30.06.2020
30.06.2020
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Efendim hepinize yürekten teşekkür ederim. Özgür Bey, seçilen arkadaşlara başarılar diledi ama görev yapan arkadaşlara da şükran borçluyuz. Gerçekten de seçilen arkadaşlar olsun, geçen dönem, geçen yasama döneminde görev yapan arkadaşlar olsun, hepsine yürekten teşekkür ediyoruz. Herkes görevini bihakkın yerine getirdi. Bundan sonra yeni görev alan arkadaşların da aynı duyarlılıkla görevlerini yerine getireceklerinden hiçbir endişem yok. Çünkü bizim tek hedefimiz var; bu ülkede herkesin huzur içinde yaşaması, bunun için elimizden gelen her türlü çabayı göstereceğiz.
Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hepinize Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak, sevgilerimizi, saygılarımızı ve şükranlarımızı sunuyoruz. Zor bir dönemden geçtiğimiz hepimizin malumu. Bu dönem kavga dönemi değil; bu dönem uzlaşma, birlikte olma, birbirimizi kucaklama, var ise bir kusurumuz kusurumuzu örtme, kapatma dönemidir aslında. Bir anlamda siyasetin yumuşaması, bir anlamda sevginin egemen olması, bir anlamda siyaset dilinin tüm toplumu kucaklayan bir kanala yönelmesi hepimizin ortak hedefidir. Kuşkusuz biz bunu söylüyoruz ama yaşadığımız sorunlar var ve bu sorunlara değinmek de ebetteki bizim görevimiz. Yani Parlamento’nun önemli bir partisi olan, tarihsel kimliği olan ve bu ülkeye demokrasi gelsin diye bedeller ödeyen bir partinin üyeleri olarak yaşanan sorunları dile getirmek zorundayız.
Üniversiteler biliyorsunuz çok önemlidir; önemli kurumlardır. Üniversiteleri olan her ülke, dünyada saygın ülkedir. Üniversiteleri bilim üreten her ülke dünyada saygın ülkedir. Dolayısıyla üniversitelerimizin üzerine titremek, üniversitelerimizi korumak, var olan sorunlarını çözmek, hem iktidarın hem muhalefetin, parlamentonun ve toplumun ortak görevi olmak zorundadır.
Bir üniversitemiz kapatıldı, İstanbul Şehir Üniversitesi. Niye kapatıldı? Yeni kurulan bir üniversiteydi. Maltepe'de TEKEL'in çok güzel bir alanı vardı, arazisi vardı, orası tahsis edilmişti. Pırıl pırıl öğrenciler, dinamik, her görüşten akademik kadrosu ile göz kamaştıran bir üniversite durumundaydı. Genç bir üniversite idi ama intikam almak için üniversiteyi kapattılar. Kimden? Sayın Ahmet Davutoğlu'ndan. Neden? Niçin ayrıldın, niçin demokrasi diyorsun, niçin hak-hukuk-adalet diyorsun, niçin üniversite diyorsun? Bu nedenle kapatıldı orası. Kapatma kararı Erdoğan tarafından Resmî Gazete'de yayımladı.
Bizi dinleyen bütün vatandaşlarıma sesleniyorum. Defalarca söyledim, bir daha söylüyorum; devlet kinle, öfkeyle yönetilmez. Kini, öfkeyi, intikam alma duygusunu öne taşırsanız, devlet dediğiniz kurumu yıpratırsınız. Devlette adalet olması lazım, hak olması lazım, hukuk olması lazım devlet yönetiminde. Devlet yönetiminde bilgi olması lazım, deneyim olması lazım, yani tecrübe olması lazım. Siz; bu benim rakibim, benim partimden ayrıldı, üniversiteyi kurdu -üstelik bir de kurucusu- o zaman ben buna dersini vereyim derseniz olmaz. Siz bugüne kadar pek çok üniversiteye yardım yaptınız. Yardım yapılan hiçbir üniversiteye Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz çıkıp "neden yardım yaptınız?" demedik. Bilime yapıyorsanız, teknolojiye yatırım yapıyorsanız, insana yatırım yapıyorsanız buna karşı çıkmadık. Dolayısıyla, mevcut mal varlığı ile eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdüremediği gerekçesiyle Şehir Üniversitesi kapatıldı. Ama gün gelir, devran döner; bu üniversite de yeniden faaliyete başlar. Dolayısıyla biz bütün gençlerimizin, çocuklarımızın iyi bir üniversitede okumalarını isteriz.
Geçen hafta en çok tartışılan konulardan birisi de Z kuşağıydı. Y kuşağından sonra Z kuşağı, yeni gençler, üniversite sınavına giren gençler, pırıl pırıl gençler. Bunların iradeleri ile oynandı. Pandemi dolayısıyla sınav ötelendi. "Bu ortamda sınav yapılmaz" dendi. Hiç kimse itiraz etmedi, herkes bu kararı haklı buldu ama bir süre sonra efendim dışarıdan turist gelmesi lazım; turist gelecek, otellerin dolması lazım. Biz bu yükü çekemeyiz, o zaman sınavı erkene alalım ve dolayısıyla gençler anneleriyle ve babalarıyla tatile çıksınlar. 5 yıldızlı otellerde kalsınlar… Bu gerekçeyle erkene alındı. 2 milyon 433 bin 219 öğrencimiz sınava girdi ve Sayın Erdoğan, ben bunları nasıl aldatırım, nasıl kandırırım, nasıl bunların oyunu alırım diye YouTube'da bir programa çıktı. Tabii şimdi çok pişman olduğunu biliyorum. Z kuşağı ile bir politikacının muhatap olmasının çok zor olduğunu önce kendisini bilmesi lazımdı. Pırıl pırıl bir kuşak, hayatı sorgulayan bir kuşak, kimin doğruları, kimin yanlışları söylediğini bilen bir kuşak. Efendim çıktı, bunlara bir sürü laf etti ama bunlar gerekli dersi verdiler.
Ben Erdoğan'a seslenmek isterim; sen Z kuşağından ya Y kuşağından oy almak istiyorsan şunları yapacaksın. Gençler ne istiyor önce onu bileceksin. Bu gençler ne istiyor? Gençlerin beklentileri ne? Önce bunlara bir bakacaksın, bir soracaksın "ne istiyorsunuz?" diye. Ben sana söyleyeyim, üstelik ana muhalefet partisinin genel başkanı olarak söylüyorum. O kuşaktan oy alacaksan, bu dediklerimi asla unutmayacaksın.
Gençler asla baskıcı, dikta yönetimi istemiyorlar, özgürlük istiyorlar. Sen bunu sağlayabilecek misin? Baskıyı kaldırabilecek misin? Tek adam rejimini sonlandırabilecek misin? Bunu yapacak mısın? Çünkü gençler diyor ki: "Biz dayatmayı kabul etmiyoruz. Dayatmayı kabul etmiyoruz." Önce sınav tarihi ile oynayarak, dayatmanın nasıl olduğunu onlara gösterdin. Onlar sana güvenir mi? Güvenmezler.
Başka? Gençler diyorlar ki; "Benim seçimim ile benim tercihlerim ile oynama, seçimime ve tercihlerime karışma. Ben özgürce seçimimi yaparım. Benim tercihlerim de herhangi bir politik alanın unsuru olmasın. Ben bağımsız olarak tercihlerimde ve seçimimde özgür olmalıyım" diyor. Sen bunu yapacaksan, oy sana gelir. Yapmayacaksan bunlar sana yarın güle güle diyecekler.
"Beni formatlamaya kalkma" diyor gençler. "Beni tornadan geçirmeye, tek tipleştirmeye özenme sakın" diyor. "Herkes aynı benim gibi düşünecek…" Gençler kabul etmiyor. "Herkesi formatlayacağım…" Gençler kabul etmiyor, "Benim aklım yok mu, benim bilgim yok mu sen bana akıl vereceksin. Benim sorgulama gücüm yok mu? Sen sorgulama diyeceksin" diyor. Gençler bunu kabul etmiyor. Yaparsan, gençler gelir sana oy verir.
Başka? Gençler diyor ki; "Eğitimde evrensel değerleri göz ardı etmeyeceksin. Ben dünyayı bilmek istiyorum, dünyayı okumak istiyorum, dünyayı sorgulamak istiyorum, beni dar bir alana eğitimle hapsetme" diyor.
Başka ne diyor? "Soru sormamı engelleme. Sorgulama hakkımı elimden alma" diyor gençler ve "beni kobay olarak kullanma" diyor. Ne demek bu? Erdoğan, bütün gençleri kobay olarak kullandı. 18 yılda tam 15 kez eğitim politikası değişti. Dünyada örneği yoktur. Bu gençler sana güvenir mi? Bu gençler senin söylediğini doğru kabul eder mi? Bu gençler seni samimi bulur mu? Hayır. Onların pırıl pırıl zekâları var. Hayatı sorguluyorlar, hayatın her alanını sorguluyorlar. Hayatı değil, kâinatı sorguluyorlar bunlar.
Başka ne istiyor gençler? Gençler adalet istiyorlar, fırsat eşitliği istiyorlar. "Bana fırsat eşitliği vermeyeceksen ben senin neyine güveneceğim" diyor iktidardaki kişiye. Gençler, "Konsolumuza bile vergi üstüne vergi bindirip, sonra da o vergileri yandaşlara kepçeyle dağıttın. Ben sana nasıl güveneceğim" diyor gençler.
Ve gençler, kim olursa olsun herkesten saygı görmek istiyorlar; ister siyasetçi, ister mahallenin bakkalı, ister esnafı, ister apartman görevlisi, isterse sade bir vatandaş; emeklisi, dulu, yetimi... Gençler saygı görmek istiyorlar. Baskı görmek değil, saygı görmek istiyorlar. Düşüncelerine saygı görmek istiyorlar. Davranışlarına saygı görmek istiyorlar. "Delikanlı" dediğimiz bir kavram var bizde. Gençler hata yapabilir, "saygı içinde yapılan hatayı, hoşgörüyle karşılayın" diyorlar. Yani gençler, siyasi iktidara ve saraya aslında ders veriyorlar.
Gençler ne istiyorlar? Adamını bulanın değil, işini iyi yapanın kazandığı bir sistem istiyorlar, yani liyakat istiyorlar. Adamını bulan işe girecek, bilgisiyle, birikimiyle zor sınavları aşarak gelen, KPSS'de iyi başarı elde eden kişi, adamını bulamadığı için sistemin dışında kalacak. Gençler bunu affetmez. Gençler iş istiyorlar. Gençler diyorlar ki; "Bilgimiz var, birikimimiz var, taşı sıksak, suyunu çıkaracağız ama bize iş vermiyorsun, iş alanı yaratmıyor, Anayasa'yı ihlal ediyorsun. Bana diyorsun ki, git Amerika'ya, git Kanada'ya, git Kore'ye; dışarıya git gidiyorsun. Beni dışarıya gitmeye mahkûm ediyorsun" diyor.
Erdoğan, sen bunları yapabilecek misin? Bu yolu sen açtın, düzelt bakalım gençlerden oy istiyorsan.
Ve hiç kimse unutmasın, gençler geleceğin rüyasını görüyorlar. Geleceğin rüyasını gören ve o rüyanın gerçekleşmesi için çaba harcayan bir kuşaktır Z Kuşağı. Ufku büyük, ufku geniş bir kuşaktır o kuşak kuşağın da hakkını vermek gerekiyor. Gençler "Biz çağı yakalamak istiyoruz, çağın gerisinde düşmeyelim" diyorlar. Teknolojiyi en iyi onlar kullanıyorlar. Söyleyeyim, benden de çok iyi kullanıyorlar. Belki hepimizden çok iyi kullanıyorlar gençler teknolojiyi. Bilgileri, birikimleri, dünyayı sorgulamaları daha önyargısız. Bizim ön yargımız olabilir ama o pırıl pırıl gençlerin zekâları önyargıyı kabul etmiyor. Herkese, her olaya objektif bakıyor, objektif davranıyorlar.
Siyaset kurumu olarak sen gençleri anlayabildin mi? Sarayda oturarak gençlerin önüne çıktığın zaman, gençlerin senin her söylediğini samimi bulmadıklarını anlamadın mı? Oy istiyorsan Z kuşağından samimi olacaksın, dürüst olacaksın. Gençlerin her söylediğine kulak kabartacaksın ne söylüyor bunlar diye, buna bakacaksın.
Hele hele gençler, Z kuşağı sınava girdi. Yarın inşallah büyük bir kısmı kazanacak. Tamamının kazanmasını isteriz ama onlar annelerinin ve babalarının olmadığı yerde bir üniversiteyi kazanırlarsa, önlerindeki çıkan sorun yurt sorununu olacak. Bu gençler dönüp sana, "18 yıldır iktidardasın, 18 yıl. 1 yılda çözülecek sorunu, 18 yıldır çözemeyene ben asla oy vermeyeceğim" diyecektir.
Gençler evet umudumuz, geleceğimiz ve bugünümüz gençler... Gençleri sadece gelecek olarak düşünmeyin, bugün için de gençler. Bugünü de sorguluyorlar onlar. Evet, geleceği bizden daha iyi inşa edecekler, bundan en ufak bir endişem yoktur. Çünkü bu ülkenin geleceği hiç kimseye değil, sadece gençlere emanet edilmiştir. Bu ülkenin gençlerine öyle bakıyorlar.
Bakınız bana Kanada'dan bir ileti geldi, benim hesabıma, e-posta hesabıma bir ileti geldi. İletiyi okuyayım size:
"Merhaba, Ben Atakan Kartal; İstanbul Üniversitesi Uçak Teknolojisi Bölümü ilk mezunlarındanım. Mezun olduktan sonra Türk Hava Yolları Teknik'e başvurdum ancak işe alınmadım. O zaman sınıfımızdaki benden daha başarısız olan kişiler işe alındı. AKP'li bir vekilden torpil bulduklarını utanmadan, sıkılmadan söylediler ve işe alındılar. Ancak ben alınmadım. Nedeni çok açıktı, Ak Parti'den tanıdığım yoktu. Daha sonra ikinci bir üniversitede dört yıllık işletme bölümünü bitirdim ve Kanada'ya taşındım. Nükleer santralde operatör olarak işe başvurdum ve yaklaşık 2 bin kişinin arasından yazılı ve sözlü sınavları geçerek ilk 100'e girdim ve işe alındım. Benim gibi on binlerce insan ülkesini terk ediyor bu şekilde; terk edemeyenler ise depresyona giriyor, hatta intihar ediyorlar..."
Bu öğrencimizin günahı ne? Daha yeteneksizler kamuda torpil bulup işe başlarken, yeteneklilerin göz ardı edilip onlara yurt dışı alan gösteren iktidardan bunlar hesap sormayacak mı? Demeyecekler mi, sen gençlere böyle yaklaşıyorsun, adamını bulan işe giriyor, adamını bulamayan yeteneği ne olursa olsun kapının önüne konuyor.
Bir örnek daha vereyim, bu kez Kütahya'dan örnek vereyim. Eski bir milletvekili, Kütahya Milletvekili; bunu bir kızı var. Kızı Kütahya'da hiçbir sınava girmeden özel kalem müdürü yapılıyor ve memur kadrosu veriliyor. Çok alışık olduğumuz bir kural. Olur mu? Olabilir. Yani Kütahya'dır, özel kalem müdürü getirmişlerdir. Babasının hatırı vardır, almıştır diyelim. Emin olun, bakın bu kadar iyi niyetli yaklaşıyorum. Fakat bu kız Kütahya'da oturmuyor. Nerede oturuyor? Ankara'da oturuyor. Kütahya'ya hiç gitmedi, tam 143 gün Ankara'da oturdu, raporunu aldı. Yurtdışına arada bir çıktı, geldi. Raporu gönderdi Kütahya'ya, belediyeye gönderdi. Tıkır tıkır da aylığını aldı.
Şimdi gençlere soruyorum, Kütahyalı gençlere soruyorum: Kütahya'da sanki işsiz hiçbir genç yok, herkesin işi, gücü var ve ne yapalım, bir özel kalem müdürü bulacak Kütahya'da adam kalmadı. Ankara'dan birisini transfer edelim. Çünkü Kütahya'da herkesin işi gücü var. Olay şikâyet ediliyor "gelmedi" diye şikâyet ediliyor. Ayrıntıları, bütün hepsi var, dokümanı var, bakanlık makamına sunulan yazılar var, bunun görevine gelmediği var. Bütün ayrıntılar var. Şikâyet ediyorlar "bu kişi gelmedi." Hiçbir tahkikat yapılmıyor. Hiçbir tahkikat yapılmıyor. Altında da soruşturma açılmamasını isteyen de Süleyman Soylu, bakanın kendisi. Yapmıyor tahkikatı "gerek yok" diyor. Sonra ne oluyor? Oraya gitmedi, Ankara'da oturuyor, maaşını alıyor. Ne yapalım, şikâyet de geliyor. Ankara'ya ̇TOKİ'ye uzman olarak atayalım, uzman olarak atandı.
Şimdi ben, sınava giren yaklaşık 2,5 milyon kardeşime, gence ve onların ailelerine ve AK Parti'ye oy veren vicdan sahibi herkese soruyorum. Kanada'ya gönderdiniz gencecik, pırıl pırıl çocuğumuzu; oraya hizmet ediyor. Ankara'da partinin döküntülerini ise özel kalem müdürü olarak gönderiyorsunuz, aylıklarını tıkır tıkır alıyor. Sahte, hiçbiri geçerli olmayan raporları gönderiyor ve bu kişi baş tacı ediliyor. Yetmiyormuş gibi TOKİ'ye de uzman olarak atanıyor. Bu gençler size oy verir mi Allah aşkına? Bu gençler size oy verir mi?Bu gençlerde vicdan var. Bu gençlerde ahlak var. Bu gençler size oy vermez. Şunu da rahatlıkla söyleyeyim, saraydaki zatın gidişini hazırlayacak olan da gençlerdir. Yarın mühürlerini alacaklar, tercihi ona göre kullanacaklar. Biliyorlar, kimin ne olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Her genç ne yapmak ister üniversiteye giren? İyi bir üniversiteyi kazanmak ister. Adı sanı olan, eğitim kadrosu çok iyi olan bir üniversiteye gitmek ister. O üniversiteye gittiği için de gurur duymak ister, akademik kadrosuyla gurur duymak ister. Ne oldu şimdi? Sarayda oturan zat 6 rektör atadı, 6 üniversiteye 6 rektör. Bunlardan 4 rektörün uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış tek bir makalesi bile yok, döküntü yani. Bundan rektör olur mu? Hani liyakat vardı? Nerede bu liyakat? Bir makalesi olmayanı üniversitenin başına getiriyorsunuz, üniversitenin başına getiriyoruz. O kişiler makale yazanları cezalandıracak göreceksiniz. "Ben yazmadım, sende de yazmayacaksın. Çünkü sen fazla yazınca herkes dönüp bana bakacak" diyecek. Böyle bir anlayışla devlet yönetilir mi? Böyle bir anlayışla üniversite yönetilir mi? Böyle bir anlayışla üniversite bilgi üretebilir mi? Emin olun, emin olun; bunları anlatırken vicdan azabı duyuyor ve Türkiye adına üzülüyorum.
Bakın değerli arkadaşlar; üniversiteler öyle bir noktaya geldi ki, artık bilgi üretemez noktaya geldi. Belki vatandaşların diyebilirler, "Ya bilgi üretse ne olur, üretmese ne olur üniversite? Çocuk gidiyor üniversiteye." Bilgi üretmenin anlamı şudur: Bir üniversite bilgiyi üretirse, o ülkenin sanayicileri katma değeri yüksek ürün üretirler ve Türkiye katma değeri yüksek ürün üretiminde dünyada söz sahibi olur. Cep telefonları, televizyonlar, daha yüzlerce katma değeri yüksek ürün üreten bir Türkiye haline dönüşebiliriz eğer üniversiteleri üniversite yapabilirsek, bilgi üreten insanı kapının önüne koymazsak, barış istedi diye üniversite hocasını üniversiteden atmazsak.
Değerli arkadaşlarım, bakın Türkiye bilgi üretiminde Suudi Arabistan'ın gerisine düştü, bu 18 yılda Suudi Arabistan'ın gerisine düştü. İran'ın gerisine düştü, Yunanistan'ın gerisine düştü. Suudi Arabistan, Yunanistan ve İran üniversiteleri, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üniversitelerinden daha fazla bilgi üretiyorlar. Sarayda oturan bunları biliyor mu acaba? Bu memleketi hangi hale getirdiğini biliyor mu acaba? Bir vicdan sorgulaması yapıyor mu acaba?
Ama ben Y kuşağına da, Z kuşağına da sesleniyorum. Sizin tercihlerinizle biz iktidar olduğumuzda size söz veriyoruz YÖK denen darbe kurumunu kaldıracağız, YÖK olmayacak. Üniversitelerin bilimsel özerkliği olacak. Makale yazdı diye adam atılır mı? Bilimsel özerkliği olacak, yönetsel özerkliği olacak. Üniversite hocaları kendilerine rektör seçmesini bilmiyorlar mı? Üniversite hocalarının böyle bir yeteneği yok mu, saraydaki bir kişiye teslim ediyorsunuz bütün üniversiteleri? Yani idari özerkliği olacak üniversitelerin. Başka, üniversitelerin mali özerkliği olacak. Üniversite, tam anlamıyla bilgi üreten bir kuruma dönüşecek. O zaman bu üniversite, üniversite olur ve o zaman Türkiye gerçek anlamda kalkınmış ve büyümüş olur.
Değerli arkadaşlarım; gençlerle yaşadığımız bir sorun daha var. Gençler tarım alanından çekiliyorlar, kırsaldan çekiliyorlar. Çünkü genç, elindeki cep telefonuyla bütün dünyayı görebiliyor, gençlerin nasıl yaşadığını görebiliyor, hangi imkanlara kavuştuklarını bilebiliyor. Kırsalda kendisine kültürel olarak hiçbir şey sağlanmadığı için "ben burada niye duracağım?" diyor. Kırsaldaki geliri gerektiğinde tepip, büyük kentlerin varoşlarında yaşamayı daha uygun görüyor. Türkiye'yi bu girdaptan kurtarmamız lazım. Bunun için yeni bir tarım politikası, gençlerin üretebileceği, çalışabileceği, ektiği ürününün, alın terinin karşılığını alabileceği bir politikayla gençleri orada tutmak lazım. Daha nitelikli, tarımda da daha nitelikli ürünler üretsinler. Daha iyi üretsinler, bilimi orada da kullansınlar. Kültürel olarak bütün haklardan yararlansınlar. Oraya da sinemayı götürelim, oraya da tiyatroyu götürelim, oraya da sanatçıları götürelim. Oradaki insanlar, bizim toplumumuzun önemli parçalarıdır. Dolayısıyla kent kültürüyle, kırsal kültür arasındaki derin yarılmayı ortadan kaldırmamız lazım. Bunlar yapamadılar, biz yapacağız, biz yapacağız. Kırsalda çalışan herkesin alın terini kendilerine teslim edeceğiz.
Bakınız Mayıs ve Haziran ayında ciddi bir don yaşandı. Aşırı sıcak, arkasından soğuk; pek çok üründe ciddi ama ciddi oranlarda sorun yarattı ve bazen ürün kalitesini bozdu, bazen de üretimde ciddi düşüşlere yol açtı. Biz ne yaptık? Biz hemen şunu yaptık değerli arkadaşlarım; 58 milletvekili arkadaşımızı görevlendirdik, 58 milletvekili arkadaşımı bu felaketin yaşandığı bütün yerlere gönderdik. Gidin, bir çiftçilerle konuşun. Yani ürünü eken, tarlayı eken kişiyle konuşun dedik; zararı nedir, ne kadar oldu diye. Başka? Çiftçilerin oluşturdukları kuruluşlar var ziraat odaları gibi, onlarla konuşun. Gittiler, konuştular, her bir arkadaşım, her ekip Genel Merkeze raporlarını sundu değerli arkadaşlar. Özellikle "erkenci çeşitler" dediğimiz narenciye üretiminde zararın belli bölgelere göre yüzde 50 ile yüzde 90 arasında olduğu söyleniyor ki ben bazen üreticilerle, bazı yerlerde de muhtarlarla görüştüm; bu söylediğim rakamı muhtar da, üretici de zaten veriyor. Zeytin, yenidünya, şeftali, erik, kavun ve karpuzda da yüzde 30 ile 45 arasında çiftçinin bir kaybı var. Denizli'de, Ege Bölgesi’nde özellikle Denizli'de kekik, üzüm, anason, haşhaş ve ceviz üretiminde de yüzde 50 ile yüzde 80 arasında bir kayıp var. Aşırı sıcağın doğurduğu bu kaybı TARSİM karşılamıyor, tarım sigortası karşılamıyor. Niçin? Bunu hiç düşünmemişler. Devleti anlıyor musunuz? Yönetenlerin ne olduğunu biliyor musunuz? Türkiye'ye hiç sıcak gelmez. Dolayısıyla bunu koymamışlar. Ne olacak bu zarar? "Efendim 2021 yılında programa alacağız. 2021 yılında bu ödenecek, sigorta kapsamına alacağız." Buradan
bütün çiftçilere söylüyorum. Sigortası olsun veya olmasın, TARSİM ödesin veya ödemesin, eğer bir siyasal iktidar, ben çiftçimizi seviyorum, alın terine değer veriyorum, onların büyük emekleri var, hasar gördüler, zarar gördüler, ben bunu karşılayacağım diyorsa bunun yolu var.
Nedir yolu? Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı İl Acil Destek Ödeneği var, bu ödenekten karşılanır. Karşılanmıyorsa, bilin ki sizi gözden çıkarmışlar. Karşılanırsa burada para var, imkân da var. Elin oğluna dünyanın parasını verirsin, çiftçiye gelince "efendim TARSİM kapsamında değil, 2021'e kapsama alacağız. O zaman havalar aşırı sıcak olur ve kaybınız olursa, ondan sonra biz karşılayacağız."
Bu doğru değil.
Başka bir şey daha, bir sorunumuz daha var. TARSİM ölü doğmuş vaziyette. Bakın rakam vereyim; Türkiye genelinde 197 milyon dekar alan ekiliyor, TARSİM kapsamında sadece 26 milyon dekar alan var. Yani 171 milyon dekar alan TARSİM'in tamamen dışında.
Yapılması gereken şudur: Yeniden gözden geçirilmesi lazım. Efendim tapusu mu vardı, efendim icarda mıydı buna bakmaksızın… Çiftçi ekiyorsa, zaten biliyorsunuz, "Dededen kalma tapu var, üstümüze almadık" diyor. Çorum'da konuştum üretici, aynı zamanda muhtar diyor ki: "Dededen kaldı tapumuz. Gidip tapu işlemini yapmadık ama bu toprak bizim toprağımız. Herkes biliyor. Efendim gidiyorum, tapu senin üstüne değil, sen TARSİM'den yararlanamazsın diyorlar.” Bunları kaldırmak lazım, TARSİM'in yeniden oluşturmak lazım. Çiftçinin sigorta priminin en az yüzde 80'ini devletin ödemesi lazım. Bakın en az yüzde 80'ini devletin ödemesi lazım. Zaten ne veriyorsunuz? Çiftçinin elinden her şeyi aldınız. Yüzde biri bile vermediniz çiftçiye, en az yüzde 80'ini ve hiçbir koşul aramadan yerine getirilmesi lazım.
Yine bu arada Ziraat Bankası ile ilgili kredi çeken çiftçilerin banka bu borçları yeniden yapılandırıldı afet dolayısıyla ama özel bankalardan kredi alanlarla ilgili hiçbir şey yapılmadı. Buna da dikkati çekmek isterim değerli arkadaşlarım.
Değerli arkadaşlar; şu tablo, adaletin en önemli ayaklarından birisi avukatlar. Hâkim var karar veren, savcı var iddia eden, avukat var savunan. Üçünün olmadığı bir yerde adalet kurumu olmaz. Dünyanın bütün ülkelerinde, hangi rejim olursa olsun, hangi büyüklükte olursa olsun, ister fakir, ister zengin olsun bu 3 kural vardır. Tarihsel kimliği vardır bu üç kuralın aynı zamanda, bir de geçmişi de vardır.
Barolarla ilgili bir kanun teklifi geldi. Parlamentoya verildi. Kanun teklifi geldi. Şimdi baroların parçalanmasına itiraz ediyorlar, bölünmesine itiraz ediyorlar, ayrılmasına itiraz ediyorlar. "Baro, barodur" diyorlar. Baroyu niye bölüyorsunuz, niye ayrıştırıyorsunuz? Ne yaptı baro başkanları, yürüyüş yaptılar. Ankara'ya geldiler ve Ankara'da baro başkanları yerde, arkada bir polis duvarı var. Önce şunu söyleyeyim, polislerin hiçbir günahı yok; polise talimatı verene, siyasi iradeye kızacaksın. Polisin ne günahı var? Polise "burayı tut" diyorlar, polis tutuyor, görevi o zaten. Ama bu tabloyu dünyanın hangi ülkesindeki, hangi kişi, vatandaş görürse görsün, Türkiye'de demokrasinin olmadığı kanısına varır. Türkiye'de baskıcı bir yönetimin olduğu kanısına varır. Devleti yönetenlerin böyle bir fotoğrafı yaratmamaları, böyle bir ortamı yaratmamaları lazım. Ama devlet bilgiyle, birikimle, ahlakla, adaletle yönetilmezse, baskıyla yönetilirse, elinde sopayla yönetilirse, böyle bir tablo çıkar ve bu fotoğraf, dünyanın bütün ülkelerindeki medyada fotoğraf olur, gösterilir. Bir ülkeye, bu fotoğrafı yaratan kişilerin bir ülkeye yapacakları bu kadar büyük bir zararı başka bir kişi veremez. Türkiye'de demokrasinin olmadığını söylememize gerek yok, bu fotoğrafı göstermemiz yeterli. Tek başına yetiyor.
Şimdi avukatlar geldiler, bırakmıyorsunuz. Kendisi de bir avukat, Mansur Bey çadır gönderdi; yağmur yağıyor, bari çadırda kalsınlar. Çadırı kuramazsınız… Niçin? Saraydan talimat öyle. Su gönderdi, su vermediler. Neyse sonra görüşüldü, suların verilmesi kabul edildi. Sandalye vermediler. Değerli arkadaşlarım yemek vermediler. Ya bunlar düşman mı? Düşman mı? Emin olun, devleti sağduyuyla yönettiğinizde bunların hiçbirisi olmaz. Devleti kin alma, intikam alma duygusuyla yönettiğinizde bu tür tablolar ortaya çıkar. Dolayısıyla bu tablo, Türkiye demokrasisine darbe vuran bir tablodur. Demokrasinin olmadığını 50 sefer anlatın, 100 sefer anlatın, hiçbir önemi yok. Bu fotoğraf tek başına demokrasinin olmadığını gösteriyor bize değerli arkadaşlarım ve dünyanın hiçbir ülkesinde de baro başkanlarına böyle bir muamele yapılmaz. Ama 21 inci Yüzyıl'ın Türkiye'sinde bunlar yapılıyor.
Baroyu ayrıştırıyorlar, bölüyorlar, iktidardan yana barolar, iktidara karşı olan barolar. Efendim, etnik kimlik bağlamında bölünen barolar, inanç bağlamında bölünen barolar. Böyle bir baro yaratmak istiyorlar. Açık ve net söylüyorum, böyle bir amaçla baroların bölünmesi vatana ihanettir, Türkiye Cumhuriyeti Devletine ihanettir. Sayın Bahçeli'ye söylüyorum; eğer bu ülkenin bekasından söz ediyorsan, yarın etnik kimlik bağlamında bölünen bir baroyu nasıl savunacaksın sen? Yarın inanç bağlamında bölünen bir baroyu nasıl savunacaksın? Beka, beka...! Ülkeye beka sorununu yaratan işte bu olaylardır.
Baro barodur yahu. Barolar siyasi kuruluş değildir. Anayasa'yı okuyayım size. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Anayasa 135 dikkatle dinleyin, televizyonları başındaki vatandaşlar da dikkatle dinlesinler: “Kamu niteliğindeki meslek kuruluşları, yani barolar ve üst kuruluşları, belli bir mesleğe mensup olanların, belli bir mesleğe mensup olanların, yani avukatların veya mimarların veya mühendislerin müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleriyle ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere, meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından, kanunda gösterilen usullere göre, yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzel kişileridir.”
Niye bölüyorsunuz? Geçen hafta söylemiştim, bir ülkede iki tane maliye bakanı olmaz, iki tane merkez bankası olmaz, bir yerde iki tane vali olmaz, bir ilçede iki tane kaymakam olmaz, bir ilde bir tane nüfus memuru olur, iki nüfus memuru olmaz. Şimdi siz adamına göre baro, siyasetine göre baro kuruyorsunuz. Bu, ülkeyi bölmek, parçalama yolunda atılan adımlardan birisidir. İleride çok daha büyük, olumsuz tablolarla karşı karşıya kalabiliriz. Nasıl getiriyorsanız bunu? "Bana biat eden baro olsun..." Barolar dernek değildir. Elli tane dernek kurabilirsiniz. Avukatlar da istiyorlarsa dernek kurabilir. Nitekim pek çok avukatların ayrı ayrı dernekleri var. Şimdi bir ülkede 2 tane Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığı olur mu? Bir tane olur. Ama TÜSİAD vardır ama MÜSİAD vardır, ama Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu var, bunlar olur ama bir tüzel kişiliğe sahip bir tane var, Türkiye Odalar Borsalar Birliği’dir. Bir ilde 2 tane sanayi odası olur mu? Bir ilde 2 tane ticaret odası olur mu? Bir ilde 2 tane esnaf odası olur mu?
Ülkeyi bölme ve parçalama yolunda atılan adımlardan birisidir. Eğer bu ülkede bir beka sorunu çıkacaksa, bu tür adımlardan çıkacaktır,
bunu herkesin bilmesini isterim değerli arkadaşlarım.
Geçen hafta söylemiştim, Adalet Bakanı, "Ya bu avukatlar niye yürüyor? Bizde böyle bir şey yok" demişti. Tam ifadesini okuyayım. "Hangi maddesine karşı çıkıyorsunuz? Ortada henüz bizim bile daha vakıf olduğumuz bir teklif yok" diyor. “Sayın Bakan, özür dilerim ama rejim değişti, senin haberin mi yok? Kimsenin sana sorma ihtiyacı yok ki. Sen oturduğun yerde oturacaksın” demiştim. Eskiden olduğu gibi bakan da değilsin, adın "bakan" sadece. Sen parlamentodan güvenoyu alan bir kişi değilsin. Eskiden devletin müsteşarı neyse aynı konumda olan bir kişisin. Dolayısıyla sarayın ben barolarla ilgili düzenleme yapıyorum; ey adalet bakanı gel bakalım. Yahu bu doğru mudur, yanlış mıdır diye sana sormaya ihtiyacı yok ki. Sen devletin bakanı değil, sarayın memurusun. Sarayın memuru, emir alan kişi demektir; memur da odur. Emir alan kişi demektir. Sen de sarayın memurusun ama bakma, yasaya göre sana bakan diyoruz ama eski bakan değilsin. Dolayısıyla rejimin değiştiğinin bile farkında değil.
Değerli arkadaşlarım, bu çerçevede CHP Grubu’ndaki bütün arkadaşlarıma söylüyorum, bütün milletvekili arkadaşlarım; bu teklif geldi, yarın görüşülecek. Her bir arkadaşımın komisyonda görevi vardır. Efendim ben hukukçu değilim ya da işim çıktı yok. Bu ucube, Türkiye'yi bölmeyi amaçlayan, Türkiye'yi kutuplaştıran bu teklife hep birlikte karşı çıkacağız, hep birlikte karşı çıkacağız. Yargıyı arka bahçeleri haline getirdiler. Hâkim karar verirken bir saraya bakıyor, nasıl karar vereyim diye veya sarayın avukatları gelip diyorlar ki, "Kararı şöyle verirsen Erdoğan çok memnun olur." Hâkim, "Efendim ben vermem..." "O zaman değiştirin o hâkimi…" Bu sefer kim devreye giriyor? Hakimler Savcılar Kurulu giriyor. "Bu, sarayı dinlemeyen bir hâkim, bunu görevden alalım, oraya sarayın her dediğini yapan bir kişiyi atayalım" diyorlar. Bunların yüzlerce olayla tanığı olduk. Yüzlerce bakın -onlarca demiyorum- olayın tanığı olduk bu çerçevede.
Şimdi pandemi dolayısıyla malum belediyeler yardım kampanyası açtılar. Açar mı? Açar. Belediye gelirleri var, yardım yapmak isteyen çok sayıda vatandaş var. Banka hesap numaraları verildi. Yoksul ailelere, işyeri kapanan kişilere, işyeri kapandığı için işsiz kalanlara, aylık alamayanlara yardım yapacak belediye. İçişleri Bakanlığı bir genelge çıkardı, hayır, bizden izin almadan yardım toplayamazsınız, bağış kabul edemezseniz. Bunun üzerine Ankara ve İstanbul Belediye Başkanlarımız, İçişleri Bakanlığı’nın kanunlara aykırı olan bu genelgesine karşı dava açtılar Danıştay'da, yürürlüğünü durdurun bunun, vatandaş para yatırmış, para bankada duruyor, ben onu alıp fakir, fukaraya yardım yapacağım diye. Danıştay 10. Dairesi yürürlüğü durdurmayı reddetti. Bu kararın altında imzası olan yürürlüğü durdurma talebini reddeden hakimlere şunu söylemek isterim. Bana üniversitelerde belediye kanunlarıyla ilgili okutulan kitapların herhangi birisinde, belediye gelirleri kanununu anlatan herhangi bir kitap bulun ve çıkarın; Deyin ki, şu hoca demiş ki: "Evet, belediyeye bağış kabul ederken İçişleri Bakanlığı’ndan izin alır." Böyle bir yazı var mı? Onlarca, yüzlerce kitap var, bir kitapta bile böyle bir cümle yok. Belediye gelirleri var Belediye Kanunu’nda, okuyorum 59. madde "belediyenin gelirleri şunlar" diyor, sayıyor. Vergi var, bütçe gelirlerinden gelen payı var, kira gelirleri var, faiz ve ceza gelirleri var, bağışlar var, iştiraklerden elde edilen gelirler var. Danıştay'ın bu kararına göre, belediye iştiraklerinden alacağı karlar için de İçişleri Bakanından izin almak zorunda. O da sayılmış çünkü burada. Toplayacağı vergiler için de gidip İçişleri Bakanından izin almak zorunda. "Ali'nin vergisi doğdu, vergi almak istiyorum, bana izin ver. Bağış, belediyenin zaten kabul edeceği bir şey; gelirleri arasında sayılmış, kanun var. Ama Danıştay 10. Dairesi diyor ki, "Hayır, belediyeler haksız. Sarayın talimatıyla hareket eden İçişleri Bakanı haklı, oradan bağış kabul edeceğine dair izin isteyeceksiniz."
Emin olun bu düşüncenin, bu kararın altına imza atanların hiçbirisinin hâkim kimliği yoktur. Yazıklar olsun sizin hakimliğinize, siz hâkim değilsiniz. Sarayın köleliğini yapanlar, bu ülkede hakimlik yapamazlar. Efendim bu kadar sert mi konuşuyorsunuz? Bunların hepsinin gün gelecek, hesabı sorulacak. Hakimsen yasalara göre karar vereceksin. "Hukukun üstünlüğü" diye bir kavram var. Daha önce Danıştay'ın verdiği onlarca karar var. Sen kendi mahkemenin verdiği kararlara bile uymuyorsun korkudan. Niçin? "Saray bana ne der?" diye. Saray sana ne derse desin. Sen yarın çocuklarına hesap vereceksin. Yüz karası bir kararın altına imza atıyorlar.
Ama size şunu söyleyeyim: Ne karar alırlarsa alsınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, bütün belediye başkanlarımız, bütün baskılara rağmen bu ülkede tarih yazmaya devam ettiler ve edecekler. Bakın her hafta düzenli bilgi alıyoruz. 29 Haziran itibariyle belediyelerimiz, 6 milyon 211 bin 978 aileye ayni yardım yapmışlar. Ama sağ elin verdiğini sol görmemiş. 6 milyon 211 bin aileye ayni yardım... 290 bin 976 aileye nakdi yardım; paraya ihtiyaç olur, nakdi yardım yapılmış. 254 bin 27 ailenin, hanenin suyu açılmış. 21 bin 147 belediye iş yerinin kirası ertelenmiş. Bazı belediye başkanlarımız kira almama yönünde de karar aldılar. 156 bin 940 kişi evde bakım hizmeti yapılmış, yapılmaya devam ediliyor. 47 milyon 788 bin 539, yani yaklaşık 50 milyon dezenfektan, maske, vesaire dağıtımı yapılmış. 9114 sağlık çalışanına konaklama imkânı sağlanmış. 2 milyon 406 bin 942 bina ve araç dezenfekte edilmiş. Bunları bizim belediyeler yapıyor.
Daha garip bir şey söyleyeyim: Çocuklarımız sınava giriyor. Belediye başkanlarına dedik ki: Sınava girilen yerde, ya arabanıza olsun veya bir masa sandalye olsun bir şey, orada maske bulundurun, kurşun kalem bulundurun ve su bulundurun. Olur ya bir öğrenci kalemini kaybedebilir, hemen kalemi alsın. Suya ihtiyaç olabilir, bir şişe su alabilsin oradan. Maske unutulabilir veya düşürülebilir. Maskesini alsın; o olmazsa annesi, o olmazsa babası isterse maskesini de verelim. Bunu yaptılar ama Burdur'da bir şey oldu, polisler geldiler, oradaki belediye çalışanlarını karakola götürüp "niye bunu yapıyorsunuz?" dediler. Ya bunlarda vicdan var mı? Ahlak var mı bunlarda? Ne yaptı, adam mı öldürdü? Yok. Kurşun kalem, su ve maske bulunduruyor, sınava gireceklere yardım ediyor. Kim? Belediye Başkanı, oranın belediyesi; zaten bunu yapmak görevi ama istemiyorlar. CHP'li belediyeler bunları yapamaz. Bunları kim yapar? "Ancak saray yapar" diyorlar. Saray ne yaparsa yapsın, ister patlasın, ister çatlasın, bizim belediye başkanlarımız tamamını yerine getirecekler.
Adaletten söz ettik. Gazeteciler… Üç gazeteci malum serbest bırakıldı; Barış Terkoğlu, Aydın Keser ve Ferhat Çelik. Ama 3 gazetecimiz şu anda içeride; Barış Pehlivan, Hülya Kılıç ve Murat Ağırel. Üçüne de Cumhuriyet Halk Partisi gurubundan, orada haksız yere tutulan ve adalet bekleyen sadece 3 gazetecimize değil, bütün haksızlığa uğrayan ve hapiste kalan herkese Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan selamlarımızı, sevgilerimizi, saygılarımızı gönderiyoruz. Herkesin bildiği bir olayı yazdılar diye, halkı aydınlattılar diye, kalemlerini satmadılar diye, birilerinin önünde eğilmediler diye, özgürce yazdılar diye, gerçek anlamda gazetecilik yaptılar diye hapse atılıyorlar. Sanıyorlar ki, biz bunları hapse attık, dolayısıyla bunlar yarın gelecekler önümüze, eğilecekler, ben yaptım sen yapma beni affet diyecekler. Bunlar onurlu gazetecilerdir. Bunlar kimsenin önünde eğilmezler. Bunlar gerçek anlamda gazetecilik yapıyorlar. Bakın Sayın Murat Ağırel, yolsuzluk kitabını yazdı, hapiste şimdi. Yolsuzluk yapanların tamamı, neredeyse tamamı Murat Ağırel aleyhine dava açıyorlar. Kendisi hapiste ya. E hâkim? Yandaş hakimler var. Dünyanın tazminatını yükleyecekler. Sen misin yolsuzlukları yazan? Malum Man Adasını unutmadık ve onun üzerine gelecekler. Murat kardeşim, hiç üzülme. Bu ülkede yaşayan insanların vicdanı var, ahlakı var, adalet duygusu var. Ne yaparlarsa yapsınlar 83 milyon insan senin arkandadır, seni destekleyecektir. Hep birlikte destekleyeceğiz. Dolayısıyla haksızlık varsa, haksızlığın üzerine kararlılıkla gideceğiz.
Adalet tabii o kadar hırpalandı ki. Malum Çorlu'da bir tren kazası oldu, 25 kişi hayatını kaybetti. 25 kişi, 2 yıldır, tam 2 yıldır dava devam ediyor. Tam 2 yıldır sorumlusu kim? Hatırlar mısınız Sakarya'da bir kaza olmuştu. Demiştim ki: Sonunda giderler 2 tane makinisti bulurlar, onları sorumlu yaparlar. Gerçekten de öyle oldu. Herkes pirüpak tertemiz, 2 tane makinisti suçlu buldular. Burada da benzeri olacak. Asıl suçlu olanlar, asıl hesap vermesi gerekenler, bir bakıyorsunuz mahkemede tanık olmuş. Nasıl tanık olur? Türkiye'de adalet böyle işliyor. O ailelerin yanında olacağız. Ailelerinin hakkını ve hukukunu sonuna kadar savunacağız. Hatırlar mısınız, o tren kazasından sonra biz dedik ki, Meclis'te bir araştırma komisyonu kuralım, araştırma komisyonunda her partiden milletvekili olsun. Dolayısıyla bunu bir araştıralım. Ne oluyor bu Devlet Demiryollarında? Neden bu kadar kaza oluyor? Neden bu kadar kaza oluyor, insanlar hayatını kaybediyor? Milli gelirde azalma oluyor, lokomotifler, hatlar zarar görüyor, bunların hepsinin aynı zamanda ekonomik zarar da çıkıyor ortaya, bunu bir araştıralım dedik, reddettiler ve bunu uygun görmediler. Dolayısıyla Trakya'daki bütün vatandaşlarıma sesleniyorum; haktan ve hukuktan yanaysanız -özellikle de ülkücü kardeşlerime sesleniyorum Trakya'daki- haktan, hukuktan yanaysanız, adaletten yanaysanız, şu soruyu sormak zorundasınız: Çocuklarımız kazada yok oldu, hayatlarını kaybettiler. Neden onların hakkını ve hukukunu sadece Cumhuriyet Halk Partisi, sadece İyi Parti, sadece Saadet Partisi, sadece Demokrat Parti savunsun. Onlar bizim insanlarımızsa, bizim çocuklarımızsa neden siz de savunmuyorsunuz? Neden sizin siyasi partiniz de savunmuyor? Neden sırtınızı dönüyorsunuz o insanlara? Ben bunu sormak zorundayım. İnsansa, bizim insanımız, çocuklar bizim çocuklarımız. Bir bedel ödenecekse, suçluyu bulacaksa mahkemenin çalışması lazım. Ne zamandan beri suçlular tanık olmaya başladı bu ülkede? Adaletin yok olduğunu gösteren en tipik örneklerden birisidir.
Değerli arkadaşlarım; darbe dönemlerinin en büyük özelliği nedir biliyor musunuz? Darbe dönemlerinin en büyük özelliği, emeğiyle geçinen, emeğiyle çalışan, yani emekçilerin, yani işçilerin demokratik ortamda aldıkları hakların ellerinden alınmasıdır. 12 Eylül, 12 Mart Darbesi bunun çok tipik örneğidir. Grev hakları ellerinden alındı, pek çok hakları elinden alındı. Şimdi 20 Temmuz sivil darbe sürecini yaşıyoruz. Ne diyorlar? "İşçilerin elinden kıdem tazminatını alalım" diyorlar. Darbe dönemine özgü bir davranış, tipik darbe dönemine özgü bir davranış. TÜRK-İŞ'in 26 Haziran 2020'de yaptığı bir başkanlar toplantısı var. Bir bildiri yayınladılar, iki maddesini okumak istiyorum. Sadece iki maddesini bütün işçi kardeşlerimizin yanında olduğu olduğumuzu göstermek için: "Madde 6: Kıdem tazminatı, Türkiye işçi sınıfının ve Türk-İş'in kırmızı çizgisidir. İş ve gelecek güvencesidir. Milyonlarca çalışanı ilgilendiren kıdem tazminatı hakkından hiçbir şekilde vazgeçilemez. Kıdem tazminatının fona devredilmesi, süresinin azaltılması gibi bu hakkın tasfiyesine ya da zayıflatılması yönelik her türlü girişim karşısında işçinin haklı tepkisi ve talepleri kararlılıkla savunulacaktır. Madde 7: TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu, bugün çalışanlar ve gelecekte çalışacak olanlar için kıdem tazminatının mevcut haliyle korunmasından yanadır. Kıdem tazminatının özüne yönelik hiçbir düzenlemeye katılım ve onay verilmeyecektir" diyor. Biz de TÜRK-İŞ'inde, DİSK'inde, Hak-İş'inde, kıdem tazminatına sahip çıktıkları sürece, parlamentodaki temsilcisi olmaya devam edeceğiz.
Bugün aslında mecliste çok önemli bir kanun teklifimiz görüşülüyor, Zonguldak Milletvekilimiz Deniz Yavuzyılmaz'ın verdiği kanun teklifi. Teklif şu: Daha önce biliyorsunuz maden kazalarında Avrupa birincisiyiz. Çok sayıda insanımız maden kazalarında hayatını kaybediyor ve bu insanlar yerin metrelerce altında çalışıyorlar. Kömür çıkarıp, ülkeye katkı yapmak istiyorlar. Geçim kaynağı da bu; ağırlık Zonguldak'ta, Ermenek'te, Soma'da, görüyorsunuz. Çok kişi maden kazalarında hayatını kaybetti. Bunlara "maden şehitleri" dedik. Her kazadan sonra siyasi partiler gittiler, işçilerle görüştüler, sendikalarla görüştüler, başsağlığı dilediler ve dolayısıyla bir süre sonra bunların tamamı unutulup gitti. Ama bir süre kazalar arka arkaya gelince ciddi bir tablo çıktı ve parlamentodan dedik ki: "Bunları şehit sayalım, maden şehitleri olsunlar." Evet, "maden şehitleri olsun" diye bir karar alındı. Yani "şehitlere sağlanan, onların yakınlarına sağlanan imkanlar, madende hayatını kaybeden işçilerin yakınlarına, çocuklarına da sağlansın" dendi. Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım Zonguldak'ta yaptığı toplantıda, mitingde: "Zonguldak Kömür İşletmesinde vefat eden kardeşlerimize de şehitlik mertebesi veriyoruz ve onların birer yakınlarını da kamuda işe alıyoruz; hayırlı uğurlu olsun" dedi. Güzel ama kanun geldi, torba kanun, "Bu hak sadece 10 Haziran 2003-13 Mayıs 2004 arasında hayatını kaybeden işçilerin yakınlarına verilir." Diğerlerine, daha sonra bu hak yok. Bu kadar büyük bir adaletsizlik olur mu ya? Ölen bizim işçimiz. Hak veriyorsan, bu hakkı genel olarak vereceksin. "Efendim şu tarihe kadar ölene vereceğim, o tarihten sonra ölene vermeyeceğim." Bundan daha büyük adaletsizlik olur mu? Hatta bir sendikacı şunu söylüyor, o da çok ilginç: Babası kömürde, yine madende hayatını kaybediyor. Ne zaman kaydedebiliyor? 14 Mayıs 2014; yani kanun süresinin dolduğundan bir gün sonra. Bir gün önce ölse hak kazanacak. Bir gün sonra öldüğü için hak kazanamıyor. Bu kadar büyük bir adaletsizlik olur mu? Şimdi Zonguldak milletvekillerimiz bu gerçeği görerek, evet bundan sonra iş kazasında, madende, iş kazasında hayatını kaybedenlerin yakınları da işe girsin diye, onlara da bir imkân sağlansın diye, tıpkı şehit çocukları gibi bir kanun teklifi veriyorlar. Şimdi Zonguldak'a sesleniyorum. Özellikle de Zonguldak'ta Milliyetçi Hareket Partisi'ne oy veren kardeşlerime sesleniyorum. Zonguldak'ın ülkücülerine sesleniyorum: Bu kanuna, sizin alın terinize değer veren, hayatınızı kaybettiğiniz zaman en azından şehit çocukları gibi çocuklarınıza, yakınlarınıza devletin bir imkân sağlamasını öngören bu kanuna Milliyetçi Hareket Partisi Genel Kurulda "evet" mi diyecektir, "hayır" mı diyecektir? Bunu izleyin, bunu izleyin. Hayır diyorsa, geldiklerinde sorarsanız niye hayır dedin kardeşim? Niye hayır dedin? Evet diyorlarsa başımın üstünde yeri var. Oyunuzu gidin, seve seve verin. "Çünkü Zonguldak'ta yerin metrelerce altında çalışan işçinin hakkını teslim ettiniz. Çocuğuna hakkını teslim ettiniz. Ailesine hakkını teslim ettiniz" diyeceksiniz. Aksi halde başkalarına, diğerlerine tanınan hak, yenilerine tanımayacak; yeni kaza sonucu hayatını kaybeden maden işçilerimize tanınmayacak. Bunu herkesin dikkatle izlemesi gerekir.
Evet, şimdi gelelim Erdoğan'ın hiç hoşlanmadığı sorulara. Hep sık sık tekrar ediyorum, yine edeceğim. 15 Temmuz şehit ve gazileri için toplanan paralar, nerede bu paralar? 309 milyon lira olduğu söylenmişti. Sonra 338 milyon lira olduğu söylendi. Sonra bir baktık 38 milyon uçmuş, nereye gittiği belli değil. O günün dolar kuruyla bugün hesapladığınızda 600 milyon lira. Nerede bu para, niye vermiyorsunuz? Şehit yakınları burada, gaziler de burada; herkese rahat rahat bir milyon lira düşüyor. Niye vermiyorsunuz? Nerede bu para? 15 Temmuz şehit yakınlarının ve gazilerinin hakkını savunuyorum, beylerde tık bile yok tık.
Yine 10 Aralık, Beşiktaş'ta hayatını kaybedenler… Bakın değerli arkadaşlar bu Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Beşiktaş saldırısında hayatını kaybeden polisler için yaptığı bir anma, sosyal medyada görebilirsiniz, Emniyet Genel Müdürlüğünde görebilirsiniz hayatını kaybeden polislerimizi. O dönem de bir kampanya açıldı, herkesin yüreği yandı. Evet dediler ki: "Polis bizim polisimiz, halkın polisi, terörle mücadele etti, hayatını kaybetti. Gelin bunlara yardım yapalım." Kampanya açıldı. Kaç lira toplandı? 52 milyon lira. Beşiktaş'ta patlama, Beşiktaş'taki en güçlü sivil toplum örgütlerinden birisi olan Çarşı Grubu da aynı şeyi istiyor, o da polis arkadaşlarımızı fotoğraflamış. Onlar için toplanan 52 milyon ne oldu, ne oldu 52 milyon? Hadi ben soruyorum da Emniyet Genel Müdürlüğü niye sormuyor? Polislerin de örgütleri var, onlar niye sormuyorlar? 52 milyonun, o günün dolar kurunu bugüne taşırsanız 101 milyon 500 bin lira yapıyor. Evet, 101 milyon. Her bir şehit yakınına en azından 2 milyon lira para düşüyor. Nereye gitti bu para? Ben bu soruyu ne için soruyorum? Hakkı olana hakkı teslim edilmediği için soruyorum, adalet için soruyorum, vicdan için soruyorum. Hayatını kaybedenlerin hakkı için soruyorum; hayatını ne diye kaybetti? Bu ülkenin birliği, bütünlüğü, dirliği için kaybetti; terörle mücadele etmek için hayatını kaybetti.
Para kimin parası? Vatandaştan toplanan para, hazineden çıkan bir para yok. Vatandaş bunlara bağış yaptı. Bunlara bağış yaptı ama sen, sarayda oturan zat aldın bu parayı yedin. Ben bunun hesabını sormak zorundayım. Sormazsam, siyaseti niye yapıyorum ben o zaman. Siyaset halk için yapılır, adalet için yapılır.
Yine aynı şekilde değerli arkadaşlar; 250 bin dolar aldı Erdoğan Kaddafi'den. 250 bin dolar ne için? "Türkiye'ye gidince Şehit Yakınları Derneği'ne bağışlayacağım" dedi. Güzel. Haberi kim yaptı? Sabah Gazetesi yaptı, yani havuz medyasının amiral gemisi yaptı. Peki Sabah Gazetesi şu soruyu soruyor mu? "Ya biz bu haberi yaptık Sayın Cumhurbaşkanı, 250 bin doları şehit yakınlarının derneklerine bağışlayacaktın. Şimdi bizim okuyucular da bize soruyorlar 'bu hangi dernek?' diye. Biz bir türlü bu derneğin öğrenemedik." Öğrenmezsin kardeşim, bilemezsin kardeşim. Çünkü bunu kimse bilmiyor. Çünkü böyle bir para hiç bağışlanmadı. Nereye gitti 250 bin dolar? Ben bu ülkenin adalet duygusu için sormayacak mıyım? Nereye götürdün 250 bin doları?
Sanatçılara yardım yapılsın, kültür hayatımız gelişsin diye bir fon kurdular. Gayet güzel, kanun çıktı Kültür Fonu. Kaç para olduğunu, bugün için kaç para olduğunu kimse bilmiyor, kimse bilmiyor. Soran oldu. Bir soru üzerine 2017'de 320 milyon lira bir para olduğu söyleniyor. 2017, 2020'deyiz. Herhalde şimdi 500 milyon falan olması lazım veya 1 milyar. Pandemi dolayısıyla niye bu sanatçılara yardım yapmıyorsunuz? Nereye gitti bu para, kim kullandı bu parayı, o da belli değil, o da belli değil.
Bir siyasetçi, namuslu bir siyasetçi, düzgün bir siyasetçi, ahlaklı bir siyasetçi, adaletli bir siyasetçi, vatandaşın her kuruşunun hesabını millete veren siyasetçidir. Millete hesabı vermiyorsa, o siyasetçide ahlak yoktur.
Sakarya'da Tank-Palet Fabrikası Katar ordusuna peşkeş çekildi, Ethem Sancak'a peşkeş çekildi, Talip Öztürk'e peşkeş çekildi. Kaç liraya? Bir lira bile değil, bir lira. Allah rızası için bir lira bile değil. Bu soruyu sordum, sordum, sordum, sonunda dedi ki: "Katarlılar gelip, buraya 50 milyon dolarlık yatırım yapacaklar." Şimdi soruyorum: Ne oldu bu yatırımlar? 50 milyon dolardan vazgeçtik, 1 dolarlık yatırımı var mı? 1 dolar. Hala onların emrinde, hala ve Tank-Palet Fabrikası Millî Savunma Bakanlığı bütçesinin soygun fabrikasına dönmüş durumda. Yakında onun faturalarını da getireceğim buraya. Bakın bir daha söylüyorum; Tank-Palet Fabrikası, Millî Savunma Bakanlığı bütçesinin, savunma sanayi bütçesinin soyulması düzenine dönmüş, o fabrikaya dönüşmüştür. Tamamen çıkar ilişkileri. Ne yapacaklardı bunlar, tank yapacaklar değil mi? Onu da okuyayım size, bunları unutmayın. Her seferinde, nereye gidiyorsanız anlatın. Vatanseverlik budur, vatanına sahip çıkmaktır. Vatandaşın hesabına sahip çıkmaktır, onun parasına, alın terine sahip çıkmaktır.
Savunma Sanayi Başkanı, 9 Kasım 2018'de tweet atıyor, 9 Kasım 2018: "İlk Altay tankı, 18 ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilecek, hayırlı olsun." Bir daha okuyayım. "İlk Altay tankı, 18 ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilecek, hayırlı olsun." 9 Kasım 2018. Kaç on sekiz ay geçti? Nerede bu tank? Nerede bu tankın motoru? Sormak istiyorum, Ak Parti'ye oy veren, Milliyetçi Hareket Partisi'ne oy veren bütün vatandaşlarıma sormak istiyorum. Bana dünyada, bana dünyada kendi ülkesinin milli silah fabrikasını yabancı bir orduya peşkeş çeken kişiye ne denir? Ben söyleyeyim: "Vatan haini" denir. Hani "sattık" deseler anlarım. "Katar ordusuna sattık" derler. Kaça? 2 milyar dolara sattık der, bunu anlarım para almışsın. Ya bir lira bile, bir lira bile almadan yahu. 1 dolar bile almadan... Ortada ne tank var, ne palet var, ne motor var. Fabrika, devletin fabrikası; çalışanlar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı; işletenler yabancı. Parayı kim veriyor? Devletin kendisi veriyor. O zaman ben niye oraya parayı veriyorum? Ben kendim yaparım arkadaşım. Fabrika zaten benim, işçi de zaten benim. Orada çalışan subaylar, askerler de zaten bu ülkenin subayı, askeri. O zaman ben niye yabancıya "sen üret, ben senden satın alayım" diyeyim, zaten ben onu üretiyorum.
Ayrıca bunların hiçbirisi tank nasıl yapılır bilir mi? En iyi Ethem Sancak mı bilir? Tank nasıl, palet nasıl yapılır, en iyi Talip Öztürk mü bilir? Bunların bu alanda hiçbir deneyimleri yok. Bunların hiçbir deneyimi yok. Belki hayatında bir askerde tankı görmüştür ve hem devleti yöneten olarak hayatında tanka binmemiş adamı, tankın ne olduğunu bilmeyen adama "gel tank yap" diyorsun. Nasıl yapacak? "Devletin bütün imkanlarını sana sağlıyorum. Sonra da çıkacaksın, ben yerliyim, ben milliyim" diyeceksin. Senin yerliliğin de batsın, milliliğin de batsın.
Daha garip bir şey, bunlar otomobil üreteceklerdi değil mi? Yerli otomobil... Bunların bir bakanı gitti 2016 yılında, İsveçli bir firmadan prototip bir otomobil satın aldı. Karoseri yani, getirdi, gösterdiler "biz bu otomobili üreteceğiz" diye. Bu prototip için ödedikleri para ne kadar biliyor musunuz? 40 milyon avro, 40 milyon avro. Bu prototip nerede? Depoda. 40 milyon avro nerede? Tüyü bitmemiş yetimin hakkı nerede? Bunlarda din var mı? Bunlarda iman var mı? Bunlarda ahlak var mı? Bunlar hangi anlayışla devleti yönetiyorlar? 40 milyon avroyu, fakir fukaranın boğazından kesip alıyorsun. Hadi Tank- Palet hiç değilse burada. Ne oldu bu prototip, ne oldu bu? Bunu bilmek zorundayız ve tabii asla unutmayacağız.
Serik'teki 500 bin lira rüşveti kim aldı? Bak hepsi dut yemiş bülbül gibiler. Çünkü hepsi o rüşvete ortak. Rüşvete ortaksan, sesin çıkmaz. Rüşvete karşıysan, derhal müdahale edersin, rüşvet yiyeni yakalarsın, çıkarırsın meydana. Burdur Belediyesi maske dağıtıyor diye karakola götüreceksin, 500 bin lira rüşvet alan adamın sırtını sıvazlayacaksın ve "Ben Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetiyorum" diyeceksin. Hayır kardeşim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetilmiyor, soyuluyor, devlet soyuluyor.
Kampanya açtılar. Ne? "Biz bize yeteriz…" El hak doğru bir isim, kendi kendilerine yetiyorlar. Parayı kendi aralarında bölüşüyorlar. Kimden alıyorlar? Fakirden, fukaradan, garibandan alıyorlar parayı, sonra "biz bize yeteriz" diyorlar. Doğru, siz size yetersiniz. Ama bu millet size gösterecek, ilk seçimde gösterecek; kimin kime yettiğini size gösterecek.
Hepinize saygılar sunuyorum değerli arkadaşlarım.
TBMM CHP Grup Toplantısının tüm fotoğrafları için tıklayınız...
24.12.2024
23.12.2024
23.12.2024
23.12.2024