16.11.2024
16.11.2024
“DEMOKRASİYİ SAVUNACAĞIZ”
“BELEDİYE BAŞKANLARIMIZI SAVUNACAĞIZ”
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, kayyum atamalarına ve belediyelere yönelik baskılara karşı çıkarak, “Bizim gerçek gündemimizde elbette kayyumlara karşı olmak var, olacağız, demokrasiyi savunacağız. Parti ayrımı yapmaksızın kayyum politikasının karşısında olacağız. Kendi belediye başkanımızı da savunacağız” dedi.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, Ülke Politikaları Vakfı tarafından gerçekleştirilen Demokrasi Yoluna Dönüş Forumu’na katıldı. Programın açılışında konuşan Özel, “Çok kıymetli hocalarımız var. Gerçekten ‘Keşke tüm günü burada geçirebilseydim’ diye insanın içinin gittiği bir program var. Ülke Politikaları Vakfı’nın kuruluşundan bugüne katıksız bir idealizmle, katıksız bir vatanperverlikle ve büyük emeklerle, büyük gayretlerle, büyük fedakarlıklarla ilerlediğini hepimiz biliyoruz. Sevgili Zekeriya Temizel’i, ki hem çok iyi bir devlet adamı, çok deneyimli bir bürokrat, diğer yandan müstesna bir siyasetçi, ayrıca da kendi deneyimlerini, birimlerini bu ülke için hem teoride hem pratikte vakfedebilen birisi olarak, bir dönem de birlikte milletvekilliği yaptığım, grup başkanvekiliyken kendisinin de Plan ve Bütçe Komisyonu sözcülüğümüzü yürüttüğü bir süreçten çok şey öğrendiğimi ifade ederek buradan kendisini selamlamak isterim. Ayrıca değerli kızı benim çok sevdiğim Ayşe Eser Danışoğlu, birlikte milletvekilliği yaptığımız rahmetli Murteza Çeliker’i bu vakfa olan emekleriyle, bu ülkeye olan emekleriyle hatırlamak isterim. Doğan Subaşı’nın şahsında bu sürece katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi ve minnetlerimi ifade etmek isterim. Tabii gün boyunca bu alanda dinlenmesi gerekenlerden önce onların da beni şu anda dinlediklerinin verdiği sorumlulukla bir çerçevede bir şeyler söylemek durumundayım” dedi. Özel, şunları söyledi:
“YÖNETİM SİSTEMİ ÖNERİMİZ GÜÇLÜ PARLAMENTO”
“‘Demokrasi Yoluna Dönüş’ aslında meramı çok iyi anlatan ama iletişim açısından biraz endişe ettiğim bir başlık. Çünkü Türkçe’de bu dönüşler hem geriye dönmek der gibi. Ya da işte güçlendirilmiş parlamenter sisteme, parlamenter sisteme dönüş ifadeleri sanki eskiye dönüşmüş gibi, döndüğünüz yerde her şey sanki dört dörtlükmüş gibi anlaşılan, iletişim yönünden biraz sorunlu gördüğüm ifadeler. Aslında bu dönemde bazen de şöyle sorulara muhatap kalıyorum. Deniyor ki ‘Ya Cumhuriyet Halk Partisi ya da altılı masa, geçmiş dönemde ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ derken bu dönem bunu söylemiyor. Yoksa bu sistemle bir mutabakatı var ve bundan sonraki süreçte de seçimi kazandıktan sonra bu rejimin yetkileriyle devam etmek ve ‘Artık gücü nasılsa elimize aldık, bundan sonra da biraz biz kullanalım’ demek gibi bir gayretiniz mi var?’ Burada Sayın Başbakan bir özeleştiri daveti yaptı. Ben meseleyi Sayın Başbakanın çizdiği çerçeve ve genişliğinde değilse de belki son dönemde bu konuda yaptıklarımıza ilişkin bir özeleştiri, öğrenilmiş bir deneyim olarak ifade etmem gerekir. Geçen süreçte altılı masaya haksızlık yapmayalım, 2 bin 300 maddelik bir ortak mutabakatı vardı. Ama seçim için sahaya gittiğimizde şu eleştirilerle karşılaştık; ‘Yahu milletin karnı aç. Siz diyorsunuz güçlendirilmiş parlamenter sistem. Millet diyor; ürünümü satamıyorum, sen diyorsun güçlendirilmiş parlamenter sistem. İşsizlik var, parlamenter sistem. Yoksulluk var, parlamenter sistem. Siz esas milletin derdini niye konuşmuyorsunuz?’ Bu büyük bir haksızlık ama çağın algıyla olgunun yer değiştirdiği zorluğunu ve algı böyleyse olgunun ne olduğunun önemsizleşmesi gerçekliğini görmemiz lazım. Bazı iletişimleri çok kuvvetli yaparsanız, gündeme sis etkisi yapıyor ve diğer söylediğiniz hiçbir söz ya da göstermek istediğiniz sorun ya da belirlediğiniz hedefe doğru attığınız adımları görünmez kılıyor. O yüzden ben şunu tercih ediyorum şimdi. Bizim gelecekte iktidar olduğumuzdaki yönetim sistemi önerimiz; güçlü bir parlamento, katıksız bir kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir kamu yönetimidir. Ama bizim tarımla ilgili, makro ekonomik konularla ilgili, istihdam politikalarıyla ilgili, kalkınma ile ilgili, milli eğitimle ilgili önemli hazırlıklarımız ve her biri birbirinden değerli önermelerimiz var. Onları konuşup yönetim sistemi önerimizin de güçlü bir parlamento olduğunu söylemek bence çok daha sağlıklı olacak. Bu konuda ben geçmiş dönemde emek emek örülmüş 2 bin 300 maddelik bir ortak metnin az konuşulur, gündem yaratamaz olmasının tercih ettiğimiz yoğun güçlendirilmiş parlamenter sistem iletişiminin gündeme yaptığı sis etkisinden kaynaklandığını ve bu meseleyi böyle ayırmanın çok daha doğru olduğunu ifade ederek başlamak isterim.”
“BİZ DEMOKRASİ YÜRÜYÜŞÜNÜN İÇİNDE OLAN TARAFIZ”
“Tabi 18’inci yüzyılın sonlarından itibaren bu topraklarda batılılaşma, modernleşme, demokratikleşme çabaları çok güçlü sonuçlar doğurdu. Ama ben bugün bu yürüyüşten, bu geriye gidişin nereden kök aldığını düşündüğümde Sayın Erdoğan’ın 2009 - 2010 yıllarında ‘Bu millete 200 yıldır istikamet dayatıyorlar’ dediği bir tiradını hatırlatmak isterim. O günlerde demiştim ‘200 yıl önce ne oldu bu topraklarda?’ diye. Sayın Erdoğan’ın sorunu Sened-i İttifak ile; 1808. Demokrasimiz açısından, demokrasiye yürüyüş açısından sonuç doğurdu mu? Hayır. Ama ilk batılılaşma yani o dönemde batıda egemen olan fikirlere ilk kulak kabartma, ilk o mesele hakkında konuşma belgesi olan Sened-i İttifak ile sorunu var, ‘200 yıldır bize istikamet dayatıyorlar’ derse. Sened-i İttifak ne yapıyor? O gün bir şey yapmadı ama başlattığı yürüyüş, tek adam rejiminden demokrasiye geçişi, meclisi getiren yürüyüştür. Demek ki ‘200 yıldır bu ülkeye istikamet dayatıyorlar’ denilerek itiraz edilen meselenin özünde zaten belki birazdan sultanizm diye duyacağımız, kimimizin tek adam rejimi dediği, kimimizin otoriter demokrasi diye ifade ettiği ama hepimizin bu ülkeye iyi gelmediği konusunda görüş birliği içinde olduğumuz anlayış var. Bugün tarafsız olması gereken bir makamda ama öyle çok da tarafsız söz kurmayan değerli Meclis Başkanımız da ‘150 yıldır biz bu zihniyetle karşı karşıyayız’ derken aslında meseleyi 150 yıl geriye aldığımızda işte bir tarafta kendisinin temsil ettiği deyip bizi karşıda konumlandırdığı meselede biz demokrasi yürüyüşünün içinde olan tarafız. Karşı taraftakilerin hangi pozisyonları tuttuğu ve nereye geldiği ile ilgili bir ikilik, bir çatışma yaratmanın bugüne faydası yok. Ama kendi ifadeleriyle, üslubuyla mülayim, makamıyla tarafsız olması gereken ve bugün diyaloga kapı aralaması gereken Meclis Başkanı neden bu hatırlatmayı yapıyor? Orada da bu ikilikten, bu kutuplaşmadan fayda görülen ve bugün kutuplaşma karşıtı veya biraz önce Sayın Başbakanın ifade ettiği altılı masanın en önemli kazanımı muhafazakar, milliyetçi ve seküler kanat diye kendisinin ifade ettiği üç ana akımın birlikte müzakeresinin bu ülkeye kazandırdığı şeyler. Dediği gibi seçim de kazanabilirdik ama diyaloğu, müzakereyi, birlikte olabilmeyi kazandık. Buna yürekten katılıyorum.”
“ERDOĞAN, SEÇMEN KULAĞINI AÇIP DUYMASIN İSTİYOR”
“Bizim Türkiye İttifakı dediğimiz ve yerel seçimlerde büyük bir destek gören sürecimizin kendisi de ya da bir genel başkana, bir partinin genel başkanına bulunduğu makamdan şahsından ziyade, onu seçenlere hürmetten dolayı gösterilen diyalog ya da onu seçenlere hürmetten dolayı kendisiyle sıkışılan bir elin ‘Normali budur’ dediğimiz, sonra normalleşme diye markalaşan, sonra da bazen hiç olmayan gerçeklikleri taşıyormuş gibi eleştirilmeye çalışılan meselenin özünde de şu var. Ülkeyi yönetenler, Sayın Başbakanın ifadelerinden burada belki biraz kopacağım. Bu ülkede fay hatlarını görünür kılma ile ilgili bir çaba 22 yıllık AK Parti iktidarının hep tercih ettiği bir mesele. Bir farklılığın üzerinde önce bir tepişmek, onu belirgin kılmak. O bazen işte dini nikah - resmi nikah ayrımı. Tutmadı mesela o tartışma. Ama bazen Kürtler ve Türkler, bazen Aleviler ve Sünniler, cemevi cümbüş evi, bilmem… Ama ‘Bir şey bulalım üstünde tepinelim’. Önce o ayrılık görünür olsun, sonra taraflar birbirinden uzaklaşsın. İki taraf kutuplaşsın. Karşı kutup şeytanlaşsın, bizim taraf arkamda kalabalıklaşsın. Bugün de işin özü şu; Sayın Erdoğan, seçmenin kulağına şunu söylemeye çalışıyor. ‘Evet biliyorum, açsın, yoksulsun, işsizsin, güvencesizsin ama tehlike büyük bir kez daha benim arkama geçmelisin’. Biz tarafların birbiri ile bağrıştığı, sanki evde anne ile baba bağrıştığında çocuk refleksini hatırlatırım. Çocuğun kulaklarını tıkayıp ‘İkinizi de duymak istemiyorum’ dediği bir sürece bu ülkenin ihtiyacı yok. Bizim o çocuğun kulağını açıp dinlemesine ihtiyacımız var. Sayın Erdoğan duymasın istiyor. Çünkü ben o çocuğun kulağına mesela o kavga bitip de kulaklar açıldığında o seçmenin kulağına örneğin çiftçiyse ÖTV’siz - KDV’siz mazotu, gayri safi milli hasıladan kanunen hak ettiği yüzde 1’lik desteklemeyi anlatmak, emekliye asgari ücret düzeyinde en düşük emekli maaşını söylemek, asgari ücretliye hiç değilse bu iktidar, Erdoğan’ın partisi ilk iktidar olduğundaki 8 çeyrek altın alabilen asgari ücreti teklif etmek. Bu ülkeye de kuvvetler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün Türkiye’ye hem yabancı sermaye açısından, uluslararası saygınlık açısından, Türkiye’nin yatırım alma kapasitesini artırması açısından yaratacağı toplam iyilik halinin Türkiye’ye orta ve uzun vadede çok iyi gelebileceğini anlatmak istiyorum. O yüzden de tüm bu tartışmalardan çıkmak lazım. Evet, tartışalım, görüşelim, hatalarımızı kabul edelim.”
“ÖĞRENCİYKEN ÜNİVERSİTEYE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞINI SOKMAYAN KİŞİYİM, BUGÜN DE CHP GENEL BAŞKANIYIM”
“28 Şubat döneminde üniversite öğrencisiydim. Ben o süreçte başörtülü arkadaşımızı laboratuvara sokmadıkları için, laboratuvar boykotu yapıp, ‘Arkadaşımız girmeden biz derse girmeyeceğiz’ diye o eylemi başlatan, sonuç alan ve Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ne başörtüsü yasağını sokmayan kişiyim. Bugün de Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı’yım. Yaygın kanaatin aksine Cumhuriyet Halk Partisi’nin kadrolarında, üyelerinde bir inançlara saygısızlık, başörtüsüne düşmanlık veya kendi yaşam biçimini dayatmak filan değil aksine diğerinin hakkını kendinden çok savunan bir eşitlikçi anlayış hakimdir. Bugün de bu partiyi bu anlayışta olanlar yönetiyor. Sürekli bir geriye dönüp, bir bagaj varmış da onunla bir hesaplaşılacakmış da bunun özeleştirisi yapılacakmış da bu yapılmadan yol alınamayacakmış da meşguliyeti yerine, nasıl tarihten husumet çıkarmak yerine öğrenmek ve belli yaşanmış husumetleri geride bırakmak ülkeler arası ilişkilerde bile mümkünse, ülkedeki siyasiler, siyasi akımlar arasında da varsa geçmişte olmuş yanlışlar, o konuda teyitleşmek ama hep birlikte ileriye doğru bakmak lazım. Çünkü var olan gün, geçmişle meşgul olmak değil geleceği kurmak üzerine irade sahibi olunması gereken gündür. Tabii 104 yıl önce kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir kuvvetler ayrılığı meclisi olmadığını, bir kuvvetler birliği meclisi olduğunu, o gün için kuvvetler ayrılığında yürütme ve yasama olarak, siyasal olarak meselenin değerlendirildiğini, bir meclis hükümeti olduğunu ama mevcut kuvvetler birliğinin meclis eline teslim edilmiş olduğunun altını çizmek, bunu hatırlamak lazım. Kuvvetler ayrılığı meselesine gelince, 1748’de yasaların ruhunu yazdığına Montesquieu bundan sonra uygulansın diye yazmadı. O günkü tespitiyle, yani Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini bulması, o günden önce suyun kaldırmadığından dolayı değil. Suyun kaldırdığını ispat eden ve bunu formüle döken, bilime kazandıran yaklaşımda olduğu gibi, Montesquieu da 1748’de bile kuvvetin tek kişi tarafından kullanıldığında felaket getirdiğini, dengelendiğinde, denetlendiğinde ve kısıtlandığında bunun zenginlik, müreffehlik ve ilerleme getirdiğini tespit etti.”
“EDİSON’A İTİRAZ YOK AMA KUVVETLER AYRILIĞINA DİRENİYORUZ”
“Ben hiç hikayelerle uğraşmam. Ama ülkeyi yönetenlerin evlatlarının gemileri çokça konuşuldu geçmiş zamanlarda, mahdumların gemileri. Mesela bugün ülkeyi yönetenlerin ya da evlatlarının gemileri, aynı dönemlerde değil Montesquieu’dan asırlar önce suyun kaldırma kuvvetiyle ilgili tespitleri yapanın, tespitlerine uygun gemilerle yüzüyor o gemiler. Kimse Arşimet’in kaldırma kuralına direnmiyor. Tesla’nın bulduğu yöntemle gelen elektrikle, Edison’un yine 1700’lerin sonunda icat ettiği ampul ile aydınlatıyoruz meclis binamızı ya da iktidar partisinin genel merkezini. Onlara da bir itiraz yok. Ama aynı dönemlerde tespit edilmiş ve o günden bugüne her demokratik süreçle teyit edilmiş kuvvetler ayrılığına direniyoruz. Onun tersine gidiyoruz hatta meydan okuyoruz ‘200 yıldır istikamet dayatılıyor buraya’ diye. O yüzden şöyle bir ağır maliyetle karşılaştı Türkiye. Meselenin özü tamamen Türkiye’nin Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet dönemi demokratik kazanımlarına farklı bir yerden değil varoluşsal bir yerden itiraz eden bir zihniyetin güçlendikçe ve kibirlendikçe, o kibirle birlikte gücünü tahkim ettikçe, kendi içinde de paylaşmadıkça, kendi içindeki itirazlara da sertleştikçe kendisini ve ülkeyi getirdiği noktadan başka bir mesele değil. O yüzden bizim hep birlikte, hep beraber oturup bu ülkenin en gerçek sorununun yetkilerin tek elden, denetimsiz ve artık yargı erkini de baskılayarak değil yargı erkini de talimatlandırarak ilerlediği bu sürece bir itiraz geliştirmek olduğu çok açık. Onun için hem bugünkü toplantılar hem bundan sonra yapacaklarımız bu konuda çok önemli. Ama meseleyi sadece buraya indirgemenin ülkeyi yönetme niyetinde olan bir iktidarı, bir iktidar alternatifini, sadece bir alanda konuşan, bir alanda çalışan, bütün sorunları kendi anlamadığı deyimlerle tartışan bir noktada olmaktan halkın anladığı, halkın içinde bulunduğu tartışmalara da sık sık atıf yapan bir çerçeveye konumlandırmak gerekli olduğunu ifade etmek isterim.”
“İSMET PAŞA ‘BENİM EN BÜYÜK YENİLGİM AMA DEMOKRASİMİZİN EN BÜYÜK ZAFERİDİR’ DEMİŞ”
“Sayın Başbakanın İnönü'ye yaptığı atıf çok önemli. Oğlu Erdal’a yedi gün sonra yazdığı mektupta diyor ki, ‘Bu seçim memlekette yeni bir hayat tarzı giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir.’ 14 Mayıs 1950, seçim kaybediliyor. 21 Mayıs 1950 tarihli mektubu İsmet Paşa’nın. İsmet Paşa, İstiklal Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı, tek başına iktidarda, bütün yetkiler elinde, bütün gayret demokrasiye geçme yönünde. Biraz önce tarif edildiği gibi kendi içlerinde bir diğer grubun partileşmesine olanak tanıyor. İlk seçimlerdeki seçim güvenliğine, adil seçime ilişkin bütün itirazları kendi riyasetinde ve hakim güvencesinde bir seçimi de olanaklı kılan yasal düzenlemeleri de sağlayarak gerçekleştiriyor. Seçimi kaybettiği akşam diyorlar, ‘Herhalde bunlara bırakmıyorsun iktidarı?’. Diyor ki, ‘Bu benim şüphesiz en büyük yenilgim ama demokrasimizin en büyük zaferidir’. Oğluna da diyor ki, ‘Bizim yepyeni bir hayat tarzı inşası için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzun ispatıdır’. Meselenin kendisi aslında memlekette herkesin fikrini söyleyebildiği, herkesin örgütlenebildiği, herkesin tartışabildiği, yönetenleri de milletin kendisinin seçebildiği bir sürece, bir hayat tarzı olarak bakıyor. Yoksa bir heves, bir araç olarak bakmıyor. Yerleştirilmesi istenen bir hayat tarzı olarak bakıyor.”
“DOĞRU YERDE SAF TUTMAK LAZIM”
“Bugün geldiğimiz noktada şunu ifade etmek isterim. Bu ülkede, bu topraklarda devletle millet karşı karşıya gelmek istemez. Ama karşı karşıya geldiği her seferinde millet kazanmıştır. Ben devleti böyle aklı olan, devleti kodları olan, derinliği olan bir mesele olarak tartışmanın demokrasinin en kronik ve en kan emici tümörü olduğunu düşünüyorum. Bunu terk etmek lazım. Devletin bir aklı olduğunu düşünmeye başladığınızda, aklı olduğuna göre kalbi de var, kalbi olduğuna göre dolaşım sistemi de var, o zaman enerjiye de ihtiyacı var. Atıkları var, atıklarını yönetmelisiniz, enerji ihtiyacını karşılamalısınız, bir şeyler yemesini kabullenmelisiniz. Devlet bir organizma falan değildir. Devlet binalardan, yapılardan, kurumlardan ve kurallardan müteşekkil bir aygıt sadece. Ama bu ülkede devleti kutsal gören, devlete saygı gösteren, devleti kendi zihninde cisimleştiren çok iyi niyetli insanlar var. Onları anlamak lazım. O iyi niyetli insanlar çağırdığında askere giden, onun için şehit olan, ona vergi veren, onun için canını veren insanlar var ve onların kafasındaki kutsal devlet tanımıyla kapışmamak, tartışmamak lazım. Ama günü geldiğinde o insanların devlete karşı saf tutabileceğini görüp doğru yerde saf tutmak lazım. Örneği şudur, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren devleti cisimleştirir, kendi cismiyle devleti bitiştirip devleti milletin karşısına getirip ‘Bunu seçeceksin’ dediğinde bu millet onun dediğini değil Turgut Özal‘ı seçti.”
“ANADOLU AJANSI BİR PARTİNİN AJANSINA DÖNÜŞTÜ”
“15 Temmuz askeri darbe girişiminde, kanlı darbe girişiminde devletin damarlarına giren, farklı yollardan aynı menzile ilerleyenlerden Amerika’da olanın ele geçirdiği devlet, milletin karşısına dikildiğinde ve onun seçtiğine ve seçtiklerine, ben onu bütün bir parlamento olarak göğüslemek için parlamentonun açılmasını savunmuştum. Çünkü sadece hükümete karşı bir darbe yapıldığını düşünmek o gün için darbecilerin işine gelirdi. O hükümet karşıtlığından darbe desteği üretebilirdi. Bunu bütün partiler parlamentodan göğüsleyelim ve bu hepimize yapılan, çünkü başardığında zaten parlamentoyu hedef alacak. 15 Temmuz’da da bu millet, devleti ele geçirenlere karşı bir galibiyet kazandı. 28 Şubat sürecinde örneğin devleti yöneten askeri bürokrasiden, orduevlerine, torununun nişanına sokulmayan teyzeler olduğunda bu millet teyzelerin arkasında yer aldı, anneannenin, babaannenin, ninenin arkasında durdu ve millet kazandı. 31 Mart tarihinde de bu Anadolu Ajansı, Atatürk’ün cepheden doğru haber kursun, hızlı haber yollasın diye kurduğu Anadolu Ajansı, bir partinin ajansına dönüştü, hepimizin vergileri ile fonlanan TRT kurumu bir ittifakın kurumu oldu, muhalefete 4 dakika, iktidara 2600 dakika süre ayırdılar. Valiler içlerindeki bir kısım devlet adamı gibi davranan ve her fırsatta halen daha değiştirdiği kişileri tenzih ederim, valilerin il başkanı, kaymakamların ilçe başkanı refleksine dönüştüğünde 31 Mart’ta devletle millet yarıştı, yine millet kazandı.”
“MİLLETİN SAFINDA DURMAYI BİLMEK LAZIM”
“Cumhuriyet Halk Partisi 31 Mart‘ta devletin karşısında devlet gücünü haksız yere kendisine karşı orantısız kullananların karşısında milletin yanındaydı ve milletin arkasında buldu. Ben devlet millet konumlanmasında hep buna bakarım. Eğer devletle millet aynı yerdeyse o ülkede işler yolundadır. Zaten milletin dedikleri devleti yönetiyorsa o da millet tarafından denetlenebiliyorsa, istediği zaman değiştirilebiliyorsa millet, bu kudreti kendinde görüyor ve kullanabiliyorsa burada bir sorun yok. Ama bir hakim parti ideolojisi ile seçimlerin bile bir sadece geçmişi ibra etmem, bütün kötülükleri temize çekme, gelecek için mutlak bir meşruiyet yaratmaya dönüştürüldüğü araçsal durumda, o zaman milletle devlete ayrışıp bir gün karşı karşıya geliyor işte orada milletin safında durmayı bilmek lazım. Bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak demokrasi anlayışımız budur. Buradan sonra tabii ülkede demokrasisi nerede derseniz, berbat bir durumdayız. Hocalar mutlaka anlatacaklar. Ama demokrasi algısı endeksinde 53 ülke arasında 47’nci durumdayız. Economist Intelligence Unit’in 2024’teki Küresel Demokrasi Raporunda 167 ülke arasında 102’nci sıradayız. Yine 2024’te Hukukun Üstünlüğü Endeksi raporuna göre 142 ülke arasında 117’nci sıradayız.”
“DOĞRU POZİSYONA DAVET ETMEK LAZIM”
“İçinde bulunduğumuz günlerde bambaşka bir demokrasi tarifiyle karşı karşıyayız. Ülkede bir sorunun olduğunu inkar edip o sorunun doğurduğu bir meseleyi çözmek için kişisel ilişkilere, kişisel pazarlıklara girilen akıl dışı bir dönemdeyiz. Gelsin, konuşsun, bitirsin, özgürlüğünü kazansın. Bu sırada da cumhurbaşkanı yeniden seçilme hakkı alsın. Bunu bir paragrafta, bu somutlukla söylenebilecek kadar meselenin çığırından çıktığı bir süreci yaşıyoruz. O yüzden burada sağlıkla tartışmalar yapmak mümkün değil. Burada sağlıklı düşünmeye devam edebilmek, sağlıklı bir zemini savunabilmek ve bu sağlıklı zemine davet etmek mümkün. Onların çizdiği yerde, onların çağırdığı yerde, oraya katkı vermeye çalışmak, o septik gündeme teslim olmak, ortak olmak ve maalesef tarihin yanlış tarafında durmak olur. Tarihin doğru tarafı sorunun varlığını tespit eden, bunu meşru bir zemine davet eden, bu zemini Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak gören ve tarif eden ve toplumsal mutabakattan taviz vermeyen bir doğru pozisyona davet etmek lazım. Onların gündemine ya da onların beklenti yönetimine hizmet edecek hiçbir şeyin içerisinde olmadık bundan sonra da olmayacağız. Ama bu var olan bir sorunu inkar eden anlayışı teşhir etmeyeceğimizin ve o anlayışın yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek, ülkeye öneremediklerini önerecek bir demokratik olgunlukta ve bir özgüvende olduğumuzu ifade etmekten geri duracağımızı da kimse beklemesin. Bundan sonraki süreç, kendilerinin çok istemesine rağmen onların gündeminin yerine ülkenin gerçek gündemine bu ülkeyi çekmek için sürdürdüğümüz gayreti güçlendireceğimiz bir süreç olacak. Ben örneğin son günlerde belediyelere atanan kayyumları da son günlerde Abdullah Öcalan‘a yapılan çağrıyı da hemen evvelsinde kapalı bir oturumla teşhir ettiğimiz İsrail Türkiye’ye saldıracak korku gündemini de veya seçimlerden hemen sonra Numan Kurtulmuş eliyle başlatılıp reddettiğimiz yeni anayasa gündemini de birbiriyle ilintili ve gündeme sis etkisi yapacak, gündemi onların eline teslim edecek, gerçek gündemi konuşmaktan bizleri uzak tutacak çabala olarak görüyorum.”
“HESABINI SORACAĞIMIZA SÖZ VERİYORUZ”
“Bizim gerçek gündemimizde elbette kayyumlara karşı olmak var, olacağız, demokrasiyi savunacağız. Parti ayrımı yapmaksızın kayyum politikasının karşısında olacağız. Kendi belediye başkanımızı da savunacağız, son günlerde suni bir tartışmayı aslında yerindelik denetimi yapamayacakları bir süreci, yani belediyeleri mali ve yönetimsel özerkliği bir yerde duruyorken, sadece hukuka uygunluk denetimi yapabileceklerken, kendi kaybettikleri ahlaki zemini, bizim sahip olduğumuz ahlaki üstünlüğü tartışmaya açmak üzere atılan adımları da görmek ve bu konuya bir dikkat çekmek gerekiyor. Meselenin kendisi şu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bugünkü yönetimi, ‘Biz temiz belediyecilik yaptık, biz kayırmacılık yapmadık, biz kent suçları işlemedik, biz israf etmedik, biz yolsuzluk yapmadık’a bu milleti ikna edemeyeceğini artık görmüş. O yüzden tencere dibin kara, seninki benden karaya getirmeye çalışıyorlar meseleyi. ‘Bunlar da yapıyorlar’ demeye çalışıyorlar. Oysa tam olarak karşı karşıya olduğumuz durum şudur, bizim belediyecilik anlayışımız bembeyaz bir kağıdın üzerine konulabilecek bir kurşun kalem noktasının, beyazın kir gösterme kapasitesinden dolayı tartışıldığı ama diğer tarafta gri bir sayfanın üzerine kurşun kalemle yazdığınız hiçbir şeyin görünmediği kadar farklıdır, mevcut iktidarın belediyecilik anlayışıyla. Biz ne kupon arsaların ne kent suçlarının ne yandaş kayırmaların ne gizli kapaklı adrese teslim ihalelerin tarafı olmadık. İhaleleri yayınlayan, İstanbul’dan ‘İsrafı bitirip hizmeti getireceğiz’ diye oy alıp beş yıl bunu yaptıktan sonra çok daha güçlü olarak bir kez daha yetki alan, İstanbul’daki belediye sayısını 14’ten 26’ya çıkaracak kadar iyi bir performans gösteren beş yıllık sürecin sonunda bu millet dedi ki ‘Evet böyle yapıyorsunuz. Diğerleri gibi yapmıyorsunuz. İstanbul’un üstünde helikopterle uçup Katarlılara, Arap şeyhlerine, Dubai’den gelenlere arsa teklif etmiyorsunuz. Sosyal yardımları beş katına çıkardınız, şeffaf ve hesap verebilir belediyecilik yapıyorsunuz. Yetkiyi size veriyorum’ deyip Türkiye’de de bu örneklerden, bu iyi örneklerden hareketle 414 belediyeyi şu anda Cumhuriyet Halk Partisi‘ne teslim ettiyse burada tartışılacak bir şey yok. Ben görevi denetim olan bütün müfettişlere şunu söylüyorum, ‘Çok kutsal bir iş yapıyorsunuz. Bu ülkenin kaynaklarını denetlemek sizin göreviniz. Bunu hukuka uygun yaptığınız takdirde başımızın üzerindesiniz, hiçbir belediye başkanımın veremeyeceği bir hesap yok.’ Ama suç icat etmek üzere görevlendirildiyseniz ve gelip, ‘Bunları karıştırın, bulaştırın, ortalığı bulanıklaştırın, bunları tartışmaya açın’ diyorsanız, bunu diyenlere hizmet ediyorsanız o zaman yapılan her açıklamayı, atılan her imzayı tarih önünde takip edeceğimize ve hesabını soracağımıza da söz veriyoruz. Devlet memuru olanlara sonuna kadar saygımız, iktidarın celladı olanlara da sonuna kadar takibimizin kararlılığı içinde olduğumuzu burada ifade etmek isterim.”
“İLK SEÇİMLERE HAZIRLANIYORUZ”
“Son sözüm şudur. Bizim gündemimizde hep birlikte Türkiye İttifakı’nın kazanacağı, yani Türkiye’nin sosyal demokratlarının, muhafazakar demokratlarının, milliyetçi demokratlarının, Kürt demokratlarının demokrasi için ve kendilerinin ortak, iyi gelecekleri için, evlatlarının iyi gelecekleri için hem zengin hem güvenceli hem de güvenli bir ülkenin geleceğine kullanacakları oylarla Türkiye İttifakı’nın Cumhuriyetin ikinci yüzyılında yeniden iktidar olmasını bekliyoruz. Bir dönemi kapatıp yeni bir dönem açacağız hep birlikte. Bunu yaparken ülkenin gerçek gündeminden sapmadan, yoksulluğu, işsizliği, gençlerin ümitsizliğini ve ülkenin demokratik yoksunluklarını hep birlikte konuşarak, hep birlikte anlatarak ve yürüdüğünüz yolda kurulan kumpaslara, basit siyasi kumpaslara ya da büyük siyasi mühendisliklere teslim olmadan gerçek gündemlerden sapmadan ilerleme sorumluluğumuz var. Bu noktada bir kararlılık, bir inanç içindeyiz. Hem sayın Başbakanın hem diğer muhalefet liderlerinin bu kararlılıklarını görüyoruz. Bugün iktidarın tek umudu, muhalefetin parça parça olmasıdır. Tek umudu muhalefetin savrulmasıdır, tek umudu muhalefetin birbiriyle tartışmasıdır. Bundan sonraki umudu da muhalefet partilerinin kendi içlerinde yapabilecekleri lüzumsuz tartışmalardır. Örneğin Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı, ‘Seçimsiz dört yıl var’ derken, elde de YSK‘nın o kararı dururken yani, ‘Bu Cumhurbaşkanının ikinci dönemidir ve seçimler Meclis tarafından yenilenmezse, bir erken seçim olmazsa bir daha aday olamamaktadır. Yenilenirse son bir kez aday olabilmektedir.’ Bugünkü erken seçim çağrılarına, ‘Erken seçim yok, gününde yapılacak’ denmektedir. O zaman kendisi aday değildir, AK Parti’nin bir aday sorunu vardır. ‘Mevcut İçişleri Bakanı mı, bir önceki mi?’, ‘Mevcut MİT başkanı mı, bir önceki mi?’ ya da ‘Mevcut damatlardan hangisi?’ soruları ortada dururken işiyle gücüyle meşgul ve son derece başarılı Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanlarını adaylık tartışmasının içine sokmak, ikili bir tartışma yaratmak, parti içi gündemler yapmak sadece ve sadece sarayın ve onun destekçisi Devlet Bahçeli’nin hesabına gelen bir meseledir. Biz parti içinde adaylık tartışmalarını bir kenara bıraktık. Benim muhalefete de çağrım, iktidarın istediği savrulma yaşamadan, yan yana durma kültürüne sahip olarak, geçen seferki hatalardan ders alarak bu ülkenin geleceğine, bu ülkenin bütün demokratlarının, siyasi arenadaki bütün temsilcilerinin hep birlikte sahip çıkması elzemdir. Madem ki hedef ikinci yüzyılda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve gösterdiği hedefe yürümektir. Onun gösterdiği yer çağdaşlık, aydınlanma, gelişmiş ülkeleri yakalamak ve geçmektir. O hedefte kuvvetler ayrılığı vardır, güçlü bir parlamento vardır. Yürütme, yasama, yargının birbirinin düşmanı değil ama birbirinin destekçisi ama net olarak birbirinden ayrılması vardır. O hedefte Avrupa Birliği’ne tam üyelik de vardır, bu hedefleri terk edip kişi başına milli gelirin 4 bin dolar olduğu, yönetenlerin kudretli, araçların zengin, halkın fakir ve tebalaşmış olduğu yerler yerine, yönetenlerin mütevazı, halkın zengin olduğu bir yöne doğru yürüme hedefi vardır. Biz bu azim ve kararlılıkla Gazi’nin partisini yönetiyoruz ve ilk seçimlere hazırlıyoruz. Bütün muhalefet partilerinin de bu dayanışmanın içinde olduğunu ve olacaklarını ve hep birlikte bu ülkenin geleceğini birlikte kuracaklarını düşünüyorum, inanıyorum ve onlara da güveniyorum. Buradan tüm muhalefet partilerinin sayın genel başkanlarının şahsında, bu ülkenin bu gününden rahatsız olan ve geleceğine umutla bakmak isteyen herkese şunu söylüyorum, ‘Biz başaracağız, umudunuzu kaybetmeyin. Her zaman gündüz geceye, aydınlık karanlığa, iyilik kötülüğe galip gelir, iyiler kazanacak, biz kazanacağız’ diyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”
26.12.2024
26.12.2024
26.12.2024
26.12.2024