25.02.2020
25.02.2020
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle: Hepinize yürekten teşekkür ediyorum. Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarıma - hangi partiden, hangi kimlikten, hangi inançtan, hangi yaşam tarzından olursa olsun bu bayrağın altında, bu vatanda beraber huzur içinde yaşamak istiyoruz - bütün yurttaşlarıma Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan selamlar, sevgiler ve muhabbetler gönderiyorum.
Derdimiz çok, biliyorum. Sorunlarımız giderek katmerleşiyor, bunun da farkındayım, ama bütün bu sorunları aşmak mümkün, ama bu ülkeye baharı getirmek mümkün, ama bu ülkede herkesin huzur içinde yaşamasını sağlamak mümkün. Ve bu ülkeye adaleti getirmek için de hep beraber mücadele edeceğiz, hep beraber çalışacağız. Adalet sadece benim için değil, adalet hepimiz için geçerli olması gereken bir kavram. Dünya adalet üzerine inşa edildi. Aramızda hukuk fakültesi öğrencileri var. Özellikle onlara sesleniyorum, yarın hâkim olacaksınız, savcı olacaksınız, avukat olacaksınız; adaletten şaşmayacaksınız, adaleti yücelteceksiniz. Adalet toplumun kaynaşması demektir, adalet hak arayan kişinin başvurduğu yer demektir. Adalet haksızlığa uğrayan kişinin hakkını teslim etmek demektir. Adalet egemen güçlerin önünde eğilmemek demektir. Adalet hiç kimseden, hiçbir organdan talimat almamak demektir. Bu nedenle adaleti önemsiyoruz, o nedenle devletin temeli adalettir diyoruz. Adaletin olmadığı bir yerde devlet olmaz, adaletin olmadığı bir yerde devletin kurumları ağır ağır çürür ve siz bazen farkında dahi olamazsınız. Adaleti yüceltmek, adaleti toplumun ana omurgası haline getirmek her yurttaşın, aklı başında olan her yurttaşın savunması gereken bir kavramdır. O nedenle adalete büyük önem veriyoruz. O nedenle adalet mülkün temelidir diyoruz, yani devletin temelidir diyoruz. O nedenle adalet olmazsa olmazımızdır.
Adaletin son 18 yılda çok büyük kayıplar verdiğini biliyoruz. Güven, güven kaybını yaşadığını biliyoruz. Adalete duyulan güvenin yerlerde süründüğünü ben söylemiyorum, bu ülkenin en tepesinde olan hâkimler söylüyorlar. Yargıtay Başkanına sorun, Anayasa Mahkemesi Başkanına sorun, aklı başında herhangi bir hâkime sorun; aynı şeyi söyleyecektir. Adalete duyulan güven giderek ivme kaybediyor. Oysa tek güvencemiz adalet olmalıydı. Haksızlığa uğradığımızda başvuracağımız yer adalet kurumu olmalıydı. Adalet kurumu bizatihi adaletsizlik dağıtırsa, orada devlette çürüme başlar. Bunun farkında mı Adalet Bakanı? Elbette farkında. Bakınız, 28 Şubat 2019, 18 yıl geçtikten sonra söylüyor: “Yargının sorunlarını çözme konusunda önemli mesafeler aldık. 2019 yargıya güven yılı olacak.” Demek ki ondan önceki yıllar yargıya güven duyulan bir yıl değildi. 2019 yargıya güven duyulan bir yıl oldu mu? Hayır efendim, hayır. Egemen güçlerin, siyasal yandaşların telkiniyle, baskısıyla, önerileriyle; uyuşturucu kaçakçıları, FETÖ’nün en önemli adamları serbest bırakılırken, gariban harp okulu öğrencileri hâlâ yargılanıyorlar, hâlâ hapisteler. Neden? Bunu sormak zorundayız. Mart 2019’da da devam ediyor Sayın Bakan: “Türk yargı sisteminde bir ilk olarak tüm hâkim ve savcılarımızın bağlayıcı şekilde uyacakları etik ilkeleri belirledik.” Yani 2019 yılında bütün savcıların ve hâkimlerin uyacağı ahlâki kuralları, etik ilkeleri belirlemişler. “Bu ilkelerle yargı mensuplarına ve Türk yargısına güven artacaktır” diyor.
Evet değerli arkadaşlarım, o etik ilkeleri belirleyen bildirge şu: Adalet Bakanlığının internet sitesi, Hâkimler Savcılar Kurulunun internet sitesine girip bunu orada görebilirsiniz, uzun uzun anlatıyor. Neleri anlatıyor burada?
1. Kural: Hâkim ve savcılar insan onuruna saygılıdır, insan haklarını korur ve herkese eşit davranır.
2. Kural: Hâkim ve savcılar bağımsızdırlar.
3. Kural: Hâkim ve savcılar tarafsızdırlar.
4. Kural: Hâkim ve savcılar dürüst ve tutarlıdırlar.
5. Kural: Hâkim ve savcılar yargıya olan güveni temsil ederler.
6. Kural: Hâkim ve savcılar mahremiyeti gözetirler.
7. Kural: Hâkim ve savcılar mesleğe yaraşır şekilde davranırlar.
8. Kural: Hâkim ve savcılar yetkindir ve mesleklerinde özenli davranırlar.
Evet, bu kuralların hepsine herkes imza atar. Aklı başında olan herkes böyle olmasını ister adaletin ve devam ediyor: “Bu bildirge - yani şu bildirge - Türkiye Cumhuriyeti hâkimleri ve savcılarının takip edecekleri etik ilkeleri belirleyen bağlayıcı bir bildirgedir” diyor. Bütün hâkimleri ve savcıları bağlayan bağlayıcı bir bildirgedir. “Hâkimler ve savcılar bu bildirgede belirtilmeyen bir durumla karşılaştıklarında takip etmeye onur ve vicdanları üzerine söz verdikleri yukarıdaki ilkelerin ruhuna uygun davranırlar. Türk yargı etiği bildirgesi hâkimler ve savcıların adına karar verdikleri yüce Türk milletine ve onun her bir ferdine verilmiş olan sözdür” diyor. En sonunda “Hâkimler Savcılar Kurulu” diyor.
Değerli arkadaşlarım, daha dün 25 baronun ortak imzasıyla bir bildirge yayınlandı. Bütün avukatların yüzde 80’ini kapsıyor. Bu 25 baroda Türkiye’de görev yapan avukatların yüzde 80’i bu barolara bağlı olarak görev yapıyor.
Diyor ki o bildirgede: “Son dönemde kamuoyunun dikkatle takip ettiği toplumsal öneme haiz davalarda yaşanan hukuksuzluklar ve yürütmenin doğrudan müdahalesi anlamına gelecek uygulamalar kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır.” Yargıya söylüyor, “yürütme organının doğrudan müdahalesi kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır…” Hatırlar mısınız, bir grup toplantısında Hâkimler Savcılar Kurulunun hâkimlere ve savcılara dağıttığı bir broşürden söz etmiştim. Orada “şu konuda karar verirken önce bize danışacaksınız” diyordu. Anayasaya aykırı bir uygulama, hukuka aykırı bir uygulama, evrensel hukuka aykırı bir uygulama. Yayın kimin yayını? Hâkimler Savcılar Kurulunun yayını.
Devam ediyor: “Hâkimler Savcılar Kurulu mevcut yapısıyla tamamen siyasileşmiş ve yürütmenin talimat niteliğindeki açıklamalarını görev addederek bağımsız yargıçlar üzerinde bir baskı mercii halini almıştır.” Yani sarayın bir anlamda talimatını hâkime bildiren organ halini almıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır yargı krizini yaşamaktadır. Eğer bu ülkede avukatların en az yüzde 80’i “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yargı en ağır krizi yaşadığı bir dönemden geçiyordur” deniliyorsa, herkes şapkasını önüne koyup düşünmek zorundadır. Mahkemeler verdikleri kararlar sonrasında dağıtılmakta, karar veren yargıçlar hakkında henüz imzalarının mürekkebi dahi kurumadan soruşturmalar açılmakta, yargıç bağımsızlığı ilkesi her geçen gün yeni bir örnekle ihlal edilmektedir.
Devam ediyor: “Türkiye son yıllarda yaşadığı demokrasi kriziyle dünyanın en büyük avukat hapishanelerinden birisi haline gelmiştir.” Ben söylemiyorum, bu ülkenin avukatları söylüyor. Yani yargının olmazsa olmaz kurumlarından birisi olan savunma hakkını bütün dünyada temsil eden avukatların söylediği bu. Yargının siyasallaştığını defalarca söyledik. Yargının, adaletin ne kadar önemli olduğunu defalarca söyledik. Tarihten gelen bütün o adalet duygusunun perçinlenmesi ve büyümesi gerekirken giderek zemin kaybettiğini görüyoruz. Ne diyordu İranlı bilge? “Dünyanın bütün nehirleri adalete susamış bir insanın susuzluğunu gidermeye yetmez” Bu kadar önemli bir şey adalet. Evet, dünyanın bütün nehirleri adalete susamış bir insanın susuzluğunu gidermeye yetmez. Mevlana ne diyordu? “Adalet kutup yıldızı gibidir. Yerinde sabit durur, bütün kainat onun etrafında döner” Bu adaleti yok ettiler işte ve biz bunun isyanı içindeyiz. Bir kişiye yapılan haksızlığı, zulmü kabul edemeyiz. Zulme karşı direnmezsek, zulme karşı sesimizi yükseltmezsek, sadece sadece düşüncelerimizi değil, insanlığımızı da kaybetmiş oluruz.
Değerli arkadaşlarım, Osman Kavala olayından söz ediyorum. Mahkeme oturuyor, beraat kararı veriyor. Odasındaki bütün eşyaları dağıtıyor nasıl olsa tahliye edileceğim diye, cezaevi aracındayken Erdoğan konuşuyor: “Dün onu beraat ettirmeye kalktılar” diyor. Yargıya gözdağı veriyor. “Sen nasıl onu beraat ettirmeye kalkarsın” diyor. Kimsin sen ya, kimsin? Bu lafı eden insanda adalet duygusu yoktur! “Dün onu beraat ettirmeye kalktılar…” ve cezaevi aracının içinde, daha önce tutuklanması kaldırılan bir başka davadan ötürü hemen harekete geçildi, cezaevi aracındayken tekrar hapishaneye götürüldü.
Değerli arkadaşlarım, bu mudur adalet, bu mudur insanlık, bu mudur hak, hukuk? Buna aklı başında olan kişinin itiraz etmesi lazım. Bunun siyasi yönü yoktur arkadaşlar, bu insani bir meseledir, vicdani bir meseledir, ahlâki bir meseledir bu mesele, siz bunu sadece siyasetin terazisine koyarsanız yanlış yaparsınız. Biz neden görevden el çektirilen, zorla el çektirilen Ak Partili belediye başkanlarının hakkını savunduk? Adalet için yaptık bunu, milletin iradesine duyduğumuz saygı için yaptık bunu. Sen kalkıyorsun, günahsız bir adamı, beraat etmiş bir adamı “nasıl beraat ettirirsin” diyorsun. Ayıp bununla da sınırlı kalmıyor. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, affedersiniz yüksek değil artık, Hâkimler Savcılar Alçak Kurulu diyebiliriz. Hâkimler Savcılar Kurulu hemen toplanıyor; o yargıç hakkında hemen soruşturma açılıyor, nasıl beraat verir? Ondan sonra da biz kalkacağız, onlara güveneceğiz, bu ülkede adalet var diyeceğiz!
Anayasa madde 138 Allah aşkına, özellikle Ak Partili kardeşlerimin dinlemesini isterim. Bu Anayasa benim değil, bu toplumun Anayasası. 138. madde: “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz” diyor. Anayasa söylüyor bunu, diyeceksiniz bu memlekette Anayasa mı var? Anayasa askıda arkadaşlar. 20 Temmuz darbe dönemini yaşıyoruz. 12 Eylül darbe döneminde, 12 Mart darbe döneminde hiç değilse bir savcılar vardı, hâkimler vardı. Çok daha ağır bir faşizm düzeniyle karşı karşıyayız, çok daha ağır. Kimsenin nefes almasını istemiyorlar!
Değerli arkadaşlarım, baktığınız zaman Gezi Davasında da en son MASAK raporlarına yollama yapıyor, orada da beraat verdiler. “MASAK raporlarının incelendiği ve hâlâ 15 Temmuz soruşturmasından tutuklu bulunan iş insanı Osman Kavala’nın Gezi olaylarının finansörü olduğuna yönelik bir delil bulunamadı” diyor, ama içeride. Hangi vicdan kabul eder bunu, hangi insan kabul eder? Vicdani ve aklı olan hangi insan kabul eder haksız yere içeride yatmasını bir insanın?
Değerli arkadaşlarım, müdahale sadece bir Osman Kavala olayı olsa derdik ki ya tamam, Osman Kavala için oldu, ama düzeltilir bu, yıllardır içeride, ama hiç değilse tek örnektir deriz, düzeltilir bu örnek, çıkar bir gün yetkililer özür dilerler, yanlışlık yaptık derler.
Değerli arkadaşlarım, bakın, ne hale geldiğini düşünün. Bir “Damat İstanbul” olayı var, yani Kanal İstanbul değil, “Damat İstanbul.” Gitmiş kanal yolundan kendisine arsa kapatmış 13 dönüm. Yer var mı? Var. Tapu var mı? Var. Ada, pafta, parsel var mı? Var. Hepsi doğru mu? Doğru. Yalanlayan bir makam var mı? Hiçbir makam yok. Yayınlıyor Cumhuriyet Gazetesi, hemen diyorlar ki: “Yayın yasağı getirdik” Niçin? Kimse öğrenmesin. Damat İstanbul’un biz neler yaptığını çok iyi biliyoruz. Kimse öğrenmesin, kimse bilmesin, erişim yasağı getirilir. Bunun üzerine gazete erişim yasağı getirildi diye haber yapıyor. Bu sefer erişim yasağını eleştiren yazıya da yasak getiriyorlar. Allah aşkına, bunlar hâkim mi? Bunlar hâkim mi, sarayın köleleri mi? Söylüyorum, bu kararı verenler hâkim değil, sarayın köleleridir.
Man Adasını açıkladık, değil mi? Yönettiği devlete, bakın, yönettiği devlete vergi vermemek için saray sosyetesinin Türkiye’den dolarları dolandırdılar New York’tan, Man Adası üzerinden Türkiye’ye getirdiler aynı dolarları banka sistemi içinde, 5 kuruş vergi vermediler. 15 milyon dolar para döndü, 5 kuruş vergi vermediler. MASAK diyor ki doğru, banka diyor ki evet, dekontlar bana ait, doğru. Para miktarı evet, doğru, para hareketleri tamamı doğru, swift kayıtları tamamı doğru, yani paranın önce yurtdışına, oradan Man Adası üzerinden Türkiye’ye geldiğini belirleyen swift kayıtları, onlar da doğru. Ne oldu? Efendim, bununla ilgili yayın yasağı getirildi. Bir belgesel yaptık, yayın yasağı getirildi. O yayın yasağını veren hâkimin vicdanı var mı, hâkimlik ahlâkı var mı? Sonra tazminat davaları açıldı eleştirdim diye, önce benim davalarımın düştüğü mahkemenin hâkimlerini değiştirdiler, yerine sarayın hâkimlerini getirdiler. Ağır tazminat davalarına beni mahkûm ettiler. Sandılar ki ben geri adım atacağım! Sizin feriştahınız gelse geri adım atmayacağım!
Bizim bir özelliğimiz var: Tüyü bitmemiş yetimin hakkını korumak, haram yememek, kul hakkı yememek, vatandaşın hakkını sonuna kadar savunmak. Bizim görevimiz budur. Siyaset bunun için yapılır. Siyaset cep doldurmak için yapılmaz. Siyasetin görevi farklıdır. Bir memlekette huzuru sağlıyorsanız başarılı bir siyasetçisiniz, kamplaşma yaratıp, milleti birbirine düşürüyorsanız o siyaset berbat siyasettir.
Değerli arkadaşlarım, adalet konusunda daha çok şey söylenebilir, ama sıra dış politikaya geldi. Elli sefer söyledim, “dış politikada konuşurken boğazınızda dokuz düğüm olmalı, lafı konuşurken elli kişiye danışacaksınız, lafınızın nereye gittiğini bileceksiniz. Dış politika sıradan bir olay değildir” demiştim. “Dış politikada maliyet çok ağır olur” demiştim. Dış politika iki kişi arasındaki kavga değildir, bir ülkedeki iki siyasi parti arasındaki çekişme değildir. Dış politikada olan olay devletler arasındaki ilişkilerdir ve bu ilişkilerde son derece dikkatli olmak zorundayız. Dış politika ülkelerin çıkarları üzerine inşa edilir, dış politikada iktidar-muhalefet olmaz, dış politikada ülkenin çıkarları esastır, beraber hareket edilir. Ve dış politikanın milli olması gerektiğini söyledim. Sadece dış politika için ayrı bir bakanlık, Dışişleri Bakanlığı bütün dünyada vardır. Dışişleri Bakanlığında çalışan bürokratlar sıradan bürokratlar değildir, belli bir sınavla alınırlar. İyi yabancı dil bilmeleri gerekir, kademe kademe yükselirler. Bütün dünyayı görürler, tanırlar, sonra yeri gelir büyükelçi olurlar ve görevlerini yaparlar. Her yerde Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ederler. Arabalarına bindiklerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı vardır, bu kadar önemlidir.
“Suriye’ye niye girdin” dedim, “Suriye’deki kavganın bir parçası neden oldun” dedim, “İdlib’te ne işin var” dedim, “Libya’da ne işin var” dedim, “Mısır’la niye kavga ettin” dedim. Filistin bile bizi desteklemiyor bugün, Filistin bile… Bunları söylerken; Türkiye’nin mavi vatanda, yani Doğu Akdeniz’de daha güçlü olması gerektiğini ifade etmek için söyledim. Herkesle kavga ettiler, kahramanlık edebiyatı yapıyor, sen kim, kahramanlık kim Allah aşkına? Süleyman Şah Türbesini terör örgütünden kaçıran adama kahraman mı denilir?
Egemen güçlerin gösterdiği havucun peşinde koşmayacaksınız. Bu çok önemlidir. Egemen güçlerin gösterdiği havucun peşinde koşarsanız memleketi felakete sürüklersiniz. Türkiye o sürecin içine sokulmuştur. Pinpon topu gibi; “kahraman Putin”, bir süre geçiyor “hain Putin”, “kahraman Trump”, bir süre geçiyor “hain Trump.” Sen kimsin Allah aşkına? Ya arkadaş, bu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Dışişleri Bakanlığının sağlıklı, tutarlı bir dış politikası yok mu Allah aşkına? Sarayda oturmuşlar bir grup, dış politika belirliyorlar. Hiçbirisinin aklı da ermiyor.
Değerli arkadaşlarım, defalarca söyledim, yine söylüyorum: Tek bir Mehmetçiğimizin tırnağı bütün Suriye’den daha değerlidir. Sadece Suriye değil, tek bir Mehmetçiğimizin tırnağı bütün Libya’dan daha değerlidir.
Değerli arkadaşlarım, bizim gençlerimiz, bizim çocuklarımız, bizim evlatlarımız Türkiye’nin çıkarları olduğunda eyvallah, ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin ordusu sarayın ordusu değildir. Altını özenle çiziyorum, sarayın ordusu değildir. Elli sefer söyledim, egemen güçler ateşe kendileri tutmazlar, maşa kullanırlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletini egemen güçlerin maşası haline getirmek kadar bu ülkeye yapılacak başka bir ihanet yoktur. Ne demek ya, iki egemen güç arasında pinpon topu gibi gidip gelirsin? Ki bunlardan birisi de beyefendiye ‘aptal’ dedi, benim ağırıma gidiyor, “en büyük dostumuzdur” diyor, düne kadar en büyük düşmanıydı.
Değerli arkadaşlarım, İdlib için gazeteciler soruyorlar, “savaş diyebilirim” diyor. Anayasanın 92. maddesini okuyorum: “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.” Niye gelip Mecliste kapalı oturumda bilgi vermiyorlar? Kapalı oturum diyorlarsa olmaz, açık oturumda bilgi versinler. Ne oluyor bu İdlib’te, ne oluyor bu Libya’da, neler oluyor? Biz bunları öğrenmek zorundayız. Türkiye Büyük Millet Meclisinin, milli iradeyi temsil eden bu organın, savaş ilanına karar verme konusundaki tek yetkili organın bilgisi yok. Sonra bize demokrasiden söz ediyor.
Değerli arkadaşlarım, özellikle Ak Partili kardeşlerimin dinlemesini isterim. Bir dönem bize derlerdi ki bu CHP var ya, hep gidiyor Anayasa Mahkemesine, bu CHP var ya CHP, kendisini Mecliste savunamıyor, Anayasa Mahkemesine gidiyor, orada hak aramaya kalkıyor. Evet, Anayasa Mahkemesine defalarca gittik. Eğer biz Anayasa Mahkemesine defalarca gitmeseydik bugün Ortadoğu’da Türkiye çok daha karmaşık, çok daha derin sorunlarla karşılaşacaktı. Diyeceksiniz ki nasıl? 2005 yılında 2005/9076 sayılı bir Bakanlar Kurulu kararı çıktı. Erdoğan Başbakan, Suriye sınırını mayınlardan arındırıyorlar, 49 yıllığına İsrail’e veriyorlar. 216 bin dekar arazi. Şimdi herkes elini vicdanına koyup bir düşünsün, bugün 216 bin dekarlık arazide İsrail olsaydı ne olurdu? İkinci soru: Bunu kim engelledi? Cumhuriyet Halk Partisi. Kararnameyi Danıştaya götürdük, Danıştay iptal etti, ama Erdoğan vazgeçmedi. Mademki siz iptal ettirdiniz bunu, o zaman ben kanun çıkaracağım dedi. Yine aynı şekilde Suriye sınırındaki 216 bin dekar arazinin İsrail’e 49 yıllığına verilmesi için kanun değişikliği yapıldı ki Danıştay iptal etmesin. Biz ne yaptık? Anayasa Mahkemesine gittik, yine iptal ettirdik. Kim kazandı? Türkiye kazandı.
Bakın değerli arkadaşlarım, bizim önemli Dışişleri Bakanlarımızdan birisi de İhsan Sabri Çağlayangil’dir, uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Herkes, İhsan Sabri Çağlayangil deyince büyük bir saygıyla kendisini karşılar, kendisini anar. Dışişleri camiası da İhsan Sabri Çağlayangil’i saygıyla anar ve bunu da hiçbir zaman ihmal etmez, her seferinde konu geldiğinde İhsan Sabri Çağlayangil önemli bir Dışişleri Bakanı olarak anılır. İhsan Sabri Çağlayangil’in Ortadoğu politikasıyla ilgili söylediği şu söz çok önemlidir: “Ortadoğu’da önemli bir yemeğe davetli olduğunuz halde isminiz listede yoksa bir de menüye bakın, orada olabilir.” Eğer isminiz listede yoksa menüye bakacaksınız, adınız orada olabilir. Egemen güçlerin menüsü olarak orada duruyor.
Değerli arkadaşlarım, Erdoğan’ın bunlardan haberi var mı, Erdoğan bunları biliyor mu, saray sosyetesi bunları biliyor mu, saray sosyetesi acaba oturup da iki satırlık dışişleriyle ilgili bir makale okudu mu? Ülkeyi ateşe atıyorlar. İdlib sanki Türkiye toprağı; efendim, Suriye hükümeti geri çekilecek, ben oraya geleceğim. Adamın kendi toprağı kardeşim! Sen şunu söylüyorsan, ben Suriye’ye geleceğim, Suriye’den çıkmayacağım, İdlib’i de alacağım, Halep’i de alacağım, Şam’ı da alacağım, bütün bunları Türkiye Cumhuriyeti Devleti toprağına katacağım diyorsan tamam, onu çık söyle. Onu söylüyorsan Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz etmeyeceksin o zaman. Bana Misakı Milliden söz ediyor, Misakı Milli sınırlarından söz ediyor. Ben onların tamamını biliyorum. Senin Suriye toprağında gözün var mı, yok mu? Bunu çık milletin önüne gayet açık söyle bakalım, var mı, yok mu?
Değerli arkadaşlarım, şehitler konusunu hemen hemen her grup toplantısında bir şekliyle ifade ederiz. Gelen şehitler; onur olarak kabul ettiğimiz, gurur olarak kabul ettiğimiz; bu ülkenin bekası için, bu ülkenin geleceği için hayatlarını veren insanlardır. Şehitlik mertebesi sıradan bir mertebe değildir. Hepimiz insan olarak bu ülke için, bayrağı için, vatanı için hayatını veren şehitlerimize hep saygı duyduk, duymaya da devam edeceğiz. Biz şehitlerimizden söz ederken çok dikkatli bir dil kullanmaya da özen gösteririz. Çünkü bu ölüm sıradan bir ölüm değildir, bu ölümün bir anlamı vardır. Bu ölüm, bir ülkenin geleceği için hayatını feda edenlerin ölümüdür, öyle bakmamız lazım.
Erdoğan 22 Şubat’ta, yani geçen günlerde Menemen’de bir miting yapıyor. Libya’dan şehitlerimizin geldiğini söylüyor ilk kez. Kimse bilmiyor. Gelen şehitler var doğru, gizlice defnedilmişler, o da doğru, fakat Erdoğan ilk kez Libya’dan şehitlerimizin geldiğini ifade ediyor. Şöyle söylüyor: “Tabii birkaç tane şehidimiz var, ama şunu da söyleyeyim, o birkaç şehidimizin karşısında da 100’e yakın orada o lejyonerlerden etkisiz hale getirdik” Az önce söyledim, şehitler sıradan bir ölümü bize hatırlatmazlar. Onları bir eşya gibi görmek, eşya gibi değerlendirmek, tane gibi ifade etmek kadar insanlık ayıbı başka bir şey yoktur. Hem şehide saygı duyacaksınız, hem şehidi bir meta olarak göreceksiniz. “Birkaç şehidimiz oldu...” Daha önceleri aynı Erdoğan şehitler için “kelle” ifadesini kullanmış.
Değerli arkadaşlarım, iktidar medyası da saraydan gelen talimatla bu “tane” sözcüklerini oradan özenle çıkarmış. Erdoğan’ın konuşması veriliyor, “iki şehidimiz var…”, “iki tane şehidimizi, taneyi oradan çıkarıyor. Yani Erdoğan’a sansürü Erdoğan medyası uyguluyor. Ben buna rağmen dün akşam Ak Partinin internet sitesine girdim acaba orada gerçekten konuşma metni tam verilmiş mi diye, orada da çıkarılmış durumda değerli arkadaşlarım, çünkü tane sözcüğünün şehitler için kullanılmasının doğru olmadığını Ak Partililer de kabul ediyorlar. Beyefendi promterdan, yani camdan konuşmayı kesince ne söylediğini bilmiyor, ama birisi metni yazıp oradan okuduğu zaman onu biliyor.
Devam ediyor, diyor ki: “Efendim, şehitler tepesi boş kalmayacak.” Aynen onu söylüyorum, beyefendi şehitler tepesi boş kalmayacaksa çocukların var, seni kefenle karşılayan gençler vardı, onları gönder oraya, niye göndermiyorsun!
Aynı Erdoğan 4 Nisan 2013’te de şehitler için şunu söylüyor: “Her yıl belli sayıda şehit vermeyi, büyük bedeller ödemeyi sineye çeken, kabullenen bir anlayış ne insanidir, ne de vicdanidir.” Doğru mu? Doğru, ne insanidir, ne de vicdanidir, ama 2020’nin Erdoğan’ı çok farklıdır, bir kibir abidesidir artık, insanlar ölmüş, umurunda değil. Onun kibri karşısında toplum ezilmektedir. Bir kibir abidesi olarak sarayda oturmaktadır. Bütün insanları kendi talimatını alan birer sinek gibi görmektedir, ama ona karşı en gür sesi çıkaran, en namuslu sesi çıkaran partinin de CHP olduğunu o da çok iyi bilmektedir.
Azerbaycan’a gidiyor, Fox TV muhabiri soru soruyor: “Efendim, Libya’da şehitlerimiz olduğunu duyurdunuz. Muhalefet, şehitlerin isimleri neden açıklanmıyor, muvazzaf mı, sivil mi, neden tören yapılmadı” diye soruyor. Ayrıca “Suriye Milli Ordusu hangi sıfatla Libya’ya gitti” diye soruyorlar ve sizin şehitleri verirken kullandığınız ifadeye tepki gösteriyorlar, buna ne cevap…” derken Erdoğan: “Nasıl” diyor. Muhabir: “Sizin şehitler için şehit haberini verirken kullandığınız ifade” Neydi o ifade? “Birkaç tane şehit ifadenize muhalefet tepki gösteriyor efendim” diyor. Değerli arkadaşlar, bakın, “Fox önce gazete olsun…” Allah Allah! “Fox önce ciddi bir medya mensubu olsun…” Ezberi bozulmuş çünkü! “Bunu bir defa öğrenmemiz lazım. Yalan haber üretmeyi bırakın.” Kendi söylediğine kendisi siz yalan söylüyorsunuz. Daha önemlisi bunlar tamam, daha önemlisi şu ifade, Türkiye’nin geleceği açısından karamsar bir ifadedir: “Rusya, rejim güçlerine en üst düzeyde destek veriyor.” Suriye güçlerine Rusya en üst düzeyde destek veriyor. Doğru, bunun aksini söyleyen mi var? Rejim zaten davet etmiş oraya, buyur gel diyor. İnkar etseler de bu tespit bizde. Ya bütün dünya bunu biliyor. “Bu mücadelenin içinde olmaya mecbur değiliz, mahkûmuz” diyor. Dikkatinizi çekerim, bu mücadelenin içinde olmaya mecbur değiliz, mahkûmuz diyor. Niye mahkûmsun? Amerikalılar mal varlığını araştırırlar diye mi mahkûmsun, niye mahkûmsun!
Dış politikanın kendine göre özelliği var ve dış politikada görev alacak insanlar namuslu ve şerefli insanlardır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ederler gittikleri ülkelerde, az önce de ifade ettim, arabalarında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ay yıldızlı bayrağını taşırlar. Onu gören herkes, arabada o bayrağı gören herkes arabada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin büyükelçisi olduğunu bilir. Bu sadece bize özgü bir uygulama değil, bütün dünyada böyledir. En seçkin kişiler, en yetişmiş kişiler gittiği bölgeyi, ülkeyi, dünyayı en iyi bilen kişiler büyükelçi olarak atanırlar. Dolayısıyla büyükelçilik namuslu ve şerefli insanların yapması gereken bir görevdir, ama ayakkabı kutusunda rüşvet alan adamı büyükelçi tayin ederseniz namuslu ve şerefli kavramını kirletirsiniz. Bu zat aynı zamanda Kur’an’la da dalga geçiyordu “bakara, makara” diyerek, bunların ne kadar samimi olduğu buradan belli. Ayakkabı kutusunda rüşvet alan adam nasıl olur da büyükelçi tayin edilir? Yarın o büyükelçi daha büyük bir rüşvetle devletin bütün sırlarını satarsa ne diyeceğiz? Devletin kozmik odasını bunlar açmadılar mı? “Üzüm üzüme baka baka kararır” diye güzel bir atasözümüz var. Şimdi Viyana Büyükelçisi atandı. Bir Ülkücü kardeşimizin ölümüyle ilgili aranıyordu, uzun yıllar aranıyordu. Kırmızı bültenle arandı, vatandaşlıktan çıktı, daha sonra sözde Ermeni soykırımının tanınması için büyük mücadeleler verdi, çaba gösterdi, o da şimdi büyükelçi. Bu büyükelçiyi de Sayın Bahçeli’ye armağan ediyorum. Bir büyükelçimiz daha var Şaban Dişli, gayet iyi hatırlıyorsunuz, değil mi? 1 milyon dolar rüşvet alan adam, belgesini ortaya koyduk, o da şimdi büyükelçi. Ama iki kişi var, bunların da hakkı; birisi Muammer Güler, hakkını yememek lazım, o büyük ölçüde malı götürdü, ona Washington Büyükelçiliği yakışır, diğeri Zafer Çağlayan, Zafer Çağlayan’a desek ki Moskova Büyükelçisi yanlış yapmış oluruz. Neden? Çünkü saat merakı var, en iyisi İsviçre Büyükelçiliği. Vatandaşlarımız belki unutmuştur, hatırlatayım: Zafer Çağlayan 28 seferde 52 milyon dolar rüşvet aldı, Muammer Güler 10 seferde 10 milyon dolar rüşvet aldı, Egemen Bağış 3 seferde 1 milyon dolar rüşvet aldı, Şaban Dişli de, 1 milyon dolar rüşveti belgesiyle ortaya koyduk, o da ondan beslendi.
Değerli arkadaşlarım, geçen hafta Erdoğan grup konuşmasında, “Türkiye saman ithal etmedi” diye bir açıklama yaptı. Şöyle, aynen okuyayım: “Bu ülkede bunca güzel iş olurken -ne kadar güzel işler oluyor, bütün yolsuzluk yapanları, rüşvet alanları büyükelçi tayin ediyorsun. Bundan daha güzel bir şey olamaz tabii- birileri sırf milletin moralini bozmak için mesela, ülkemizin saman ithal ettiği gibi bir yalanı utanmadan, sıkılmadan tekrarlayabiliyor. Ben burada çok ağır bir ifade de kullanabilirim de bu kürsüye yakışmaz.” diyor.
Yakışır, her türlü şeyi söyleyebilirsin sen! Saman ithal ediyor dedim, bu yalandır diyor. Bakın arkadaşlar, bu gümrük giriş beyannamesi, İzmir Gümrük Müdürlüğü 19 Şubat 2020 yeni, ticari tanımı saman, kilogram 50 bin 320 kg saman ithal etmişiz. Bir tane daha örnek vereyim, bu da İzmir Aliağa, burada da saman diye yazıyor, miktarı da var burada. Bütün bunların hepsini çıkardım, uzun bir liste çıktı. Her bir satırında ithal ettiğimiz samanların gümrük giriş beyannamesi tutarı hepsi burada var. Şimdi ben Erdoğan’a sormak isterim, kim yalan söylüyor? Bu belgeler söylüyorsa bu belgeler benim değil, devletin belgesi. Gümrüğe sorun, bütün bunların hepsini çıkarın. Peki, millete niye yalan söylüyorsun? Oturduğun koltuk sana yalan söyleme hakkı veriyor mu? İnsanda biraz utanma, biraz sıkılma olmaz mı? Kılıçdaroğlu bunu araştırır, bulur diye hiç düşünmedin mi sen? Bu Kılıçdaroğlu belgeye dayanmadan konuşmaz diye düşünmedin mi sen?
Şimdi değerli arkadaşlarım, kuru soğan dolayısıyla depolar dolu, kuru soğan var yeteri kadar, ama ne patatesi, ne de kuru soğanı dışarıya ihraç edemezsiniz diyorlar ve depolarda çürümeye başladı, çimlenmeye başladı. Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük buğday ithalatını yaptı; 2018 ve 2019’da bir rekor kırdı, ithalat yaptı. Patates ithalatı da yapıldı, soğan da, geçen yıl yaşanan kıtlık dolayısıyla çok sayıda vatandaş patates ve soğan ekiyor. Şimdi ihracını yasakladılar, depolar dolu ve üretici perişan vaziyette. Bekliyor ki acaba el uzatıp bizim sorunlarımızla ilgilenecekler mi? Söyleyeyim soğan üreticisi kardeşime, daha doğrusu çiftçilere söyleyeyim. 18 yıldır senin sorunlarınla ilgilenmeyen bir siyasi iktidar, bir saray sosyetesi şimdi mi ilgilenecek senin sorunlarınla? O sarayda oturuyor, keyfi yerinde, bir eli yağda bir eli balda, senin hangi şartlarda çalıştığını, sabahın köründe tarlaya nasıl gittiğini, ürünü nasıl elde ettiğini, nasıl ter döktüğünü, alın terinin ne kadar değerli olduğunu saray sosyetesi bilir mi? Onlar başka, sen başkasın kardeşim, onların hayatı ayrı, senin hayatın ayrı kardeşim.
Size yine bir açıklamayı okuyacağım değerli arkadaşlar, 18 yıl önce yapılmış bir açıklama: “Bu ülke bu hale geldiyse bugün benim Anadolu’daki vatandaşım konteynırlardan evine çöp, rızık toplayıp götürüyorsa, hafta pazarlarının artıklarını toplayıp evine götürüyorsa, meydanlar açız açız diye bağırıyorsa, evinin kirasını ödeyemiyorsa, suyunun parasını ödeyemiyorsa, elektriğinin parasını ödeyemiyorsa ve artık yandım Allah diyorsa benim halkım, vatandaşım, ben bu hale Türkiye’yi kim getirdi, bu hükümet getirmedi mi, bu hükümetin ortakları olarak bunun sorumluluğunu taşımıyorlar mı? Millet bunların hepsini çok iyi biliyor. Bir seçim sathı mahalline haline girildiği zaman bunların hepsi hatırlandığında neyin bedelini kimlerin ödemesi gerektiği ortaya çıkıyor.” Bu sözler Erdoğan’a ait sözler, iktidara gelmeden önce… Şimdi her vatandaşımın elini vicdanına koyup düşünmesi lazım, 18 yıl önce söylenenle 18 yıl sonra yaşanan arasında bir fark var mı? 18 yıl, 1 yıl değil, 5 yıl değil, 10 yıl değil, 15 yıl değil, 18 yılda yine çöp konteynırlarından beslenenlerin sayısı arttı. Pazar atıklarından beslenenlerin sayısı arttı. Burada işsizlik yok, ama bugün işsizlik can yakıyor, işsizlik perişan vaziyette, işsizler perişan vaziyette, vatandaş borçla yaşıyor. Vatandaş da borç batağında, sadece 27 Aralık-14 Şubat arası vatandaşın borcu, kredi kartı borcu 276 milyon lira artıyor sadece bu dönemde, eski parayla 276 trilyon lirayı buluyor. Bütün borçlar 21 milyar lira oluyor, yani 21 katrilyon lira vatandaşın bankalara kredi kartı borcu var değerli arkadaşlarım ve bizler işsizlikle boğuşuyoruz. Kendisini yakanlar… Rahmetli Ecevit döneminde, Başbakanlığı döneminde yazar kasa atıldı diye kıyamet kopmuştu. Şimdi bırakın yazar kasayı, ondan vazgeçtik zaten, insanlar kendilerini yakıyorlar dertlerini anlatmak için. İşsizliğin en ciddi sorunlarından birisi, sadece işsizlik de değil, bir yıl süreyle işsizlik sigortasından para alırsın, ondan sonra iş bulamazsan sosyal güvenliğin de bitiyor. Hastaneye gittiğin zaman kimse sana bakamayacak. Yaşanan felaketin farkında mı saray? Sarayda işsizlik yok, sarayın Türkiye’sinde işsizlik diye bir dert yok. Vatandaşın Türkiye’sinde işsizlik tam bir facia, bunun görülmesi lazım.
Bir de vatandaşlarıma şunu hatırlatmak isterim: Bunlar ne diye iktidara geldiler? Yolsuzlukla mücadele edeceğiz diye geldiler, yoksullukla mücadele edeceğiz diye geldiler, yasaklarla mücadele edeceğiz diye geldiler. Yolsuzluklar artık Ak Partili yöneticilerin kimliği oldu. Bu Ak Partili yöneticidir denildiğinde malı götüren adam hatırlanıyor, saraydakiler de öyle, onlar da malı götürenler. Yolsuzluk böyle. Yoksulluk deseniz arttı zaten. Yasaklar, az önce yasaklardan örnek verdim, fazla uzağa gitmeye gerek yok, Damat İstanbul olayında vardı ya, 13 dönümlük arazi, vay efendim, bunu gizli tutun, yasaklıyorlar. Onun haberini de yasaklıyorlar, ondan sonra diyorlar ki biz bu ülkeye demokrasiyi getirdik!
Yurtdışında çalışan vatandaşlarıma da seslenmek isterim. Türkiye’de 2008’de yapılan bir sosyal güvenlik değişimiyle daha fazla prim ödeyen, daha uzun süre çalışan daha az emekli aylığı alır hale geldi. O nedenle insanlar prim ödeme gün sayısı dolunca işten ayrılıyorlar emekli maaşım düşmesin diye. Aynı şey yurtdışındaki işçiler için de yapıldı. Eskiden, yani 1 Ağustos 2009 öncesinde 282 bin 510 lira verdiğinizde, 9 bin gün prim ödediğinizde 2 bin 700 lira aylık alıyordunuz. Yani yurtdışında çalışıyor işçi, Türkiye’den emekli aylığı alayım diyor, 282 bin 510 lirayı götürüp yatırıyor, 2 bin 700 lira emekli aylığı almaya hak kazanıyor. Erdoğan, yani saray iktidarının yaptığı düzenlemeyle 9 bin gün üzerinden 282 bin lira değil, 397 bin lira para yatırması lazım. 2 bin 700 lira aylık değil daha fazla para yatırdığı halde, bin-bin 500 lira arasında emekli aylığı alacak.
Kimin sırtından? Vatandaşın sırtından alacağı emekli aylığından tasarruf etmeye çalışıyor. Peki, saray ne halde? Bakın, şu iki fotoğraf değerli arkadaşlarım, Rize’de çekildi. Yani Erdoğan’ın uzun yıllardır seçildiği yerde, Çaykur geçici işçi alacak, insanlar sabahın köründe kuyrukta bekliyorlar. İşte sarayın Türkiye’siyle halkın Türkiye’si arasındaki fark budur. Sarayın Türkiye’sinde böyle bir kuyruk yok asla, herkes balla, kaymakla besleniyor, ama bu insanlar bakın, çoğu genç, taşı sıksa suyunu çıkaracak, ama işsiz. Sabahın kuyruğunda geçici iş için gelip burada bekliyorlar.
Son bir konuya değineyim, Tank Palet olayına. Erdoğan yine efendim, Tank Palet için Kılıçdaroğlu şunu söylüyor, Kılıçdaroğlu bunu söylüyor, bir sürü şey. Bir daha söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ordusuna ait bir silah fabrikasını yabancı bir orduya peşkeş çekenler vatan hainidir. Tank Paleti sonuna kadar savunacağız. Mahkemeye götürdük. Hâkimlere sesleniyorum: Sizde vicdan ve ahlâk varsa, hukukun “h”si kavramı varsa, diğer sözcükleri saymıyorum, sadece “h”sini eğer biliyorsanız, devlete ait bir fabrikanın bilabedel Katar Ordusuna peşkeş çekilmesine itiraz edeceksiniz, hukuka aykırıdır diyeceksiniz, belgeler isteyeceksiniz.
Dava açıyoruz, başka mahkemeye düşüyor, ilgisi olmayan mahkemeye düşürüyorlar. Orada tutmaya çalışıyorlar. Bakın şimdi, kim yalan söylüyor? 28 Ocak 2018, Çorum İl Kongresi, Erdoğan konuşuyor: “Ey Kemal Efendi, şu obüsler, fırtınalar var ya, onlar bu ülkede yapılıyor elhamdülillah.” Doğru mu? Doğru, fırtına obüsleri bu ülkede Tank Palet Fabrikasının olduğu yerde yapılıyor. Hiç itirazım yok, zaten defalarca söyledim. Ama aynı Erdoğan, A Haber havuz medyasında katıldığı bir program 15.12.2019’de - Tank Palet Fabrikası Avrupa’nın en büyük entegre fabrikası, değeri 20 milyar dolar, Erdoğan şimdi onu küçümsemeye çalışıyor - “Orası bir bakım tamir atölyesi, ama bitmiş, tükenmiş bir konumda” diyor. Erdoğan devam ediyor: “Kılıçdaroğlu diyor ki mesela, fırtına obüsleri burada üretiliyor. Gene yalan, yok öyle bir şey.” Pes ya! Yani Çorum’da söylüyor: “Ey Kemal Efendi, fırtına obüsleri burada yapılıyor”, A Habere gidiyor diyor ki: “Mesela, fırtına obüsleri burada üretiliyor diyor. Gene yalan, yok öyle bir şey.” Doğrusu fırtına obüsleri orada üretiliyor.
Tank üretimi ne zaman olacak? Tank üretimi konusunda Savunma Sanayi Başkanı var, açıklama yapıyor. Tweet atıyor: “İlk Altay tankı 18 ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilecek, hayırlı olsun” diyor. BMC’ye verdiler, 18 ay sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığına ilk tank teslim edilecek. Fakat bakıyorlar ki ortada böyle bir şey yok. 9 Ocak 2020’de aynı Başkan bu sefer bir açıklama yapıyor: “Şu an için firma elinde güç paketi -yani motor- olmadığından tank üretimi başlatılamıyor. Güç paketi konusunda yapılan başvurunun sonuçlanmadığı durumda da tank üretimini başlatamadığımızdan bu 18 aylık süre de başlayamıyor.” Yani yapacaklar, tank yok. Ne zaman tank için motoru bulurlarsa, ondan sonra 18 aylık süre verecekler. Böyle bir ihale olur mu Allah aşkına, dünyada böyle bir ihaleyle karşılaşan var mı?
Başkan diyor ki: “Tank üretimi yok, yapmadık”, ama Bergama’da 22 Şubat’ta Erdoğan açıklama yapıyor: “Şimdi biz artık tankımızı da üretiyoruz.” Pes ya, vallahi pes, bu kadar yalan, yani yalan makinesi deseniz pes yani! İşin başındaki adam “tank üretemiyoruz, motor yok” diyor, Erdoğan Bergama’da kalkıyor “Bay Kemal bilmez, biz şimdi tankımızı üretiyoruz” diyor. Ne diyeyim ben? Allah akıl fikir versin!
Tank Palet Fabrikası kiralandı mı? Erdoğan havuz medyasında çıkmış bir televizyona konuşuyor: “Diyorlar ki bu tank palet nedir diye, burası sadece işletme noktasına 25 yıllığına BMC’ye kiralandı” diyor. Katar Ordusu demiyor, BMC’yi kiralandı diyor, 25 yıllığına kiralandı. Hemen bir gün sonra, 16 Aralık’ta Ethem Sancak çıkıyor televizyona, bir gün sonra soruyorlar: “Kaça kiraladınız” Cevabı şöyle: “Devlet kira istemedi, kira ödemeyeceğiz” diyor.
Allah aşkına, şu devletin nasıl yönetildiğine bakın! En tepedeki adam, Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden adam, Tank Palet Fabrikasını Katar Ordusuna peşkeş çeken adam millete yalan söylüyor, “burayı 25 yıllığına kiraladık” diyor. Kiraladık dediği adam da diyor ki “devlet bizden kira istemedi, kira ödemeyeceğiz.”
Bergama’da devam ediyor, “Arifiye’deki tank fabrikasını da yine BMC Katarlılarla ortaklaşa buraya 50 milyon dolar yatırım yapmak suretiyle burayı yeniliyorlar, rölöve yapıyorlar…”, yani kiralıyorlar demiyor artık, çünkü kira yoktur. Devam ediyor en son: “Ama yalan Bay Kemal’de bol, akşam yalan, sabah yalan, onun için bizim tabii yalanda onunla baş etmemiz mümkün değil” diyor. Vallahi seninle baş etmek asla mümkün değil, yalan makinesi pozisyonundasın. İsterim ki kendisine yalancı dediğim için beni mahkemeye versin. Sayın Erdoğan, özellikle istirham ediyorum, mahkemeler senin emrinde, vallahi de billahi de senin attığın bütün yalanları mahkemede senin hâkiminin huzurunda hepsini ispat edeceğim.
Daha nedir acısı, biliyor musunuz? Fabrika orduya ait, çalışanlar orduya ait, üretim orduya ait, üretileni Katar-BMC ortaklığı alıyor, üzerine yüzde 12.5 kâr koyup orduya satıyor. Eskiden 12.5 kâr devlette kalıyordu, şimdi BMC ve Katar ortaklığına gidiyor. Hayatımda böyle bir peşkeşle karşılaşmadım. Böyle bir rezil tabloyu asla ve asla benim vicdanım kabul etmiyor. Sayın Bahçeli’den özellikle istirham ediyorum. Elinizi vicdanınıza koyun, milliyetçilik duygularınızı biraz kabartın ve şu Tank Palet işine yeter deyin kardeşim, yeter deyin!
Ortada tank yok, ama editör masasına Sayın Bakan Akar katılıyor, diyor ki: “Bizim bir an önce tanka ihtiyacımız var” Peki, tank ne zaman üretilecek? Motor bulunduktan 18 ay sonra üretilecek. Motor ne zaman bulunacak? Hani var ya dağa kaçtı, bilmem karga yedi, bir şeyler vardı öyle, hikâye onun üzerine kurulu. Bakalım… Allah bu millete sabır versin.
Hepinize selamlar, saygılar.
24.12.2024
23.12.2024
23.12.2024
23.12.2024