkü. Bir kitle var sizinle beraber yürüyen ve siz durduğunuz zaman o kitle de durmuş olacaktı. Oysa benim durmaya hakkım yoktu. Herkes yolda kalabilirdi, herkes geri dönebilirdi, ama bu benim için sözkonusu değildi. Yürüdük, tabi sağ olsun eşim yardımcı oldu, yardımını esirgemedi. Ama sonuçta şu var, gerçekten de yürüyüş yaptığımız süre içinde vatandaşlardan gördüğünüz sevgi, hoşgörü size bütün o sıkıntıları unutturuyor ve bu yol güzergahında benim de yeni keşfettiğim çok şey çıktı ortaya. Kocaeli’ne gittiğimiz zaman Kocaeli’nde Milli Kurtuluş Savaşında şehit olanların mezarları, “Dertli” diye tanımladığımız ozanımızın mezarı, Kartallı Kazım. Buna benzer pek çok istiklal mücadelesini veren, fakat toplumun büyük ölçüde unuttuğu kişilerinde mezarlarını ziyaret ettik, dualarımızı yaptık. Hoş bir süreç oldu. Geriye dönüp baktığımda şunu rahatlıkla görebiliyorum. Evet, bu yürüyüş bizim siyaset tarihimizde önemli bir yürüyüş olarak görülüyor; ama bu yürüyüşün getirdiği artılar, siyasette getirdiği bugün Millet İttifakı olarak tanımladığımız ittifakın aslında bana göre kaynağı da yine adalet arayışında olan siyasal partilerdir. Örneğin İYİ Partinin seçime girmemesi için yine YSK aracılığıyla bir şeyler yapılacaktı, ama biz 15 milletvekili transfer ederek öbür tarafa rakibimiz olan bir siyasal partinin seçime girmesine olanak sağladık. Bu da bizim yürüyüşte söylediğimiz, attığımız sloganlar, yaptığımız konuşmaların boşuna olmadığını ve gereğini de yeri zamanı geldiğinde yerine getirdiğimizi de gösteriyor. Bu açıdan güzel.
Elbette ki, yürüyüşle ilgili olarak bundan sonra da çok şey belki yazılacak, çizilecek, araştırılacaktır nedir ne değildir diye, ama sonuçta Türkiye’de adalet talebinin toplumun her kesimi tarafından dile getirilmesini sağlayan bir ortamı yarattık, bunu düşünüyorum.
Yavuz Selim DEMİRAĞ- Yürüyüş esnasında da çok ilginç bir profil vardı. Yani ömründe hiç CHP’ye oy vermemiş köy muhtarları vardı, ilçelerden geçerken güzergahta çok ilginç de dostluklar oluşturdunuz. Benim Ankara gazetecisi olarak o kadar çok kişi ben Kemal Bey’le şurada yürüdüm, işte bilmem ne köyünün muhtarı bende cep telefonu var diyor sizinle ilgili. Ve işte bizim evimizde misafir oldu. Yola çıkarken tabi bunların birçoğunu bilmiyordunuz. Dostluklar hala devam ediyor mu?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Var tabi. Bulak Köyü muhtarı ramazan sofrasına davet etmişti gitmiştik. Yine Gebze’yi yanlış hatırlamıyorsam geçtikten sonra yine bir köye gittik. Düzce’de bir aile bizi bir akşam yemeğine aldı; geniş bir bahçede, büyük bir bahçede, geniş bir aile bizi karşıladı ve orada yine bir akşam yemeği yedik. Dostluklar devam ediyor tabi. Bu arada tabi farklı şeyler de oldu. Yani bizi protesto etmek isteyen insanlar da oldu, vatandaşlar da oldu. Protesto edenlere dediğim gibi “Hak, hukuk, adalet” sloganını attık sadece, herhangi bir şey yapmadık. El salladık onlara. Bazen elimizi göğsümüze götürdük, yani sizin de protesto etmeye hakkınız var. Yani sonuçta her vatandaşın düşüncesine saygı göstermek zorundayız.
Beni üzen olaylardan birisi Düzce’de yaşadığımız bir olaydı. Düzce’de biz az önce ifade ettiğim bir ailenin daveti üzerine bir yemeğe gitmiştik, akşam o yemekten dönerken bir haber geldi, işte iki kişi veya üç kişi bilemiyorum yola gübre dökmüşler diye. Üzüldük tabi. Sonra bunlar temizlendi ve orada AK Partili olan bir vatandaş bunu şiddetle protesto etti bu doğru değildir diye. Çünkü sonuçta vicdan sahibi ve bunun olmaması lazım. O kişi şimdi hapiste. Geçen gün bana bir mektup yazmış ve o mektupta da özür diliyor, bana hakkını helal et diyor yanlış yaptık diye söylüyor. Hatta mektupta yanımda. İsmini izin verirseniz ben okumayayım, ondan izin almadım ismini okuyup okumama konusunda. Burada işte sosyal medyadan, yine iktidarın borazanlığını yapan maalesef televizyon kanallarından bu yürüyüşün DHKP-C’lilerin yürüyüşü diye dillendirince biz de dayanamadık bu işi yaptık diyor. Sonuçta ben bayramda bu kişiye milletvekili arkadaşlarımı gönderdim gidin bayramını kutlayın, kendisine de bir mektup yazacağım. Ben kimseye kin ve öfke tutmam ve taşımam zaten. İnsana saygı duyarım, onun da beni protesto etmeye hakkı var. Eğer bir pişmanlık duymuşsa bu yürüyüşün etkisini gösteriyor, onu da gösteriyor. Sonunda bir insanız, bizim düşüncelerimizi beğenmeyebilirler, hoşlarına da gitmeyebiliriz. Ama insanı tahrik edici, ya da insanı tahkir edici düşünceden, söylemlerden özenle kaçınmak lazım. Bu vatandaşımız da tabi özür dileyerek bir anlamda işlediği kabahatin doğru olmadığını kabul ediyor.
Sonuçta işin özü şu; dostluklarımız oldu, beraberliklerimiz oldu, bazen eğer otobandan gitmiyorsam yani yürüyüş yolundan gidiyorsam uğradığımız köylere arada bir tekrar bir uğruyorum. Otobandan gidiyorsak araçla o zaman o köylere uğrama şansım pek olmuyor. 
Savaş KERİMOĞLU- Efendim kısa bir ara vereceğiz, aranın ardından yeniden hak, hukuk, adalet mücadelesini konuşmaya devam edeceğiz.
Efendim kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ara öncesinde Sayın Kılıçdaroğlu, o çok da hatırlamak istemediğimiz, demokrasiyi içine sindirememiş bazı çevrelerin yapmış olduğu yanlışlardan sonrasında özür dileme noktasına nasıl geldiğini anlatmıştı. Sayın Demirağ da bir ekleme yapmak istiyor, ardından devam edeceğiz.
Yavuz Selim DEMİRAĞ- Sayın Genel Başkan sadece bu yürüyüşte adalet aramadı, yürüyüşten sonra da, yani 2 yıl içerisinde de ne zaman biz gözaltına alınsak ilk önce Sayın Genel Başkan geliyor. İşte saldırıya uğruyoruz hastaneye geliyor. Tam hapishaneye girecektik herhalde dediler ki Kemal Bey zahmet etmesin diye bizi çıkardılar. Bundan sonra da bu adalet arayışlarınız devam edecek, ama diyelim ki yeniden bir yürüyüş ihtiyacı hissederseniz o zaman nereden yürüyeceksiniz? Çünkü güzergah çok değişti. Güzergahın siyasal yapısı değişmeye başladı. Kendiliğinden oluşan ittifaklar vardı. Bu defa mesela İzmir’den mi yürürsünüz, Kayseri’den mi yürürsünüz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Bir yürüyüş olacağını sanmıyorum. Çünkü Türkiye’nin demokratik standartlarında gerçekten de olumlu gelişmeler var. Yerel yönetimler bunun çok önemli göstergesi. Yerel yönetimlerde elde edilen başarı iktidarın pek çok alanda geri adım atacağını gösteriyor. En önemli göstergesi de adalet için yeni bir yasa taslağı hazırlayıp teklif olarak parlamentoya getirecekler. Önümüzdeki günlerde bunlar görüşülecek orada. Çünkü artık iktidar şunu da gördü; hem içerde, hem dışarıda Türkiye’de demokrasinin olmadığı, adaletin olmadığı, insanların suçsuz yere hapse atıldığını gören milyonlar var ve bunu uzun süre bir siyasal iktidar taşıyamaz omuzlarında. O noktaya geldiler. Önümüzdeki süreç içerisinde halkın bilinçlenmesi ve demokrasi talebinin daha fazla artması, iktidarın da bunu görüp geri adım atarak baskıyı kısmen azaltması gerekiyor. Umuyorum bu süre içinde bunlar gerçekleşir, baskılar biraz daha azalmış olur. Toplum rahat bir nefes alır. Toplumun üzerindeki korku gömleği kalktı zaten. Bu Adalet Yürüyüşü’yle başladı, yerel seçimlerle bu iyi bir noktaya geldi. Artık insanlar düşüncelerini daha cesaretli dile getirebiliyorlar. Ve baskının kendileri için, yani susmanın kendileri için iktidara bir avantaj sağladığını ve dolayısıyla her istediklerini yapabilecek bir noktaya iktidarı getirdiğini ama bu Adalet Yürüyüşü’yle bunun sonlandığını, artık insanların rahatlıkla adalet talebinde, hak talebinde bulunduklarını gösteriyor. Bu açıdan önemli. Ben yeni bir yürüyüşün olacağını düşünmüyorum.
Savaş KERİMOĞLU- Efendim Adalet Yürüyüşü’yle ilgili olarak siz kitaplardan bahsettiniz, o kitaplardan pek çoğu da burada. Bir külliyat oluştu Adalet Yürüyüşü’yle ilgili olarak. Yani sadece fotoğraflanmasıyla ilgili değil, üç ciltlik bir kitap ortaya çıktı. Az önce sizin de bahsettiğiniz gibi bir doktora tezine bugün bir konu oldu. Öte taraftan da dış basın çok yakından takip etti. Bildiğimiz kadarıyla 105’ten fazla yabancı gazeteciye röportaj verdiniz. Üstelik o molalarda verdiniz.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Molalarda, o arada bazen gazetecilere, bazen televizyonculara, kısa kısa da olsa onlar sordular ben de düşüncelerimi bir şekliyle aktardım. O nedenle de zaten Çin’den, Hindistan’dan tutun Amerika’ya, Kanada’ya, Güney Kore’ye kadar hemen hemen bütün ülkelerde haber oldu, yayınlandı. En çok sordukları soru tabi bu yürüyüşten sonra ne olacak diye, bir duvara karşı yürüdüğümüzü ama o duvarı yıkmak istediğimizi söyledim. Karşımızda bir duvar var, çünkü sağlıklı işleyen bir demokraside bu kadar uzun bir yürüyüş sonrası iktidarın bir oturup özeleştiri yapması gerekirdi. Ama bırakın özeleştiri yapmayı tam tersine bir davranış, tam tersine bir hareketle yürüyüşü gölgelemek istediler, ama tabi biz buna izin vermedik. Onlar bizim bu yürüyüş sırasında kavga edeceğimizi, insanlara saldıracağımızı, cam çerçeve indireceğimizi defalarca ama defalarca söylediler ama bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Zaten buna izin de vermedik. Dolayısıyla yürüyüş halkın gönlünde önemli bir yer tuttu, bunu görüyoruz zaten.
Özlem AKARSU ÇELİK- Sayın Genel Başkan, az önce görüntülerde izledik ayağınıza pansuman yaparken kulaklarını çınlatalım Sayın Cihangir İslam Saadet Partisinin milletvekili artık Cihangir Bey. Saadet Partisinden hemen ben devam etmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta Halk TV’de Temel Karamollaoğlu Saadet Partisinin Genel Başkanı programımıza konuk oldu ve ilk kez paylaşıyorum dedi bir yıl sonra pasaportuna terörle irtibatlıdır yazarak bir tahdit konulduğunu, kendisini dönemin Ankara Nüfus İl Müdürünün bu konuda biz size pasaport veremeyiz diplomatik pasaport Sayın Genel Başkan diyerek uyardığını ve bunun üzerine birkaç kişi devreye girdi ve pasaportumu öyle alabildim dedi. Ve arkasından Nüfus İl Müdürlüğü gece saatlerinde, akşam saatlerinde Twitter hesabından bir açıklama yaptı. Yalanlama değil ama yalanlamaymış gibi bir açıklamaydı o. Pasaportunun 6 gün sonra başvurudan kendisine verildiği. Ama orada bir terör ifadesi var mıydı, yok muydu ona ilişkin hiçbir açıklama yoktu. Ve daha sonra konu tabi ki konunun birinci dereceden muhatabı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya sorulduğunda Süleyman Soylu bu kelimeyi kullanmasa da Temel Karamollaoğlu’nu yalancılıkla itham etti. Ve şimdi 78 yaşında Temel Karamollaoğlu. Acaba bir hani siyasi gelecek inşa için bu kaygıyla mı böyle bir yalana ihtiyaç duydu diye düşünecek olursa eğer onun seçmen kitlesi o zaman Recai Kutan nasıl konuya dahil oldu? Çünkü 89 yaşındaki Recai Kutan da, AK Partinin seçmen kitlesi de kendisini çok iyi tanır, dedi ki, ben devreye girdim. Aslında Recai Bey’in adını vermek istememişti Saadet Partililer, İçişleri Müsteşarını arayanın kendisi olduğunu söyledi. Buna ilişkin de henüz bir açıklama yapılmadı.
Şimdi Temel Bey’in başına gelenden görüyoruz ki, aslında bizim bilmediğimiz bazı tehditler alıyorsunuz, bir takım muamelelere maruz kalabiliyorsunuz. Bilmediğimiz ve şu an bizimle paylaşabileceğiniz, sizin de başınıza gelen bu tip bir iş oldu mu? Yani bir tehdit. Çünkü çok korkunç bir linç girişiminden canınızı zor kurtardınız, yani belki şans eseri hayatta kaldı oradaki tüm CHP’liler. Tekrar geçmiş olsun demek istiyorum. Bu gerçekten çok utanç verici bir görüntüydü herkes için yaşanan olay. Bunun istihbaratını, buna benzer bir istihbarat almış mıydınız? Temel Bey’in başına gelen bu olay gibi size de yaşatılan benzer şeyler oldu mu? Çünkü Saadet Partisi Genel Başkanının aynı dönemde 4 koruma polisi geri çekilmişti İçişleri Bakanlığından hiçbir açıklama yapılmadan ve makam arabasının araç muafiyeti kaldırılmıştı yani trafikteki öncelikte olması vs. Öğrendik ki sadece bir koruma polisi geri verilmiş. Yani bu da bir çeşit aslında iktidarın sizlere gözdağı. Var mı yaşadığınız bu tip bir şey?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yaşadığım olay bürokratik olarak herhangi bir sorun yaşamadım pasaport bağlamında yaşamadım. Zaten uzun yıllar bürokraside görev yapmıştım. Siyasete atıldıktan sonra da öyle çok fazla yurtdışına gittiğim falan yok. Ancak belli şartlar olgunlaştığında yurtdışına gidiyorum. Bazen vatandaşlarla, bazen AB, Avrupa Parlamentosu veya diğer yerlerdeki siyasal partilerle bir araya gelip konuşabiliyoruz, görüşebiliyoruz.
Temel Bey’in başına geleni gazeteden okuduğumda ben de şaşırdım tabi. Televizyon izleme şansım yoktu, ama nasıl böyle bir şey diye Temel Bey’i aradım ben konuştum ve bana sizin anlattığınız gibi geçmişte yaşadığı bir olayı ifade etti. Üzüldüğümü ifade ettim. Tabi bunun olmaması lazım. Hükümetin yalanlamaya kalkması aslında kendi suçunu itiraf etmesi anlamına gelir. Ortada bir gerçek var. Temel Bey, bizim siyasetin saygın isimlerinden birisidir, sağduyulu birisidir, söylemlerine dikkat eden ve olabildiğince kendi penceresinden Türkiye’nin gerçeklerini dile getiren birisidir. Kendi düşüncesini, siyasi düşüncesini beğenirsiniz veya beğenmezsiniz o ayrı bir şey, ama saygınlığı olan bir siyasetçidir. Böyle bir olayın Temel Bey’in başına gelmesi gerçekten hepimiz için üzerinde durulması gereken bir konudur. Bir siyasal iktidar var ve bu siyasal iktidar beğenmediği kişilere her türlü baskıyı rahatlıkla uygulayabiliyor. Geçen yine Saadet Partisinin Büyükşehir Belediye Başkan Adayının çocuklarıyla ilgili de bir olay Milli Gazete’de yer almıştı ve ben bunu dillendirdikten sonra özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesiyle ilgili olan olayın gerçekleşmediği yönünde bir açıklama yaptılar. Ne kadar gerçek, ne kadar gerçek değil onu bilmiyorum, ama şu bir gerçek, iktidar beğenmediği kişiler üzerinde siyasal baskı uyguluyor. Her türlü baskıyı da bir şekliyle hayata geçirmeye çalışıyor. Sadece kişiyi hedef almıyor bazen kişinin ailesini hedef alıyor, çoluk çocuğunu hedef alıyor ve o çerçevede bir politika, bir baskı kurmak istiyor kişilerin üzerinde. Bunlar doğru değil tabi. Bunlar sağlıklı işleyen bir demokraside asla olamaz, asla bu yola bir siyasal iktidar başvuramaz. Başvurduğu takdirde ciddi bir tepki alır. Ama bizim gibi toplumlarda, yani egemen gücün devletin bütün kurumlarını kullanarak baskı kurduğu toplumlarda tabi bazı çevreler ister istemez seslerini çıkarmıyorlar. Sivil toplum örgütleri, sendikalar büyük baskı altında olmalarına karşın ya ses çıkaramıyorlar veya çok cılız ses çıkarabiliyorlar. Buna benzer pek çok olay var.
Yani biz bugün arkadaşlarla konuşurken pek çok çevreyle arkadaş derken, vatandaşlarla konuşurken insanoğlunun tarihi aslında haksızlıklarla mücadele tarihidir. Yani insanoğlunun tarihi bir anlamda adaleti arama tarihidir. Habil’in Kabil’i öldürdüğü, yani o cinayetin işlendiği tarihten bu yana haksızlıklarla mücadele edilmiştir. Haksızlıklarla mücadelenin sonunda insanoğlu gelip bugün için en mükemmel diye kabul ettiği demokrasiyi keşfetmiştir. Yani insanın düşüncesine, insanın kimliğine, insanın yaşam tarzına, insanın inancına saygı gösterelim, dolayısıyla bir arada yaşayabiliriz ve bunu demokrasi içinde gerçekleştirebiliriz demişlerdir. Bu düşüncenin temelini de zaten adalet oluşturuyor. Geçen yine birisiyle konuşurken dedi ki, devletin dini adalettir dedi. Doğru. Çünkü adalet mülkün yani devletin temelidir. Liyakatin varlık nedeni de zaten adaletten kaynaklanıyor. O zaman siz eğer gerçekten de demokrasiyi getirecekseniz bir ülkeye, gerçek anlamda demokrasiyi, zaten bu otomatikman adaleti de içermiş oluyor. Yani adalet zaten kendisi demokrasiyi bir anlamda toplumun önüne getirmiş oluyor. İktidar baskıyı sürdürdüğü sürece adalet kavramının içini törpülüyor, yok ediyor. Yargıya baskı kurduğu sürece, hakimlerin üzerine baskı kurduğu sürece.
Şunu ben açıklamıştım Özlem Hanım. Bir grup toplantısında Hakimler Savcılar Kurulunun hakimlere bir broşür dağıttığını ve bazı önemli kararları almadan önce bize danışın dediğini, o broşürde yazıyor, danışın diyor. Bir hakim, hukukun üstünlüğüne göre, vicdanına göre, yasalara göre karar verecek. Karar verirken sana niye danışsın? Bana danışın demek, sen karar vermeden önce bana danışmazsan bu olaylarda ben sana gösteririm, ben seni bir yerlere sürerim anlamına geliyor. Yani burada yargı bağımsızlığına doğrudan müdahale geliyor. Kim dağıtacak adaleti? Adaleti dağıtacak olan hakimler. Adaletli davranacak olanlar devletin kurumları. Yani gideceksiniz bir yerden tapu alacaksınız, tapu alırken sizin kimliğinizi sorabilir mi tapu memuru? Nüfus cüzdanı alacaksınız, sizin inancınızı sorgulayabilir mi? Bunların olmaması lazım. Devlet dediğiniz kurumun kimlikler bağlamında, yaşam tarzı bağlamında, inanç bağlamında kör olması lazım. Yani gelen insandır, vatandaştır ve dolayısıyla ona hizmet etmek de devletin bir görevidir. Bir haksızlıkla karşı karşıya kaldığında da gidecek yargı organlarından adalet isteyecek. Şimdi adaleti hangi yargı organından isteyeceksiniz ve nereden isteyeceksiniz? Benim tazminat davalarım vardı. Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en ağır cezalar kesildi. Üstelik cezalar kesilmeden önce o davaların düştüğü hakimleri değiştirdiler, yerine yeni hakimler getirdiler. Şimdi buna adalet denmez ve bu adalet dediğimiz kavramın içini boşaltmış oluyor ve dolayısıyla dünya bunları gördükçe, izledikçe Türkiye’de adaletin olmadığını ve hukuksuzluğun olduğunu, torpilin olduğunu, kaynak israfının olduğunu bütün bunları görüyor tabi. Ama bu yürüyüş bütün bunların toplum önünde daha özgürce tartışılmasına da imkan verdi, ona da yol açtı. Dolayısıyla bu yürüyüşün kendi içinde, bundan sonraki süreç de dahil olmak üzere kendi içinde adaletin sorgulanmasını, gücün sorgulanmasını, yönetimin sorgulanmasını da gündeme getirdi bir anlamda.
Özlem AKARSU ÇELİK- Efendim yeri gelmişken izninizle hemen size yönelik saldırı. Saldırganlar serbest, Yavuz Bey’i hedef alan saldırganlar serbest. Adalet nerede o zaman?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi orada da şöyle söylendi, dendi ki işte korumalar önceden benim gideceğimi haber vermemişler. Aslında haber verdik. Bu olay ben haber verdiğim için oldu, çünkü hazırlık yapılmış, yani linç girişimiyle ilgili hazırlıklar yapılmış. Bunun ayrıntıları savcılık tarafından incelenmedi zaten. Sadece ifadesini alın ve serbest bırakın talimatı verildiği için bunlar tamamen sistemin dışına çıktı. Bu tabloyu ben yaşadım ama beni üzen nokta şu, gerçekten beni üzen nokta o köyde yaşayan insanların bir anlamda suçlanmasıydı. O insanların herhangi bir günahı yok. O insanlar, evet bir şehit var ve o şehit cenazesinde namaz kılınması gerekiyor, dua edilmesi gerekiyor, helallik istenmesi gerekiyor, buna fırsat verilmemesi beni asıl üzen o. Linç girişimi olur tabi yani bunları yaparlar. Yani gözü dönmüş insanların, adalet kavramı olmayan insanların, insanlıktan nasibini almamış olan insanların masum insanlara saldırması, onları öldürmesi, linç girişiminde bulunması affedilecek bir olay değil. Linç girişimi benim kavramım da değil aslında. Orada yetkili bir bürokratın kavramı, yani linç kavramını orada zaten kullandı. Yani bunlar bilinen gerçekler ama Özlem Hanım bunlar bizi yıldırmaz, bunlar bize geri adım attırmaz. Tam tersine biz bu olaylar karşısında daha güçlü kendimizi hissetmeliyiz, daha azimli ve kararlı davranmalıyız. Çünkü bir anlamda toplum bize bakıyor. Eğer biz geri adım atarsak milyonlarca kişi geri adım atmış olacak. Eğer biz kararlılıkla haksızlığın üzerine yürürsek milyonlarca kişi de bize destek verecektir, buyurun hep beraber adalet arayışımızı sürdürelim diyeceklerdir.
O açıdan hani linç girişimi olur, başka şeyler olur. Ben daha önce de İstanbul’da yine bir şehit cenazesinde yine mafyadan bir grup gelip kurşun atmıştı, tehdit etmişti. Üstelik Başbakan oradaydı, Bakanlar oradaydı, polisler oradaydı, devlet oradaydı ama devlet yoktu. Orada da benzer olaylar oldu. Ama bu bizim geri adım atmamıza yol açmamalı. Bildiğimiz, inandığımız yoldan asla geri adım atmayız, asla. Çünkü bizim topluma karşı sorumluluğumuz var, çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz var, Türkiye’ye karşı sorumluluğumuz var. Türkiye’nin güçlü bir devlet olmasını isteriz. Türkiye’nin herkesin özgürce yaşadığı bir devlet olmasını isteriz. Türkiye’de demokratik standartların yüksek olmasını isteriz. Bizim gibi düşünmeyenlerin de rahatlıkla düşüncelerini açıklayabileceği bir Türkiye isteriz.
Dolayısıyla bunun yolu da tabi dediğimiz gibi bu adalet dediğimiz kavramdan geçiyor. O nedenle adaleti her yerde, her ortamda savunmak zorundayız.
Savaş KERİMOĞLU- Efendim belki burada biraz Adalet Yürüyüşü içerisinde katılan çevreleri tek tek ifade ettiğimizde Merdan Bey’in, Evren Hanım’ın, bütün hepimizin ifade ettiği Türkiye’nin en sağından Türkiye’nin en soluna herkesi kucaklayan bir yürüyüş olduğunun altına herkes imza atıyor. Sonuçta KHK mağdurları da oradaydı, harp okulu öğrencilerinin babaları oradaydı, Veysel Amca vardı mesela ben hatırlıyorum. Oğlum baban geldi diye haykırmıştı sizin yanınızda İstanbul’a girdiğiniz an itibariyle. İşte siz belirttiniz akademisyenler vardı, sanatçılar vardı, milletvekilleri vardı katılanlar. Bu girişi şunun için yaptım, o gün Adalet Yürüyüşü’nde sizinle birlikte yola çıkanlardan bazıları hakkın rahmetine kavuştu. Onları bir anmak adına bunu ifade ediyorum. Kimler onlar derseniz, Sayın Gülriz Sururi hakkın rahmetine kavuştu, Allah rahmet eylesin diyoruz. Ayşen Gruda, yine sizi ziyarete gelmişti. Hasan Tatlı, CHP’nin bir üyesiydi ve Adalet Yürüyüşü’ne ilk gün itibariyle katılmıştı, 19 Haziran’da hayatını kaybetmişti kalp kriziyle. Milletvekillerimiz Sayın Kazım Arslan geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti biliyorsunuz onların da Adalet Yürüyüşündeki katkıları var, Erdin Bircan milletvekili.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Dilber Ay vardı.
Savaş KERİMOĞLU- Arkadaşlarım onunla ilgili bir hazırlık yaptılar, hatta hem rahmetli Dilber Ay’ın, hem de Ayşen Gruda’nın o Adalet Yürüyüşü sırasındaki yaklaşımları, ifadelerini bir dinleyelim, onları bir yad edelim efendim. Böylelikle de toplumun hemen her kesiminden insanın orada olduğunu, hangi düşünceyle, duyguyla onları bir araya getirdiğinizi tekrar konuşmaya devam edelim.
Rahmetle anıyoruz bir kez daha kendilerini. Adalet arayışının toplumun her noktasında ne kadar kendisine yer bulduğunun göstergesi. Ayşen Gruda neredeyse 80’ini aşmış bir isim olarak oraya geldi. Dilber Ay rahmetli yine öyle, Gülriz Sururi yine öyle.
Yani toplumun her kesimini bir araya getiren bu Adalet Yürüyüşü’nde farklı kesimlerin birbirine temas etmesi açısından da çok önemliydi. Birbirini tanımayan insanlar birbirini tanımaya başladı. O algı kırıldı.
Evren ÖZALKUŞ- Bugünün temeli atılmış gibi, işte Millet İttifakının az önce sizin de ifade ettiğiniz gibi. Baktığımız zaman Adalet Yürüyüşü sırasında sanatçıların daha fazla konuştuğunu görüyoruz, şimdi daha da fazla konuşuyorlar. O zamanlar protestoları alkışlarla karşıladınız Adalet Yürüyüşü sırasında. Şimdi de protestolara izin verilmiyor alkışlanıyor insanlar. Bir diğer tarafa baktığımızda mağduru tekmeleyen, mağdura biber gazı sıkan, mağdura plastik mermi atanlara daha çok ses çıkmaya başladı. Ama o ses de yumuşak çıkıyor sanki. Sürekli azarlayan tarafa daha yumuşak olan taraf tercih edilmiş gibi. Herkes kucaklanınca Adalet Yürüyüşü’yle beraber bugün gelindiğinde sanki bunu görüyoruz.
Bir diğer yandan hala sürekli azarlayan taraf, kendisinin yıllarca beraber yollarda yürüdüğü veya teması olan insanlarla kendisi haricinde dokunanları terörist ilan ediyor. Şimdi bakıyoruz bugüne geldiğimizde az önce bir yasa değişikliği yapılabilir dediniz ya farkındalık da arttı vatandaşta. Acaba o yasa değişikliği iktidarı kaybetme korkusundan mı, yoksa biz çok baskı yaptık yanlış yaptığı anlamalarından mı kaynaklı?
Kemal KILIÇDAROĞLU- İktidar partisinin kendi içinde bu tartışmalar zaten yapılıyor. Yani AK Parti içinde de vicdan sahibi milletvekilleri var ve yapılan yanlışları görüyorlar. Onların içinden de Adalet Yürüyüşü dolayısıyla gelip beni kutlayanlar oldu. Yani çok iyi bir iş yaptınız dedi. Millet uyandı diye bana söyleyenler de oldu. Sonuçta yapılan işlerin, kurulan baskıların önce kendi içinde çok kapalı bir yapısı vardı AK Partinin dışarıya çok fazla eleştiri yansımazdı ve insanlar konuşurken de çok dikkatli konuşurlardı, çünkü bir daha milletvekili seçilmeme gibi bir yaptırımla karşılaşabiliyorlardı. Ama bu Adalet Yürüyüşü ve yerel seçimlerden sonra parti içindeki rahatsızlıkların çok daha rahat bir şekilde dile getirildiğini, kamuoyuyla bu rahatsızlıkların paylaşıldığını gördük. Bunu ben demokrasi açısından bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü kendi içinde kapalı bir kutu. Baskıya teslim olmuş ve sadece parlamentoda el kaldırıp indirerek milletvekilliği görevini yapan bir anlayıştan ağır ağır ya bu getirdiğimiz şey doğru değil, burada eksiklikler var, yanlışlar var, bir de şu aykırı düşünen insanlara bir danışalım, ya da bir konuşalım bakalım edelim diye düşünceler var. Bu bizim demokratik standardı geliştirmek açısından olumlu gelişmeler. Umuyorum bunlar biraz daha fazla olacak; tıpkı sanatçıların daha fazla konuşması gibi, sivil toplum örgütlerinin daha fazla konuşması, dayanışma kültürünün daha fazla olması, Millet İttifakının kendi içinde ortak ses çıkarması. Bütün bunların tamamı güzel gelişmeler ve bu güzel gelişmeleri artırarak, katlayarak sürdürmemiz gerekiyor.
Gazeteci- Katkınız üzerinden hareket ediyorlar diyorsunuz yani değil mi?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Haklılık üzerinden. Yani sonuçta bu yürüyüşün öznesi haksızlığa uğramış kişilerin sesini geniş dünyaya, bütün dünyaya duyurmaktı zaten haksızlığa uğramış kişilerin. Haksızlığa uğramış kişiler; politikacılar da var, haksızlığa uğramış olan akademisyenler var, yazarlar var, gazeteciler var, sanatçılar var, sendikacılar var. Mesela sendikacılar korkudan siyasal iktidara eleştiri bile getiremiyorlardı. Hala o korku gömleğinin atıldığını tam düşünmüyorum. Yine zaman zaman eleştiri var, ama benim düşündüğüm dozda bir eleştiri yok. Örneğin Şubat ayında Türk-İş’in kamu kuruluşlarıyla yapacağı toplu sözleşme Şubat ayında doldu, geldik Haziran’a cevap bile vermiyorlar. Ama buna karşı Türk-İş arada bir bir şeyler söylüyor, ama biraz çekinerek, biraz ürkerek söylüyor. Oysa benim bildiğim Türk-İş’in eğer benim hakkımı vermiyorsa grev hakkımı kullanırım demesi lazım. Ama bunu söyleyemiyor, cesaret edemiyor. Ama zaman içinde bütün bunlar biraz daha olumlu yönde gelişir diye düşünüyorum.
Merdan YANARDAĞ- Sayın Genel Başkan, sizin Adalet Yürüyüşü’nün sonunda Maltepe’de gerçekleştirdiğiniz Adalet Mitingi’nin aslında kapsamı çok genişti. Cumhuriyet tarihinin en büyük mitinglerinden biriydi öncelikle tespit etmek gerekiyor katılım çok yüksekti. Biz Tele 1 olarak oradan canlı yayın yaptık ve ama ekip olarak alana girmek bizim açımızdan saatleri aldı. Bütün İstanbul ayağa kalkmıştı, büyük bir hareketlilik, büyük bir mobilizasyon vardı. Daha önce benzer bir mitingi de darbenin hemen ardından CHP’nin İstanbul İl Örgütü Taksim’de gerçekleştirdi. Taksim’de de kendiliğinden iyi bir organizasyon, duyuru vs. olmadığı halde kendiliğinden 1,5 milyona yakın insan toplanmıştı. O zaten belli bir eğilimi gösteriyordu. Bir cesaret arayışı vardı. Siz bu mitingle aslında bir korku duvarını yıkıp bir cesaretin ortaya konulabileceğini gösterdiniz. O bakımdan önemli. Ama o mitingde sizin okuduğunuz bir bildiri var. 10 maddelik bir bildiri. Bu önemli bir bildiri. Bunun tekrarlanması lazım. Yani bir adalet duygusunun sadece tartışılması değil adalet yani hatta bazı tarihçiler Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunu Bursa’da bir kadının verdiği karara bağlarlar. Bir Bizanslı ve bir Müslüman tüccar arasındaki itilafta Bursa kadısı Bizanslı tüccarı haklı buluyor. Bunun üzerine zaten Bizans’ın etkisi altındaki nüfuz alanı altındaki kesimler Osmanlı’da bir adalet olduğunu, insanların ticaret hakkının, mülkiyet hakkının, kişilik haklarının, can güvenliklerinin korunduğunu görünce zaten Osmanlı imparatorluğunun genişlediğini belirtirler. Türkiye’de ise bir adalet yok, bu çok açık. Yani ben kumpas davalarından gelen bir kişiyim onu biliyorum. Adalet olmadığı açık, işte insana göre yargı, sizin başınıza gelenler belli. Zaten o büyük tazminat davaları ve yargıçların değiştirilmesi, karar dikte ettirilmesi vs. Adalet Yürüyüşü zaten 12 Eylül 2010 referandumu, yetmez ama evetçilikle ünlenen ve yargıdaki büyük yıkımı gerçekleştiren o referanduma bir cevap niteliğindeydi, ama ben şimdi maddelere hızla baktım, bu maddelerin önemli bir kısmının gerçekleşmediği görülüyor. Mesela ki çok önemli, “Olağanüstü hal koşullarında, serbest tartışmanın yapılmadığı bir ortamda ve üstelik devletin bütün imkanları seferber edilerek gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri gayrimeşrudur” demişsiniz. Çok önemli bir şey. Ama biz, bu gayrimeşru olan anayasaya göre bu toplum yönetilmeye devam ediyor. Bu bir siyasi program. Türkiye’nin bir gelecek tasarımı var.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Ama o anayasa bugünkü tabloyu büyük ölçüde hazırladı. Yani o anayasayla Türkiye’nin sağlıklı yönetilemeyeceğini artık bütün dünya görmeye başladı. Eminim iktidar kanadı da bunu görüyordur.
Merdan YANARDAĞ- İlk çıkış bu Adalet Yürüyüşü’ydü zaten yönetilemeyeceğini ortaya koymak bakımından. Diğer 8. madde mesela “Eğitimde laiklik ilkesinin aşındırılmasına son verilmeli ve toplumsal adaletsizliği yeniden üreten eğitim politikaları değiştirilmelidir” demişsiniz. Bu da çok önemli bir madde. Eğitimde laiklik tamamen ortadan kaldırıldı ve bir takım vakıflara yani cumhuriyet karşıtı olduğu çok açık, cumhuriyet düşmanlığı üzerinden bir siyasal propaganda ve ajitasyon yapan kurumlar Ensar Vakfı gibi tacizle, tecavüzle anılan bazı başka vakıflar, başka kuruluşlara Milli Eğitim Bakanlığı protokol imzalayarak okulları terk ediyor, yani teslim ediyor. “Toplumsal barışımızı bozan tüm antidemokratik uygulamalara eşit yurttaşlık temelinde son verilmelidir” denilmiş 9. maddede ve yine 10. madde de önemli diğerleri gibi “Barışçıl ve uluslararası hukuka saygılı bir dış politikaya dönüş yapılmalıdır. Türkiye yüzünü insan haklarına, hukuk devletine, adalete önem veren uygar milletler ailesine çevirmelidir” demişsiniz. Bu 10 maddeden oluşan bu manifesto, bu siyasal deklarasyon hala Türkiye’nin önündeki en temel siyasal program olarak duruyor. Örneğin Suriye’deki bataklık devam ediyor. İdlip’de Türkiye’nin ne yapacağı belli değil ve yalan söyleniyor topluma ve biz Moskova temsilcimiz bize iletti çok hızlı bir biçimde İdlip’te Türkiye’nin gözlem noktasına saldıranlar El Nusra bağlantılı dinci teröristler. Fakat Mevlüt Çavuşoğlu yaptığı açıklamada “rejim bağlantılı güçler saldırdı” diyor. Rusya Savunma Bakanlığı bir açıklama yapıyor, “hayır Türkiye bizden yardım istedi, El Nusra’ya bağlı terörist bir grup Türk gözlem noktasına saldırmış koordinatlarını bize verdiler biz vurduk” dedi. Bunu açıklayan Rusya’nın Savunma Bakanı.
Şimdi garip bir tabloyla karşı karşıyayız çözülen bir devlet var, çözülen bir adalet sistemi var. Siz bu 10 madde konusunda parti olarak yani gereğini yaptığınızı düşünüyor musunuz? Bu deklarasyon tartışılmıyor, gündemde değil. Oysa çok önemli.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Doğru. O deklarasyon da önemli, 15 Temmuz’dan sonra parlamentoda yaptığım konuşma da çok önemli, Taksim Mitinginde yaptığım konuşma da önemli. Aynı deklarasyonu İzmir Mitinginde de dile getirdik. Maltepe’de konuşmayı yaparken orada yaptığım açıklamalar çok önemli. Bunların tamamı hayata geçti mi? Hayır. Hayata geçecek mi? Evet. Bunun mücadelesi verilecek mi? Evet, bunun mücadelesini vereceğiz. Bu sürecin tamamlanması bugünden yarına gerçekleşmez, gerçekçi olmamız lazım.
Eğitim sisteminde ciddi bozulma var. Devlet dediğiniz kurumu yöneten kişiler, yani siyasal iktidar aslında topluma gerçekleri açıklamak zorundadırlar. Yani yalan söyleyemezler. Ya susarlar bir konuyu toplumla paylaşmazlar çünkü doğruyu söyledikleri zaman farklı bir tablo çıkabilir ortaya. Ya susarlar seslerini çıkarmazlar, belli bir zaman dilimi içinde bu belgeler araştırmacılar, gazeteciler tarafından bulunur, kamuoyuyla paylaşılır. Ama asla ve asla yalan söyleyemezler kendi toplumuna. Şimdi şu anda Türkiye Cumhuriyetini yöneten siyasal iktidar topluma asla ve asla doğruları söylemiyor. Biz doğruları genelde yabancılardan öğreniyoruz. Onların gazetelerinden. Belgeler deniyor, onların bize gönderdikleri belgeleri yine onların gazetelerinden öğreniyoruz. İşte biz onlara cevap vereceğiz neredeyse aradan uzun süre geçti bir mektup yazamıyor musunuz?
Merdan YANARDAĞ- Bize kimin saldırdığını Rusya Savunma Bakanı söylüyor.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet, buna benzer çok şey var, çelişkili açıklamalar var. Artı devlet geleneğinde şöyle bir olay vardır. Siz yabancı birisiyle muhatap olduğunuz zaman yanınızda mutlaka o toplantının tutanaklarını hazırlayan Dışişlerinden bir görevli olur ve onlar devlet arşivine konur. Bu gelenek cumhuriyet geleneği değil, bu aynı zamanda Osmanlı’da da vardır. Yani bütün dünya sağlıklı işleyen bir devlet rejiminde bunların tamamı olur, alınır belgeler, konuşmalar alınır, devletin arşivine konur.
Fakat biz AK Parti iktidarında şunu gördük. Kişi dışişlerinden hiç kimseyi almadan gidip muhatabıyla görüşebiliyor. Ne görüşüyorsun, neyi görüştün? Mesela biz zaman zaman dışarıya heyetler göndeririz. Dışarıya giden heyetlerin yaptıkları görüşmeleri bir rapora bağlarız ve o raporu Dışişleri Bakanlığına göndeririz. Çünkü sonuçta bize aktarılan bazı bilgiler vardır ve bu bilgileri Dışişleri Bakanlığının, Dışişleri bürokratlarının da bilmesi gerekir. Onlar alır arşivine koyar, biz de kendi arşivimize koyarız. Ama siz genel olarak ülkeyi yöneten bir siyasal partinin ya Dışişleri Bakanı ya Milli Savunma Bakanı veya herhangi bir bakan gidip Pentagonla veya gittiği ülkenin bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisiyle ya da Dışişleri Bakanıyla görüşürken yanına Dışişleri Bakanlığından hiç kimseyi almaması, yanına tercüman olarak sadece bir milletvekilini alması ve görüşmeleri o çerçevede yapması devlet geleneğiyle bağdaşmaz ve doğru değildir. Ama bunları biz şimdi yaşıyoruz. Milli eğitimde yaşıyoruz, dış politikada yaşıyoruz, ekonomide yaşıyoruz. Ekonomide de benzer olaylar var, orada da adaletsizlikler var. Bakın adalet kavramının öznelerinden birisi de şudur; devleti yönetenler vatandaştan vergi toplarlar. Niçin? Vatandaşa hizmet etmek için, toplumsal dengeyi sağlamak için, yoksula yardım etmek için, ülkeyi kalkındırmak için, üniversiteleri büyütmek için, hayat standardını yükseltmek için ve dolayısıyla sağlıklı işleyen bir demokraside vatandaştan toplanan verginin hesabını siyasal iktidar vatandaşa vermek zorundadır, sizden şu kadar vergi topladım, şu kadarını harcadım.
Şimdi ben size bir soru sorayım, gazetecisiniz, İstanbul havaalanı kaça mal oldu? Hiç kimse bilmiyor. Şehir hastaneleri kaça mal oldu? Hiç kimse bilmiyor. Köprü yaptılar kaç mal oldu? Hiç kimse bilmiyor. Peki benim vergimi harcıyorsun ve ben bunu bilmiyorum ve biz bu ülkede adaletten söz ediyoruz ve biz bu ülkede demokrasiden söz ediyoruz. Şimdi vatandaş kalkıp şu soruyu soruyor, köprüyü kaça yaptınız? Ticari sır veremeyiz. Ne demek ticari sır? Vermiyorlar. Nereden öğreniyoruz? Eğer bir uyuşmazlık çıkar da mahkemeye olay intikal etmişse mahkeme dosyaları istiyor ve biz oralardan öğrenebiliyoruz veya Türkiye Mimar Mühendis Odaları oradan veya sendikalar veya dernekler oralardan ancak bilgileri devşirip öğrenebiliyorlar. Böyle bir devlet anlayışı olmaz. Devlet dediğiniz saydamdır, ayna gibidir devlet dediğiniz kurum. Vatandaştan vergi toplar ve onun hesabını verir.
Bakın Fransa’da vergi konseyi diye bir kurum var. Vergi konseyi doğrudan Fransa’da başkana bağlıdır ve her yıl vergiyle ilgili özel bir rapor hazırlar bu vergi konseyi ve doğrudan başkana sunar. Vergiler ne kadar toplandı, nereye harcandı, vergi denetimi nasıl yapıldı bütün bu ayrıntılar vardır. Bizde de vergi konseyi var ama adı üstünde vergi konseyi var. Ne iş yapar? Hiç kimse bilmez ne iş yaptığını.
Ekonomik ve sosyal konsey var. Normalde ekonomik ve sosyal konsey toplanır belli aralıkla, üç ayda bir toplanması lazım ve Türkiye’nin işte ekonomik ve sosyal açıdan sorunları orada görüşülecek, tartışılacak. En son 5 Şubat 2009’da toplandı. Şimdi 2019’dayız. Var mı böyle bir kurul? Var. Çalışıyor mu? Hayır. Toplanıyor mu? Hayır. Ama bu bir anayasal kurum. Olsun anayasal kurum. Yasaların işlemediği, hukukun işlemediği, her şeyin baskı altına alındığı ve bir kişinin iradesine bağlı olarak bütün olayların geliştiği bir Türkiye’den söz ediyoruz ve o Türkiye bu Adalet Yürüyüşü’yle bütün dünyada adaletin olmadığı ve adaletin büyük ölçüde törpülendiği bir Türkiye olarak toplumun önüne kondu ve toplum bütün bunları görmeye başladı.
Merdan YANARDAĞ- Efendim bu program güncel o halde, yani partinizin de rotasını belirleyen güncel bir program denilebilir değil mi?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet, bakın bu yürüyüşten sonra CHP’nin dili değişti, dünyaya bakışı değişti. Herkesi kucaklayan bir dil kullanmaya başladık. Herkese saygı gösteren, her düşünceye saygı gösteren bir dil kullanmaya başladık. Bütün sivil toplum örgütlerini, bize destek versin veya vermesin bütün sivil toplum örgütlerini ziyaret etmeye, o sivil toplum örgütlerinin sorunlarını dinlemeye başladık. Toplumun dokularına inmeye başladık.
Bakın size bir örnek vereyim, daha iki gün önce İstanbul’da apartman sorumlularıyla ilgili bir toplantı yaptık. Yani bizim günlük konuşmalarımızda kapıcı dediğimiz apartman sorumluları. Her apartmanda bunlar var. Bunların dertleriyle ilgilenen var mı? Bunlar bodrum katlarında yaşamak zorunda mı? Bunların güneş görmeye hakları yok mu? Bazı okullarda bunların çocukları için ayrı sınıflar yapılıyor. Bu kadar büyük insan hakkı ihlali olur mu? Hiç ilgilenmiyoruz. Siyaset kurumu da yeteri kadar ilgilenmiyor, ama biz ilgileniyoruz. Bunlar da insan, bunların da güneş görmeye, bunların da ağaç görmeye hakları var. Bunlar apartmanlarda yaşayanların, herkesin derdini biliyorlar ama o apartmanda yaşayanlar bunların dertlerini hiç bilmezler. Bunların hiçbir doğru dürüst sosyal güvenlik hakları da yok.
Bir kadın kalktı şunu söyledi; “Her ay ben sadece 11 gün sigortalı gösteriliyorum. Ama ben 30 gün çalışıyorum ve benim saat kavramımda yok, yani zile basınca ben gidiyorum gece yarısı bile olsa. Gitmezsem işime son verecekler ve güvencem bile yok” diyor. Şimdi bu insanlar da adalet arıyorlar, hak aramaya başladılar. Yani bizim hakkımız yok mu diyorlar ve bunlar da hak arıyorlar bunlar çok önemli.
Aynı şekilde taşeron işçilik vardı. Onların da yani görevleri bir kişinin iki dudağı arasındaydı. Yarın sabah gelme işe dediği zaman gidiyordu zaten hiçbir hak bile arayamıyordu. Onların da sorunlarını ağırlıklı olarak gündeme getirdik ve onlar da kadro aldılar bir şekliyle. Yani bu Adalet Yürüyüşü aslında toplumun temel meselelerine yönelik de önemli gözlemlerin ortaya çıkmasına, önemli sorunların bir nebze olsun çözülmesine yol açtı.
Bakın biz bir şey daha yaptık; sokak ekonomisi, Türkiye’de hiç dillendirilmeyen, üniversitelerde bile doğru dürüst üzerinde durulmayan bir sokak ekonomisi, yani geçimini sokaktan sağlayan insanların tablosu. Kağıt toplayanlar, plastik toplayanlar, yiyecek toplayanlar, simit satanlar, çiçek satanlar, bütün bunlar, 8 milyonluk bir kitle bu. Bunları her gün hepimiz görüyoruz. Çöpte kağıt toplayanları bir şekliyle görüyoruz. Bir arabayla ya arabadan geçerken, ya otobüste giderken ya minibüste giderken bunları görüyoruz. Görüyoruz ama görmüyoruz bunların derdi var mı, bunların sosyal güvenlik hakkı var mı? Bunların da adalet talepleri var ve bu Adalet Yürüyüşü’nden sonra bu kesimlerin de bize yönelik bizi niye görmüyorsunuz, bizi niye dillendirmiyoruz, bizim haklarımızı neden ifade etmiyorsunuz diye.
Hatta şöyle bir olay da oldu. Ben hep asgari ücretlilerin sorunlarını dile getirirdim. Bir gün bir mektup geldi; “Asgari ücretlinin hiç değilse bir ücreti var, yani bir geliri var, bunun 2 bin 20 lira bile olsa bir geliri var. Peki asgari ücretin altında aylık alan ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan mevsimlik işçileri niye dile getirmiyorsunuz” diyordu. Haklı. Yılın 3 veya 4 ayı çalışan, ondan sonra işsiz kalan milyonlar var, onlar da hak arıyorlar.
Şimdi hak arama talebi büyüdükçe, siyaset kurumunun ilgi alanı da doğal olarak buralara yoğunlaşmak zorunda.
Bu yürüyüşü siste yaptık, yürüyüşü soğuk havada yaptık, yürüyüşü yağmurda yaptık, hiçbir zaman geri dönmedik, hiçbir zaman yılmadık. Dolayısıyla bu yürüyüşte duygulu anlarımız oldu, keyifli anlarımız oldu. Bu yürüyüşte düğünler oldu, bu yürüyüşte ihbarlar geldi insanlar bizim konuşlandığımız alana aramayla aldılar, arandı bunlar ve söyledik hiç asla itiraz etmeyin sizin güvenliğiniz için polis bunu yapıyor diye. Ve bu yürüyüşte bize destek veren, bizim güvenliğimizi sağlayan bütün polislere de, polis teşkilatına da bu vesileyle teşekkür etmek isterim, gerçekten bizim güvenliğimizi sağladılar, bizimle beraber büyük bir kısmı yürüdü, sonra onlar gitti başkaları geldi bizimle beraber yürüdüler güvenliğimizi sağlamak açısından. Polislere gerçekten yürekten teşekkür etmek isterim.
Evren ÖZALKUŞ- Özlem Hanım siz sorunuzu unutmayın lütfen. Çünkü Sayın Kılıçdaroğlu’nun değindiği noktadayım ben de. Çünkü örnekler verdiniz az önce adalet arayışlarından bahsettiniz. Siz o yürüyüşü yaparken o dönemin Başbakanı Binali Yıldırım “Maltepe’ye hızlı trenle gidebilir, kendisine eziyet etmesine gerek yoktu” demişti. Şimdi bugüne baktığımızda tabi artık AKP’nin İstanbul Belediye Başkan Adayı bir kez daha o tekrarlanan seçimlerde. Onu da ben yaptım, bunu da ben yaptım söylemiyle öne çıktığını görüyoruz. Tekrarlanan seçimlerde Denizli Honaz belediye başkanı 8 oy fark vardı, 2 bin küsur oy farkıyla Yüksel Kepenek seçimi kazandı. Bizim yayınımıza bağlandığında şöyle demişti Sayın Kepenek, bu oy farkı nasıl 8’den bu kadar açıldı, büyüdü diye sorduğumda. Çünkü bizim vaatlerimiz onlarınki gibi maddi temeller üzerine kurulu değildi. Çünkü biz ruhlarına da dokunduk. Çünkü biz onların dertlerini de dinledik demişti.
Şimdi şöyle bir bağlantı kuracak olursak, hani o size yüksek hızlı tren var diye seslenen Binali Yıldırım’dan onu da ben yaptım diyen Binali Yıldırım’a kadar gelecek olursak; söylemde, niyette, belki de amaçta o günden bugüne baktığınızda CHP’nin ve iktidar partisinin temel farklarını ne olarak siz nasıl değerlendirirsiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi Adalet Yürüyüşü’nü hangi gerekçeyle yaptığımızı kavrayamayan insan hızlı trenle gidebilirsiniz diyor. Hızlı tren değil uçakla da gidebiliriz, arabayla da gidebiliriz, hızlı trenle de gidebiliriz. Yürüyüş İstanbul’a erken varma yürüyüşü değil zaten. Yürüyüş bir hak talebi yürüyüşü ve bir Adalet Yürüyüşü ve bu adaletin 82 milyonun dokularına işlemesi lazım. Herkes hayatının bir safhasında bir adaletsizlikle karşılaşmış zaten. Adalet kavramını bu kadar geniş kitlenin kısa sürede içselleştirmesinin temeli de bu zaten. Ya mahkemede bir adaletsizlikle karşılaşmış, ya sokakta, ya siyaset kurumuyla muhatap olurken bir adaletsizlikle karşılaşıyor bu insanlar. Ve adalet talebini biz yüksek sesle dile getirdikten sonra vatandaş da adalet talebini yüksek sesle dile getirmeye başladı. Esnafı da, taciri de, sanayicisi de, avukatı da, doktoru da, işsizi de, çalışanı da, asgari ücretlisi de, emeklisi de herkes dile getirmeye başladı. Öğrencisi de, üniversite öğrencisi de herkes dile getirmeye başladı. Çünkü bir adaletsizlik var Türkiye’de ve bu adaletsizlik toplumu rahatsız ediyor, ama siyasi iktidarı rahatsız etmiyor. Çünkü o adaletsizlik yapıyor, ama adaletsizlikten aynı zamanda besleniyor. Siyaset, yani siyasetçi görev yaptığı süre içinde, siyaset görevini yaptığı süre içerisinde zenginleşemez. Zenginleşirse halkın verdiği vergilerden bir şeyler tırtıklıyor demektir, bir şeyler kapıyor demektir, alıyor demektir. Çünkü siyaset zenginleşme aracı değil, siyaset halka hizmet etme aracı.
Şimdi siz halka hizmet edelim diyorsunuz, adaleti gerçekleştirelim diyorsunuz, gelir dağılımını dengeleyelim diyorsunuz, herkesin iş güvencesi olsun diyorsunuz, herkes adalet içinde, huzur içinde yaşasın diyorsunuz. Ama bunu görmüyor, beyim niye yürüyorsun diyor, sen hızlı trenle git diyor. Niçin? Adaletin ne olduğunu bilmiyor, adaletin ne kadar değerli bir kavram olduğunu bilmiyor. Adalet onun düşüncesinde yok, onun dünyasında yok adalet. Onun dünyasında var olan şu, bir şey var ben bundan nasıl yararlanırım, benim ailem bundan nasıl yararlanır. Bir gemi aldım, ikinci gemiyi nasıl alırım. Üç tane imkanım oldu, dördüncü imkanı nasıl sağlarım. Bu arayış. Zaten bu Adalet Yürüyüşü’nün özünde yatan da vatandaştan toplanan vergilerin vatandaşa hizmet olarak dönmemesi. Özellikle siyaset kurumunun çıkarlarına hizmet etmesidir. “Beşli çete” dediğimiz bir kavram var. Nedir bu kavram? Türkiye’nin en büyük ihaleleri beş kişiye veriliyor, beş kuruma veriliyor Türkiye’nin en büyük ihaleleri ve bunlar sipariş üzerine veriliyor. Öyle ihale yasası falan yok artık, onların hiçbirisi yok.
Dolayısıyla maliyet soruyorum, kaça mal oldu. Çünkü o maliyeti ödeyecek olan doğan çocuktan 90 yaşındaki insana kadar herkes ödüyor, herkes vergi ödüyor. O zaman vergi ödüyorsam ben arkadaş bunu kaça mal ettin bana bunu anlat. Benim bunu isteme hakkım var ve bu hak aynı zamanda adaletin sağlanmasını sağlayan bir hak. Ben bunu soracağım ki sen de bana yanıt vereceksin ve dolayısıyla benim paramı, kaynağımı doğru yere harcayıp harcamadığını ben görmüş olacağım.
Dolayısıyla Binali Bey trene davet etmiş hızlı trene, uçağa da davet edebilirdi, daha hızlı sürede uçakla gidebilirdik.
Savaş KERİMOĞLU- Bu manifesto üzerinden Sayın Yanardağ’ın ifade ettiği gibi biraz üzerinde durmakta fayda var gibi. Sonuçta siz de altını çizdiniz Türkiye için çok önemli bir manifesto. Sizin not ettiğiniz bir şey var mı Demirağ?
Yavuz Selim DEMİRAĞ- Şimdi manifestoda, 6. maddesinde şöyle diyorsunuz, “150’nin üzerindeki gazetecinin hapiste olduğu bir ülkede demokrasiden söz edilemez. Sadece mesleklerini yaptığı için tutuklanan gazeteciler derhal serbest bırakılmalı, medya üzerindeki tüm baskılara son verilmeli, düşünceyi ifade özgürlüğünün tüm engeller kaldırılmalı.”
Şimdi buradan Eren’i de bir hatırlayalım, Eren de o yürüyüşteydi. Şimdi Eren de yazdıkları için, yöneticisi olduğu gazete için hapiste. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki, oradaki meslektaşlarımız hapiste. Yine çok fazla değişen bir şey yok. Bi rde siz o yürüyüş esnasında bunları hep dillendirdiniz ama mesela iktidar partisi dedi ki, yok erleri biz tutuklamadık. Bir sürü hala erler tutuklu. Evet uzman çavuşlar yani binlerce uzman çavuş tutuklu.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Öğrenciler tutuklu.
Yavuz Selim DEMİRAĞ- Evet askeri öğrenciler var tutuklu. Ve çok şey değişmiyor ama biz tartışıyoruz sonuç alamıyoruz. Bundan sonra nasıl alırız bu sonucu?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Doğru, Türkiye bir ara dünyanın en çok gazeteci hapseden ülkesiydi. Bir kısmı tahliye oldu, ama yine önemli bir kısmı içerde. Malum sizin de yazdığınız Yeniçağ Gazetesi İstanbul’da da saldırıya uğradı, siz saldırıya uğradınız ama failler, gazeteye saldıranların kim olduğu ortaya çıkmadı, bulunmadı, bulunamadı niçin? İktidarın koruması altında bu saldırı gerçekleştiği için failler yakalanmak istenmiyor, yoksa yakalanır niye yakalanmasın?
Sözcü Gazetesi için aynı şekilde, bugün Sözcü FETÖ’cülükle suçlanıyor ki yani aklın alacağı şey değil. Yani Sözcü Gazetesi’nin bütün kurulduğu tarihten bu yana bakın FETÖ’yle mücadele tarihi demektir yani oraya baktığınız zaman, ama şimdi olay tersyüz ediliyor ve onlar, yani o gazetenin saygıdeğer yazarları FETÖ’cü diye suçlanıyorlar. Cumhuriyet Gazetesi yine aynı şekilde. Osman Kavala sivil toplum örgütünün önemli bir aktörü, o da uzun süredir hapiste. Daha hapiste olan çok kişi var. Doğru bunlar Türkiye’nin gündeminde ve biz her ortamda bir şekliyle bunları gündeme getiriyoruz. Siyasiler var içerde, bunlar da hapisteler ve bunların da hapse atılması doğru değil.
Benim şahsi kanaatim ve partimizin de bu konudaki düşüncesi de o, şöyle, hiç kimse düşüncelerinden ötürü hapse atılmamalı. Her düşünceye katılırız veya katılmayız ama saygı duymak zorundayız. Kişileri düşüncelerinden dolayı hapse atarsanız o zaman zaten bu ülkede demokrasi var diyemezsiniz. Düşünce zenginliği aslında Türkiye’nin hızla büyümesi ve gelişmesine de ortam hazırlar. Farklı düşünceler, farklı görüşler oturulup uygarca tartışılmalı, yol yöntem araştırılmalı. Dolayısıyla dayatma kültürünü sağlıklı bir tartışma kültürü yerine bıraktığımız zaman daha sağlıklı bir zemine Türkiye oturmuş olur. Bu Türkiye’nin uluslararası itibarını da artırmış olur. Orada sözünü ettiğimiz medya üzerindeki baskılar sadece hapse atılmakla sınırlı değil. Bakın başka şeyler de var. Örneğin işte THY, bir kamu kurumu, THY’de iktidarın hoşuna gitmeyen gazeteler dağıtılmaz. Niçin? Niçin dağıtılmaz? Yeniçağ dağıtılmaz, Sözcü dağıtılmaz, Cumhuriyet dağıtılmaz, Evrensel, Birgün dağıtılmaz, Milli Gazete dağıtılmaz, Yeni Asya Gazetesi dağıtılmaz. Niye dağıtılmaz? Çünkü bunlar şöyle veya böyle iktidarı eleştiriyorlar diye. Devletin tekelinde olan, ya da devletin bankaları olan işte Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıflar Bankası bu gazetelere ilan vermezler, Türkcell bu gazetelere ilan vermez. Niye vermez, niçin vermez, hangi gerekçeyle vermez? Siyasal iktidarı eleştirdiği için. Şimdi bu siyasal iktidara biz adil davranıyor diyebilir miyiz? Binali Bey geldiğinde kendisine şunu söyledim; gazetelerin tirajları belli, en azından bu tirajları esas alın, objektif bir ölçüyü esas alın, gazeteleri dağıtın. Yani THY buna göre gazeteleri dağıtsın. Tirajlar belli zaten, siz de denetleyin tirajları bu ölçüler içinde alınsın, vatandaş istediği gazeteyi alıp okusun. Bana zorla şu gazeteyi okuyacaksın diyor. Ben okumak istemiyorum niye bana dayatıyorsun sen?
Şöyle bir olaya tanık oldum, yurtdışından gelirken yine bu havuz medyasının gazeteleri konmuş bir yürüyen arabanın üzerine, emin olun o büyük uçakta sonuna kadar gidildi hostes götürdü ve geri geldi. Gazetelerin tamamını bir tomar halinde bir dolabı açtı ve oraya koydu. İnsanlar alıp okumadılar. Bu bile başlı başına bir skandaldır gerçekten. Yani gazetelere sadece yöneticiyi veya gazetenin yazarını hapse atmakla değil, onları acaba finans açısından nasıl zor durumda bırakırız, nasıl çalışamaz hale getiririz diye özel bir arayışları da var. Ama bu doğru değil, ahlaki değil, adaletli değil. Bunu görmeleri lazım, bilmeleri lazım. Ben bunu bizzat kendim dönemin Başbakanına söylediğim için hani haberimiz yok falan diyemezler.  
Evren ÖZALKUŞ- Efendim tam top ayağımıza gelmişken şu meşhur yayın yapılacak. Şimdi bu kadar televizyon iktidara yakın bir takım sermaye grupları tarafından satın alındı, bu kadar gazete de satın alındı, ama nedense Binali Bey İsmail Küçükkaya’yı, hatta ondan önce Uğur Dündar’ı tercih etmişti, sonra İsmail Küçükkaya’yı. Neden kendilerine yakın bir televizyon kanalında kendilerine yakın bir gazeteciyle değil de, daha objektif olacağını düşündükleri bir ismi ortak yayında tercih ettiler ve yarınki yayına ilişkin öngörünüz nedir?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle ifade edeyim, diğer gazetelerin ve televizyon kanallarının toplum nezdinde itibarının olmadığını onlar da gayet iyi biliyorlar. Hatırlarsanız bir ara Binali Bey “ben sesimi duyuramıyorum” demişti. Dünya kadar televizyonun var, dünya kadar gazeten var, çık konuş. Çıkıp konuşuyor ama kimse izlemiyor, kimse okumuyor. O nedenle hani en iyisi İsmail Bey’i söyleyelim de işte dolayısıyla hani daha geniş bir kitle, kendi kitlesi de dahil olmak üzere beni dinler diye düşünmüş olabilir. Yarınki televizyon konuşmasının uygar bir ortamda geçmesini isterim. Tarafların düşüncelerini aktarmalarını, projelerini aktarmalarını, nasıl bir İstanbul düşlediklerini; doğrusunu isterseniz ben biliyorum Ekrem Bey’in, ama Binali Bey’in nasıl bir İstanbul düşlediğini de ben de merak ediyorum.
Evren ÖZALKUŞ- Efendim peki siz de Sayın Erdoğan’la böyle bir televizyon programında, bir münazarada karşı karşıya gelmek ister misiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Erdoğan cesaret edemez. İsterim tabi.
Merdan YANARDAĞ- Birkaç teklif yapıldı zaten daha önce tarafınızdan.
Kemal KILIÇDAROĞLU- İsterim ama cesaret edemez.
Evren ÖZALKUŞ- Adalet Yürüyüşü sırasında Guardian’a bir yazı yazdınız. O yazıda diyorsunuz ki, “bağnaz popülizmin yükselişine karşı mücadelenin tek yolu demokratik değerleri savunmak için dayanışmada olmaktır.” Adalet Yürüyüşü’nüzün mesajı da budur. Bu dayanışmayı o zamandan beri görüyoruz. Yerel seçimlere baktığınızda o dayanışmayı Milli İttifak adının yanı sıra temas edilenlerle beraber tüm kucaklayıcılığıyla da görüyoruz. Sonuçlar da bu kucaklamanın CHP’ye lehi olarak döndü. Kazanılan pek çok ilçe, il ve büyükşehir var İstanbul dahil olmak üzere. Ancak İstanbul’da mazbata alındı YSK eliyle. Bu dayanışma 23 Haziran’da CHP’ye seçimi İstanbul’da yeniden aldırtacak mı?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle, 23 Haziran’da sandığa gidecek pek çok vatandaş parti ayrımı yapmaksızın Ekrem Bey’e oy verecek. Yani AK Partili olan vatandaşlar da verecekler. Çünkü bir haksızlık yapıldığını, bir adaletsizlik yapıldığını onlar da biliyorlar. Az önce söyledim, adaletsizlik aslında toplum vicdanında derin yaralar açabiliyor ve insanlar bir adaletsizlik karşısında suskun kaldıklarında, hayatları boyunca kendi vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında kendilerini içsel olarak suçlayabiliyorlar neden ben bu haksızlığa karşı çıkmadım diye, neden bir şeyler söylemedim diye. Şimdi 23 Haziran’da önemli bir fırsat var. Bozulan adalet terazisini inşallah İstanbullular düzeltecekler, buna inanıyorum. Çünkü alanda yaptığım görüşmelerde, konuşmalarda bir haksızlık olduğunu söylüyorlar. Çünkü İstanbul ili ve YSK geçersiz oyların tamamını saydılar, sondajlama yöntemiyle yaptılar, sayımlar yapıldı, yine sonuç değişmedi. Bazı ilçelerde yine iktidar partisinin talebi üzerine oyların tamamı sayıldı, yine herhangi bir değişiklik olmadı. Yani sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan hepsini saydılar, sonuç değişmedi. Ama sonuçta biz iptal ediyoruz dediler. Oylar çalındı diye bir ifade kullandılar, elimizde kamera kayıtları var dediler. Ortada ne kamera kaydı var, ne de bir şey var, hiçbir şey yok. Olsa zaten gösterirlerdi, biz de derdik ki evet ya bu olmuş, bu haksız bir şey diye. Ortada bir haksızlığın olduğunu, adaletsizliğin olduğunu toplumun her kesimi üç aşağı beş yukarı görüyor zaten, kabul ediyor bunu. Ben hakkın teslim edileceğine inanıyorum. 24 Haziran’da farklı bir Türkiye olacak.
Savaş KERİMOĞLU- Belki bu noktada manifestoya çok kısa bir dönüş yapabiliriz. O manifestonun içerisinde çünkü YSK’ya da sanırım bir şey var. YSK’ya o gün, yani 9 Temmuz 2017’de YSK’ya bir atıfta bulundunuz ve itirazınızı ifade ettiniz.
Evren ÖZALKUŞ- Şöyle ifadeniz, “Toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan anayasa yerine, bir kişinin beklentilerine yanıt veren bir anayasa değişikliği YSK’nın yasadışı kararıyla yürürlüğe konulmuştur. Bu bir mühürsüz seçimdir. Türkiye gayrimeşru bir anayasayla yönetilemez, yönetilmemelidir.” Mühürsüz seçim.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Bizim siyaset tarihimize “mühürsüz seçim” olarak girecektir bu. Çünkü yasanın öngördüğü emredici hükmü YSK kabul etmedi, farklı bir karar aldı ve farklı bir sonuç çıkardı ortaya. O nedenle biz zaten yapılan anayasa değişikliğini meşru görmüyoruz, doğru da görmüyoruz.
Merdan YANARDAĞ- Çok ciddi bir yaklaşım. Yani meşru görmediğiniz bir anayasayla Türkiye yönetiliyor. O halde cumhuriyeti demokratik bir anayasa temelinde kendi o tarihsel aydınlanmacı değerlerine bağlı olarak yeniden kurmak, yeniden üretmek gibi bir persfektife de sahip misiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elbette. Biz 12 Eylül darbe anayasasını da meşru görmüyoruz. Meşru görmüyoruz, ama tabi yürürlükte olan bir anayasa var ve ona göre zaten sistem yürüyor.
Merdan YANARDAĞ- Şimdiki sistem pek yürüyemiyor galiba.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdiki hiç yürümüyor zaten. En büyük şikayet iktidarın yine kendisinden geliyor. Çünkü parlamentoyla yürütme organı arasındaki ilişki tamamen kopmuş durumda. Bakanlar parlamentoya herhangi bir hesap vermiyorlar ben istediğimi yaparım, istediğimi…
Merdan YANARDAĞ- Efendim AKP Türkiye’yi yönetemiyor artık. Yani benim gözlemim bu, katılır mısınız buna?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Ben onu şöyle diyorum; “Türkiye’yi yönetemiyor değil, zaten Türkiye yönetilmiyor, Türkiye savruluyor.” Hatta şöyle bir ifade de kullanıyorum, “82 milyon freni patlamış bir kamyona binmişiz ve yokuş aşağı gidiyoruz, ne olacağımız meçhul” diye. Gerçekten de tablo böyle. Ekonomik açıdan baktığınızda böyle, eğitim açısından baktığınızda böyle, dış politika açısından baktığınızda böyle. Dış politikada yaşadığımız travmaya bakın…
Merdan YANARDAĞ- Denge ve fren sistemi de kalmamış durumda.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Hiçbir şey yok. Yani bir kişinin iradesi üzerine her şey inşa ediliyor. O inşa edilen şeyin yanlış olduğu çıkıyor ortaya ve yıkılıyor o. Onun yerine yeni bir şey yapabilir miyiz diye gidiyorlar, yeni bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Sonunda fatura bu ülkenin vatandaşına çıkıyor. Sarayda oturanlar bir fatura falan ödemiyorlar. Yani gerçekten de ben bazen kibir abidesi falan diyorum, ama gerçekten kibir abidesi. Yani çıkıp bir ülkenin Cumhurbaşkanı vatandaşına şunu söyler mi Allah aşkına ya? “Karınlarını doyuruyoruz, bize oy vermiyorlar.” Bu söylenecek laf mı? Yani adalet dediğimiz kavramı dile getiriyoruz, bugün gündemimiz adalet, bu söylenir mi? 82 milyon senin karnını doyuruyor! 82 milyon sana o sarayın ışıkları, yolu, köprüsü bilmem nesi, aldığın aylıklar, çifte maaşlar nereden alıyorsun bunu? 82 milyon sana ödüyor, sen dönüyorsun karnını doyurdum diye… Bir parmak bal çalmışlar, bana niye oy vermiyorsun diyor ve sitem ediyorsun. Hangi adalet, hangi ahlak, hangi inanç, hangi kimlik?
Baktığınız zaman dejenere olan bir yapı, yönetilmeyen bir Türkiye, sürekli şikayet eden bir yapı. Eskiden şikayet etmezlerdi bizi suçlarlardı CHP hep şikayet eder diye. Şimdi onlar şikayet ediyorlar. Biz doğruları göstermeye çalışıyoruz; bu yol yürümez, bu yol yürünecek bir yol değildir, bu yanlış bir yoldur, dolayısıyla Türkiye’nin bu çemberin süratle dışına çıkmak zorundadır ve çıkmalıdır, uygar dünyanın bir parçası olmalıdır Türkiye. Bunu söylüyoruz, bunu ısrarla dile getiriyoruz, ama öyle bir tablo var ki Merdan Bey gerçekten insan üzülüyor Türkiye bunu hak ediyor mu diye. Hak etmiyor Türkiye bunu.
Türkiye’de AK Partili vatandaş var, o da şikayetçi. Tamam diyor yani ben partime oy veriyorum, ama böyle olmamalı diyor. Bir vicdan var, o da kendi vicdanını sorguluyor.
Merdan YANARDAĞ- Galiba din istismarıyla geldikleri bir yer bitti, bir yol bitti galiba öyle görülüyor. Yani İstanbul seçimleri bunun çok açık bir kanıtı gibi duruyor önümüzde.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Geldiğimiz nokta şu, yani Adalet Yürüyüşü şu gerçeği de ortaya çıkardı. Değişimden yana olan parti CHP, statükocu olan parti AK Parti. Artık o statükoyu temsil ediyor, çünkü ufku dolmuş vaziyette, ne yapacağını bilmiyor. Ve dış egemen güçlere ekonomik ve siyasal açıdan bağımlı hale geldi ve Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike şu, en büyük tavizi verecek bir kişi var ve o kişi her türlü tavizi vermeye hazır, yeter ki kendisinin meşruiyeti kabul edilsin ve Türkiye bu kritik noktada. Dolayısıyla Türkiye’nin süratle o güçler ayrılığını güçlendirmesi, fren denge sistemini yeniden oluşturması… Ve Türkiye’yi biz bir kişiye teslim edecek bir Türkiye olmaktan çıkarmalıyız, birlikte çıkarmalıyız. Yani bunu sadece düşünen CHP’liler olmamalı. Ülkesini seven her vatandaş şunu düşünmeli; bu kadar olmaz, Türkiye böyle yönetilemez, Türkiye’nin sağlıklı yönetilmesi lazım. Liyakat dediğimiz kavram, adaletin bir başka versiyonudur liyakat. Liyakatle Türkiye yönetilsin. Yani işi ehline vereceğiz, inancımız da bunu öngörüyor. İşi ehline verelim diyoruz, partizanlık diz boyu. Bir kişiyi alıyorsunuz 40 tane şirketin yönetim kurulu üyesi yapıyorsunuz, pes yani. 8,5 milyon insan işsiz yani. Eski bakanlar alınıyor devletin önemli görevlerine getiriliyor. Milletvekilliği görevi bitmiş olanlar, ya büyükelçi olarak tayin ediliyor veya bakan yardımcısı olarak bir yerlere atanıyor. Başka kimse yok mu? Ben şunu da merak ediyorum, AK Parti’de başka kimse mi kalmadı? AK Parti’de de çok birikimli insanlar var, yetenekli insanlar var. Genel müdür yapacaksanız bunları yapın, bakan yardımcısı yapacaksanız bunları yapın. Nerede eski, köhnemiş birisi varsa efendim onu alalım bakan yardımcısı, alalım bilmem stratejinin bilmem nesine atayalım. Yeter ya, gerçekten yeter! Yani insan gerçekten üzülüyor.
Merdan YANARDAĞ- İlk kurucu kadrosu Sayın Erdoğan’ın yanında değil, pek kalmadı galiba.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Kim kaldı ki etrafında. Yani bir grup var tabi yani. Onların da kendi içinde çatışmaları var, var oğlu var yani. Ama bütün bunlar bizi asla umutsuzluğa sevk etmemeli. Şu bir gerçek, Adalet Yürüyüşü Türkiye’de çok şeyi değiştirdi ve bundan sonra da değiştirecek. Yeter ki biz toplumun her kesimini kucaklayan dili, toplumun her kesimini kucaklayan görüşü koruyalım.
Merdan YANARDAĞ- Politik dengeyi değiştirdi ve 31 Mart seçimleri de galiba bu politik dengenin değişmesinin somut olarak kendisini ifade ettiği bir alan oldu galiba.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Aynen öyle evet.
Savaş KERİMOĞLU- Efendim yavaş yavaş noktalayacağız. Sizin de altını çizerek bu Adalet Yürüyüşü’nün aslında sadece bir parti yürüyüşü olmadığını, bugün için değil geleceğe dönük, çocuklar için, torunlar için ve Türkiye’nin geleceği için atılan adımlar olduğunu, bir yürüyüş olduğunun her fırsatta altını çizdiniz. 8 Temmuz 2017’de İstanbul’da artık sadece Maltepe’ye doğru yürüyüşünüzün kaldığı anda karavana girmiştiniz, çok yorgun bir etap bitmişti ve orada siz dinlenmeye çekildiğinizde size bir soru sormuştum ben belgesel için. Arkadaşlarım onu belgeselden çıkarmışlar, almışlar. Bir onu dinleyelim, sizin o mesajınızı tüm Türkiye’ye bir kez daha duyuralım. Çünkü izliyoruz sürekli gerçekten toplumun her kesimi, her yaştan insanın, anne kucağındaki çocuktan 70 – 80 yaşına, 90 yaşına kadar insanımızın katıldığı bir yürüyüş ve bir mücadeleden bahsederken siz özellikle altını çizdiniz, bu yürüyüş aslında geleceğimiz için demiştiniz, bir dinleyelim.
O gün verdiğiniz bir mesaj ve duygu dolu bir mesaj ve belki de yürüyüşün ne anlama geldiğini ifade eden en önemli anlar. Bugün bir mesajınız ne olabilir? Öyle de kapatalım izin verirseniz.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sadi’nin adaletle ilgili bir cümlesini çok sık kullandım, “Dünyanın bütün nehirleri adalete susamış bir insanın susuzluğunu gidermeye yetmez” diye. Gerçekten çok önemli bir cümle bu. Adalet hepimiz için geçerli olan bir kavram. Biz sevelim veya sevmeyelim veya birileri bizi sevsin veya sevmesin herkese adil davranmak zorundayız. İnsan davranışlarını kendi vicdanında tarttıktan sonra düşüncelerini ifade ederse, kendi vicdanında tarttıktan sonra davranışlarını kontrol ederse emin olun Türkiye çok güzelleşir. Siyasetin de kendi kuralları olmalı. Elbette siyasette tartışmalar olur, elbette siyasette gerilimler de olabilir, ama önemli olan bunları sürekli kılmak değil, bunları olabildiğince kısa sürede izale etmektir, yok etmektir. Yani sevgiyi öne çıkarmaktır, dili öne çıkarmaktır. Biz bunu yapabiliriz aslında, Türkiye bunu yapabilir, yeter ki insanlar hırslarından ayrılsınlar. “Kontrolsüz güç güç değildir” diye çok sık kullandığımız yine bir deyim vardır. Elbette insanların hırsları vardır, beklentileri vardır, ama bu akılla kontrol edildiği zaman sonuç alırsınız ve bu sonuç toplumu da, insanları, kişileri rahatsız etmez aklı kullandığınız ölçüde. Biz aklımızı bu çerçevede kullanırsak, yani hırsımızı kontrol edersek ve beklentilerimizi de toplumla çatışan değil toplumla uyuşan beklentiler haline getirebilirsek çok güzel sonuçlar elde edebiliriz. Türkiye’de demokrasiyi geliştirebiliriz, Türkiye’de medya özgürlüğünü geliştirebiliriz.
Liyakat dediğimiz kavram çok önemli bu süreç içinde. Devletin görev yapması, görevlerini yerine getirmesi açısından da liyakat dediğimiz kavram çok önemli. Liyakatli kişilerin kimliğine, inançlarına, dünyaya bakışlarına göre değil onların o işi yapıp yapmamalarına göre, o işin eğitimini alıp almadıklarına göre bakıp ve o çerçevede kişileri siyaset organı yetkilendirebilirse güzel sonuçlar elde edebiliriz. Devleti yönetmenin çok güç olduğu söylenir zaman zaman. Aslında devleti yönetmek kadar kolay bir şey yoktur. Niçin? Çünkü devletin bütün kurumlarının ve o kurumlarda görev yapan herkesin aslında görevi tanımlanmıştır ve bu yasalarda vardır. Tapu memuru ne yapacak, nüfus memuru ne yapacak, subay ne yapacak, komutan ne yapacak, bütün bunların tamamını hukuki normlara bağlamışsınız zaten. Devleti yöneten kişi bu normların çalışıp çalışmadığını ve bu normlara bürokratın uyup uymadığına bakar. Ama bizde siyasetçi bu normları nasıl arkadan dolanır da yok ederim veya bu normlardan faydalanarak nasıl kendime özel çıkar sağlarım diye bir arayışa girdiği için devlet yönetiminde aksilikler ya da yolsuzluklar ya da şunlar, bunlar, adaletsizlikler oluyor. Yoksa devleti yönetmek kolaydır, devleti niye yönetmeyeceksiniz? Yasalar var, aksayan bir şey olursa gidiyorsunuz yargıya, yargı vicdanına ve hukukun üstünlüğüne göre karar verdikten sonra bir sorun olmaz. Yöneticilik zor bir şey değil, kolaydır. Bütün mesele yönetici olanın adil davranması, adaletli davranmasıdır. Umarım Türkiye’de bunları gerçekleştiririz.
Savaş KERİMOĞLU- Efendim çok teşekkür ediyoruz. Adalet Yürüyüşü’nün bu ikinci yıldönümünde hak, hukuk, adalet mücadelesinin daha devam edeceği mesajlarını da böylelikle not etmiş olduk. Yayınlayan tüm televizyonlara da buradan teşekkür edelim, sesimizi tüm Türkiye’ye duyurdular. İyi akşamlar diliyoruz efendim, teşekkür ederiz.