27.05.2014

27 Mayıs 2014 tarihli TBMM Grup Konuşması

27 Mayıs 2014

Genel Başkan Kılıçdaroğlu, ‘Diktatörlerin ortak özelliği çok korkak olmalarıdır’ dedi ve ‘Diktatör değilim’ diyen Erdoğan’a, o zaman diktatör bozuntususun” diye seslendi.

-“Geçen hafta TOBB Genel Kurulu’na katıldım. Bütün kurumlar protokol  kurallarına uyarlar. Ama ne hikmetse, iş veren dünyasının yaptığı toplantılarda buna uyulmaz. Erdoğan gelir konuşur ve çeker gider. Ben de onlara diyorum ki yahu siz korkuluk musunuz, devletin protokolünü uygulamak zorundasınız”

-“Çıktı konuştu. Ben diktatör değilim diyor. ‘Şu önde oturan var ya’ diyor, önde oturan, beni göstererek, ‘Ben diktatör olsam, sen meydanlarda böyle gezemezsiniz’ diyor”

-“Ben meydanlarda cesaretle geziyorum, sen benim konuşmamdan korkup kaçıyorsun. Senin gibi havadan karadan yüzlerce korumayla da dolaşmıyorum…”

-“2013 Mayıs’ta Erdoğan ABD’ye gitmişti. Muhterem eşlerine bir kitap armağan edildi “Diktatörlüğün psikolojisi”  O kitapta, “Diktatörlük tek bir kişinin, veya hizipleşmiş bir grubun topluma hükmetmesi, politik muhalifleri bastırmasıdır” deniliyor.

-“Aynı kitapta, ‘diktatörlüklerde bağımsız yargıdan söz edilemeyeceği gibi, geçerli olan kanunlar diktatörün veya hizipleşmiş bir grubun ölçüsüz isteklerine kulak verir. Eğitim basın haberleşme sistemleri üzerine eşi görülmemiş bir kontrol gibi, toplumun hareketleri de kontrol altında tutulur’ ifadesi de kayıtlı”

-“Demokrasiyi de tanımlıyor o kitap.  “Dört kritere bakacaksınız diyor. Dört kriter uygun değilse diktatörlük var diyor”

-“Şehir meydanı testi birinci kriter, Şehir meydanı testinde şunu diyor “Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp tutuklanma korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi? Konuşursa demokrasi var diyor, konuşamazsa diktatörlük var diyor. Soruyorum, özgürce meydanlara çıkıp konuşabiliyor musunuz?”

-“İkincisi iktidarı seçim sandığında gönderme testi. Bizde seçim var, oylarımızı kullanıyoruz. Ama iki temel sorun yaşıyoruz. Birincisi yüzde 10 seçim barajı var. Kim getirdi bunu? Bir başka diktatör getirdi. O diktatörün yasasının arkasına sığınan bir başka diktatör hüküm sürüyor şimdi. Değiştir diyoruz, hayır diyor ben de onunla aynı fikirdeyim. İkincisi her seçim sonrası ortaya çıkan şaibeler”

-“Demokrasinin üçüncü olmazsa olması azınlıkta kalanların haklarının korunmasıdır”

-“Şehir meydanı testi, iktidarı sandıkta değiştirme testi, ancak bağımsız yargının varlığıyla uygulanabilir. Yoksa hiçbirinin önemi yoktur”

-“Diktatörler, mahkemeleri gayri milli ilan ederler. Kendi istediği yönde karar verirse mahkeme millidir.

“Diktatörlükler şöyle derler ‘tehlikeli bir düşman kapımıza dayandı. Bize saldırmak istiyorlar (bize darbe yapmak istiyorlar) biz de elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız”

-“ Tüm diktatörler muhalefeti ezmeyi denerler”. “Bu amaçla içeriden düşman icat etmeyi yöntem olarak kullanırlar” Bu düşman icad etme, dış tehditlere karşı odaklanma hali halkın iç problemlerle uğraşmamasını sağlar. Havuz medyası da bunun için kuruluyor zaten. Onun için havuz medyasının yetkilisi “alo Süleyman iki milyon gönder” cesaretini buluyor.

“Diktatörlerin en önemli özelliği, liderliğin her şeye kadir oluşudur. Hayatın akışında diktatörün karar vermemesi gereken hiçbir şey yoktur. Diktatör açıkça hiçbir fikir sahibi olmadığı alanlarda bile, her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini var sayar. Kadın nasıl giyinecek, kaç çocuk yapacağım, doğumu nasıl yapacağım diktatör karar veriyor”

“Erdoğan’ın yakınındaki arkadaşlara rica ediyorum, bu kitabı alın ona okuyun. Ben diktatör değilim diyor, bu kitabı oku, özelliklerin tamamının sende olduğunu göreceksin. Ben boşuna bir adama diktatör demem, ben diktatöre diktatör derim”

Genel Başkan kemal Kılıçdaroğlu CHP Grubunda yaptığı konuşmasını alkışlar arasında şöyle tamamladı:

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN; 27.05.2014 TARİHİNDE GRUP GENEL KURULU TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

CHP Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU – Değerli arkadaşlarım, hepiniz biliyorsunuz, huzur istiyoruz ama huzurlu bir Türkiye yok; barış istiyoruz ama barışın adı dahi söz konusu değil. Daha karamsar bir ortam var ama bu ortam içinde bize bir gülümseme armağan edildi. Nuri Bilge Ceylan Cannes’da…(Alkışlar) Altın Palmiye ödülünü aldı. O ödül, aslında hepimizin onurudur. Nuri Bilge Ceylan’la gurur duyuyoruz,  onur duyuyoruz. Onun filmleri kendine özgü, her karesi adeta bir sanat eseri gibidir, izlerken duygularsınız. Konuşma çok fazla yoktur ama kendinizi filmin içinde hissedersiniz. O, bir sinema bilgesidir. Onu tekrar yürekten kutluyorum bize armağan ettiği için, ödül için. (Alkışlar)

Bu güzel haber. Bir de 2013’ten bu yana Yatağan Termik işçilerinin eylemi var, 2013 Ağustosundan bu yana. Onlar direniyorlar ama kimse seslerini duymuyor. Onlar çabalıyorlar ama kimse yanlarına gitmiyor Cumhuriyet Halk Partisi dışında. (Alkışlar) Muğla’ya gittiğimde onlara uğradım, onların sorunlarını dinledim. Aylardır Ankara’dalar, sadece Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri ziyaret ediyor.

Değerli arkadaşlarım, taşeron işçilik kavramını ilk dile getiren, taşeron işçiliğe çözüm üretecek diye kendi parti programına yazan, seçim bildirgesine yazan, taşeron işçilik çağdaş köleliktir, bundan mutlaka Türkiye’nin kurtulması gerekir diyen tek parti var, o da Cumhuriyet Halk Partisi. (Alkışlar) Asgari ücrete mahkûm edileceksiniz, grev hakkınız olmayacak, toplusözleşme hakkınız olmayacak, iş güvenceniz olmayacak, her an işten atılabileceksiniz, sendikanız olmayacak, derdinizi anlatacağınız bir kişiyi bulamayacaksınız ve bunun adı da çağdaş Türkiye olacak! Olmaz. Taşeron döneminin, taşeron işçilik döneminin bitmesi lazım. Defalarca ama defalarca bütün miting meydanlarında bunu dile getirdim. 2 milyonu aşkın taşeron işçi var. İçinde bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi binası dahil, bütün kamu kurumlarında taşeron işçi çalıştırılıyor, bir lokma bir hırka. Hiçbir güvenceleri yok. Bunlara güvence getirme sözünü verdik. Seçim bildirgemize yazdık ama bize biraz mesafeli davrandılar. Şimdi o kardeşlerime bir kez daha sesleniyorum, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı olarak sesleniyorum: Önce işçi ağabeylerinize bir soru sorun: Bu ülkeye toplusözleşme hakkını hangi siyasi parti getirdi, önce bir bunu sorun. (Alkışlar) Size diyecekler ki “Cumhuriyet Halk Partisi getirdi.” Yine, o ağabeylerinize sorun: Uluslararası Çalışma Örgütünün standartlarını bu ülkeye kim getirdi? Yine cevap vereceklerdir “Cumhuriyet Halk Partisi getirdi” diye. İş güvencesini kim getirdi diye sorun. Yine diyeceklerdir ki “Cumhuriyet Halk Partisi getirdi” diye. Şimdi, yeni bir tasarı hazırlanıyor, sadece siz değil, bütün çalışanlar taşeron işçisi olacak. Ve sendikalara sesleniyorum: Siz gerçekten işçinin yanında mısınız? Gerçekten işçinin hakkını mı savunuyorsunuz? Eğer işçinin yanındaysanız, doğal olarak sizin adresiniz Cumhuriyet Halk Partisidir. (Alkışlar)Taşeronluğu yaygınlaştıran, Türkiye’ye bela eden, 301 işçimizin hayatının kaybolmasına yol açan bu düzeni, bu sistemi savunacak mısınız savunmayacak mısınız? Biz ne diyoruz? Bu düzen değişmeli, bu düzeni değiştireceğiz, hakça bir düzen kuracağız, insanca bir düzen kuracağız; önce üreteceğiz sonra hakça bölüşeceğiz. (Alkışlar) Herkes kazanacak, herkes evine huzur içinde gidecek, herkesin iş güvencesi olacak, herkes haksızlığa karşı durabilecek; biz bunu savunuyoruz. O nedenle söylüyorum, Soma’daki işçi kardeşlerimiz dün yürüdüler, haklarını arıyorlar. İlk istedikleri, daha önce kendilerinin seçtikleri sendika yöneticileri, onların istifa etmesini istediler. Orada eylem yapan bütün işçi kardeşlerimi yürekten kutluyorum. Sizin emeğinizi satan sendikacılara sakın güvenmeyin. (Alkışlar) Hep sizin yanınızda olacağız. Herkes iş bulmalı, herkesin işi olmalı ama herkes örgütlenebilmeli, bir araya gelebilmeli, derdini anlatabilmeli, toplusözleşme yapabilmeli. Biz Orta Çağ’ın ülkesi miyiz, 21. Yüzyılın ülkesi miyiz? Eğer 21. Yüzyılın ülkesiysek o zaman örgütlenmekten korkmayacağız. Kim sizin örgütlenmenize engel getiriyorsa, yasal engel getiriyorsa emin olun sizinle beraber mücadele etmeye hazırız. Bunu herkesin bilmesini istiyorum özellikle de taşeron yanında çalışan işçi kardeşlerimin bilmesini isterim. Biz sizin haklarınızı savunuyoruz, sizin için mücadele ediyoruz; bize güvenin, bize destek verin. Beraber olacağız ki güçlü olalım ama hâlâ gidip de sizin emeğinizi sömüren, sizin örgütlenmenize engel olan bir siyasal partiye destek verirseniz başınıza daha çok şey gelecek. Hep beraber ağlayacağız. Ağlamak çözüm değil soruna çözüm üreteceğiz. Bulduğumuz çözümler bizim çözümler değil, evrensel çözümler. Fransa’da hangi haklar varsa, Amerika’da hangi haklar varsa, Japonya’da hangi haklar varsa, Avrupa Birliğinde hangi haklar varsa Türkiye’de de aynı haklar olsun. Biz üçüncü sınıf bir demokrasiye layık ülke miyiz?  Bizim insanımız da birinci sınıf demokrasiye layıktır. Biz birinci sınıf demokrasiyi savunuyoruz. Herkesin kazanmasını istiyoruz, herkesin üretmesini istiyoruz, herkesin çalışmasını istiyoruz ama köle düzeni içinde değil, uygar bir tarzda çalışmak istiyoruz, herkes öyle çalışmalı. Herkes kendisine ve ülkesine güvenmeli, sendikasına güvenmeli, yasalarına güvenmeli, hukukun üstünlüğüne güvenmeli, yargı bağımsızlığına güvenmeli; bütün bunları sağladığımız zaman çağdaş Türkiye’yi yeniden ayağa kaldırmış oluruz. O nedenle 2 milyon taşeron işçisine tekrar sesleniyorum: Kimse kusura bakmasın, sizin yeriniz, açık ve net söylüyorum, sizin ocağınız Cumhuriyet Halk Partisidir. (Alkışlar) Sizin yeriniz Cumhuriyet Halk Partisidir, halkın partisidir. Siz halktan birisisiniz, sizin haklarınızı savunuyoruz ne arıyorsunuz sağda solda? Ne bekliyorsunuz? Umut mu bekliyorsunuz? Onlardan size umut yok. Onlar kendileri köşeyi dönmek istiyorlar. Sizin alın terinizi sömürüyorlar. Soma’da 301 kişi hayatını kaybetti, gidin ailelerine sorun bakalım. Birileri şimdi timsah gözyaşı döküyor. Bırakın bunları. Güçlü olmanın yeri haklı olmanızda yatmaktadır. Haklıysanız güçlüsünüz, haklıysanız hiç unutmayın biz sizin yanınızdayız, sizinle beraberiz, sizinle beraber mücadele edeceğiz. Eğer siz bütün bunları unutup yardım gelecek, şu gelecek bu gelecek, insanlar öldü ne yapalım, değil arkadaşlar, bunun mücadelesini yapmak zorundasınız. Ölen kardeşlerinizin mücadelesini yapmak zorundasınız. Onlar da işçiydi, siz de işçisiniz; onlar da çalışıyorlardı, siz de çalışıyorsunuz ama emeğinizi sömürtmeden. Çağdaş bir insan gibi, uygar bir insan gibi…Alın teri döküyorsunuz, alın terinin hakkını almak zorundasınız, bunun mücadelesini yapacağız. O nedenle söylüyorum: Yeriniz artık bellidir. Geleceksiniz, eliniz mahkûm geleceksiniz, ya sömürülmeye katlanacaksınız ya da artık yeter, ben de özgür bir yurttaş gibi yaşamak istiyorum, ben de alın terimin karşılığını almak istiyorum diyeceksiniz. Diyecekseniz gelin, beraber ortak ses çıkaralım, sesimiz daha gür çıkar. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Soma’nın hesabını soracağız, hiç endişe etmeyin, sonuna kadar takip edeceğiz. (Alkışlar) Geçen hafta grup toplantısında beraber bir duyguyu yaşadık. 301 şehidimizin adını tek tek saydık. Hiçbir siyasal partinin yapmadığı bir şeyi yaptık. Neden? Çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Çünkü biz halkın partisiyiz. Hiç kimsenin burnu kanasın istemeyiz. Herkes in huzur içinde yaşamışını isteriz. Bu ülkede eğer mutluluğu yakalayacaksak, herkesin çalıştığı ama güvence içinde çalıştığı, örgütlü çalıştığı bir toplum yaratırsak mutlu oluruz. Aksi halde dağılırız, aksi halde mutsuz oluruz, aksi halde huzursuz oluruz, huzuru istiyoruz biz, barış istiyoruz, mutluluk istiyoruz, herkes evinde mutlu olsun, herkes çoluk çocuğuyla yaşasın; biz bunu isteriz. Ama bakın Türkiye çok riskli bir sürecin içine girdi değerli arkadaşlarım, çok riskli bir sürecin içine girdi. Toplumda bir gerginlik yaşanıyor. Kullanılan dil gerginliği besliyor. Emin olun gittiğim yerde en çok kadınlar gelip “Ne olacak bu ülkenin hâli diye?” bana soruyorlar. Evet, bu gerginlik bu kaygı toplumun dokularına işlemiş durumda. Biliyorum, tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur ama biz tekerlek kırılmadan yol göstermek istiyoruz. Kim yapacak bunu? Bu ülkenin aydınları yapacak, bu ülkenin akademisyenleri yapacak, bu ülkenin sanatçıları yapacak ve çok daha önemli bu ülkenin siyasetçileri yapacak. Nasıl davranmamız gerektiğini anlatacağız, sorunlara çözüm üreteceğiz. Siyasetçinin sorumluluğu aydınlardan biraz daha fazladır çünkü bizim bir de temsil yetkimiz var, oy almışız kitleden, halktan. Oy almışız, gelmişiz bu kürsülere ve kürsülerde biz halkın dertlerini dile getirmek zorundayız, çözüm üretmek zorundayız. Kendisi sorun olan bir siyasal iktidara karşı çözüm üretmek zorundayız. Çözüm üretemezsek o zaman sağlıklı bir süreci yakalayamayız değerli arkadaşlarım. Yol gösterme, elbette ki siyasetçinin görevidir, aydınların da görevidir, hepimiz üzerinde duracağız ve çalışacağız. Taşeron sistemi dedim az önce, nasıl engellenecek? Uluslararası standartlar var, onları getireceğiz. Sendikacılık, uluslararası standartlar var, onları getireceğiz. Yeni keşfedilen çözümler değil bunlar, bütün dünyanın uyguladığı çözümler. Biz neden aynı çözümleri kendi ülkemize getirmiyoruz? Sürekli bir gerginlik, sürekli bir çatışma ortamı yaratıyoruz ve bu gerginlikten belli siyaset kurumları beslenmeye çalışıyorlar. Bu çok tehlikeli bir süreçtir değerli arkadaşlarım. Gerginlik ve çatışma tehlikeli bir sürecin içine bizi götürür.

Değerli arkadaşlarım, siyasetçinin bir görevi vardır. Siyasetçi, halka hesap vermek zorundadır. Siyasetçi, siyaseti zenginleşmek için yapmaz. Siyaset, halka adanmışlıktır. Halkın sorunlarıyla ilgilenirsiniz, halkın dertleriyle ilgilenirsiniz, o dertlere çözüm üretirsiniz. Eğer siz bütün bunları bir tarafa bırakıp kendi iktidarınızı korumak için toplumu kamplara ayrıştırır, toplumu böler ve kutuplaştırırsanız sorun yaratırsınız. Bugün geldiğimiz nokta üzülerek söylüyorum budur. Sorun yaratan bir siyasal iktidar var. Birisi konuştuğu zaman herkes kulaklarını tıkıyor. Emin olun üç gün sussa Türkiye’de huzur olacak. Her gün konuş, her gün konuş, her gün kavga, her gün kavga, nereye gidecek bu? (Alkışlar) Huzurlu bir toplum yaratmak zorundayız. Biz üstümüze düşeni yapıyoruz, olabildiğince muhalefet görevimizi yapıyoruz. Adı üstünde zaten, muhalefet, ana muhalefet, iktidarın yanlışlarını dile getirmek, yolsuzluklarını dile getirmek, yaptığı haksızlıkları dile getirmek, bizim görevimiz bu. Hükümet, ülkeyi akılla yönetmeli, öfkeyle değil, huzur içinde bir ülke sağlamalı, kavgalı bir iktidar olur mu? Kendisiyle kavga eden bir siyasal anlayış olabilir mi? Türkiye’yi bundan çekip çıkarmamız gerekiyor. Elbette ki siyasetçi düşüncelerini ifade ederken onun diğer aydınlara göre bir ayrıcalığı var, onun dokunulmazlığı var, kürsü dokunulmazlığı var halkın sorunlarını daha rahat dile getirsin diye. Ama aydınların da bir görevi var. Demokrasiyi savunmak zorundalar, huzuru savunmak zorundalar, yanlışın karşısında durmak zorundalar, zalimin karşısında durmak zorundalar aksi halde biz onlara aydın diyemeyiz. Aydın, toplumun önderidir. Elinde meşale toplumun önünde gider ve bir bedel ödenecekse aydın bedel ödemekten korkmaz, çekinmek, onun biz ona aydın diyoruz. Eğer aydın bedel ödemekten korkup sesini kesiyorsa ona aydın denmez, o farklı bir şeydir.

Değerli arkadaşlarım, 76 milyon yurttaşıma seslenmek isterim, onların vicdanına seslenmek isterim: Biz üstümüze düşeni yapıyoruz, fazlasıyla yapıyoruz hatta bazı hataları toplumda fazla kutuplaşma olmasın diye özenle görmüyoruz, toplumda fazla kutuplaşma olmasın diye Soma olayları konusunda çok dikkatli bir tavır izledik. Toplumda kutuplaşma olmasın diye Gezi olayları konusunda çok dikkatli bir tutum izledik. Haksızlıklar olmasın, gencecik çocuklarımız dövülmesin, insanlar ölmesin diye mücadele ettik. Biber gazını bizim milletvekillerimiz yedi, copları bizim milletvekillerimiz yedi, hastaneye bizim milletvekillerimiz kaldırıldı, neden? Vatandaşın çocuğu dövülmesin diye, o çocuk biber gazı yemesin diye biz bunları yaptık.  76 milyon yurttaşıma sesleniyorum: Yanlış mı yapıyoruz biz acaba? Biz kutuplaşmadan yana değiliz, çatışmadan yana değiliz. Bu arada şunu da söyleyeyim: Yüzü maskeli, elinde silah olayları çıkaranlar kimse bunlar bunları çıkarsınlar. Biz, yüzü maskeli, elinde silah olay yaratan kişilere karşıyız, her zaman söyledim, yine de söylüyorum. (Alkışlar)  O kişiler acaba kim? Gezi olaylarında TOMA’ya molotofkokteyli atan polisleri gördük, fotoğraflarını gördük. Şimdi, bu toplumda bu kutuplaşmayı yaratanlar kimler? Hükümetin bir an önce bunu ortaya çıkarması lazım. Evet, onların çocuklarını biz çok iyi biliyoruz. (Alkışlar)

Biz aslında siyasetçiler olarak sağduyuyla konuşmak durumundayız. Birbirimizi dinlemek durumundayız. Şimdi konuşmayacaksak ne zaman konuşacağız? Şimdi dinlemeyeceksek ne zaman dinleyeceğiz? Kamplaşma yaratıldı, birbirini duymayan kitleler yaratıldı. Böyle bir tabloyla Türkiye ilk kez karşı karşıya geliyor. Müthiş bir yarılma var, müthiş bir kamplaşma var ve bunu yapan siyasal iktidarını korumak için çaba gösteren hükümet var. İlk kez Türkiye böyle bir tabloyla karşı karşıya kalıyor.

Değerli arkadaşlar, ben 68 kuşağından geliyorum. (Alkışlar) Ülkemizin hep özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunduk, ülkenin huzurunu savunduk, herkesin mutlu olmasını savunduk, işçilerin örgütlenmesini savunduk, emeğin en yüce değer olduğunu söyledik, üretenlere her zaman saygı duyduk ama 68 kuşağından geliyoruz, dolayısıyla pek çok acıya tanıklık yaptık, pek çok acıyı yaşadık. Çocuktum hatırlamıyorum ama hayal mayal hatırlıyorum 1960 İhtilali sonrası 3 siyasetçiyi darağacına gönderdik. Demokraside yaşadığımız ilk travmadır bu değerli arkadaşlarım. O dönem birileri belki alkışladı ama bugün siyasetçilerin idam edilmesinin yanlış olduğunu hepimiz biliyoruz. Sonra, 12 Mart 1971, askeri darbe oldu. Yine, 3 gencimizi darağacına gönderdik, elleri kana bulaşmamış 3 gencimizi. Neden? İntikam hırsıyla ve doğru değil ve toplum hâlâ bunu da üstünden atmış değil. Siyaseten idamların doğru olmadığını tecrübeyle yaşayan bir ülkeyiz biz ama bu olmadı. Geldik ml80’lere, darbe öncesi, 80 öncesi gencecik çocuklarımız birbirlerini öldürüyorlardı. Aynı silahtan hem soldan hem sağdan gencecik fidan gibi çocuklarımız vardı ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Yine ders çıkarmadık, yine binlerce gencimiz birbirini öldürdü, askeri darbeden sonra da pek çok gencimiz idam sehpalarında hayatını kaybetti. 16 yaşında Erdal Eren’in yaşını büyütüp idam sehpasına gönderdiler. Bu kadar acı travmaları bu toplum yaşadı değerli arkadaşlar. Biz bütün bunlardan ders çıkarmak durumundayız, bütün bunlardan ders çıkarmak zorundayız. Uygar dünyaya baktığımız zaman, onlar da bizim gibi acılar, büyük travmalar yaşamışlar ama onlar bütün bu acıları bir toplumsal kazanıma dönüştürmüşler. Aynı olaylar olmamış bir daha, bir toplumsal kazanım elde edilmiş orada. Bakıyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın yerle bir edildiği bir savaş, hemen arkasından bir araya geliyorlar, Avrupa Kömür ve Çeltik Birliği kuruluyor. Savaşı değil, barışı önceleyen, aklı önceleyen bir proje. Avrupa’da demokrasinin ve barışın kazanmasını sağlıyor. Ve biz, 1963 yılında, rahmetli İnönü, bu barışın bir parçası olmak istiyor Ankara Anlaşmasıyla, “Biz de Avrupa Birliğinin bir parçası olacağız” diyor. Devletler üstü bir kurum, olağanüstü güzel bir kurum. Avrupa’da demokrasinin kökleşmesini sağlayan bir kurum, Avrupa’da savaşı yok eden bir anlayış egemen oluyor yani bir toplumsal faciadan bir toplumsal kazanım elde ediyorlar ve bunu yapıyorlar. Sadece onlar mı? Hayır. Dönüp bakalım değerli arkadaşlarım, Amerika Birleşik Devletleri, Güney-Kuzey savaşları, binlerce asker binlerce Amerikalı birbirini öldürdü, siyah-beyaz kavgası, ötekileştirilenler, nefret suçları bütün bunlara bakıyorsunuz aynı Amerika bunları da aştı, köleliği kaldırdı, mücadele etti. Bugün dünyanın saygın ülkelerinden birisi durumuna geldi. Kimsenin ötekileştirilmediği bir devleti kurmak durumunda kaldılar ve bunu sağladılar. Aynı şekilde, bakıyoruz değerli arkadaşlarım, yine Amerika’da 1947’de başlayan meşhur McCarthy olayı, aydınların suçlandığı, hapse atıldığı, ölüme gönderildiği ve 1957’ye kadar devam eden bir süreç. O sürecin de faturasını Amerikalılar ödedi ama bugün öyle bir sürece artık onlar da izin vermiyor. Bir toplumsal faciadan bir toplumsal kazanım elde ettiler. Geçiyoruz İspanya’ya, Yunanistan’a, Güney Kore’ye baktığınız zaman bu ülkeler darbelerle anılıyordu. Bugün bu ülkelerin hiçbirisinde darbe söz konusu bile değil, anılmıyor bile. Neden? Demokrasiyi içselleştirdiler, derinleştirdiler, bütün toplumsal zararları toplumsal faydaya dönüştürdüler ve kendi demokrasilerini güçlendirdiler.

Geliyorum bize değerli arkadaşlarım, 1960, 1971, 1980 baktığınız zaman ders almamış bir toplum konumundayız biz. Neden? Çünkü tarihi yeteri kadar bilmiyoruz. Siyasetçiler tarihi yeteri kadar irdelemiyorlar. Tarih nedir acaba? Tarihin, tamam bütün ayrıntılarını bilmeyebilirsin ama tarihten ders almak diye bir kavram vardır. Eğer siz tarihten ders almıyorsanız ülkenizi felakete sürüklersiniz. “Ders alınsaydı tekerrür eder miydi?” diye söylüyor. Evet, tarihten ders almadık. O faciaları, o acıları toplumsal kazanıma dönüştürmedik ve bugün hâlâ fatura ödemekle meşgulüz. Birileri geldi bizi geçti, demokrasilerini güçlendirdi, biz toplumu ayrıştırarak, yeni fay hatları yaratarak toplumu ayrıştırıyoruz ve bölüyoruz. Bu, bizim kabul edeceğimiz bir olay değil değerli arkadaşlarım. Dolayısıyla, bugün cumhuriyet tarihinin en büyük kırılmasıyla karşı karşıyayız, toplum ayrışmış durumda. Toplumu kendi içinde barıştırmamız gerekiyor, kendi içinde huzurlu bir toplum yaratmamız gerekiyor.

Ayrıştıran siyasetçiler. Bölen? Siyasetçiler. Halkı kullanan? Siyasetçiler. Halkı kendisine köle konumuna getiren? Yine siyasetçiler. Halkın bütün bunlardan ders çıkarması lazım. Siyasetçileri akılla ve mantıkla sorgulaması lazım. Kendisinin nasıl kullanıldığının farkına varması lazım. Eğer bunu halkımız yapabilirse, siyasetçilere tarihin önünde çok güzel bir ders vermiş olacaktır ama bugün geldiğimiz noktada böyle bir derse siyasetçilerin ihtiyacı var.

Değerli arkadaşlarım, toplumsal acıları nasıl toplumsal kazanımlara dönüştürdüler çağdaş ülkeler, Batılı ülkeler, aklı önceleyen ülkeler? Baktığınız zaman bunun temelinde empati yatıyor arkadaşlar. Eğer siz karşınızdaki insanı insan yerine koyup onun derdini, acısını bilirseniz, kendinizi onun yerine koyup acısını paylaşabilirseniz bir toplumsal kazanım yaratırsınız ama acısına kulak tıkarsanız, onu ötekileştirirseniz bir toplumsal kazanım yaratamazsınız, Türkiye’nin geldiği nokta budur. Siz düşünebiliyor musunuz değerli arkadaşlar, empati kuramayan bir siyasetçi, böyle bir siyasetçi olabilir mi? Vatandaşını anlamayan bir siyasetçi, onu oy makinesi olarak gören bir siyasetçi, onu oy makinesi olarak gören bir siyasetçi, onun sorunlarına çözüm üreten değil, kendi sorunlarını ona dayatan bir siyaset anlayışı, Türkiye bunları aşmak zorundadır. Yeni bir Türkiye’yi yaratacağız, güzel bir Türkiye’yi, huzurlu bir Türkiye’yi, kendi içinde barışık olan bir Türkiye’yi yaratacağız. Farklılıklarımız var mı? Elbette var ama o farklılıkları zenginlik olarak göreceğiz. Hiç kimseyi ötekileştirmemek, eğer siz birisini ötekileştirirseniz yaptığınız tüm haksızlıkları meşrulaştırmış olursunuz. Zalimin zulmü öyle değil midir; ötekileştirdiği kişilere zulüm yapar. Onları kendisi gibi görmez. İnanç açısından ötekileştirir, etnik kimlik açısından ötekileştirir, mezhep açısından ötekileştirir, ötekileştirir ve ondan sonra söyleyeceklerine meşruluk kazandırmaya çalışır. Bakın tarihe, tarihte böyle olmuştur. Biz bunlardan ders çıkardık mı? Hayır, çıkarmadık. Her seferinde başa dönüyoruz, her seferinde bu toplum ağır faturalar ödüyor ve biz kalkınamıyoruz, büyüyemiyoruz, demokrasimizi geliştiremiyoruz, böyle bir toplum geleceği sağlıklı olan bir toplum değildir. Kendi iç sorunlarıyla sürekli kavga eden bir siyaset mantığını, bir siyaset anlayışını bir taraflara bırakmak zorundayız değerli arkadaşlarım. Bizde güzel bir laf var. “Susma sustukça sıra sana gelecek” işçilerimizin söylediği. (Alkışlar)

Yatağan işçilerini söyledim, sadece sizin sorunlarınızı değil, Türkiye’deki bütün işçilerin sorunlarını çözmeye talibiz, çok açık. (Alkışlar) Sadece işçilerin mi? Hayır. Emeklinin sorunu, çiftçinin sorunu, işçinin sorunu, sanayicinin sorunu, ev hanımlarının sorunu, hepsini çözmeye kararlıyız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ama bu slogan ne zaman atılıyor? Sıra onlara geldiği zaman atılıyor. Sorunumuz da orada başlıyor zaten. Oysa bizim inancımızda “haksızlıklara karşı susan dilsiz şeytandır” deniliyor. Haksızlıklara karşı susmayacaksın. (Alkışlar) Ben isterdim ki Tekel işçileri Kızılay’da dövüldüğü zaman Türkiye’nin bütün işçileri Ankara’da olsun, onlara destek versinler. (Alkışlar) Ben isterdim ki Soma’da 301 işçimiz hayıtını kaybederken bütün sendikalar orada olsun ama bunlar olmuyor. O nedenle söylüyorum, işçi kardeşlerim, size sözüm var, ahtım var, gidin her yerde söyleyin, bu sendikacılık düzenini, patron sendikacılığını, sendika ağalığını yıkacağız ve sonunda onlardan da hesap soracağız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ayrışmadan söz ettik, kamplaşmadan söz ettik. Eğer siz toplumu kamplaştırırsanız bütün renkleri yok edersiniz, renklerin tonlarını da yok edersiniz; bir siyah, bir beyaz kalır. Oysa güneş bile yedi renkli, neden bütün renkleri yok ediyoruz? Neden politikacı sert bir dil kullanıyor? Neden bütün yurttaşları kucaklamıyoruz? Neden güzel şeyler söylemiyoruz? Neden umut vaat etmiyoruz? Neden hep kavga ediyoruz? Neden ağzını açtığı zaman tepeden tırnağa hakaretlerle bu insanları karşı karşıya kalıyor? Bütün bunları değerlendirmek zorundayız.

Bakın değerli arkadaşlarım, 301 işçi hayatını kaybetti. Ben de Soma’ya gittim. Bir kadıncağız, biz giderken bize de sitemini yaptı. Sessiz ve sakin dinledim. Yanımdakine de “Evet, bu kadıncağız haklı” dedim. Kimse dinlememiş. Sonra bir de bu ülkenin Başbakanlık koltuğunda oturan zat da gitti. Gidebilir mi? Elbette gidecek. Gitmesi gerekir mi? Evet, gitmesi gerekir. Gitti, gayet güzel. Bakın değerli arkadaşlar, 301 kişi hayatını kaybetmiş. Yaş ortalaması 10 olan 432 çocuk yetim kalmış. Eşler yok, evlatlar yok, büyük acı, büyük dram yaşanıyor. Bu gidiyor, sanki miting meydanıymış gibi kürsüye çıkıyor başlıyor konuşmaya. 301 ölümü doğal bir ölüm kabul ediyor. “Madenciliğin fıtratında yani tabiatında yani doğasında böyle ölümler var” diyor. Ve 1870’in, 1960’ın İngiltere’sinden örnek veriyor. 1860’ta Abdülmecit tahtta ve henüz ampul icat edilmemiş. (Alkışlar) Bakın değerli arkadaşlar, Abdülmecit tahtta ve ampul icat edilmemiş. Yahu, Türkiye 1800’lerin Türkiye’si mi? Sen nasıl bu örneği verirsin? Bu örneği verdiği andan itibaren zaten Soma ayağa kalkıyor. Herkes itiraz ediyor “yuh” çekiyor, efelenerek vatandaşın üzerine yürüyor. “Yuh çekersen tokadı yersin” diyor. Sonra, birisini görüyor –çok özür dilerim, “Yahudi dölü” diye ona da hakaret ediyor kendisine göre. Sonra, bakın değerli arkadaşlar, 4 bin polisle gidiyor Soma’ya. 4 Bin polisle gidiyor ve bir markete sığınmak zorunda kalıyor. Sonra? Marketteki bir vatandaşı da tokatlıyor. İlk kez bizim tarihimizde –dünya tarihinde örneği var mı bilmiyorum- bir ülkenin başbakanı kendi vatandaşını tokatlıyor. Bu ülkenin, bu ülkenin insanlarının, 76 milyon yurttaşın vicdanına sesleniyorum, başka bir şey söylemeyeceğim: Seni tokatlayan adamın hâlâ arkasındaysan oraya ben üç nokta koyuyorum, kimse kusura bakmasın. (Alkışlar)Böyle bir şey olabilir mi değerli arkadaşlarım? Bu şu demek biliyor musunuz? Cenaze evine başsağlığı dilemeye gidiyorsunuz cenaze sahibine her türlü hakareti ediyorsunuz, bir de dövüyorsunuz. Ya, bizim geleneğimizde böyle bir şey var mı? Biz oraya acıları paylaşmak için gittik. Onlar itiraz eder, elbette eder. Şikâyet eder, elbette şikâyet ederler. Düne kadar kim dinledi onları? Hiç kimse dinlemedi. Adam yerine bile koymadılar. “Gideceksiniz, orada çalışacaksınız madende” dediler. Neden öldü bu insanlar? Göçükte mi? Hayır. Trafodan mı? Hayır. Karbonmonoksit gazını teneffüs ettiler ve onun için öldüler.

Değerli arkadaşlarım, bu kadar acı bir olay yaşanırken siz kalkıp kendi vatandaşınızı tokatlıyorsunuz, sonra kalkıyorsunuz efeleniyorsunuz. Böyle bir tabloyu Türkiye Cumhuriyeti hiç görmedi, ilk kez böyle bir olayla karşı karşıya kalıyoruz değerli arkadaşlarım. Üzerinde ne oldu? Okmeydanı’nda olaylar oldu. Düşünün, bir vatandaş yine başsağlığı için cem evine gidiyor ve bir kurşunla hayatını kaybediyor. Olaylara giren birisi değil, sade birisi. Bir baba, çocuğu var, küçücük, eşi var ve öldürülüyor. Öldürülünce, bakın bunlardan bir yandaş şöyle bir Tweet atıyor: Değerli arkadaşlarım, İstanbul Kızılay Şube Başkanı İlhami Yıldırım “Ya bu ülkede eşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz.” (“Yuh” sesleri) Siz, Erdoğan’ın bunu eleştirdiğini duydunuz mu? Yanlış yapıyor dediğini duydunuz mu? Bu kişi Kızılay’dan atılacak mutlaka dediğini duydunuz mu? İşte toplumu bölmek budur arkadaşlar, toplumu ayrıştırmak budur. Biz, Uğur Kurt’a da üzülürüz, Ayhan Yılmaz’a da üzülürüz, hiç kimsenin burnu kanamasın isteriz. Bu topraklardaki herkes bizim kardeşimizdir. Her kişiye saygı gösteririz bize oy versin vermesin, bizim yanımızda olsun olmasın o bir insandır, değerlidir ve biz ona saygı göstermek zorundayız ama saygısızlığı nasıl inşa edebilirsiniz? Ne dedim? Toplumu bölüyor, ayrıştırıyor, renklere tahammül edemiyor, onun sonucu işte böyle Tweetler çıkıyor. “Ya bu ülkede eşek gibi yaşarsınız sessizce ya da defolup gidersiniz” diyor. Senin defolup gitmen lazım, sen kimi nereye sürüyorsun. (Alkışlar)

Yine söyledim, yine söylüyorum. Devlet akılla yönetilir, sabırla yönetilir. “Polislerin sabrına şaşıyorum, nasıl sabrediyorlar? Alsınlar ellerine silahları hepsini tarasınlar.” Bir Başbakan bunu söyleyebilir mi arkadaşlar? Nasıl söyler böyle bir şeyi? Devletin sabırla yönetileceğini bilmiyorsa nasıl o koltukta oturuyor. Orada oturduğu için işte ülke bu hâle geldi. Herkes birbirine kaygıyla, kuşkuyla bakıyor. Herkes “Ne olacak bu memleketin hâli” diyor. Akıl yok mu arkadaşlar? Mantık yok mu arkadaşlar? Akılla yönetilir. Dünyanın en stratejik şeydir insan beyni. Siz eğer aklınızı yitirmişseniz ülkeyi felakete götürürsünüz. Geldiğimiz nokta budur değerli arkadaşlarım. Bütün bunları Erdoğan bilinçli mi yapıyor? Emin olun bilinçli yapıyor koltuğunu korumak için, vatandaşları bölmek, ayrıştırmak, düşman kampları yaratmak  ama bu ülkenin insanı ayrışmadı, bölünmedi, beraber olmak istiyor, dost olmak istiyor, farklı renklere saygı göstermek istiyor ama o ısrarla “Bölünün, ayrışın, kavga edin” diyor. Niye bölünelim, niye kavga edelim, niye ayrışalım? Biz ayrışmadık. Ulusal Kurtuluş Savaşını beraber verdik, dedelerimiz beraber yatıyor şehit olarak. O hâlde onlar ayrışmadılar biz neden ayrışacağız? O, koltuğunu korumayı ayrışmaya borçlu, bunu yapmak istiyor.

Değerli arkadaşlarım, biz her türlü uyarıyı yapıyoruz, sorumluluk üstleniyoruz ve diyoruz ki bizim de sorumluluğumuz var Anamuhalefet Partisi olarak. Ülkenin ayrışmasına izin vermeyeceğiz, bölünmesine izin vermeyeceğiz, kavgaya izin vermeyeceğiz. Huzur içinde yaşamak istiyoruz, beraber yaşamak istiyoruz. Bunu sağlamak zorundayız. Sadece biz mi uyarıyoruz? Hayır. Bakın değerli arkadaşlarım, Erdoğan Almanya’ya gitti. Merkel’in yaptığı bir açıklama var. “Sorumluluk bilinci ile hassas davranacağını bekliyorum” diyor. Diplomatik bir dille en ağır uyarıdır bu değerli arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına böyle hitap ediyor. Neden? Erdoğan’ın kendisini yönetmeyi beceremediğini, kontrolü kaçırdığını o da çok iyi biliyor, bütün dünya biliyor. Böyle bir ağır eleştiriye emin olun ben çok üzüldüm. Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanlık koltuğunda oturuyor. Bir başka ülkenin Başbakanı ona “Şöyle davranacağını umuyorum” diyor. Neden? “Çünkü Almanya’da huzur istiyoruz biz. Türkler burada kavga etmesin, huzur içinde yaşasınlar. Almanya’nın iç barışını bozmasınlar” diyor. “Sen kavgaya geliyorsun buraya” diyor. “umarım bunu yapmazsın” diyor. Diplomatik bir dille en ağır sözler arkadaşlar bunlar.

Değerli arkadaşlarım, tabii Erdoğan sadece kendi itibarını değil Türkiye’nin itibarıyla da oynuyor, Türkiye’nin itibarı da yara alıyor burada. O halde yine bütün yurttaşlarıma sesleniyorum: Eğer Türkiye’nin güçlü olmasını istiyorsanız, huzurlu bir ülke olmasını istiyorsanız, barıştan yanaysanız, güçlü bir Türkiye, huzur içinde yaşayan bir Türkiye diyorsanız o zaman yeniden düşünmek zorundasınız. Yeniden düşünmek zorundayız, hep beraber düşünmek zorundayız. Bunu sağlayabiliriz.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta TOBB Genel Kuruluna katıldım. Biliyorsunuz devletin bir protokolü vardır. Protokolde Dışişleri Bakanlığı oturur bir protokol yapar ve bütün kurumlar o protokole uyar. Örneğin Kutlu Doğum Haftası vardır, giderseniz protokole göre herkes sırayla konuşur. Gidersiniz Mevlana’yı Anma Gecesi’ne, orada da protokol vardır, herkes o protokole göre konuşur veya Danıştay, Anayasa Mahkemesi her yerde vardır bu protokol. Sadece bizde mi? Hayır, bütün ülkelerde vardır bu. Ama ne hikmetse işveren dünyasının yaptığı toplantılarda bu protokol kurallarına uyulmaz. Erdoğan gelir konuşur ve çeker gider. Ben de onlara diyorum ki ya arkadaşlar, siz korkuluk musunuz, devletin protokolü var, devletin protokolünü uygulamak zorundasınız siz. (Alkışlar) Protokolü uygulamayacaksanız bu toplantıları niye yapıyorsunuz o zaman, protokolü uygulayın, herkes ona göre çıksın konuşsun. Bunu yapmıyorlar. Çıktı konuştu. “Ben diktatör değilim” diyor. “Şu önde oturan var ya, Anamuhalefet Partisinin Genel Başkanı bana diktatör diyor” diyor. “Ben diktatör olsam sen meydanlarda böyle gezemezsin” diyor. Sevgili Erdoğan, ben meydanlarda cesaretle geziyorum, sen benim konuşmama tahammül edemiyorsun korkup kaçıyorsun. (Alkışlar) Sanıyor meydanlar kendisinin tapulu malı. Ya, meydanlar senin değil, meydanlar halkın, elbette meydanlarda gezeceğiz. Zaten diktatörlerin temel özelliği çok korkak olmalarıdır, korkaktırlar bunlar. (Alkışlar) Benim konuşmamı dinlemeye tahammül edemiyor çünkü hemen müdahale edecek, müdahale ettiği zaman da cevabını alacak, onu biliyor. O nedenle kaçmayı tercih etti ve gitti.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, elbette ki diktatörlük önemlidir. Birisinin diktatörlüğe soyunması siyaseten hepimizin tahlil etmesi ve irdelemesi gereken bir olaydır. Ben ona diktatör dedim. Doğru, hatta diktatör bozuntusu da dedim, o da doğru. (Alkışlar) Benim diktatör dememle aslında o diktatör olmuyor tabii. Bilim adamları acaba diktatörü nasıl tanımlıyorlar, asıl bana göre önemli olan o. Siyasetçinin, bir başka siyasetçiyi eleştirmesi farklı ama bir bilim insanının bir diktatörün ne olduğunu tanımlaması çok daha önemlidir.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, 2013’te biliyorsunuz Mayıs ayında Erdoğan Amerika’ya gitmişti. Muhterem eşlerine bir kitap armağan edildi, Diktatörlüğün Psikolojisi. (Alkışlar) Yazan İranlı bir profesör. Dünya çapında bir psikoloji uzmanı Fathali Moghaddam, önemli bir isim. Bu kitabı aldık baktık. Bakın değerli arkadaşlarım, Moghaddam önemi bir kavram geliştiriyor “Diktatörlük demokrasi sarkacı” diye önemli bir kavram. Nedir bu sarkaç diyor. “Saf demokrasi ile saf diktatörlük arasındaki süreci gösteriyor. Sarkaç o nedenle diktatörlük demokrasi sarkacı olarak tanımlıyor. Ve Moghaddam şunu soruyor kendisine kitabında: “Sarkacı demokrasi ya da diktatörlük kutuplarına yakınlaştıran şey nedir?” Bu soruya şöyle bir yanıt veriyor: “Diktatörlük, tek bir kişinin ya da hizipleşmiş bir grubun topluma hükmetmesi, emrindeki güvenlik güçlerini kullanarak politik muhaliflerini bastırmasıdır.” Ve devam ediyor. “Diktatörlüklerde bağımsız yasama ve yargıdan söz edilemeyeceği gibi geçerli olan kanunlar toplumsal isteklere kulak tıkayarak diktatörün ya da hizipleşmiş bir grubun ölçüsüz isteklerine kulak verir.” Ve devam ediyor “Eğitim sistemi, basın, haberleşme ve bilişim sistemleri üzerinde eşi görülmemiş bir kontrol hatta sansür olduğu gibi toplumun hareketleri de rejimin ayakta kalmasını sağlayacak şekilde kontrol altında tutulur.” Herhâlde Türkiye için yazmış diye düşünüyorsunuz değil mi? Ama Türkiye’yi düşünmeden yazmış. (Alkışlar)

Moghaddam demokrasiyi de tanımlıyor. Diyor ki “Bu diktatörlük bir ülkede demokrasinin olup olmadığını öğrenmek istiyorsanız dört kriter var. Bu dört kritere bakacaksınız. Dört kriter uygunsa orada demokrasi var, dört kriter uygun değilse demokraside sorun var, orada diktatörlük var” diyor. Dört kriter neler:

Şehir meydanı testi, birinci kriter,

İktidarı seçim sandığında gönderme testi, ikinci kriter

Azınlıkta kalanların haklarının testi, üçüncü kriter

Bağımsız yargı testi, dördüncü kriter, dört testten söz ediyor.

Şehir meydanı testinde aynen şöyle diyor: “Bir yurttaş, yaşadığı şehrin meydanına çıkıp tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi? Özgürce konuşursa demokrasi var, konuşamazsa diktatörlük var” diyor. Şimdi,76 milyon yurttaşın vicdanına sesleniyorum: Özgürce meydanlara çıkıp konuşabiliyor musunuz?

İkincisi, iktidarı seçim sandığında gönderme testi. Bizde seçim var, sandığa gidiyoruz, oylarımızı kullanıyoruz, bir siyasal parti şu veya bu şekilde iktidara geliyor, burada bir sorunumuz yok ama iki temel sorun yaşıyoruz. Birincisi yüzde 10 seçim barajı. Kim getirdi bunu? Bir başka diktatör getirdi. O diktatörün yasasının arkasına sığınan bir başka diktatör hüküm sürüyor şimdi. Değiştir diyoruz, bir diktatörün getirdiğini değiştirelim, darbe yasalarını değiştirelim “Hayır, ben değiştirmeyeceğim” diyor. Neden? “Ben de onunla aynı fikirdeyim” diyor. Bir diktatörün bir başka diktatörle aynı fikirde olması yadırganacak bir olay da değil.

İkincisi, her seçim sonrası ortaya çıkan şaibeler.

Geliyorum, azınlıkta kalanların testi. Bu da çok ilginç. Moghaddam şöyle diyor: “Toplum şehir meydanı testinden geçmiş olabilir, özgürce konuşabilir, ayrıca iktidar seçim sandığında değişebilir” burada da bir sorun yok “Ancak bütün bunlara rağmen toplumun çoğunluğu azınlıkta kalanlara karşı ayrımcı politikaları destekler yönde oy verirse demokrasiden söz edilemez. Demokrasinin üçüncü olmazsa olmazı bütün azınlıkta kalanların haklarının korunmasıdır” diyor. Ve çok tipik bir örnek veriyor Moghaddam, diyor ki: “Amerika Birleşik Devletleri’nde köleliğin hüküm sürdüğü zamanda oy kullananların çoğunluğu köleliğin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Köleliğin olduğu yerde demokrasi olmaz” diyor.

Dördüncü test, bağımsız yargı testi. Moghaddam şöyle diyor: “Şehir meydanı testi, iktidarı sandıkta değiştirme testi ve azınlıkta kalanların hakları testi ancak bağımsız yargının varlığıyla uygulanabilir. Eğer bağımsız yargı yoksa bunların hiçbirisinin önemi yoktur” diyor.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, Moghaddam bunu herhâlde Türkiye için yazmadı ama bakıyorsunuz Türkiye’yi anlatıyor. Bu demedi mi “Ben falan davaların savcısıyım” diye. Yine, bu demedi mi “Yasama ve yargı benim için ayak bağıdır” diye yani Parlamentoyu ayak bağı olarak görüyor, yargıyı kendisi için ayak bağı olarak görüyor. Sen diktatörsün diyorum “Ben diktatör değilim” diyor. O zaman nesin? Kusura bakma, diktatör bozuntususun, başka ne olabilirsin. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ayrıca diktatörler mahkemeleri gayri milli ilan ederler. Kendisi lehine karar vermediği zaman bunlar milli değil, oysa mahkemelerin milliliği yoktur ama onu öyle görüyor. Kendisine bağlı, kendi istediği yönde karar verirse mahkeme kendi mahkemesi, mesele yok; vermezse  “bunlar gayri millidir, bu mahkemelerin kapatılması gerekir” diyor.

Diktatörlükle yolsuzluklar arasında Moghaddam güzel bir bağlantı kurmuş. Kitabında şöyle diyor: “Diktatörlüklerde vatandaşlar yolsuzluklara karşı sesini yükseltmekten korkarlar çünkü rejime karşı isyan olarak yorumlanacak bu hareketler ölümcül bir günah gibidir” diyor ve devam ediyor “Sonuç olarak halk arasında muhalif olarak damgalanmaya karşı derin ve haklı bir korku kol gezer” diyor. “ Diktatörlüklerde hakim olan sessizlik sonucunda rüşvet, komisyon ve iş yaşamının artık normal karşılanan unsurları hâline gelir” diyor. Yani diktatörlüklerde yolsuzluk, rüşvet, komisyon normal bir süreçmiş gibi gündeme gelir diyor. Onun için rahatlıkla zaten telefon ediyor “Oğlum, paraları sıfırladın mı?” diye. Ne olacak, diktatör, istediği yerde istediği mahkemeyi kaldırıyor, savcıyı gönderiyor, hâkimi değiştiriyor. Onun için “Evladım, ne yapıyorsun?” diye. Bütün bunların hepsini biliyoruz ve bu kitap, Diktatörlerin Psikolojisi kitabı gerçekten de dünyada çok önemli bir kitaptır. Ve ne gariptir ki anlattıkları yüzde yüz Türkiye ile örtüşüyor. Sadece bunu mu söylüyor. Bakın, Moghaddam şunu da söylüyor: “Diktatörler kadını kontrol altına almayı ilk hedef olarak görür.” Yine devam ediyor “Bundan sonra güzel sanatların kontrolüne odaklanırlar diktatörler” diyor. Ve devam ediyor “Çünkü güzel sanatlar doğaları gereği ifade özgürlüğü ve araştırmayla iç içe geçmiştir. Dolayısıyla, güzel sanatlar diktatörler için kontrol edilmesi gereken bir tehdittir” diyor. Bizim ülkemizde bunların tamamı geçerli mi? Evet, geçerli. Ve devam ediyor Moghaddam, diktatörlerin özelliklerini anlatıyor. “Diktatörlük kurmak, diktatörlüğü yaşatmak veya sınırlarını genişletmek için dış tehdit algısının abartılarak kullanılması diktatörlerin sıklıkla başvurdukları bir yöntemdir” diyor “iç ve dış düşman yaratırlar bunlar” diyor. Ve devam ediyor “Diktatörlükler, toplumun geneline şöyle derler: Tehlikeli bir düşman kapımıza dayandı. Bize saldırmak ve yok etmek istiyorlar (Bize darbe yapmak istiyorlar) (Alkışlar) Biz de elimiz-kolumuz bağlı oturmayacağız” diyor Moghaddam. Ve Moghaddam şöyle devam ediyor: “Bu düşman icat etme ve sözde dış tehditlere karşı odaklanma hâli halkın iç problemlerle meşgul olmalarını önlemek için yapılır.” Havuz medyası da bunun için kuruluyor zaten, onun için havuz medyasının yetkilisi kamu bankasına telefon açıp “Alo Süleyman, 2 milyon gönder” deme cesaretini buluyor. Kimden alıyor bu cesareti? Diktatörden alıyor çünkü diktatör onun arkasında.

Ve Moghaddam devam ediyor değerli arkadaşlar iç ve dış tehditlerle ilgili olarak diyor ki “Ayrıca bu yöntem yetkililerin iç sorunlara karşı gereğinden fazla sert tedbirler almaya uygun zeminler yaratmayı ve daha kapalı bir toplum yaratmak amacıyla özgürlüklerin kısılmasını meşrulaştırmayı hedefler. Baskıyı uygulayacaksın ve yeni bir baskı rejimi oluşturacaksın, iç ve dış tehditler bunu öngörür.”

Şöyle devam ediyor: “Tüm diktatörler içerideki muhalefeti ezmeyi, temel hak ve hürriyetlere son vermeyi denerler.” Ve yine devam ediyor “Bu amaçla içeriden düşman icat etmeyi bir yöntem olarak kullanırlar.”  Ve devam ediyor Moghaddam “Diktatörlerin en önemli özelliği liderliklerin her şeye kadir oluşu ve ülkeyi her yönüyle kanatlarının altına alma istekleridir. Ben her şeye hakimim, ben her şeyi biliyorum, ben her şeyi yaparım, ben kudretliyim, ben ulu bir kişiyim, diktatörlerin özelliği bu” diyor.

Ve devam ediyor “Hayatın akışında diktatörün karar vermemesi gereken hiçbir şey yoktur, her şeye karar verebilir. Ve yine devam ediyor “Diktatör açıkça hiçbir fikir sahibi olmadığı alanlarda bile her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini varsayar.” Bizde ne diyordu: Kadın nasıl giyinecek, diktatör karar veriyor; kaç çocuk yapacak, diktatör karar veriyor; doğumu nasıl yapacak, diktatör karar veriyor, tam Türkiye için yazılmış bir kitap arkadaşlar.

Fathali Moghaddam devam ediyor. “Diktatörün hemen her konuda sıradan halkı günlük yaşamıyla ilgili en basit işler hakkında bile söz söyleme eğilimi vardır. Diktatörün gözünde uzmanlık, eğitim, profesyonel becerilerin hepsi harcanabilir. Cahil ve yeteneksiz olsa bile sadık birey daime makbul olandır” diyor. Ve devam ediyor “Diktatörün yanılgısı” diyor. Diktatörlerin tabii yanılgıları da var, ondan da söz ediyor Moghaddam. Diyor ki “Diktatörler halkın kendilerini sevdikleri ve sonuna kadar liderliklerinin arkasında duracakları illüzyonla yaşamayı tercih ederler.” Hep, halk beni destekliyor, halk beni destekliyor. Milli irade beni destekliyor, ona  oy verenler milli irade, muhalefete oy verenler gayri milli irade, böyle anlıyor çünkü diktatörün algısı böyle.

Değerli arkadaşlar, Diktatörün Psikolojisi kitabından bölümler okudum size. Erdoğan’ın kitap okumayı bilmediğini biliyorum, sevmediğini de biliyorum ama yakınındaki arkadaşlara rica ediyorum: Bu kitabı alın ve ona okuyun hem ona hem Türkiye’ye hem dünyaya büyük bir katkıda bulunacaksınız. “Ben diktatör değilim” diyor. Bu kitabı oku diktatörün bütün özelliklerini göreceksin ve o özelliklerin tamamının da sende olduğunu göreceksin. Ben boşuna bir adama “Diktatör” demem; ben diktatöre “diktatör” derim. (Alkışlar)

Özgür ve bağımsız bir Türkiye’den söz etmiştim, 68 kuşağından söz etmiştim oradan geliyoruz diye. Özgür ve bağımsız bir Türkiye’den söz etmiştik. Şimdi, hep beraber yeni bir süreci yaşıyoruz, bir diktatörün yönettiği bir ülkeyi yaşıyoruz, kamplara bölünen bir ülkeyi biliyoruz. Hep beraber, bütün yurttaşlarıma söylüyorum, 76 milyon yurttaşıma söylüyorum: Renginiz ne olursa olsun, inancınız ne olursa olsun, kimliğiniz ne olursa olsun bir olun, beraber olun; güzel Türkiye’yi, huzurlu Türkiye’yi yeniden inşa edelim.

Hepinize en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)