07.03.2018

7 Mart 2018 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (7 MART 2018)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:

-"Şeker fabrikaları kapanmayacak diyorlar. Biz kapanmayacak denilen çok sayıda fabrikanın bir süre sonra nasıl kapandığını hep beraber gördük. Türkiye buna tanık, dünya buna tanık. Amaç başka, amaç nişasta bazlı şeker üretimini teşvik etmek"
-"Kiminle oturdunuz Türk şeker politikasının geleceğini belirlediniz? hangi uluslararası kuruluşlarla oturup bir anlaşma yaptınız ve bu anlaşma metnini neden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından gizliyorsunuz? Bunu çıkın açıklayın"
-"Gökhan Açıkkollu işkence sonucu hayatını kaybetti. Ailenin bana göre tazminat davası açma hakkı var. Hakkını sonuna kadar aramalı, biz de o ailenin sonuna kadar yanında olacağız"
-"25 gün yürüdük, “niye yürüyorsunuz?” dediler, ama “bu ülkede adalet var, yürümeyin” diyemediler. Onlar da biliyorlar adalet yok. Eğer bir ülkede yargı gücünü hukuktan, hukukun üstünlüğünden değil de siyasi otoriteden alıyorsa, orada adalet zaten yoktur. Hangi adalet? Bir kişi değil, milyonlarca kişi ellerini semaya açmış adalet diye bekliyor. Bunun farkına yeni yeni vardı beyefendi!"
-İktidar yargı kararlarını takmıyor, yok hükmünde sayıyor. En tipik örneği Salih Müslim örneğidir. Mardin Ağır Ceza Mahkemesinin kararı var, Yargıtay’ın kararı var “YPG terör örgütüdür” diye. Terör örgütü kararı çıktıktan sonra siz Salih Müslim’e Türkiye’ye davet ediyorsunuz, altına kırmızı halılar seriyorsunuz, oturup konuşuyorsunuz. Şimdi Avrupa’dan istiyorlar, “bize ver, bu teröristtir” diye. Avrupalılar demez mi sizde mahkeme kararı vardı. Neden mahkeme kararının gereğini yerine getirmediniz diye sormaz mı? Sorarlar, ama bunlarda yüz yok ki. Ar damarı olmayan bir hükümetin Türkiye’yi getirdiği nokta budur"
-"Faiz sorununu çözemezler. Çünkü yakayı tefeciye kaptırmışlar. Tefeci hangi faizi isterse onu uyguluyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Türkiye Cumhuriyeti Devletini faizcilerden kurtarmak bizim boynumuzun borcudur"


Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:



Değerli arkadaşlarım, saygıdeğer milletvekilleri, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; bugün sıra dışı bir grup toplantısı yapıyoruz.

Dün Parti Meclisi Üyemiz Sayın Yavuz Karan hayatını kaybetti. Trabzon’daydık, Akçaabat’ta… Onu sonsuzluğa uğurladık. Karadeniz’in yiğit evladıydı, yol arkadaşımızdı, yoldaşımızdı, partiye uzun yıllar emek veren bir arkadaşımızdı. Dolayısıyla kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz ve camiamıza, hepimizin başı sağ olsun, bunu da ifade etmek isterim.

Bu arada sevinçli bir haber de vermek isterim. Eskrimde genç bir kızımız 17 yaşında Deniz Selin Üstündağ Avrupa şampiyonu oldu, kendisini yürekten kutluyoruz bize bu sevinci yaşattığı için.

Değerli arkadaşlarım, bütün demokrasilerde medya önemli bir güçtür. Bütün demokrasilerde medya, özellikle gelişmiş demokrasilerde medya dördüncü güç olarak algılanır ve öyle tanımlanır. Medyanın temel özelliği gücü denetlemektir, gücün yanlışlarını ortaya koymaktır. Gücü alkışlamak değil, tam tersine gücü sürekli halk adına sorgulamaktır. Böylece gücü elde tutanlar, yani ülkeyi yönetenler daha sağlıklı ve daha dikkatli kararlar almak zorunda kalırlar.

YEREL MEDYA ADETA SAHİPSİZ
Bizde bir yaygın medyamız var. Malum gazeteler, Türkiye genelinde yayın yapan gazeteler ve televizyonlar, bir de yerel medya var.
Yerel medya âdeta sahipsiz, bu medyanın büyük beklentileri var. Üç yıldır Basın İlan Kurumu ilanlarına zam yapılmadı, geçinemiyorlar. Binlerce kişi çalışıyor yerel medyada, gazetelerde ve televizyonlarda. Ayakta kalmak için, hayata tutunabilmek için olağanüstü çaba harcıyorlar. Elbette ki yerel medyanın desteklenmesi lazım ve bu konuda Türkiye’nin, özellikle iktidarın sağlıklı ve tutarlı adımlar atması lazım, geçmişte atılan adımları desteklemesi lazım. Yerel medya üzerinden tasarruf yapmak doğru değildir, bu demokrasiye zarar verir. Biz yerel medyanın da yaygın medyanın da güçlü olmasını isteriz, bağımsız olmasını isteriz, özgürce yazmasını ve eleştirmesini isteriz. Eğer demokrasiyi ayakta tutacaksak, demokrasi hepimiz için zorunlu bir gereksinme ise, demokrasiye sahip çıkmak gibi medyaya da sahip çıkmak zorundayız. Medya üzerindeki baskılara hep birlikte karşı çıkmalıyız. Sadece Cumhuriyet Halk Partililer değil, sendikalar da, sivil toplum örgütleri de medya üzerinde gücün denetimini şu veya bu şekilde eleştirmeliler, daha güçlü eleştirmeliler. Özellikle iktidarın yaptığı her şeyi alkışlayan ve iktidarı eleştirmekten özenle kaçınan bir medya grubunun, en çok demokrasiye zarar verdiğini de kimsenin unutmaması gerekir. Demokrasi hepimiz için, hepimiz için geçerli bir kuraldır. Eğer düşüncelerimizi özgürce ifade edeceksek, haklarımızı rahatlıkla yargıda arayabileceksek, bunun yolu demokrasiden geçiyor.

KÜLTÜR BAKANLIĞI SUÇ İŞLEDİ
Değerli arkadaşlarım, demokrasi dedik de, demokrasinin de kuralları vardır. Yerel kuralları vardır gelenekseldir, evrensel kuralları vardır bütün dünya demokrasilerinin şu veya bu şekilde uydukları kurallardır. Her şeyden önce demokraside iktidarı yönetenler, hukuka uygun davranmak zorundadırlar.

Şuraya gelmek istiyorum. MESAM diye bir örgüt var, Türkiye Musiki Eser Sahipleri Meslek Birliği. Bir tüzüğü var, yasal dayanağı var ve kurulmuş. Sanatı ve sanatçıyı desteklemeyen hiçbir iktidar yoktur dünyada. Darbe dönemleri hariç, baskıcı dönemler hariç, sanat ve sanatçı her ortamda değerlendirilmiştir, her ortamda önem verilmiştir, her ortamda karşılaştığı sorunlar özenle çözülmüştür. Sanatı ve sanatçıyı yüceltmek, her toplumun ortak amaçlarından birisidir. Sanatçı özgür olmalı, özgürce düşüncesini dile getirmeli. Bu bazen bir heykel olur, bazen bir karikatür olur, bazen bir sinema filmi olur, bazen bir roman bir öykü olur. Dolayısıyla sanatın yedi dalını da desteklememiz gerekir.

Elbette sanatçının da hakları vardır, bunların da korunması lazım. Bu konuda adım atıldı, bir özel yasa var. Bu yasa sanatçının haklarını koruyan bir yasa ve bu yasaya dayanılarak da MESAM diye bir sivil toplum kuruluşu oluşturulmuş vaziyette. Mart ayında olağan kongresini yapacaktı, ama olağan kongresini yapmadan Kültür Bakanlığı MESAM’a kayyum atadı. Kayyum atayabilir mi? Yasada kuralı var, o kurala uyarsanız elbette kayyum atayabilirsiniz, buna kimsenin itirazı edeceği bir şey yok. Nedir kural? Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 42/a ve 42/b maddeleri var. 42/b maddesi bununla ilgili. Diyor ki; bu maddede belirlenen görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmediği, sözleşmeye uygun tahsilat veya dağıtımın yapılmadığı ya da yanlış ve haksız dağıtım yapıldığı ya da tarifelerin bu kanunun 42.maddesinin 3.fıkrasında belirlenen esaslara göre düzenlenmediği durumlarda, ben önce bir uyarı yazısını yazarım diyor Bakanlık. Bu kanuna dayanarak bir uyarı yazısı yazarım diyor şu kurallara uymuyorsun diye ve 30 gün beklerim. 30 gün bekledikten sonra kural yerine gelmişse sorun yok, kural yerine gelmemişse ikinci bir yazıyla tekrar uyarırım. Yine 30 gün beklerim, 30 gün içinde kural yerine gelmemişse ben buraya kayyum atarım diyor. Buna itiraz var mı? İtiraz yok. MESAM Yönetim Kurulu görevden alındı. Sabah telefon ettim, Kültür Bakanlığından size herhangi bir uyarı yazısı geldi mi? Hiçbir yazı gitmemiş, yani kanunu takmıyor. Peki, yasaya uyması gereken Kültür Bakanlığı yasaya uymazsa ne olacak? Önce uyaracaksınız diyor, ben demiyorum kanun diyor. Bir ay süre vereceksin, bir ay içinde tekrar denetleyeceksin, kuralı tekrar yerine getirmemişse ikinci bir yazı yazacaksın. Aslında bütün bunlar sanatı ve sanatçıyı bir anlamda korumak içindir. Önce uyarı yapacak, kural yerine geldiyse bir sorun yok devam et diyecek. Fakat hiçbir uyarı yapılmadan MESAM Yönetim Kurulu, Kültür Bakanlığının bir yazısıyla değiştiriliyor. Yazının içeriğinde, şu kanunun şu maddesine göre kayyum atadım diye bir metin de yok, bir cümle de yok, sadece görevden aldım. Üç ay içinde olağanüstü kurultayı toplayın diyor, kongreyi toplayın diyor. Zaten Mart ayı içinde yapılacak. Sordum dava açacak mısınız diye, tabii dediler, avukatımız bugün idare mahkemesine dava açacak. Şimdi Kültür Bakanına sormak isterim, sen sanatı ve sanatçıyı korumakla yükümlüsün Sayın Bakan. Bir yere kayyum atarken yasanın dışına çıkamazsın, sen yasanın dışına çıkarsan sokaktaki vatandaş ne yapacak? Açıkça Kültür Bakanlığı burada suç işlemiştir. Umarım kısa süre içinde yaptıkları bu hatadan geri dönmüş olurlar.

235 BİN 888 TUTUKLUNUN 69 BİN 301’İ ÖĞRENCİ
Bu arada bir konuya daha kısaca değinmek isterim değerli arkadaşlarım. 7 Şubat 2018 tarihi itibariyle hapishanelerde 235 bin 888 tutuklu var. Bu tutuklulardan 69 bin 301’i öğrenci. Kimisi açık öğretim ortaokulunda okuyor, kimisi açık öğretim lisesinde, kimisi açık öğretim fakültelerinde okuyorlar. Son derece güzel bir uygulama. Mahkûm veya tutuklu, ama kendisini eğiterek hayata tutunmaya çalışıyor. Daha iyi koşullarda, hapishanede yatacak, ama daha iyi koşullarda eğitim düzeyini yükselterek belki mahkûmiyetini tamamlamış olacak. Güzel bir iş yapılıyor. Bu tutukluların sınav ve kayıt ücretlerini, yapılan bir protokolle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ödüyor. Gayet normal, bu kuralı getirenlere de teşekkür ederiz. Mahkûmlar üniversiteye devam edecekler, liseye devam edecekler, ortaokula devam edecekler, eğitim düzeylerini yükseltecekler. Bunların herhangi bir gelirleri yok, dolayısıyla Sosyal Politikalar Bakanlığının bunların eğitim harçlarını yatırması kadar doğal bir şey yok. Ama açık öğretimde okuyan 6 bin 567 kişinin sınav harçları hâlâ yatmadı, çünkü süre bitti. Şimdi ben özellikle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanından rica ediyorum. Eski uygulamayı sürdürün, bunlar üniversitede fakültede okuyacaklar, okusunlar. Hapishaneden çıktıktan sonra çok daha iyi koşullarda belki iş bulabileceklerdir, üniversiteyi bitireceklerdir bunlar. Dolayısıyla bir sosyal politikanın gereği olarak geçmişte yapılan uygulanın aynen sürdürülmesi gerektiği kanısındayım.

OLUŞTURDUĞUMUZ KOMİSYON BÜTÜN ŞEKER FABRİKALARINA GİDECEK
Değerli arkadaşlarım, şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, toplumun hemen hemen her kesiminin karşı çıktığı bir uygulama. Konu gündeme gelir gelmez, bir genel başkan yardımcımızın başkanlığında Sayın Veli Ağbaba’nın başkanlığında bir komisyon oluşturduk. Dedik ki, bütün şeker fabrikalarını gezeceksiniz. İşçiyle, bölgedeki esnafla, odalarla, sendikalarla oturup konuşacaksınız, onların bir nabzını tutacaksınız. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi konusunda bunlar ne diyorlar? Hepsi karşı. Hangi partiden olursa olsun, şeker fabrikalarının bulunduğu illerde, iktidar partisi de dahil olmak üzere halkın tamamı özelleştirmeye karşı. Sadece 14 fabrikaya değil, bütün şeker fabrikalarına arkadaşlarımız gidecekler. Şeker fabrikaları sıradan fabrikalar değildir. Pancar üretiminde şeker elde ediyoruz, üretimde dünya beşincisiyiz. Niçin özelleştiriyoruz bunları, hangi gerekçeyle özelleştiriyoruz? Kamyoncusu kazanıyor, besicisi kazanıyor, fabrikada işçiler çalışıyor, çiftçisi kazanıyor, herkes kazanıyor. Bu üretimin kaybedeni yok. Herkesin kazandığı bir ortama siz bir dinamit koyuyorsunuz, ben burayı özelleştireceğim diyorsunuz. Ne olacak sonra? Büyük bir kısmı kapanacak. Kapanmayacak diyorlar. Biz kapanmayacak denilen çok sayıda fabrikanın bir süre sonra nasıl kapandığını hep beraber gördük. Türkiye buna tanık, dünya buna tanık. Amaç başka, amaç nişasta bazlı şeker üretimini teşvik etmek.

Değerli arkadaşlarım, bugün arkadaşlarımız Tokat Turhal, Amasya Suluova ve Çorum şeker fabrikalarına gidecekler. Önümüzdeki hafta Erzurum, Erzincan, Kars, Ağrı, Van, Muş ve Elazığ şeker fabrikalarını ziyaret edecekler. Dolayısıyla şeker fabrikalarını ziyaret ediyoruz, işçilerle beraberiz, sendikayla beraberiz ve özelleştirilmesine karşıyız. Bütün dünyanın bilmesini isterim, biz şekerin ve şeker fabrikalarının mutlaka, ama mutlaka korunması gerektiğine yürekten inanıyoruz.

CUMHURİYETTEN İNTİKAM ALMAYA ÇALIŞIYORSUNUZ
Bakın değerli arkadaşlar, şeker fabrikalarının olayına bakın. 1926’da ilk fabrika Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönemde kuruldu ve üretime geçti. Osmanlıda bir kilo şeker bile üreten fabrika yokken, bir kilo şeker üreten fabrika yokken. Daha sonra İnönü’nün, Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın ve Erbakan’ın attığı temeller var. Özelleştirerek siz aslında bir anlamda cumhuriyetten intikam almaya çalışıyorsunuz. Şeker fabrikalarına sahip çıkmak, cumhuriyete demokrasiye emeğe ve alın terine sahip çıkmak demektir. Dolayısıyla biz şeker fabrikalarının her hal ve kârda korunmasını isteriz.

HANGİ ULUSLARARASI KURULUŞLA, HANGİ ANLAŞMAYI YAPTINIZ
Ama bu süreci başlatan olay yeni değil. Şeker Kanunu çıktı, bunu kimse dile getirmiyor. Şeker Kanununun bir geçici 8.maddesi vardı. Geçici 8.madde şu: “Uluslararası kuruluşlarla yapılan anlaşmalar çerçevesinde, Bakanlar Kurulu kurum ve organlarının yani şeker kurumu ve organlarının görev yetki ve görev süresini 31.12.2014 tarihinde yeniden belirler.” Kritik cümle şu: “Uluslararası kuruluşlarla yapılan anlaşmalar çerçevesinde”. Hangi uluslararası kuruluşla, hangi anlaşmayı yaptılar? Bugüne kadar bu konuda kamuoyuna yapılmış tek cümle, açıklama tek cümle yok. Şimdi ben gayet açık ve gayet net, başta Recep Bey olmak üzere, Binali Bey olmak üzere gayet açık ve net bir soru soruyorum; hangi uluslararası kuruluşlarla oturup bir anlaşma yaptınız ve bu anlaşma metnini neden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından gizliyorsunuz? Bunu çıkın açıklayın. Şu ana kadar bir açıklama yok, ama bu soruyu soran da yoktu.

BİZİM İNSANIMIZIN HAYATI BU KADAR MI UCUZ
Şimdi bu soruyu soruyoruz; uluslararası kuruluşlarla yapılan anlaşmalar çerçevesinde şeker politikaları belirleniyor. Bu madde Anayasa Mahkemesine götürüldü. Anayasa Mahkemesi bu maddeyi iptal etti, Anayasanın 7 ve 123.maddelerine dayanarak. Ne diyor 7.madde, dayandığı asıl argüman ne? Şu, diyor ki; “yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir, bu yetki devredilemez” diyor. Yani siz uluslararası kuruluşlarla yaptığınız anlaşmaya göre düzenlemeler yapıyorsunuz. Anayasa Mahkemesi diyor ki, bu düzenlemelerde yetkili uluslararası kuruluşlar değil, yetkili Türkiye Büyük Millet Meclisidir, o nedenle ben bu maddeyi iptal ediyorum diyor ve bu madde iptal edildi. Şimdi iptal edildiğine göre, o uluslararası sözleşme yürürlükte. Şimdi bu sözleşmeyi merak ediyoruz. Kiminle oturdunuz Türk şeker politikasının geleceğini belirlediniz? Ve o politikanın gereği olarak bugün şeker fabrikaları tek tek özelleştirilmek isteniyor.

Nişasta bazlı şekerin insan sağlığı için ne kadar zararlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Binali Bey açıklama yapmış, “nişasta bazlı şekerlere kota getireceğiz” diye. Zaten var kota, dünyanın en büyük kotası, en yüksek kotası, yüzde 15! Almanya’da ne kadar? Yüzde 1,69, bazı ülkelerde de yasak. Kansere yol açıyor, şeker hastalığına yol açıyor, obeziteye yol açıyor, pek çok sorun doğuruyor. Ayrıca Sağlık Bakanlığının bu konuda Bilim Kurulunun yaptığı bir araştırma var; nişasta bazlı şekerin insan sağlığına zararları konusunda. Yine bir soruyu sormak isterim. Nişasta bazlı şekerde yüzde 15 oranını uygulayan dünyada bir ülke var mı? Bizim insanımızın hayatı bu kadar mı ucuz? O nedenle biz şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşıyız. Herkes çalışmalı, herkes üretmeli, herkes kazanmalı, herkesin kazandığı bir düzeni sonuna kadar savunacağız.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre, Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti. Hukuk devleti... Hukuk devleti hukukun üstünlüğüne inanan devlet demektir, kurallarıyla beraber ve devleti yönetenler de bu kurallara uymak zorundadırlar. Eğer hukuk devletini yok ederseniz, baskıcı bir dikta yönetimini gündeme getirirsiniz.

DARBE GİRİŞİMİNDEN SONRA PEK ÇOK İNSAN MAĞDUR EDİLDİ
20 Temmuz darbesinden sonra Türkiye farklı bir sürecin içine sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti şu anda bir hukuk devleti değildir
. Neden değildir? 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra Birleşmiş Milletlere bir yazı gönderildi. Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 13 maddesine Türkiye, “ben bu maddeleri askıya aldım, uygulamayacağım” diyor. İkisi çok önemli, “tutulanlara insanca davranmak; tutulanlara insanca davranmayacağım” diyor. Kim söylüyor? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti söylüyor. İki, adil biçimde yargılanır herkes diyor, adil biçimde yargılamayacağım diyor, o maddeyi de askıya aldım diyor, adaletli yargılamayacağım diyor.

Değerli arkadaşlarım, darbe girişiminden sonra pek çok insan mağdur edildi ve ben yeri geldiğinde bütün mağdurların sesi olmaya özen gösterdim. Arkadaşlarım da aynı şekilde, bütün mağdurların sesi olmaya özen gösterdik.

Gökhan Açıkkollu, bir öğretmen, 15 Temmuz’dan hemen sonra ihbar üzerine tutuklanıyor. Ben bu arkadaşımızın durumunu ilk kez 11 Ağustos 2016’da, yani darbe girişiminden 20 gün sonra dile getirmişim. Gökhan Açıkkollu gözaltı sırasında hayatını kaybediyor. O dönemde bize gelen bilgiler, kendisinin şeker hastası olduğu ve gözaltında ilaçlarının verilmediği ve bu nedenle hayatını kaybettiği yönündeydi ve ben bunu burada dile getirmiştim. TRT’de katıldığım bir programda da aynen şu cümleleri kullanıyorum: “Hasta birisi gözaltına alınabilir mi? Alınır, ama gözaltına alınan kişi, gözaltına alındığı tarihten itibaren devletin güvencesi altındadır. Hastaysa insülini vereceksiniz. Nitekim adam öldü. Bu kabul edilemez, doğru değildir. Bu devletin saygınlığına gölge düşürür” demiştim. Şimdi bu vatandaşın işkence sonucu öldüğü ortaya çıktı. İfadesi bile doğru dürüst alınmadı. İki kez hastaneye kaldırıldı ve işkence sonucu hayatını kaybetti. Eşi Mümine Açıkkollu’yla arkadaşlarımız konuştular, cenazesi verilirken denilmiş ki, “hainler mezarlığına gömülecekse biz cenazesini vereceğiz, yoksa cenazesini vermiyoruz” demişler. Bin bir belayla cenazesi alınıyor. Diyanet İşler Başkanlığı fetva veriyor diyor ki; “hainlerin namazı kılınmaz.” “Konya’ya kendimiz götürmek zorunda kaldık, kendi özel imkânlarımızla götürmek zorunda kaldık. Mezarlığa defnedemedik, bahçemize defnetmek zorunda kaldık…”

GÖKHAN AÇIKKOLLU’NUN AİLESİNİN SONUNA KADAR YANINDA OLACAĞIZ
Değerli arkadaşlar, bu bir dram değil midir, bir insanlık dramı değil midir? Yargılanmamış, herhangi bir suçu var mı yok mu belli değil, ama işkence sonucu hayatını kaybediyor. Bir avukatın o dönem savcılığa verdiği bir yazı var, kendi el yazısıyla yazdığı yazı. Yazı şu değerli arkadaşlar: “Açıkkollu’nun işkence sonucu öldüğüne dair ben tanığım, en az 15 tanık var” diyor, işkence sonucunu hayatını kaybettiğine dair.

Değerli arkadaşlar, mağdurlara sahip çıkmayacaksınız da kime sahip çıkacaksınız? Bu insanların hakkı yok mu, bunlar adalet istemeyecek mi? Biz bunları söylediğimiz zaman bizi en ağır şekilde eleştiriyorlardı, “siz FETÖ’cüsünüz” diyorlardı. Kişinin ne olduğu bile belli değil, mahkemeye bile çıkmadı, işkence sonucu hayatını kaybetti. Ailenin bana göre tazminat davası açma hakkı var. Hakkını sonuna kadar aramalı, biz de o ailenin sonuna kadar yanında olacağız, söz veriyorum. Yargılanmadığı için de, zaten suçlu mu değil mi belli değil. Bu örnek bile tek başına bu ülkede adaletin, hakkın ve hukukun olmadığını gösteriyor, tek başına bile!

GÜNAYDIN RECEP BEY, GÜNAYDIN
Türkiye’de adalet var mı? Yok arkadaşlar. Bir tek Allah’ın kulu çıkıp, bu ülkede adalet vardır diyemez, demiyor da zaten. Nitekim 25 gün yürüdük, “niye yürüyorsunuz?” dediler, ama “bu ülkede adalet var yürümeyin” diyemediler. Onlar da biliyorlar adalet yok.

Erdoğan açıklama yapıyor, 21 Eylül 2017’de. Diyor ki, “Türkiye’de yargı bağımsızdır, müdahale edemeyiz.” Yargı bağımsız, ama yargıya müdahale edemezlermiş. Adalet Bakanı açıklama yapıyor 17 Ekim 2016’da, “Türkiye’de yargı bağımsızdır, yürütmenin yargı üzerinde bir etkisi ve müdahalesi yoktur”. Ben “müdahalesi var, etkisi de var” dediğim zaman, en ağır şekilde eleştirilmiştim. Vay efendim sen bunu nasıl söylersin diye. “İspat et” diye bana açıklamalar yapılmış ve beni eleştirmişlerdi.

13.10.2016 yine uluslararası bir toplantıda konuşuyor Adalet Bakanı, 48 ülkenin katıldığı uluslararası bir adalet toplantısında. “Türkiye’de yargı bağımsız ve tarafsızdır, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bunun sigortasıdır” diyor. Ve Erdoğan Yargıtay’ın 150’nci yılı sempozyumunda bir konuşma yapıyor 6 Mart’ta, yani bir gün önce. “Eğer bir ülkede halk bunalmış ve ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmişse, orada yargı sisteminde bir sorun var demektir” diyor. Bir daha okuyayım: “Eğer bir ülkede halk bunalmış ve ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmişse, oradaki yargı sisteminde bir sorun var demektir” diyor. Günaydın Recep Bey günaydın, nihayet öğrenebildin, günaydın!

Yargı sisteminde bir sorun değil, yargı sisteminde çok sorun var. Bir sorun olsa diyeceğiz ki, tamam şu sorunu çözelim. Yargı yok yargı, adalet yok adalet! Neden bahsediyorsun sen? Yargı hiyerarşisi var mı? Yok. Anayasa Mahkemesi karar veriyor, en dipteki hâkim diyor ki, “ne kararı kardeşim, ben seni takmıyorum” diyor. “Sen gücünü hukuktan alıyorsun, ben gücümü siyasi otoriteden alıyorum” diyor. “Sen mi güçlüsün, ben mi güçlüyüm? Ben güçlüyüm” diyor. Bak kararını uygulamadım, sen sesini dahi çıkaramıyorsun, çünkü sen de siyasi otoriteden korkuyorsun. Eğer bir ülkede yargı gücünü hukuktan, hukukun üstünlüğünden değil de siyasi otoriteden alıyorsa, orada adalet zaten yoktur. Hangi adalet? Bir kişi ellerini semaya açmış değil, milyonlarca kişi ellerini semaya açmış adalet diye bekliyor. Hâlâ bunun farkına yeni yeni vardı beyefendi!

İKTİDAR YARGI KARARLARINI DA TAKMIYOR, ONLARI YOK HÜKMÜNDE SAYIYOR
Tek adam rejiminin olduğu bir ülkede yargıç vicdanıyla karar veremez hale geldi. Kendisine oto sansür uyguluyor
. Acaba bir karar verirsem saraydaki zatı kızdırır mıyım diye endişe ediyor. Ya davaları sürekli erteliyor veya lanet olsun deyip, saraydakinin beklentilerine uygun karar veriyor.

Daha acı olay ise, sarayın bazı avukatları. Sarayın bazı avukatları, saray adına hâkimlere talimat veriyorlar. Açıkça savcıya, “şu kül tablasını getirir misin, sigaramın külünü oraya dökeceğim” diye. Savcıya âdeta bunu söylüyor. Hangi çağda yaşıyoruz? Hangi adaletten bahsediyorsunuz?

Ve yargıya doğrudan talimat ve müdahale yok diyorlardı, geçen hafta burada açıkladılar. Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 6 Nisan 2017’de hâkim ve savcılara dağıttığı broşür. İki maddesinde tahliye konusunda bakın ne diyor hâkim ve savcılara? Tahliye konusunda “Hâkimler Savcılar Yüksek Kuruluyla mutlaka istişarede bulunduktan sonra irade oluşturulacaktır”  diyor. Yani sen hâkim olarak bir irade oluşturacaksan tahliye konusunda, önce bana soracaksın diyor, benim görüşümü aldıktan sonra sen tahliye edeceksin diyor, yoksa sen bilirsin diyor. Soluğu nerede alırsın ben bilmem diyor, ama bana mutlaka danışacaksın diyor.

Hani talimat yoktu, hani Anayasanın 138.maddesi vardı? Ne diyor? “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkin de bulunamaz”, açıkça talimat veriyor.

Devam ediyorum, yine aynı yerde o kitapçıkta; “soruşturmaların 17-25 Aralık 2013 tarihi esas alınarak yapılması” diyor. Eğer FETÖ’yle ilgili bir olay varsa, sakın eskiye gitmeyin diyor. Hâkime talimat değil mi, savcıya talimat değil mi bu? Talimat! Bunların hepsinin bir şekliyle bilinmesi lazım...

Daha önemli, talimat bir taraftan verilir, iktidar yargı kararlarını da takmıyor, onları yok hükmünde sayıyor. En tipik örneği nedir? Salih Müslim örneğidir. Mardin Ağır Ceza Mahkemesinin kararı var, Yargıtay’ın kararı var “YPG terör örgütüdür” diye. Terör örgütü kararı çıktıktan sonra siz Salih Müslim’e Türkiye’ye davet ediyorsunuz, altına kırmızı halılar seriyorsunuz, oturup konuşuyorsunuz, bakanıyla başbakanıyla müsteşarıyla oturup konuşuyorlar. Birisinin aklına gelmiyor, Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri, Yargıtay karar verdi, bu adam terör örgütünün lideri. Ağırladılar, yolcu ettiler, yemek ısmarladılar gönderdiler. Şimdi Avrupa’dan istiyorlar, “bize ver, bu teröristtir” diye. Avrupalılar demez mi, düne kadar zaten sizdeydi, üstelik bizde mahkeme kararı yok, sizde mahkeme kararı vardı. Neden mahkeme kararının gereğini yerine getirmediniz diye sormaz mı? Sorarlar, ama bunlarda yüz yok ki. Ar damarı patlamış, ar damarı olmayan bir hükümetin Türkiye’yi getirdiği nokta budur.

YAKAYI TEFECİYE KAPTIRMIŞ
Grup toplantılarında çok sık faizin yüksekliğinden söz ederim. Her şeye kadir bu saraydaki zat; faizden o da şikâyet ediyor. Sen niye şikâyet ediyorsun? Yükselten zaten sensin, faizi ödeyen de sensin. Sanki CHP iktidarda, o faizden şikâyet ediyor. Biliyorum bu faizlerin ödenmesinden de sonuçta diyecekler ki, kesinlikle bundan CHP sorumludur diye. 15 yıldır ülkeyi yönetiyorsunuz, 15 yıl! Açıklama yapıyor gazetecilere; “faiz meselesinde devlet bankaları ve danışmanlarımla bir çalışma yaptık” günaydın, 15 yıl sonra bir çalışma yapıyorlar. “O çalışmanın ardından Sayın Başbakan da bir çalışma yaptı ve arkadaşlarımıza bir süre verdi. Onlar bir çalışma yapacaklar, akabinde de benim başkanlığımda bu konuyu müzakere etmek üzere tekrar bir araya geleceğiz…” Gelin bakalım. “Çünkü faiz meselesinde, tabii bazı arkadaşlarımızla tam anlamıyla uyumlu da sayılmayız.” Yani aralarında uyum yok, bunu da itiraf ediyor. “Ama faiz konusuna çözüm de bulmamız lazım. Yüksek faiz uygulamasıyla ülkemizde yatırımı teşvik edemeyiz. Yatırımı teşvik edemediğimiz zaman da istihdamı artıramayız.” İşsizlik zaten bu nedenle var. “En büyük sıkıntı buradan geliyor. Bakıyorsunuz bir banka 2.7 milyar kâr ettiğinden söz ediyor, öbürü şu kadar kâr ettim diyor, hâlbuki kâr dedikleri, faiz sayesinde yaptıkları sömürüden ibaret.” Günaydın Recep Bey, sömürünün yeni farkına varmış oluyor. “Hiç birisi biz yatırımcıyı teşvik edelim de, sürümden kazanalım derdinde değil. Bu ülkede yatırıma destek de elimizdeki bu imkânları onlarla paylaşmak suretiyle ülkenin kalkınmasına yardımcı olalım diye bir dertleri yok. Bu finans sektörü işte böyle…” diye devam edip gidiyor.

Her sefer söyledim, vatandaşın kahvedeki söylediği söz Tayyip Bey’le ilgili faizci Tayyip, evet faizci Tayyip. Niye faizci Tayyip diyor, haklı mı? Haklı tabii, haklı! Son 15 yılda bir grup yabancıya, yurtdışındaki yabancıya Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ödediği faiz 149 Milyar Dolar. Şimdi soruyorum, 149 Milyar Doları sanayiciye mi verdiniz, çiftçiye mi verdiniz, emekliye mi verdiniz, memura mı verdiniz, işsizlik olmasın diye yatırım mı yaptınız? 149 Milyar Doları yurtdışındaki bir grup tefeciye veriyorsunuz. Vatandaş tefeci Tayyip demekte haksız mı? Haklı. 149 Milyar, az buz bir para değil.

Bu dışarıya ödediği, bir de borçlandığı için devlet oraya ödediği faizler var yurtiçinde. O ne kadar? 689 Milyar lira, eski parayla 689 Katrilyon lira. Kime ödüyorsun sen bu parayı? İşçiye mi ödedin? Yok. Memura mı ödedin? Yok. Çiftçiye mi ödedin? Yok. Esnafa mı ödedin? Yok. Sanayiciye mi ödedin? Yok. Kime ödedin? Bir grup tefeciye ödedi. O nedenle sana tefeci Tayyip diyorlar, bir grup tefeciye ödedin. Şimdi kalkıyorsun, ben sık sık dile getirdiğim için, biz de faizden şikâyetçiyiz. Şikâyetçi olmayacaksın kardeşim, çözüm bulacaksın çözüm! Çözmüyorsan oradan ayrılacaksın.

Türkiye’nin her sorunu çözülür. Faiz sorununu çözebilirler mi? Çözemezler. Niye çözemezler? Çünkü yakayı tefeciye kaptırmışlar. Tefeci hangi faizi isterse onu uyguluyorlar. İstersen diyor faizi düşür, doları getirmem diyor; faizi düşür, parayı getirmem diyor. Faizi benim istediğim noktaya getir, parayı getireyim diyor. Yani yakayı tefeciye kaptırmış vaziyetteler.

Bu millete sözüm söz, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Türkiye Cumhuriyeti Devletini faizcilerden kurtarmak bizim boynumuzun borcudur, bunu yapacağız.

Hepinize saygılar sunuyorum.



Gündem'den Öne Çıkan Haberler