11.03.2021

TBMM DIŞİŞLERİ KOMİSYONU CHP GRUP SÖZCÜSÜ ÇEVİKÖZ, DIŞ POLİTİKADAKİ GELİŞMELERİ DEĞERLENDİRDİ

CHP İstanbul Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu CHP Grup Sözcüsü Ünal Çeviköz Meclis’te yaptığı basın toplantısı ile Dış Politikadaki gelişmeleri değerlendirdi.
CHP İstanbul Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu CHP Grup Sözcüsü Ünal Çeviköz’ün açıklamaları şöyle:
“Önce geçtiğimiz günlerde dış politika konusunda neler oldu, bir takım gelişmeler var onları bir hatırlatmak isterim.
Biliyorsunuz bu ayın en önemli konusu, 25-26 Mart tarihlerinde gerçekleşecek olan AB Konseyi Liderler Zirvesi.
İktidar tarafından bir çalışma yapıldı ve AB ile pozitif gündemin kalıcı hale gelmesi için İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı.
Bu planın insan hakları boyutuyla ilgili görüşlerimizi partimizin yetkilileri zaten açıkladılar ve dile getirdiler. Ben bu planı AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler açısından değerlendireceğim.
Önce hatırlatmak isterim: İnsan Hakları Eylem Planının Uygulanmasını Ve Raporlanmasını Destekleme Projesi, Yatay Destek-II Programı kapsamında Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi tarafından finanse ediliyor.
Yatay Destek Programı’nın tamamına ayrılan bütçe yaklaşık 41 Milyon Avro, bunun %85’i Avrupa Birliği tarafından, %15’i Avrupa Konseyi tarafından karşılanıyor. İnsan Hakları Eylem Planı ile ilgili Projenin toplam maliyeti ise 1,2 milyon Avro yani bütün bu 1,2 milyon Avro 128 sayfalık bir eylem planı açıklamak için kullanıldı.
Ülkemizde insan hakları savunmanın ne kadar zor olduğunu ve bunun bedelinin ne kadar ağır olduğunu hepimiz biliyoruz, ancak içeriksiz bir raporun ne kadar pahalı olduğunu da bu iktidar sayesinde anlamış olduk.
Biliyorsunuz Avrupa Sayıştayı daha önceki eleştirilerinde AB üyeliğine hazırlık amacıyla Türkiye'ye yapılan mali yardımlarda yıllardır hatalı davranıldığını açıklamıştı.
Bu eleştirilerde de, mali yardımların yeterli koşullara bağlanmadığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü ve sivil toplumun güçlendirilmesi projelerine yapılan yardımların etkisiz kaldığı hep dile getirilmişti.
İktidarın açıklamış olduğu 128 sayfalık İnsan Hakları Eylem Planı’nın aynı eleştirileri yeniden gündeme getirmesi çok büyük bir tehlike olarak önümüzde durmaktadır. Zira İktidarın insan hakları konusunda samimi bir iradeye sahip olmadığı ortadadır. Bu rapor, hem insan hakları mücadelesini zayıflatıyor hem Türkiye’ye yapılacak mali yardımların geleceğini de çok ciddi bir şekilde risk altına sokuyor.
Eylem planının kaynak sağlayıcılarının AB ve Avrupa Konseyi olmasını özellikle önemsiyorum. Şu açıdan önemsiyorum, bu aslında “insan haklarının bir iç mesele” olmadığının anlaşılması açısından da fevkalade önemlidir. İktidar hem bu fonlardan faydalanıp, uluslararası kuruluşlardan yardım alıyor hem de insan hakları bizim iç meselemizdir diyor açık bir ikiyüzlülüktür.
Belgenin giriş kısmında şöyle bir ifade var ona dikkatinizi çekmek isterim:
“Bu özellikleri çerçevesinde Belge’nin arka planına bakıldığında insan hakları hukukunun evrensel standartları öne çıkmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatları ve Avrupa Birliği müktesebatı da söz konusu insan hakları hukukuna ilişkin standartları sürekli yükselten bölgesel düzeyde uluslararası enstrümanlardır.”
Yani, kararlarını uygulamadığınız AİHM’in içtihatları insan hakları hukukuna ilişkin standartları sürekli yükselten bölgesel düzeyde uluslararası enstrüman olarak belirtiliyor.
Şimdi sormak lazım AİHM mahkemesinin içtihatlar insan hakları hukukuna ilişkin standartları sürekli yükselten bir araç ise o zaman neden mahkemenin kararlarını uygulamıyorsunuz?
İktidar insan haklarını sadece yüzeysel bir şekilde ele almaktadır, yani sadece makyajlanmış bir eylem planı açıklamıştır.
Biz AB konusunu yüzeysel değil yakından ve ciddiyetle takip ediyoruz. Makyajlanmış eylem planlarıyla Türkiye'nin AB hedefinin ikna edici olacağına inanmıyoruz.
Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin AB vizyonunu özetleyen bir mektubu tüm AB ülkelerine gönderdi. 1963'te Ankara Antlaşması'nı imzalamak suretiyle Türkiye'nin AB yolculuğunu başlatan parti olarak önümüzdeki günlerde AB vizyonumuz ile ilgili tutumumuzu açıklayacağız. Bunu da şimdiden belirtmek isterim.
Gündemimizdeki diğer bir konu Mısır.
Mısır'ın Doğu Akdeniz'de hidrokarbon faaliyetleri için çıktığı ihalede ilan ettiği alanı 28. meridyenin doğusunda, yani Türkiye'nin 2019 yılında Birleşmiş Milletler'e bildirdiği Türk kıta sahanlığının güney sınırında sınırlandırmasıyla birlikte iktidar 7 yıldır küsmüş olduğu Mısır'ı yeniden keşfetti.
Fakat bu durumun evveliyatı var. 6 Ağustos tarihli anlaşmayla Yunanistan ve Mısır, Doğu Akdeniz'de deniz sınırlarını belirlemişti ancak Kahire yönetimi Atina'nın girişimlerine karşın sınır çiziminin Meis Adası'ndan başlatılmasına karşı çıkmıştı. Yunanistan’ın da böylece adaların otomatik olarak kıta sahanlığı yarattığı tezinden geri adım atmış olduğu görüntüsü belirmişti.
Biz CHP olarak daha o zaman Mısır’ın diplomasi masasını devirmediğini hatırlattık. Diplomatik ilişkilerin normalleşmesi konusunda ne zaman adım atılacağını sorgulamak üzere Dışişleri Bakanlığına bir soru önergesi verdik.
Bu soru önergemize olumlu bir cevap alamadığımız gibi, aradan geçen neredeyse 9 aylık süre zarfında da Mısır'la ilişkiler konusunda hiç bir adım atılmadı.
Bildiğiniz üzere, Mısır ile Katar dahi karşılıklı büyükelçilikleri tekrar açmaya karar verdiler ve 3,5 yıllık aradan karşılıklı uçuşlar yeniden başladı. 
Dış politika kişisel husumetlerle yürütülecek bir alan değildir. Dış politika devletlerarası ilişkiler alanıdır ve devletler de kişilerden büyüktür.
Mısır, Doğu Akdeniz’in en önemli ülkesi ve aktörüdür. Mısır ile ilişkiler, ulusal çıkarlarımız gereğince ideolojik takıntılarla belirlenemeyecek kadar önemlidir. Mısır ile ilişkilerimiz yeniden büyükelçilik seviyesine yükseltilmeli ve görüşmelere derhal başlanmalıdır. Bunu yapmayı ertelediğiniz her saniye, Doğu Akdeniz’de başka aktörlerin çizdiği yol haritalarına karşı sadece “tepki” göstermekten öteye geçmez.
Bir ekleme daha yapayım: Mısır'ı sadece Akdeniz'de deniz yetki alanları açısından bir muhatap olarak görmek son derece eksik bir yaklaşım olur çünkü bunu yaptığınız taktirde ne doğru dürüst bir Doğu Akdeniz ile ilgili bir stratejiniz olduğuna inandırıcı bir izlenim verirsiniz ne de doğru dürüst bir Afrika politikanız olduğu hakkında ümit verirsiniz. Türkiye bu tür dar görüşlü dış politika yaklaşımlarından bir an önce kendini kurtarmalıdır.
Suriye ile ilgili olarak da bazı görüşleri belirtmek isterim.
Biliyorsunuz 5 Mart 2020 tarihli Moskova Mutabakatı birinci yılını tamamladı, tamamladı ama Rusyaların Suriye'nin kuzeyinde Fırat Kalkanı Harekatı sınırları içerisindeki Cerablus ve Bab ilçelerine iki ayrı füze saldırısı düzenlediğini geçtiğimiz günlerde gördük.
 Hatırlatmak isterim, 16-17 Şubat tarihinde gerçekleşen Soçi Zirvesi’nde de, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev Suriyeli muhaliflerin heyetleriyle çok detaylı bir görüşme gerçekleştireceklerini belirtmişti,
Şöyle demişti Lavrentyev:
“Onlarla radikal gruplardan ayrılmaları gerektiğini konuşacağız. Özellikle de İdlib’deki gerilimi azaltma bölgesinde bulunan, şu anda bu bölgeyi kontrol eden ve temas hattındaki durumun istikrara kavuşturulması amacıyla Rusya ile Türkiye arasında varılan anlaşmaları engelleyen gruplardan” diye bahsetmişti.
Lavrentyev Suriyeli muhaliflerin durumun kontrolünü ele almaya ve bölgeyi teröristlerden arındırmaya çalışması vaktinin geldiğini belirtmiş. Türkiye bu saldırıya neden ses çıkarmadı? Bunu vahim ve fevkalede düşündürücü buluyorum. 5 Mart tarihinde gerçekleşen saldırı İdlib’e yeni bir harekâtın başlangıcı veya habercisi olabilir. 
Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi ise hem ülkemizin güvenliğini ve Mehmetçiğimizin hayatını riske atacak hem yeni bir göç riskiyle karşı karşıya kalmak dahil olmak üzere bir çok tehlikeli gelişmeye de kapı açacaktır.
Biliyorsunuz Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini yeniden tesis etti. Son olarak da daha dün Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suriye’nin artık Arap Birliği’ne dönmesinin vakti geldiğini belirtti. Yani Arap alemi Suriye ile birleşmek, bütünleşmek ve kucaklaşmak üzereyken Türkiye’nin Suriye politikası hala ikircikli bir şekilde devam ediyor. Zannedersem Türkiye’nin de Suriye ile ilgili politikasını ciddi bir şekilde gözden geçirme zamanı gelmiştir.
Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri ve Mısır, Katar’a karşı 3,5 yıldır devam eden siyasi ve ekonomik ambargolarını Ocak ayında kaldırdılar. Ancak benzer ambargo Türkiye’ye karşı da uygulandığı halde Türkiye ile ilgili herhangi bir gelişme olmadı.
TÜİK verileri göre, Suudi Arabistan'ın Türk mallarına dönük fiili boykot başlattığı 1 Ekim 2020 tarihinden 31 Ocak 2021 tarihine kadar olan dönemde Türkiye’nin Suudi Arabistan’a ihracatı toplamda geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 58 düşüş göstermiş ve 965 milyon dolardan 401 milyon dolara gerilemiş. Şubat 2021’de ise Türkiye’nin Suudi Arabistan’a ihracatı, geçen yılın aynı ayındaki rakamlara göre, yüzde 93 düşüş göstermiş ve 21 milyon dolara kadar gerilemiş.
Suudi Arabistan ile ihracatı başlatmak için hangi adımların atıldığını buradan sormak isterim. Bu boykotun ve Türk Vatandaşlarının mağdur olmasının önüne geçmek için hangi önlemler alınmaktadır? Bunu öğrenmek istiyoruz.
Son olarak Libya ile ilgili bazı gelişmeler var onlardan a söz etmek istiyorum.
Libya Ulusal Birlik Hükümeti Başbakanı Abdulhamid Dibeybe'nin kabinesi, Sirte kentinde düzenlenen oturumda Temsilciler Meclisi'nden güvenoyu aldı.
Dibeybe'nin 26 bakanın yer aldığı kabinesine 133 Temsilciler Meclisi üyesinin 132’sinden geçer oy, birinden ise çekimser oy geldi.
Libya’daki gelişmelerin BM yol haritasında ilerlemesinden memnuniyet duyduğumuzu özellikle belirtmek istiyorum ancak bu oylamanın Suheyrat Anlaşması uyarınca meşru kabul edilen Temsilciler Meclisi’nde yapılmış olmasını da özellikle dikkatinize getirmek isterim.
İktidarın daha önce temas kurmadığı Temsilciler Meclisi ile ilişkilerin başlatılmasının zamanı da artık gelmiştir. İktidar daha önce sadece Serrac hükümeti ile kurduğu tek taraflı ilişkiden artık Libya’da vazgeçmelidir.”