15.01.2020
15.01.2020
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Aksaray İli Muhtarlar Buluşması'nda yaptığı konuşma şöyle: Efendim hepinize afiyet olsun, umarım keyifli bir sohbet gerçekleştireceğiz. İstiklal Marşımızı okurken sadece Gazi Mustafa Kemal’i değil, şehitlerimizi, şehitlerimizin yakınlarını ve gazileri de andık. Bir toplumu güçlü kılan şey kendi ülkesi ve bayrağı için mücadele etmesidir. O nedenle biz yeteri kadar Gazi Mustafa Kemal’i de çocuklarımıza anlatmış değiliz.
Gazi Mustafa Kemal’in iki önemli ilkesi vardır. Kendi cümleleriyle bu ilkeleri ortaya koymak lazım.
Birincisi şudur: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Yani ben bayrağımın altında hiç kimsenin müdahale etmeyeceği şartlarda yaşamak istiyorum. Hiçbir yabancı gücü kendi ülkemde istemiyorum. Bayrağımın altında özgürce yaşamak istiyorum. Atatürkçülüğün birinci kuralı budur.
İkinci kuralı da şudur: “Savaş meydanlarında kazanılan zaferler ekonomik zaferlerle taçlandırılmadıkça o ülke bağımsızlığını koruyamaz.” Ne demek bu? Sen üretmezsen, alın teri dökmezsen, çalışmazsan birisi gelir senin bağımsızlığını elinden alır. Yabancı mallar gelir, yabancı sermaye gelir, her şey gelir. Sen üretemez noktaya gelirsin, borç batağına batarsın ve dışarıdan emir almaya başlarsın. O nedenle diyor, savaşı kazandık tamam ama ondan sonra ekonomik savaş başlıyor. Güçlenmemiz lazım, üretmemiz lazım, çalışmamız lazım, istihdam yaratmamız lazım. Atatürkçülük budur arkadaşlar. İşin özü budur.
Tabi biz bağımsızlığımızı kazandık eyvallah, bayrağımız dalgalanıyor eyvallah, ezanımız okunuyor eyvallah. Şimdi üretmemiz lazım. Cumhuriyetin ilk yıllarında bez üretecek fabrikamız bile yoktu. Ama demir-çelik fabrikalarımız, bez fabrikalarımız, demiryollarımız, limanlarımız, 1925’te Kayseri’de uçak fabrikası, 1934’te Kayseri’den kalkan ilk uçağın Ankara’ya inmesi, 1940’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin uçak ihraç etmesi… 1940’lı yıllarda yine sadece uçak ihraç etmedik, uçak motoru fabrikasını Etimesgut’ta, ikinci uçak fabrikasını Eskişehir’de açtık ve Türkiye dünyada uçak üreten beş ülkeden birisiydi 1940’lı yıllarda. Ne oldu? Ayrıca Kırıkkale’de entegre silah fabrikası açtık. Birden fazla silah fabrikasını Kırıkkale’de açtık. Sonra ne oldu? Önce uçak fabrikalarımızı kapattık, tersaneleri kapattık, fabrikaların bir kısmını kapattık. Ta ki Kıbrıs çıkarmasına kadar… Kıbrıs’a çıkarma yaptık, Allah rahmet eylesin Ecevit ve Erbakan koalisyonunda çıkarma yaptık, oradaki vatandaşlarımıza sahip çıktık Amerika bir dakika dedi. Benim iznim olmadan benim verdiğim uçakları kullanamazsın, gemileri kullanamazsın dedi.
Orada anladık ki kendi silah sanayimizi kendimiz kurmak zorundayız. Baştan yaptık, Marshall yardımıyla bitirdik, Kıbrıs Çıkarmasıyla yeniden uyandık. Şimdi o uyanışımızı sürdürmek zorundayız ama nasıl? Demokrasi içinde. Demokrasi yoksa bir ülkede gelişme olmaz.
Demokrasi ne demektir? Demokrasi kaos demek değildir, demokrasi anarşi değildir, demokrasi kavga değildir. Demokrasi şudur, siyaseten bakacaksak milletin oyuna başvurmaktır. Vatandaş gider siyasi partilerden birisini seçer, siz de dersiniz eyvallah seçildi memleketi yönetecek. Bir süre sonra bakarsınız iyi yönetmedi, kusura bakma bir dahaki seçimde seni seçmiyorum, bir bakalım bu parti diyor ki, ben şöyle şöyle yapacağım, bir de onu deneyelim, gidip oyunu oraya verecektir. Yani demokrasilerde takım tutar gibi siyasi partiler tutulmaz. Her birimiz bir takımı tutarız, çocukluğumuzdan başlamışızdır, takım yenilir takım galip gelir ama takımımız değişmez. Demokrasilerde siyasi partiler öyle değildir. Siyasi partiler; millete verdiği hizmet, ülkeye yaptığı hizmet, izlediği politikalar dolayısıyla milletin tasvibini alıyorsa eyvallah, tasvibini almıyorsa demokratik olarak der ki, kusura bakma bu sefer başka partiye oy veriyorum. Demokrasinin birinci özelliği odur.
İkinci özelliği, demokrasilerde herkes kendi düşüncesini ifade eder. Kimse düşüncesinden ötürü suçlanamaz. Eğer Allah’ın bize verdiği en değerli şey akılsa, aklımızı kullanıyorsak, ki kullanmak zorundaysak o zaman düşüncelerinden ötürü insanları suçlamamamız lazım. Bu neden çok önemlidir? Eğer farklı fikirler yoksa bir toplumda, o toplum gelişemez. Hepimiz aynı şeyi düşünürsek toplum gelişmez. Birisi aykırı bir şey söyleyebilir, ona karşı da çıkabiliriz, ama aykırı söyledi diye onu kalkıp da vuramayız. Sen niye bunu söyledin diye onu eleştiremeyiz. Eleştiririz ama demokratik kurallar içinde eleştiririz.
Size tarihten bir örnek vereyim. Eskiden dünya düzdür denirdi, ortaçağda, bir adam kalktı dedi ki, dünya düz değil dünya yuvarlaktır. Adamı yakaladılar, engizisyon mahkemesine çıkardılar sen nasıl dünya yuvarlaktır dersin diye. Şimdi geldik 21.yüzyıldayız hepimiz biliyoruz ki dünya yuvarlaktır. Kimin söylediği oldu? O bir aykırı fikrin söylediği oldu.
Dolayısıyla demokrasi aynı zamanda insanların düşüncelerini özgürce ifade ettiği bir rejimin adıdır. Bu mudur? Hayır. Demokrasi aynı zamanda seçimle gelenlerin, yani milletin iradesiyle gelenlerin güçlü olduğu, güçlü mekanizmaları elinde tuttuğu rejimin adıdır. İktidarı vardır, muhalefeti vardır, belediye başkanı vardır, muhtarı vardır, seçimle gelmişlerdir bunlar.
Bu süreç içinde muhtarlarla ilgili çok şey söylenmiştir sizlere, dünyanın güzel lafları edilmiştir. Her gelen politikacı muhtarlarla ilgili dünyanın güzel laflarını etmiştir. Zaten aksini de söyleyemez. Çünkü oy kaygısı taşıyor. Şimdi seçim var mı? Hayır yok. Ama ben geldim. Sizi Ankara’ya davet etmiyorum, sizin ayağınıza geldim. Size muhtarlarla ilgili düşüncemiz ne, ekonomiyle ilgili düşüncemiz ne, nereye gidiyoruz bunları aktaracağım. Birisini kötülemek için, farklı bir propaganda yapmak için değil, yüzde yüz doğruları anlatacağım. Artık eski siyaseti bir tarafa bırakmamız lazım. Eski siyaseti bir tarafa bırakmamız lazım derken şunu da söyleyeyim, efendim CHP olarak biz her zaman doğruları söyledik, doğru yaptık. Hayır böyle bir şeyin içine de girmiyorum. Bizim de eksiğimiz oldu, bizim de yanlışımız oldu. Biz bazen oturduk Ankara’da çok güzel laflar ettik. Sonra döndük vatandaşa, niye bize oy vermiyorsun? Niye size oy versin, sen vatandaşın ayağına gittin mi, oturdun konuştun mu, derdini dinledin mi? Varsa derdi, ya bu dert böyle çözülür dedin mi? Demedin. Ankara’da oturdun, bana oy verin. Vatandaş vermez. Kabahat kimde? Vatandaşın ayağına gitmeyen siyasetçide. O nedenle kendimizi eleştiriyorum, gayet rahat eleştiriyorum.
Yine bizim hatalarımızdan birisi, kadının başörtüsü sorununu Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline getirdik. Sana ne kardeşim? Vatandaş işsiz, iş istiyor, çiftçinin durumu ortada, başka dertlerimiz var, üniversite öğrencilerinin işi, gücü yok her birisi bir köşede. Fakirlik var, yoksulluk var, Türkiye’nin içinde anarşi var. Bunları unuttuk, efendim kadın başörtüsü taksın mı, takmasın mı? Bu da yanlış.
Bakın, çok samimi, içten bir toplantıda düşüncelerimi ifade ediyorum. Yanlışa her zaman yanlış diyeceğiz. Ben size şunu da söyleyeyim, son 10 yılda en büyük değişimi yaşayan parti Cumhuriyet Halk Partisidir, onu da söyleyeyim. Gayet rahat söylüyorum bunu, en büyük değişimi yaşayan parti. Türkiye’de nerede bir dert varsa gidiyoruz, oy verir veya vermez hiç önemli değil, ama bu ülkede beraber yaşıyorsak, bu ülkede huzur içinde yaşayacaksak onun derdi varsa benim gidip onun derdini sormam lazım. Ya arkadaş derdin nedir, varsa çözümü beraber uğraşalım, birlikte çözmeye çalışalım. Bunları yapacağız, bunlar için mücadele edeceğiz, bunlar için yol yürüyeceğiz zaten.
Ben biliyorum, bizim buradan milletvekilimiz yok doğrudur, oyumuz da düşük onu da biliyorum, doğrudur. Ama bu bizim oturup konuşmamıza engel olmamalıdır. Benim size küsme gibi bir hakkım yok. Dolayısıyla beraber oturacağız konuşacağız, varsa sorunumuz birlikte çözeceğiz.
Muhtarlara gelince, dediğim gibi muhtarlarla ilgili çok laflar edilmiştir, güzel laflar edilmiştir. Değerli arkadaşlarım, muhtarlar demokrasinin temel taşıdır, bunu bir sefer bir köşeye yazacaksınız. Bunu niye söylüyorum? Çünkü bu topraklarda yapılan ilk seçim, 1833 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan bir muhtarlık seçimidir. Başbakanlık değil, milletvekilliği değil, cumhurbaşkanlığı değil, padişahlık değil, sadrazamlık değil; milletin oyuna başvurulup ilk yapılan seçim, 1833 yılında Cumhuriyetin kurulmasından çok daha önce, Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan bir muhtarlık seçimidir. Dolayısıyla, muhtar demokrasinin temel taşıdır. Bu ülkeye demokrasiyi ilk kez bir muhtarlık seçimiyle getirmişiz, bunu herkesin bilmesi lazım. Muhtar arkadaşlarımın da bilmesi lazım, kendi tarihlerini bilmesi lazım, biz böyle bir yerden geliyoruz diye söylenmesi gerekiyor.
İki, muhtarlar çok güçlü, 50 bin 157 muhtarımız var Türkiye genelinde, yani 50 binin üstünde muhtarımız var. 50 bin milletvekilimiz yok, 50 bin belediye başkanımız yok, 50 bin bakanımız yok ama 50 bini aşkın muhtarımız var. Hepsi de milletin oyuyla seçiliyor. Ama sizler kendi sorunlarınızı çözemiyorsunuz çünkü yeteri kadar siyaset kurumunun üzerine baskı kuramıyorsunuz. Sorun var, sorun yaşıyorsunuz, sorunu çözemiyorsunuz çünkü farklı düşünüyorsunuz, farklı mecralarda yürüyorsunuz. Oysa birlikten kuvvet doğar, birlikten güç doğar, beraber olursanız hangi siyasi parti olursa olsun sizin sorununuzu çözmeye mecbur olur.
Nedir sizin sorunlarınız onu da söyleyeyim. Bizim bu konudaki düşüncelerimiz…
Muhtar kelimesi veya muhtarlık 82 kanunda geçer. 353 maddede muhtar veya muhtarlık gibi laflar geçer. 82 kanunu ne ben bilirim, ne de siz bilirsiniz. Demek ki neye ihtiyacımız var? Önce bir Muhtarlık Temel Kanunu olması lazım. Nasıl milletvekillerinin, nasıl belediye başkanlarının, nasıl ana kent belediye başkanlarının yani büyükşehir belediye başkanlarının kanunları varsa muhtarların da bir kanunu olması lazım, 82 maddeyi bir araya getiren, mükerrerlikleri ortadan kaldıran. Muhtar da eline aldığı zaman ya bu benim kanunum, burada bütün ayrıntılar var, ben bunları göreyim, edeyim vs. görebileceği bir kanuna ihtiyacımız var. Bu kanunu biz hazırladık teklif olarak. Muhtarlara danıştık, muhtarların birden fazla kuruluşu var, derneği var, her bir derneğe de gönderdik dedik ki, bir bakın bakalım olur ya biz yanlış da düşünmüş olabiliriz, eksiğimiz de olabilir, ilaveler yapılması gerekir, bize bildirin biz bunu düzeltelim. Bu çerçevede bir çalışma yaptık. Demek ki muhtarların önce bir kendi kanunlarının olması gerekiyor.
İkincisi şu: Milletvekilleri seçilirken birleşik oy pusulası var, niye muhtarların birleşik oy pusulası yok? Yani muhtarlık üçüncü sınıf mı? Aynı vatandaş oy kullanıyor, milletvekili için aynı vatandaş, belediye başkanı için aynı vatandaş, belediye encümeni için aynı vatandaş, muhtar için de aynı vatandaş oy kullanıyor. Onların birleşik oy pusulası var sizin birleşik oy pusulanız yok. Niye yok? Şu şikayet geliyor; 5 tane muhtarın her birisinin ayrı ayrı küçük fotoğraflı isimleri olan oy pusulaları var, rakip olan geliyor dördünü alıp cebine koyuyor gidiyor, içeri giren kişi bir tek oy pusulası görüyor veya iki oy pusulası görüyor. Yıllardır bu söylenir, yıllardır ama yıllardır şikayet edilir. Niye çözmüyorlar, hangi gerekçeyle çözmüyorlar? Yani sizin için neden birleşik oy pusulası olmasın? Masraf mı olur diyorlar? Ben düşünüyorum, muhtar olarak sizin de düşünmeniz lazım, bunun olması lazım.
Başka? Şimdi özellikle mahalle muhtarları… Muhtar var doğrudur, yanında bir kişi yoktur, bir büro görevlisi yoktur. Her muhtarın mutlaka bir büro görevlisinin olması lazım onun rutin, bürokratik işlerini yapacak. İcra dosyası geliyor, mahkemelerden kararlar geliyor, başka şeyler geliyor. Bunların dağıtımını sizin sırtınıza yıkıyorlar. Bir büro görevlisinin bunu tasnif etmesi lazım. Bu aynı zamanda istihdam da yaratacak. Bize bağlı belediyelerde biz muhtarlara böyle bir büro görevlisi tahsis ediyoruz, onun işlerini yapıyor. Ama o muhtar o büro görevlisini belediye tayin ettiği için, verdiği için belediye başkanını eleştiremez. Ben eleştirirsem bu kişiyi alırlar. Yani muhtarın iradesini siz orada kısıtlıyorsunuz. Doğrusu nedir? Büro görevlisinin yasal olarak size verilmesi lazım. Dolayısıyla onun aylığı genel bütçeden veya ilgili belediyenin bütçesinden ama her hâlükârda size tahsisin yasal olması lazım ki siz yeri geldiğinde mahallenizle ilgili bir konu olduğunda çıkmalısınız belediye başkanınızı eleştirmelisiniz. Bu gayet doğaldır zaten, öbür türlü olursa sadece öveceksiniz eleştirme hakkınız yok, çünkü elinizdeki büro görevlisini alacağım. Dolayısıyla demokratik çerçeve içinde düşününce bunun da olması lazım.
Başka bir şey daha. Mahallenizdeki fakiri, mahallenizdeki yoksulu en iyi kim bilir? İki kişi bilir. Bir mahallenin muhtarı, iki mahallenin bakkalı. Üçüncü kişi yoktur ikisi bilir. Mahallenin muhtarı yoksulu biliyorsa, fakiri biliyorsa, çocuğu okula gidiyor pantolonu yok, ayakkabısı yok, montu yoksa, peki siz devlet olarak sosyal yardım yapmak istiyorsanız sosyal yardımı neden muhtarlar aracılığıyla yapmıyorsunuz? Muhtarların bir özelliği daha var. Muhtarların siyasi kimliği yok, muhtar kendi adına çıkıyor zaten ben muhtarım diyor. Hiçbir partinin amblemi yok onun oy pusulasının altında. O zaman siz sosyal yardımı yaparken A fakir ailesi, B fakir ailesi, bu CHP’li, bu AK Partili, bu MHP’li, dolayısıyla ben hangi partidenim, CHP’li, bu ikisine yapmayım. Niye? Bunlar bana oy vermedi. Olmaz, yanlış olur. Muhtar bu ayrımı yapar mı? Asla yapmaz inanıyorum. Yapmaması da gerekir. Çünkü muhtarın siyasi partisi yok ki bütün vatandaşlardan hangi partiden olursa olsun eğer güven duyuyorsa her partiden oy alır. Demek ki yapmamız gereken işlerden birisi de kamu tarafından yapılan sosyal yardımların mutlaka muhtarla birlikte yapılması lazım, mutlaka. Muhtar diyecek şunlar, şunlar yoksul ailelerdir yardım yapacaksanız bunlara yapın diye.
Başka bir şey daha var. Muhtarların da bir bütçesinin olması lazım. Biliyorum çoğu muhtar buna inanmıyor ne demek bütçesi. Bizim bütçemiz mi olur? Herkesin bütçesi var. Belediyenin bütçesi yok mu? Var. Siz de seçimle geldiniz, sizin niye bütçeniz yok? Fakir geldi şimdi akşam çocuk aç evde, muhtarın bütçesi olsa bir miktar parayı gönderir ya da iki kilo makarna alır, iki paket makarna gönderir çocukların karnı doysun diye. Bütçeyi nereden bulacağız, parayı? O da önemli bir soru, eski maliyeciyim ben, nereden bulacaksınız? Özellikle mahalle muhtarları nereden bulacak? Her mahallede binalar var mı? Var. Bu binaların sahipleri, dairelerin sahipleri emlak vergisi ödüyor mu? Ödüyor. Bunlar nereye ödüyor? Belediyeye ödüyor. Belediyeye ödenen emlak vergisinden yüzde 1 de muhtarlara verilse ne olur, muhtar bütçesi olsa ne olur? Bu çok büyük bir para değil. Ama bütçenizin olması demek bütçenizin denetlenmemesi anlamına gelmemeli. Muhtar o parayı yasada öngörülen şartlara uygun mu harcıyor, yoksa keyfince mi harcıyor onun denetlenmesi lazım. Nedir? Kul hakkı yemek hiçbirimize yakışmaz. Eğer bir bütçe tahsis edilmişse bütçenin amacına uygun olarak harcanması lazım ve bunun da denetlenmesi lazım. Muhtara da böyle bir bütçenin tahsisi gerekiyor. Kaynak? Emlak vergisinin yüzde 1’i mi olur, yüzde 2’si mi olur belediye alır onu muhtarlık bütçesi olarak oluşturur ve sizler de yaptığınız harcamaları orada gösterirsiniz, defteriniz olur, belgeniz olur her şeyi yaparsınız.
Efendim bazen mahallede oturuyorsunuz bakıyorsunuz belediye meclisi bir karar almış, sizin haberiniz yok, vatandaş gelip size soruyor nedir bu diye, diyorsunuz haberim yok. O zaman yapılması gereken ne? Şu: Sizin mahallenizle ilgili bir karar alınacaksa, o belediye meclisi toplantısına mutlaka muhtarın katılması, hem oy hakkının, hem söz hakkının olması lazım. Mahalleyle ilgili karar alıyorsunuz. Peki o mahallenin sorumlusu kim? Muhtar. Muhtarı kim seçti? Mahalle sakinleri. Karar alıyorsunuz muhtarın haberi yok. Burada bir haksızlık yok mu? Var. Burada bir gariplik yok mu? Var. Düzeltilmesi lazım bunun. Muhtar gidecek, kendi mahallesiyle ilgili karar alınıyorsa belediye başkanı onu davet edecek mahallenizle ilgili şu karar alınıyor diye. Muhtar hazırlığını yapacak, belki mahalleliye soracak, belki oturup mahalleliyle konuşacak, gedecek belediye meclisi toplantısına katılacak, kürsüde söz hakkı olacak, lehte mi konuşur, aleyhte mi konuşur, mahallenin nabzını tutacak sonra oy hakkı da olacak, oyunu da kullanacak, çıkan oya da saygı gösterecek ya da sonuca da saygı gösterecek. Bunun yapılması lazım. Bu ne demektir? Demokrasinin güçlenmesi demektir. Demokrasimizi güçlendirmek zorundayız.
Başka bir şey daha değerli arkadaşlarım. Belediye kanununun 75. maddesi var, diyor ki, “belediyeler kamu kuruluşlarıyla ortak proje yapabilirler, geliştirebilirler.” Muhtarlık kamu kuruluşu sayılmıyor. O nedenle belediyeler muhtarlarla ortak proje yapamazlar, geliştiremezler, kanunen yasak. Bundan haberiniz var mıydı? Niye yasak? Mahallenin sorununu en iyi bilen muhtar, gelirini, giderini en iyi bilen muhtar, yoksulunu, zenginini en iyi bilen muhtar. Peki nasıl oluyor da bir proje geliştiriyor diyelim muhtar belediyeyle işbirliği yapacak kanunen yasak. Bunun kalkması lazım. Belediye başkanları muhtarlarla gerekirse birlikte ortak projeler geliştirmek zorundalar.
Başka bir şey daha ifade edeyim. Türkiye Belediyeler Birliği var kanunen kurulmuş. Niye Türkiye Muhtarlar Birliği yok? Sayıysa sayınız var ve siz Türkiye Muhtarlar Birliği olmadığı için her biriniz parçalanmış ayrı köşelerdesiniz. Bir başka yerde dernek var, öbür türlü dernek var, Türkiye Konfederasyonu var, Türkiye Federasyonu var, dernekler ayrı ayrı ,birisi sağcı dernek, öbürü solcu dernek, öbürü ortacı dernek, öbürü başka bir dernek. Türkiye Muhtarlar Federasyonu olur, Muhtarlar Birliği olur, bütün muhtarlar oraya üye olur, yılın belli günlerinde toplanırlar, muhtarların sorunları varsa dile getirirler, bütçe yetersizliği olur, başka yetersizlikler olur, muhtarların özlük hakları olur. Bütün bunlar dile getirilir ve siz bir güç olarak çıkarsınız. 50 binden fazla muhtarın olduğu bir yerde muhtarın dediği olmuyorsa orada demokraside bir sorunumuz var demektir. Kendi öneminizi bilin, kendi kıymetinizi de bilin, muhtarlığın ne olduğunu bilin, gücünüzün farkına vardığınız andan itibaren Türkiye’de demokrasinin gelişmesine en büyük katkıyı yapmış olacaksınız.
Israrla dile getirdik, getirdik, getirdik, sonra aylık bağlandı, herkesin aylığı vardı sizin yoktu. Niye yok yani? Bu sorunları da ısrarla dile getireceğim tamamı gerçekleşinceye kadar. Oy verirsiniz vermezsiniz o ayrı bir şey. Ama ben bir hakkı teslim etmek zorundayım. Neden? Demokrasiye inandığım için. Demokrasi hepimiz için geçerli. Biz bunu yapmak zorundayız. Beraber yapmak zorundayız, birlikte mücadele etmek zorundayız. Siz bu hakları isterken birisine bir şey söylüyor musunuz? Hayır. En büyük gücünüz ne? En büyük gücünüz halkın size oy vermesi ve sizin seçimle gelmeniz. En büyük güç budur. Birisi atama yapmadı. Gidiyorsunuz vatandaşın oyuna başvuruyorsunuz vatandaş size oy veriyor geliyorsunuz oturuyorsunuz. Sizin doğru dürüst oturacak yeriniz de yok, oturacak yeriniz yok arkadaşlar. Biz kendi belediye başkanlarımıza söylüyoruz; muhtarlar için özel yerler yapın, özel binalar yapın, ofis gibi bir yer olsun. Yapılıyor bunlar. Ama arkadaşlar bu bizim belediyelerin yaptığı bir şey. Normalde bunu Türkiye genelinde muhtarların olduğu bütün yerlerde muhtar binasının olması lazım. Hükümet konağı var mı var, belediye binası var mı var, belde belediye binası var mı var. Muhtarın yeri yok. Muhtar seçilmezse alıyor tası tarağı götürüyor, yeni muhtar geliyor oturacak yeri yok. Seçimle geldi bu insan niye oturacak yeri yok? Buna güzel bir yer yapılamaz mı? Üstelik mimarisi öyle yapılmalı ki küçük, mütevazı bir şey yapılmalı, Türkiye’nin neresine giderseniz gidin o mütevazı binayı gören herkes demeli ki bu muhtarlığın yeridir. Böyle bir şey olmalı. Bunu siz talep etmelisiniz, biz de buna evet demeliyiz. Ama dediğim gibi çok parçalı bir yapı olduğundan, muhtarlık kurumu çok fazla dağınık bir yapı olduğundan ortak sorunlarınızı çoğu kez dillendiremiyorsunuz. Dillendirseniz de yeteri kadar Ankara’ya ulaşmıyor bunlar. O nedenle biz oturduk dedik ki, o zaman biz dillendirelim. Bu sorunların bir şekliyle çözülmesi lazım.
Değerli arkadaşlarım, muhtar olarak tabi sadece bunlarla değil, muhtar olarak Türkiye’nin sorunlarıyla da şöyle veya böyle ilgilenmek zorundasınız. Ben size bazı rakamlar vereceğim Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili. Kişi başına aylık geliri 673 liranın altında olan kişi sayısı kaç? Devletin resmi rakamı, 8 milyon 647 bin 283 kişi. Muhtar olarak düşünün, 8 milyon 600 bin kişi 673 lirayla geçinir mi? 2 bin liranın altında emekli aylığı 6 milyon 850 bin 513 kişi. 2 bin liranın altında yani açlık sınırının altında emekli aylığı alanların sayısı. Ayda bin liranın altında dul ve yetim aylığı alanların sayısı 847 bin 643 kişi. Dul ve yetim bin liranın altında 647 bin kişi bununla geçinecek. 2019’un ilk 9 ayında bakanın bütçede verdiği rakam, elektrik borcunu ödeyemediği için elektriği kesilen hane sayısı 3 milyon 365 bin 784 kişi. Hane yani. Nasıl geçinecekler bu aileler elektrik borcunu ödeyemiyorlar. Aynı dönemde doğalgazı kesilen hane sayısı 710 bin 364 hane.
Değerli arkadaşlarım, kişi başına gelir diyoruz ki 10 bin dolar, 12 bin dolar oldu. Ben 10 bin dolardan vazgeçiyorum, bu saydıklarımın kişi başına geliri bin dolar bile değil, 2 bin dolar bile değil, 3 bin dolar da değil, 5 bin dolar da değil. 10 bin dolar zaten hiç yok. Sizin aranızda kişi başına geliri 10 bin dolar olan kişi yok, ben öyle tahmin ediyorum. Muhtarların aylığını biliyorum. O zaman şu soruyu soracağız kendimize: 10 bin doların hesabı nasıl yapılıyor? Hesabı şöyle yapılıyor, hepsini topluyorlar geliri, kaç kişi var bölüyorlar diyorlar 10 bin dolar. Benim diyelim yıllık gelirim 50 bin dolar, sizinki 10 bin dolar, ediyor 60 bin dolar, bölüyoruz ikiye ikimizin geliri ortalama 30 bin dolar diyoruz. Yok, orası alıyor 10 bin, ben alıyorum 50 bin dolar. Yani gelir dağılımında bir bozukluğumuz var.
Gelir dağılımındaki bozukluğu gidermek için ne yapmamız lazım? Üretim yapmanız lazım hayatın her alanında. Çalışmanız ve alın teri dökmeniz lazım. Üretim kadar değerli bir şey yoktur, emek kadar değerli bir şey yoktur, alın teri kadar değerli bir şey yoktur.
Bir örnek vereyim. Tarım dünyanın bütün ülkelerinde stratejik sektördür. İster Kanada, ister Güney Kore, ister Japonya, ister Papua Yeni Gine, ister Senegal, nereyi alırsanız tarım dünyanın her tarafında stratejik sektördür. Neden? Siz araba almayabilirsiniz, araba almazsanız da bir şey olmaz, arabasız 10 yıl geçirebilirsiniz ama karnınızı sabah, öğle, akşam doyurmak zorundasınız. Hadi siz doyurmadınız, çocukların karnını doyurmak zorundasınız. Yani yemek yemek zorundayız. Nereden yapacak? Araba yiyerek olmayacak bu. Yemek yememiz lazım, ekmek tüketmemiz lazım, makarna tüketmemiz lazım, pırasadan, nohuttan, barbunyadan tutun her şeye kadar. Bunları nasıl yapacağız? Üreterek yapacağız. Ben size 5 yıl önce gelip böyle bir toplantı yapıp deseydim ki, Türkiye yakında saman ithal edecek, siz hepiniz bana gülerdiniz. Derdiniz ki; amma da uçtu şu Kılıçdaroğlu, saman mı ithal edilir, Türkiye’nin her tarafında ekiyoruz. Ama şimdi saman ithal ediyoruz, canlı hayvan ithal ediyoruz, et ithal ediyoruz. Yozgat var yakınınızda, Yozgat’ın kokulu mercimeğini bilir misiniz, dünya çapında bir markadır, dışarıdan mercimek ithal ediyoruz. Pamuk ithal ediyoruz, un ithal ediyoruz, buğday ithal ediyoruz, arpa ithal ediyoruz. Toprağımız mı yok? En çarpıcı örneği Hollanda’dır. Hollanda Konya’dan küçüktür coğrafya olarak. Hollanda’nın yıllık tarım ürünü ihracatı 180 milyar doları aşar. Konya’dan küçük bir devlet aşıyor. Teknolojisi de gelişmiş. Devasa Konya’yı bıraktım, devasa Türkiye’nin yıllık tarım ürünü ihracatı 18 milyar dolar, ithalatımız daha fazla. Şu soruyu soracağız hepimiz: Toprağımız mı yok daha fazla? İnsanımız mı yok daha fazla? Güneşimiz mi yok daha fazla? Suyumuz mu yok daha fazla? Çalışmak isteyen gençlerimiz mi yok daha fazla? Nasıl oluyor da biz ekmiyoruz da Hollanda’dan ürün alıyoruz?
Peki bunu yapan kim? Bu sonucun ortaya çıkmasını sağlayan kim? Muhtarlar değil devleti yönetenler. Devlet nasıl yönetilir? Bu da çok önemli bir soru. Devlet lafla yönetilmez. Devletin yönetiminde liyakat esastır. Adalet… Devletin dini nedir? Devletin dini adalettir, adaleti sağladığınız anda zaten liyakati de sağlıyorsunuz. Liyakat nedir? İşi ehline teslim etmektir. İşi ehline vereceksiniz. O işi en iyi kim yapıyorsa ona teslim edeceksiniz. O zaman devlet yönetiminde farklı bir tablo çıkar. Hollanda niye kazanıyor? Şunun için kazanıyor, her şeyi planlamış; sen buğday ekeceksin diyor, sen lale ekeceksin, sen karanfil ekeceksin, sen soya ekeceksin, sen şunu ekeceksin. Bir yıl sonra kaça alacağımı da biliyorsunuz. Hiç kimse zarar etmiyor, herkes ekiyor ve herkes kazanıyor. Biz de bakıyoruz bu sene soğan fiyatları çok yüksek hep beraber soğan ekiyoruz, ertesi yıl oluyor, hep beraber iflas ediyoruz niçin? Planlama yok. Niye yok planlama? Eskiden bir Devlet Planlama Teşkilatı vardı değil mi? Rahmetli Özal da Devlet Planlama Teşkilatından çıkmıştı. Şimdi Devlet Planlama Teşkilatını kapattılar. Kim plan yapacak? Elin oğlu sadece bir yıl sonrasını değil 50 yıl sonrasını, 100 yıl sonrasını planlıyor. 100 yıl sonra dünya ne olacak, 50 yıl sonra dünya ne olacak? Biz peki? Yarın sabah ne olacak? Oturup düşünmemiz lazım. Siyaset kurumu bütün bunları düşünecek. Nasıl? Siyaset kurumu şöyle yapacak; devlette liyakatli insanlar olacak, o insanlar gelecekler siyaset kurumuna diyecekler ki, Türkiye Cumhuriyetinin buna ihtiyacı var, şuna ihtiyacı var, bunu yapacaksınız, şunu yapacaksınız. Cumhuriyetin ilk yıllarında ne yaptık? Bol miktarda demiryolu yaptık. Niçin? “Demirağlarla ördük Türkiye’yi” diye türkülerimiz, şarkılarımız bile oldu. Elaleme muhtaç olmamak için. Güzel yollar yaptık, güzel. Bize büyük paralar da verdiler yol yapın diye, o da güzel. Niçin. Onlar arabalarını satacaklar, arabalarını almamız için yol lazım. Hiç böyle düşündük mü? Hayır düşünmedik. Sizin bir demiryolu sorununuz var yıllar yılı çözülmüyor. Niye çözülmüyor? Çözülmesi lazım. Öyle çok büyük paralar da değil bu demiryolunu yapmak. Bütün mesele planlamadan geçiyor. Planlarsak bunlar olur.
Bir başka önemli nokta daha var. Devlette liyakat, devlette adalet ve bir devletin ürettiğini satması gerekiyor daha hızlı büyümesi için. Şu gerçeği de söyleyeyim size, Türkiye’de Anadol marka otomobilimiz vardı. Devrim’den bahsetmiyorum, seri üretim yapan Anadol marka otomobilimiz vardı. Biz Anadol’u ürettiğimizde Güney Kore’nin otomobili yoktu, onlar daha henüz üretmemişlerdi. Bugün Güney Kore’nin dünya çapında birden fazla markası var, her yere satıyor, biz yeni yeni acaba otomobil yapar mıyız, yapamaz mıyız onun hesabını yapıyoruz. Niye geri kaldık, hangi gerekçeyle geri kaldık düşünmek zorundayız. Sandığa giderken de düşünmek zorundayız. Benim siyasetten beklediğim hiçbir şey yok. Siyasete girdiğim gün malvarlığımı aldım kendi internet siteme koydum, karımın yüzüğünden tutun evimdeki tablolara kadar. Verilmeyecek hesabım yok ki. Her şeyi alnımın teriyle kazanmışım, herkesin zengin olmasını isterim, herkesin mutlu olmasını isterim, herkesin huzurlu olmasını isterim, her evde bereket olmasını isterim. Bütün bunlar benim en büyük arzum. Niye olmasın, elin oğlu büyüyor, kalkınıyor da niye biz büyümüyoruz ve kalkınmıyoruz? Bunu yapmamız lazım. Bunu yapmanın yolu üreteceksiniz demokrasiyle beraber ve malınızı satacaksınız, kaliteli mal üreteceksiniz. Kaliteli mal üretmek ne demektir? Elin oğlu cep telefonu yapıyor, hepimiz kullanıyoruz, bir çanta cep telefonu getiriyor biz 5 tır makine halısı gönderiyoruz, o bizden daha fazla kazanıyor. Demek ki, sanayideki değişime de ayak uyduracaksınız. Katma değeri yüksek ürün üreteceksiniz, sanayinizi buna göre teşvik edeceksiniz, sanayinizi buna göre yönlendireceksiniz. Buna göre yönlendireceksiniz ki beklediğiniz sonuçları alabilesiniz.
Ve bizim dış politikayı barış eksenli yapmamız lazım. Suriye’ye müdahale edildiğinde karşı çıktım, en ağır eleştirileri aldım neden Suriye’ye karşı çıktın diye. Suriye politikasından bizim ne kârımız oldu, bir Allah’ın kulu çıkıp bana anlatsın ne kârımız oldu? 6 milyon 300 bin Suriyeli geldi, 40 milyar dolar para harcadık. Şimdi İdlib’den yeni kardeşlerimiz gelecek onların sayıları da 1 milyon. Bizim ne faydamız oldu? İtiraz ettim, doğru bulmadım bunu, Suriyelileri kendi ülkelerine göndermemiz lazım dedim ona da kızdılar, vay efendim sen nasıl böyle dersin. Kardeşim; ya benim vatandaşım işsiz, iş bulamıyor, perişan vaziyette, hadi 1 milyon olsa kabul edelim, 100 bin olsa kabul edelim, 6 milyon 300 bin. Bu resmi rakam, aslında daha fazla. Ne olacak peki bu ülkenin hali, nereye gidecek bu ülke? Göçmen sayısı çok fazla, Afganistan’dan gelen var, diğer yerlerden, dünyanın her tarafından, özellikle Ortadoğu coğrafyasından Türkiye’ye geliyorlar, fırsat bulsa buradan gidecekler başka bir yere. Böyle bir sorunumuz var ve bunu da aşmak zorundayız. Ben aynı düşüncelerimi koruyorum, Suriye’de Beşar Esad’la süratle görüşeceksiniz diyorum. Süratle görüşün, şartlarınızı da koyun. Benim sınırıma askerini yığacaksın, oradan bir tek terörist benim toprağıma gelmeyecek, gelirse ben gereğini yaparım. Oturup anlaşma yapacağız. Eğer siz bunları sağlıyorsanız bir sonuç elde edersiniz, aksi halde bu kadar Suriyeliyle ne yapacaksınız, nasıl besleyeceksiniz? Nüfus yapımız değişti zaten.
Libya konusunda da düşüncelerimi söyledim. Asker göndermek yanlış. Libya’da bakın değerli arkadaşlarım, egemen güçler yani dünyaya hükmetmek isteyen güçler ateşi elleriyle tutmazlar maşa kullanırlar ateşi tutmak için. Esad’a kızdılar, bizi maşa olarak kullandılar. Şimdi Libya’da kavga ediyorlar, orada da ateşi siz tutun diyorlar. Niye biz tutalım arkadaş? Birleşmiş Milletler var mı, var. Onların barış gücü var mı, var. O barış gücü gitsin iki tarafı barıştırsın. Ben de söyledim, “Hafter tarafı var, Ulusal Mutabakat Hükümeti var, kardeşim Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugüne kadar hep yukarıda durmuştur, Ortadoğu’da birisinin bir derdi olduğu zaman gelip Türkiye’nin kapısını çalmıştır ya bizim böyle bir derdimiz var bu sorunu nasıl çözeceğiz diye. Yani Türkiye böyle bir fonksiyon üstlenmişti bugüne kadar. Dolayısıyla hiç kimse bize düşman değildi, herkes Türkiye’yi saygıyla karşılardı. Bizim söyleyeceğimiz sözün bölgede de bir ağırlığı vardı. Şimdi biz düşman olduk. Yarın taraflardan birisi kazansa öbür taraf düşman olacak. Öbür taraf kazansa öbür taraf bize düşman olacak. Niye düşman kazanalım dost kazanmak varken? Barış gücü olsun” dedim, kızdılar vay efendim nasıl bunu söylersin? Efendim Hafter tarafı neymiş, Hafter tarafını Birleşmiş Milletler tanımıyormuş, teröristmiş onlar. Tanır veya tanımaz ama sen Birleşmiş Milletleri davet et burada Müslüman kanı akmasın. Ortadoğu’da Müslüman kanı akıyor arkadaşlar. Birbirlerini öldürenler Müslümanlar. Ellerine silahı verenler de bir tarafa Amerika, bir tarafa Rusya veriyor silahı. Buyurun beyler birbirinizi öldürün... Biz de teşne oluyoruz buna. Ben de diyorum ki, buna teşne olmayın arkadaşlar, niye Müslüman kanı akıyor, hangi gerekçeyle akıyor, engel olmamız lazım buna, iki tarafı getir kardeşim iki tarafı buluştur. Kıyamet kopardılar, Putin geldi Putin’in dediğini yaptılar. Peki bizim dış politikamızı kim belirliyor? Dışişleri Bakanlığı mı? Yok. Saray mı? O da yok. Kim belirliyor? Putin belirliyor. Suriye’de Putin mi belirliyor? Evet. Beşar Esad’la nerede görüşüldü? Rusya’da. Sen devletsin senin iraden yok mu arkadaş? İlla Rusya mı istediği zaman gidip görüşeceksin? Hafter’le görüşün dedik, Libya’yı barıştırın birbirlerini öldürmesinler bu insanlar. Vay efendim onlar terörist. Gittiler Rusya’ya Hafter’le görüştüler. Kim dedi? Putin dedi. Politikayı belirleyen kim? Putin. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dış politika belirleyemiyor. Böyle miydi Türkiye? Türkiye’nin dünyada bir ağırlığı vardı. Bunu söylediğim için sürekli her türlü kızmalar, hakaretler geliyor. Ama ben emin olun doğruları söylüyorum. İnsan kanı akmasın istiyorum, bölgede huzur olsun diyorum. Komşuda yangın varsa kime sıçrar? Evinize sıçrar arkadaşlar. Suriye’de yangın bize sıçradı. Dışişleri Bakanına sordum,” Libya’da çatışmalar büyük boyutlara ulaşırsa Türkiye’ye göç olur mu?” “Evet olur” dedi. Suriye yetmedi, bir de Libya’dan gelecekler şimdi.
Hepimizin oturup düşünmesi lazım. Türkiye bütün bu sorunlarını aşabilir. Öyle çok uzun bir sürede de değil 5 yıl içinde Türkiye’nin çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Biz Suriye’nin yeniden onarımını, Libya’daki bütün sorunları çözmeyi, Mısır’la tekrar barışmayı, kardeş olmayı ve Mısır’la ortak kültürümüzü, tarihimizi geliştirmeyi, bütün bunların hepsini yapabiliriz, niye yapmayalım. Mısır’da Sisi darbe yaptı karşı çıktık biz. Türkiye’de herkes karşı çıktı çünkü darbelerden biz büyük acılar çeken bir toplumuz. Siyasi idam yapacaklardı, iki milletvekilimizi, iki eski büyükelçiyi Mısır’a gönderdim, Faruk Loğoğlu’yla Osman Korutürk’ü. Dedim gidin Mısır’a Mısır’da devlet yetkilileriyle görüşün, deyin ki siyasi idamlar doğru değildir. Siyasi idamlar bir toplumun tarihinde derin travmalar yaratmıştır. Vicdanında da derin travmalar yaratmıştır. Biz zamanında Türkiye Cumhuriyeti olarak bir sürü siyasi idam yaptık, o idam ettiğimiz adamlar adına şimdi üniversiteler kuruyoruz, havaalanları kuruyoruz. Dolayısıyla siyasi idamdan vazgeçin dedik. Bakın bunu yapması gereken hükümet aslında ama biz yapıyoruz, neden? Bizim de sorumluluğumuz var, biz de bunu yapmak zorundayız.
Muhtarlardan nereye geldik? Muhtarlardan Türkiye’nin sorunlarına geldik. Hepsi çözülür. Dört aşamalı bir stratejiyle çözülmeyecek hiçbir şey yoktur.
Birincisi şudur; demokrasi, hukukun üstünlüğü, din, vicdan özgürlüğü. Bütün bunların hepsinin olması lazım. Yani Güney Kore’de, AB’de, Kanada’da, Japonya’da hangi demokratik standartlar varsa birinci sınıf demokrasi aynısının bizim ülkemizde de olması lazım. Birinci kuralımız budur.
İkinci kuralımız üretmektir. Türkiye’nin üretmesi lazım, her alanda üretmesi lazım.
Üçüncü kuralımız, güçlü bir sosyal devlettir. Hiç kimsenin aç ve açıkta kalmadığı bir Türkiye. Birileri çok zenginleşebilir, bir taraftan da fakirlik olur, o memlekette huzur olmaz, huzur olması için hiçbir çocuğun yatağa aç girmediği bir Türkiye’yi inşa etmemiz lazım.
Stratejimizin dördüncü ayağı da bunun sürdürülebilirliğidir. Yani demokrasi dünyada hep gelişiyor biz de geliştireceğiz. Üretim ve üretim alanları, üretim stratejileri değişiyor biz de değiştireceğiz. Dünyadaki değişime ayak uyduracağız. Sosyal devlet anlayışı sürekli gelişiyor biz de geliştireceğiz.
Bütün bunları yaptığımız zaman çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur. Bunları yapmanın temel noktası;
Bir, siyasetçinin buna inanması,
İki, devlette liyakatin olması.
Hiç kimse her şeyi ben bilirim demez, diyemez de zaten. Ama bir kişi çıkıp her şeyi ben bilirim diyorsa o memleketin sonu felakettir. Ben ameliyathaneye girip de sen üniversiteyi bitirdin ya şu apandisit ameliyatını yap derlerse derim ki ben bunu yapamam. Niye? Ben doktor değilim. Efendim doktor değilsin ama şu binayı yaptık statik hesabını yap betonarme hesabını. Ben bilemem. Neden? Ben mühendis değilim. Dünyada gelişmenin yeni bir tanımı çıktı, yeni bir tanımı var. Hangi ülke gelişmiş ülkedir? Bir cümle. Küçük ayrıntılarda işbölümüne giden ülke gelişmiş ülkedir. Eskiden doktor diyorduk şimdi hangi doktor diyoruz, genel cerrah mı, çocuk cerrahı mı, el cerrahı mı, göz doktoru mu, kulak burun boğaz mı, kadın doğum mu, hangi doktor? Ayrıntılarda iş bölümüne giden. Çiftçi hangi çiftçi, ne ekiyor? Mühendis hangi mühendis, inşaat mühendisi mi, çevre mühendisi mi, jeoloji mühendisi mi? Bir sürü mühendislik dalları var ve dünya geliştikçe yeni alanlar çıkıyor. Küçük ayrıntılarda iş bölümüne giden devlet gelişmiş devlettir. Biz bunu önce yapacağız. Ve siyasetçi de buna inanacak. O zaman emin olun Türkiye büyür.
Türkiye’nin çözülmeyecek hiçbir sorunu yok. Her alanın ahlakı kuralları vardır. Esnafın Ahi Evran kuralları vardır. Avukat yemin eder, devlet memuru yemin eder kurallara uyacağım diye. Hakimi yemin eder kurallara uyacağım diye. Esnafın, sanatkarın vardır. Ahlakı kuralları olmayan Türkiye’de tek bir alan var o da siyaset. Siyasetin de ahlaki kurallarının olması lazım. Siyasetçinin de temiz ve ahlaklı olması lazım. Onu yaptığımız zaman zaten Türkiye’yi büyütmüş oluruz. Nasıl olacak bu? Bunun birinci yolu siyasetçinin hesap vermesidir. Hepiniz vergi ödüyorsunuz ve siyasetçi bunun hesabını verecek. Temiz siyaseti bulalım emin olun çözülmeyecek sorunumuz yok.
Hepinize en içten selamlar, saygılar sunuyorum, sağ olun, var olun diyorum.
29.11.2024
29.11.2024
29.11.2024
29.11.2024