03.12.2022
03.12.2022
CHP’nin "İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması", İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Prof. Dr. Hakan Kara, burada yaptığı sunumda şöyle konuştu:
Herkese merhaba. Öncelikle bu değerli konferansı düzenleyenlere teşekkür ediyorum. Davet için de ayrıca teşekkürler.
Hacer Hanım’ın sunumundan sonra bir anda finansal konulara geçmek kolay değil. Derin bir yoksullukla ilgili bir sunum dinledik. Fakat şöyle düşünmek lazım, yani yoksullukla mücadele için kaynak gerekiyor. Yoksullukla mücadele için de sürdürülebilir bir büyüme lazım, gelir artışı lazım. Bunun için de işte uygun, ayağı yere basan bir makro çerçeve ortaya koymak gerekiyor.
Ben de bugün sunumumda eski bir bürokrat olarak ve yeni bir akademisyen olarak, bu iki şapkayı harmanlayarak önümüzdeki dönemde bir makro istikrar programının ana bileşenleri; özellikle makro finansal taraftan bakılınca nasıl olmalı, buna dair naçizane teknik görüşlerimi dile getirmeye çalışacağım.
Sunumda vurgulamak istediğim şey: Geçmişten ders alıp geleceğe yönelik politikalar tasarlamak gerekiyor. Türkiye’nin önemli bir deneyimi var. 2001 krizi sonrası uygulanan politikalar… Ben bu politikalardan alınabilecek dersleri biraz anlatıp, ardından da Türkiye’ye özgü bir makro finansal tasarım nasıl oluşturulabilir bunu ilişkin görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Tabii, 21. yüzyılda ekonomi politika deneyimi deyince arka planda Merkez Bankası’nın da başrolde olduğu bir kronoloji benim aklıma geliyor. 2001 sonrası önce bir enflasyon hedeflemesi uygulandı. O dönemde bağımsız para politikası ve Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri temel araç olarak kullandığı ve buna da sıkı bütçe politikasının faiz için fazla ile eşlik ettiği bir program vardı. Ardından küresel kriz sonrasında biraz yaklaşım değişmeye başladı. Finansal istikrar vurgusu ön plana çıktı. Ama arka planda da Merkez Bankası’nın faiz politikası üzerindeki kısıtlar o dönemde başlamıştı.
Daha sonra para politikasının önemsizleştirilmesi diye tanımladığım dönem var. Özellikle 2017 yılından itibaren kamu bankaları üzerinden para politikası, KGF üzerinden para politikasının baypas edilmesi ve sonra 2018 yılında kanunen, 2019 yılında da fiilen Merkez Bankası bağımsızlığının bitmesine tanık olduk.
Ardından da bugün içinde bulunduğumuz süreç başladı. 2021 yılından itibaren KKM, kur rejiminde değişim, kredi politikasındaki değişik ile beraber bir finansal baskılama içerisinde belki de tarihin en enflasyonunu yaşadık.
Şimdi bu dönemin performansına baktığımız zaman, ben biraz Türkiye’nin dünyada enflasyon sıralamasını koymak istedim. Çünkü aslında enflasyonun seviyesi değil, diğer ülkelere göre nerede olduğunuz da çok önemli. Bu grafiğe baktığınız zaman, 1980’lerde, 90’larda Türkiye genelde dünyanın en yüksek beşinci, onuncu, yirminci enflasyonu arasında yer alıyor. Yani performansımız çok iyi değil.
Fakat dibe 2001 yılında vuruyoruz. 2001 krizi ile beraber bu veri tabanında yer alan ülkeler arasında en kötü üçüncü enflasyona sahip ülkeyiz.
Ardından da sarı ile işaretlediğim bölüm geliyor, burası enflasyon hedeflemesi, yani saf enflasyon hedeflemesi; enflasyon ile mücadelede bir miktar başarı elde ediliyor ve Türkiye, enflasyon sıralamasında dünyada ortalara doğru çıkıyor.
Ardından dikkat ederseniz 2011 yılından itibaren para politikası üzerindeki kısıtların başlamasıyla ve aynı zamanda da bir önceki dönemde oluşan birtakım makro finansal dengesizliklerin de artık ekonomi politikalarını zorlamaya başlamasıyla enflasyonda elde edilen kazanımlar kademeli olarak veriliyor.
Ve 2017 yılından sonraki süreçte de zaten para politikasının giderek daha etkisiz hale getirilmesi ile beraber bugüne geldiğimizde 2001 yılına geri dönmüş bulunuyoruz. Yani 2001 yılındaki sıralamamız ne ise şu anda da benzer bir yerdeyiz.
Bu süreçte arka planda faize, enflasyona ve dolarizasyona baktığımız zaman; enflasyonla dolarizasyon el ele gidiyor. Önce 2002’den itibaren aşağı yönlü bir eğilim var, daha sonra, 2011 yılından sonra da beraber enflasyon ve dolarizasyon yukarı doğru gidiyorlar. Bu grafiğe bakınca sanki ilk 10 senede her şey çok iyiymiş, ikinci 10 senede de her şey çok kötüymüş gibi görünüyor. Ama aslında arka planda başka şeyler oluyor. Yani bu enflasyonla mücadele sırasında belki makro finansal riskler birikiyor. İşte benim sunumumun ana vurgusu da orada. Yani 2001 yılından sonra uygulanan politikalar sadece enflasyona odaklandığı için ve faiz dışı fazla üzerinden bir kurgu yapmaya çalıştığı için aslında arka planda biriken makro finansal dengesizlikler de çok fazla dikkate alınmıyor olabilir.
Oysa geriye dönüp baktığımızda, mesela reel kura dikkat edin, Türkiye, 2001 – 2010 arasında kendine benzer ülkeler arasında neredeyse en fazla reel olarak değer kazanan para birimine sahip. 2011 sonrasına baktığımız zaman tam tersi söz konusu. Türkiye reel olarak en fazla değer kaybeden para birimine sahip. Şimdi, ya bir uçtayız ya diğer uçtayız. Burada vurgulamak istediğim şu: Yani ilk döneme baktığınızda, ilk 10 senede enflasyonla mücadelede belli bir başarı elde edilmiş, ama dikkat ederseniz arka planda bazı makro finansal risklerin de birikmiş olması da söz konusu olabilir; kredilere baktığınızda da aynı durum söz konusu, borçlanmaya baktığınızda da aynı durum söz konusu.
Ve bunun yansıması da aslında cari açıkta kendini gösteriyor. Burada reel kurla cari açığı birlikte resmediyorum; ilk senede baktığınız zaman enerji dışı cari açıkta önemli bir bozulma var. İkinci senede cari açık bir miktar düzeliyor ama bu defa cari açığı döviz kuru üzerinden çözmeye çalıştığımız için; yani bütüncül bir politikayla değil sadece kur üzerinden cari açığı çözmeye çalışınca bu defa da ciddi bir enflasyon problemiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Bu süreç bize şunu söylüyor; aslında ya iç dengeyi sağlayabiliyoruz ya da dış dengeyi sağlayabilmişiz. İlk 10 sene enflasyonla mücadelede belli bir başarı elde edilebilmiş, ama o sırada cari açık hızlı bir şekilde yukarı gelmiş, ikinci 10 seneye baktığınızda da tam tersi bir durum. Cari dengede bir miktar iyileşme var ama enflasyon sorunu ile karşı karşıya gelmişiz.
Dolayısıyla o döneme bakıldığında aslında bütüncül bir politika uygulanması gerektiği açık. Yani bu dengesizlikleri, bir politika uygularken, enflasyon ile mücadele ederken arka planda oluşan dengesizlikleri azaltacak bir makro finansal çerçeveye ihtiyaç var.
Ve şu tabloyu da değiştirmemiz gerekiyor. En baştaki konuşmada da belirtildi, Türkiye’de bir gel, git döngüleri yaşıyoruz. 1980’lerin sonlarından itibaren, dışa açılma sürecinden itibaren, büyümeye ve finansal akımlara baktığımız zaman el ele gidiyorlar. Birkaç senelik yüksek büyüme döneminden sonra bir çakılma dönemi yaşıyoruz ve bu döngü kendi kendini sürekli tekrar ediyor. Şimdi bu resme baktığınız zaman; bununla sürdürülebilir kalkınma olmaz, bununla sürdürülebilir gelir artışı olmaz ve yapısal reformlar için de gerekli kaynak sağlamak zor olur. Dolayısıyla bu tablonun değiştirilmesi lazım. Bu tablonun değiştirilmesi için de işte makro finansal politikaların yerli yerine oturması ve Türkiye ekonomisinin dış şoklara karşı dayanaklılığını artıracak mekanizmaların tasarlanmasına ihtiyaç var.
Şimdi 2000’li yıllardan alınan dersleri şöyle bir özetlersek; burada gördüğümüz şey şu: Yani o yıllarda belli alanlarda başarı elde edildi fakat makro dengesizlikleri bir bütün olarak gözetmediğimiz için o dönem kalıcı olmadı. Bunun artık ötesine geçmek gerekiyor. Ve kalıcı fiyat istikrarı ve sürdürülebilir büyüme için daha bütüncül bir çerçeveye ihtiyaç var.
Peki, somut olarak nasıl bir makro finansal tasarımı uygun olabilir?
Ben dört ayaklı bir politika setinin uygun olabileceğini düşünüyorum. Para politikası kısmından çok bahsetmeyeceğim, çünkü Refet Hoca ona ayrıntılı olarak değinecek, para politikasını yerli yerine oturttuktan sonra yani o 2001 döneminde yapılanları yaptıktan sonra onun üzerine eklenmesi gereken politika bileşimden bahsediyorum ben. Bunun bir bacağını makroihtiyati politikalar oluşturuyor, bir ayağını reel kur ve rezerv politikası, maliye politikası ve yapısal politikalar, bütün bunların birbirlerini destekleyecek şekilde devreye sokulması gerekiyor.
Biraz daha detaylı açmak istiyorum; makroihtiyati politikadan buradaki kastım, risk birimini sınırlayıcı yaklaşım yani risklerin birikimini sınırlayan ve sürdürülebilirliği temin eden yaklaşım. Bu çerçevede işte kredi büyümesi, borçluluk artışı, konut fiyatlarındaki artışlar; bunları yakından takip edip bu risklerin birikmesini sınırlayıcı araçların tasarlanması. Belki 2000’li yıllardan alabileceğimiz en temel ders, özellikle 2010 yılından sonra yani son 10 seneyi dikkate aldığımız zaman bence alınması gereken en temel ders, makroihtiyati politikaların faize ikame olarak kullanılmaması gerektiği. Makroihtiyati politika dediğimiz çerçeve, risk birikimini önleyici olarak kullanılmalı; önce faizi doğru yere oturtacaksınız, Merkez Bankası’nın işini yapmasını sağlayacaksınız, bunun için kurumsal çerçeveyi oturtmak lazım ve faiz politikasının yetişemediği yerlerde ya da iktisadi olarak kısıtlandığı yerlerde de makroihtiyati politikaların devreye girmesi gerekiyor. Böyle yapmayınca ne olduğunu, son yıllarda yaşayarak gördük; makroihtiyati politikalar bir işe yaramadığı gibi Merkez Bankası’nın itibarını da zedeleyerek yüksek enflasyonla baş başa kalıyoruz.
Tabii bütün bunlar yapılırken; sahiplik ve amaç-araç netliği çok önemli. Gerekirse BDDK’nın ve Merkez Bankası’nın hem teşkilat yapısında hem de kanununda gerekli değişiklikler yapılarak orada amaç-araç netliğinin sağlanması, gri alanların giderilmesi çok önemli. Ve bu süreçte de tabii karar alma süreci ve iletişim… Finansal İstikrar Komitesi bunu kısmen yapmaya çalışıyor ama maalesef Finansal İstikrar Komitesi tam olarak işlevini yerine getiremedi.
Bütün dünyaya baktığınız zaman zaten makroihtiyati araç kullanımı giderek artıyor, bu yeni bir şey değil, çok uzun süredir devam eden bir süreç. Türkiye de 2011 yılında aslında Finansal İstikrar Komitesi’ni kurarak iyi bir başlangıç yapmıştı ama maalesef devamını getiremedik. Çünkü faiz politikalarının giderek daha kısıtlanmasıyla birlikte makroihtiyati politikalar da bambaşka yere doğru savruldu. Oysa bütün bunları toparlan bir makro finansal çerçeveyi ben çok önemsiyorum.
İkincisi döviz kuru politikası. 2001 sonrası uygulanan politika bileşenine baktığımız zaman dalgalı döviz kuru rejimi ve Merkez Bankası’nın da aşırı oynaklıkları yani piyasadaki volatiliteye müdahale ettiği bir çerçeve söz konusuydu. Burada ne eksik kaldı diye sorarsanız, bana göre iki başlıkta eksiklikler vardı. Bir tanesi Merkez Bankası güçlü rezerv birikimi yapmadı, hatta son yıllarda hepimizin takip ettiği gibi rezerv kalitesi giderek daha fazla bozuldu. Oysa Merkez Bankası’nın dış şoklara karşı dayanıklılığı artırmak için güçlü rezervlere ihtiyacı var. İkincisi de döviz kurunun iktisadi temellerle uyumu. Bu daha zor bir kavram ama döviz kuru sonuçta bir ekonomideki en önemli göreli fiyattır. Dolayısıyla hiçbir ekonomi politikası bunu göz ardı edemez. Bu nedenle de kurun, döviz kurunun gerçekten de finansal istikrarı tehdit edecek şekilde iktisadi temellerden saptığı dönemlerde bunu giderecek bir takım likidite araçları ve Merkez Bankası’nın da rezerv politikasını devreye sokarak bunu önleyecek ve sürdürülebilirliğini temin edecek bir çerçeveye ihtiyaç var.
Türkiye zaten rezerv yeterliliği anlamında diğer ülkelerden çok geride, dolayısıyla önümüzdeki dönemde faizlerde bir normalleşme olursa, burada rezerv birikimi için önemli bir alan bulunuyor.
Üçüncüsü maliye politikası. 2001 yılından sonra uygulanan politikaya baktığımız zaman orada düzgün işler yapıldı evet, en azından bütçenin iki yakası bir araya getirildi ve enflasyonla mücadeleye önemli katkı sağlandı. Fakat bir sonraki aşamada bu bir kalkınma politikasına dönüştürülemedi. Belki önümüzdeki dönemde, maliye politikalarının tasarımında, o yıllardaki dersleri de göz önüne alarak daha detaylı, biraz daha kapsamlı, kalkınmayı destekleyecek bir politika anlayışına ihtiyaç var. Ben burada vergi kompozisyonunda adaleti özellikle ön plana çıkarıyorum çünkü dolaylı vergilerin payını bir türlü düşüremedik, o yıllardaki haliyle kaldı. Teşvik ve desteklerin verimliliğini çok önemsiyorum çünkü şu anda devasa teşvikler var, muazzam teşvikler var, yani vergi teşvikleri var, prim teşvikleri var, kredi teşvikleri var. Bütün bunların aslında etki analizlerinin yapılıp gerçekten buradan alınan geri bildirimlerle birlikte yeniden tasarlanmasında fayda var. Ben burada çok önemli bir kazanım için bir alan olduğunu düşünüyorum ve kaynak yaratımı için de buradan önemli bir alan gelecek ve bunun sanayi politikasıyla desteklenmesi ve birleştirilmesi çok önemli.
Ve son olarak, sosyal transferler ve bölüşüm tabii ki bu konuda zaten benden önceki sunumlarda gerek Faik Bey, gerek Hacer Hanım ayrıntılı açıklamalar yaptılar.
Bütün bu politikaların yapısal alanda desteklenmesi gerekiyor. Tabii yapısal reform deyince çok klişe bir terim, bunu biraz açmak lazım. Spesifik olarak enflasyonla mücadeleyi merkezine alan bir politika tasarımı oluşturulacaksa, birkaç tane yapısal düzenleme önceliği benim aklıma geliyor. Bunlardan bir tanesi tarımsal arz yönetimi, tarımda verimliliğin artırılması. Bu gıda fiyatlarındaki oynaklığın düşürülmesi açısından çok önemli. İthal girdi bağımlılığı dışarıdaki hammadde fiyatları veya döviz kurundaki değişmelerin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerinin sınırlanması, enflasyon oynaklığının azaltılması açısından çok kritik. Ve finansal derinleşme de yine dış finansal koşullardaki veya likiditedeki küresel risk iştahındaki değişimler karşısında Türkiye ekonomisinin dayanıklılığının artırılması gerekiyor.
Bu başlıklar daha da uzatılabilir ama ben çok fazla vaktim olmadığı için yavaş yavaş tamamlamak istiyorum
Bütün bunlar bir arada yapılırsa, yani 2001 yılından alınan dersler, daha önceki dönemden alınan derslerle birlikte bütün bunlar bir arada devreye konulursa o zaman işte gerçekten sağlıklı bir kalkınma ve refah artışı için elverişli bir zemin oluşturulur diye düşünüyorum. Tabii ki kolay değil, birikmiş sorunlar var. Fakat sorunları öteleyerek, görmezden gelerek veya içe kapanarak halledemeyiz. Türkiye’nin 40 yılı aşkın bir dışa açılma deneyimi var. Buradan artık sert bir şekilde geriye dönüş çok zor. Dolayısıyla bununla yaşamasını ve buradan gelebilecek olumlu faktörleri ön plana çıkaran, olumsuzları dengeleyen araç tasarımına ve kurumsal tasarıma ihtiyaç var. Bunları yaparken de ülkeyi özgü ihtiyaçları gözetmek gerekiyor ve geçmişten alınan dersleri de içselleştirmek lazım. Bu çok önemli çünkü dışarıdan şablon şeklinde gelen politikaların sürdürülebilir olmadığını geçmişte yaşayarak gördük. Bütün bunlar yapılabilir mi? Türkiye, sahip olduğu birikim ve beşerî sermaye ile bence bunları yapabilecek kapasiteye sahip. Yeter ki daha bilimsel normlara doğru dönüşü destekleyen bir iklim oluşsun.
Ben burada sunumu tamamlıyorum, herkese iyi bir hafta sonu diliyorum. Teşekkür ederim, hoşça kalın.
26.12.2024
26.12.2024
25.12.2024
25.12.2024