08.12.2011
08.12.2011
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, bütçeler, sadece bizim ülkemiz için değil, bütün ülkeler için, demokrasisi gelişmiş olsun olmasın, önemli belgelerdir. Bütçeler üzerinde, hükûmet, muhalefetin gözüyle eleştiriyi görür ve o çerçevede olayları irdeler, eleştirilere yanıt verir, muhalefetin olayları nasıl gördüğünü, bizzat onları dinleyerek gözden geçirir.
Kuşkusuz, bu bütçede Sayın Başbakanımızın burada olmasını ve eleştirilerimizi dinlemesini isterdik. Kendisinin rahatsızlığı nedeniyle kendisine Allah’tan şifalar diliyorum. Umarım bir an önce sağlığına kavuşur, Parlamentodaki, Başbakanlıktaki görevine devam eder. Kendisini telefonla aradım, şifa dileklerimi, geçmiş olsun dileklerimi aktardım. Bu vesileyle bir kez daha aktarmayı bir görev sayıyorum.
Değerli arkadaşlarım, bütçelerin önemli olduğunu söyledik. Bütçelerin önemi, toplanan vergilerin nerelere, nasıl harcandığının Parlamentonun iradesi olarak ortaya çıkmış olmasından kaynaklanıyor. Eğer bu ülkede yaşayan her yurttaş doğduğu andan itibaren vergi ödüyorsa, ödedikleri vergilerin nereye harcandığını görmek, bilmek ve hesabını sormak durumundadır. Demokrasinin varlık nedeni, özgürlüklerin varlık nedeni, ortaya çıkış nedeni, ödenen vergilerin hesaplarının sorulmasından kaynaklanıyor.
Ve bir başka önemli nokta, her ülkenin anayasasında, normal yasaların yapım sürecinden ayrı olarak, bütçelerin yapımıyla ilgili olarak da özel hükümler var. Bizde de özel hükümler var, özel düzenleme var, özel bir takvim var, hükûmetin hangi tarihte Parlamentoya bütçeyi sevk edeceği yazılıdır, nasıl görüşüleceği var ve dolayısıyla bütçe yasası önemli bir yasadır.
Önemli kılan bir başka nokta daha var: Bütçenin hazırlanma prosedürüdür. Diğer yasalardan farklı olarak, bütün bakanlıkları, bağımsız kuruluşları, kamunun bütün kuruluşlarını bu sürece dâhil eder ve bütçe hazırlanırken, görüşülürken bütün bu süreçler değerlendirilir.
Bu dönem Parlamentoya gelen arkadaşlarımı bilmiyorum ama geçen dönem gelen arkadaşlarıma bir şey söylemiştim. “5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu” dediğimiz bir kanun var, buna “mali anayasa” denir. Bu Yasa, geçen yasama döneminde Parlamentoda âdeta oy birliğiyle çıktı çünkü ülkenin yeni bir mali yapılanmaya ihtiyacı vardı ve bu Yasa’ya göre Orta Vadeli Program mayıs sonunda açıklanmak zorundadır, Orta Vadeli Mali Plan da en geç 15 Haziranda açıklanmak zorundadır ki bütçeler sağlıklı yapılabilsin.
Şimdi bir hükûmet düşünün, bütçeye önem verdiğini söylüyor; güzel. Bütçeye önem vermek ne demektir? Bu Parlamentonun çıkardığı yasalara uymak demektir. Eğer bir hükûmet parlamentonun çıkardığı yasalara uymuyorsa, Allah aşkına vatandaştan nasıl bekleyeceğiz yasalara uymasını? Örnek vereceğim size: Orta Vadeli Program Yasa’nın öngördüğü süreden tam yüz otuz beş gün sonra, Orta Vadeli Mali Plan tam yüz yirmi gün sonra, Bütçe Çağrısı ve Bütçe Hazırlama Rehberi ile Yatırım Genelgesi ve eki, Yatırım Programı tam yüz beş gün sonra 13 Ekim 2011 tarihinde hepsi birleştirildi ve Resmî Gazete’de yayınlandı. Uzun yıllar Maliye Bakanlığında çalışmış bir kişi olarak bütçelerin nasıl hazırlandığını biliriz, gelen yazılar vardır, o yazılara göre hazırlıklar yapılır. Düşünün, kendi çıkardığınız yasalara uymuyorsunuz, bir günde hepsini yayınlıyorsunuz, ayın 13’ünde ve ayın 17’sinde de bütçe hazırmış gibi Parlamentoya sevk ediyorsunuz. Kime, nasıl güveneceğiz ve bu bütçenin samimiyetini nasıl göreceğiz? Eğer bir Hükûmet Orta Vadeli Mali Plan’ı, programı zamanında yayınlamazsa biz bu bütçenin samimiyetinden nasıl emin olacağız? O nedenle, Hükûmet, kendi çıkardığı yasalara uymama konusunda bir rekor kırmıştır; ne kadar övünse yeridir. Ama bu, Türkiye’de hukuk tarihinin bir ayıbı olarak bir köşeye yazılmak durumundadır.
Ekonomi yönetiminde bir kaos var arkadaşlar ve çok başlılık var. Bakınız, ben size çok başlılıktan örnek vereyim: Ekonomi Bakanlığı var, Kalkınma Bakanlığı var, Hazineden sorumlu Başbakan Yardımcılığı var, Maliye Bakanlığı var; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı var, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı var.
Çok başlılık sadece bunlarla sınırlı değil, söylemlere de yansıyor. Örnek vereceğim size, ekonomik kriz konusunda örnek vereceğim: Sayın Başbakan, Türkiye İhracatçılar Meclisinde bir konuşma yaptı ve orada krizle ilgili olarak da “Geçin bunları, arkadaşlar geçin bunları. Türkiye şu anda sağlam zeminde yürüyor, krizle mırizle bizim bir işimiz yok.” dedi. Başbakan, kendi görüşü, söylüyor; 26 Haziran. Sonra AKP’nin Sayın Genel Başkan Yardımcısı televizyona çıkıyor ve şu açıklamayı yapıyor: “Ekonomik kriz yolda, fazla para harcamayın.” Kime inanacağız; Başbakana mı, Genel Başkan Yardımcısına mı? Sonra bir başka Bakan çıkıyor, Sayın Çağlayan “Vatandaşa ‘harcamayın’ yönünde bir telkinimiz yok.” diyor. Kime inanacağız? Birisi “Harcamayın” diyor, öbürü “‘Harcamayın’ deme yönünde bir telkinimiz yok.” diyor. Ve yine Sayın Başbakan Hükûmet programını sunarken burada “Ekonomi soğutulmaya devam edecek.” diyordu, yani önlem alıyoruz, ekonomiyi soğutmaya devam ediyoruz. Ee, demek ki “Krizle mırizle ilişkimiz yok.” demek doğru bir söylem değil. Ve Sayın Babacan “İlgili kurumlara üç ay önce talimat verdik, bütün kötü senaryolara hazır olmalarını istedik.” diyor. Ve Sayın Başbakan “Dalgalı kur rejimi devam edecek” diyor. Sayın Çağlayan “Cari açığın problem olmasının en önemli nedenlerinden birisi Türk lirasının aşırı değerli olmasıdır” diyor, yani karşı çıkıyor. “Dalgalı kur bizim programımızın önemli vazgeçilmez unsurlarından birisi” diyor birisi. Bir başka bakan çıkıyor “Cari açığı sıkı para politikası uygulayarak çözeceğiz.” diyor. Bir başka bakan çıkıyor “Cari açık Türkiye için bir tehlike oluşturmuyor.” diyor. Bu çok başlılık sağlıklı kararların alınmasını engelliyor.
Değerli arkadaşlarım, bütçeyi niye çıkarırız? Topladığımız vergilerle sağlıklı ve düzgün bir ekonomi, üretimi sağlayan bir ekonomi, istihdamı geliştiren bir ekonomi için bütçeyi çıkarırız. Bütçenin varlığı, mutlu bir toplum yaratmaktır, kendi içinde barışık bir toplum yaratmaktır, herkesin kazandığı, toplumun ürettiği, evine helal ekmek götürdüğü bir toplumu yaratmaktır.
İşsizlik rekorundan söz edeceğim size, AKP’nin işsizlik rekoru. 1980’le 2002 arasında işsizlik oranı yüzde 8,3; 2003-2011 arasında yüzde 11. Şimdi, bir başarı öyküsü anlatılacaksa, o başarı öyküsünün arkasında işsiz sayısının azaltılması yatar. İşsizlik azalacak ki, biz diyelim ki; evet, önemli bir başarı elde ettiler, işsizlik azaldı mesele bitti. Dokuz yıl iktidar, dokuz yıldır kronik bir sürece dönmüş işsizlik, bu çözülecek bir şey değil, böyle giderse tabii. Bu anlayışla işsizlik çözülemez değerli arkadaşlarım.
Bakın şimdi, Kalkınma Bakanlığının verilerine bakalım: Değerli arkadaşlarım, 8,3 az önce söyledim, işsizlik oranı 8,3. Azalmıyor, 2,8 puan artıyor ve 11’e çıkıyor.
Değerli arkadaşlarım, dünya sıralaması, ülkeler sıralamasına baktığınızda, işsizlikte on dört basamak gerilemişiz. On dört ülke bizim önümüze geçmiş, biz daha da geriye düşmüşüz ve işsizliğin getirdiği bir başka vahim tablo var: Kadın adım adım çalışma yaşamının dışına itiliyor. Tarlada kocasıyla beraber çalışan bir kadın, üretimin içinde olan bir kadın kente geldiği zaman çalışmak istiyor ama iş alanı yok. Kadın adım adım çalışma alanının dışına çıkarılıyor.
2010 OECD verilerine bakıyoruz, 100 kadından 62’si çalışıyor, bizim ülkemizde 100 kadından ancak 30’u çalışabiliyor. 34 ülke içerisinde sondan 1’inciyiz. Kadının çalışmadığı, üretmediği, üretim zincirinin içinde hakkı olan yeri almadığı bir sistemde siz mutlu, barışık bir toplum yaratabilir misiniz? Kadının çalışmaya hakkı yok mudur? Onun da çalışması gerekir.
Bu nereye yansıyor değerli arkadaşlarım? AKP’nin bir başka rekoru daha var: Toplumun moral değerlerini tahrip rekoru. Kadın cinayetlerinde olağanüstü artış var. Bütün kadın milletvekili arkadaşlarımdan rica ediyorum, Adalet Bakanlığına sorsunlar, son dokuz yılda kadın cinayetlerinde görülen rakam gerçekten de bu toplum için ayıplı bir rakamdır. Kadına yönelik şiddet yüzde 1.400 arttı. Bu nasıl bir bütçe, bu nasıl bir ekonomi politikası, bu nasıl bir sosyal politikadır ki kadına yönelik şiddet yüzde 1.400 artıyor? Her şey para demek değildir, her şeyi para gözlüğüyle görürseniz sorunu çözemezsiniz. İnsan unsurunu ekonominin odağına almayan bir ekonomi başarılı bir ekonomi değildir. Eğer bir toplumda kadına yönelik şiddet bu kadar artıyorsa bunun altındaki ekonomik, sosyal, psikolojik göstergelere bakmak gerekiyor.
Değerli arkadaşlarım, sorun sadece de bununla sınırlı olsa gene neyse, AKP’nin bir başka rekoru daha var: Genç işsizlerde rekor. İnsanlar belli bir yaşa geldikten sonra çalışmak isterler, anne ve babasının eline bakmak istemez, üniversite bitirmiştir, çalışmak ister. Geldiğimiz nokta: Her 100 gençten 22’si işsiz. Hani sizin ekonominiz çok başarılıydı hani Türkiye büyük patlamalar gösteriyordu büyümede? Nasıl oluyor da her 100 gençten 22’si işsiz oluyor? Bu bir rekor değerli arkadaşlarım.
Bakın şimdi, bu Hükûmet 2011 yılında şöyle bir açıklama yaptı: “2011’de 1 milyon 331 bin kişiye iş alanı yarattık.” dedi. Güzel, bir yılda 1 milyon 311 bin kişiye istihdam yarattık… Plan açıkladılar ya, oraya bakıyoruz, önümüzdeki üç yılda yaratacakları istihdam 1 milyon 339 bin. Önümüzdeki yıldan itibaren ciddi bir işsizlik tablosunu Hükûmet de kabul ediyor. Ve şunu söylüyor Hükûmet: “İşsizlik benim derdim değil.” diyor, “Millet işsiz kalabilir.” diyor. İşsizlik konusunda bu, Hükûmetin havlu atması demektir.
Sadece bununla da kalsa gene iyi AKP’nin rekorları. Dış borç rekoruna gelelim. Büyüyoruz büyüyoruz da nasıl büyüyoruz, o tabloyu bir görelim. Bütün cumhuriyet tarihi boyunca aldığımız borç miktarı 129,6 milyar dolardır. Son sekiz buçukta aldığımız borç 180 milyar dolar. Elin parasıyla büyüme, elin parasıyla kalkınma. Üretmiyorsun, borç alarak büyüyorsun. Bir gün bunları ödeyeceksin, sırası gelecek ödeyeceksin, senden isteyecekler. Yurt dışı borçlanma böyle. Yurttaşa borçlanmaya gelelim, orada da bir başka rekoru var: 2002, her doğan çocuk 1.963 lira borçla doğuyordu, 1.963 lira. 2011, her doğan çocuk 4.187 dolarla doğuyor. Buna siz “Bir başarı öyküsüdür.” diyebilir misiniz?
Şimdi, Hükûmetin en büyük telaşı “Kriz geliyor, sıcak para ya kaçarsa!” Bütün ekonomi politikasının odaklandığı nokta sıcak parayı yurt dışından gelip burada tutmaktır çünkü hiçbir şey yok, doğru dürüst tasarruf da yok. Öyle “Yatırımlar falan yapıyoruz…” Bunlar da gerçekçi değil. Rakamlara bakın, kamu yatırımlarına bakın.
Değerli arkadaşlarım, bu bir ekonomik model değildir, bu bir ekonomi yönetimi de değildir; bu, egemen güçlerin “Borçlandırarak yönet.” anlayışının sonucudur.
MEHMET DANİŞ (Çanakkale) – Kim o egemen güçler?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - Birileri borçlandırıyor, birileri her şeyi söylüyor ve biz yapıyoruz.
O egemen güçlere biraz sonra geleceğim değerli arkadaşım, göreceksin, sen de bana hak vereceksin.
MEHMET DANİŞ (Çanakkale) – Onların borçlarını da söyle. (CHP sıralarından “Dinle, dinle!” sesleri, gürültüler)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen… Lütfen…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ve yine bir başka rekor: Çiftçiye bakın; dünyanın en pahalı mazotunu verirsin, dünyanın en pahalı gübresini verirsin. Mazot teşvikiniz ne kadar biliyor musunuz? 550 milyon lira. Peki, çiftçiye kullandırdığınız mazot karşılığında kaç lira vergi alıyorsunuz? 8 milyar lira. 8 milyar lira alıyorsunuz 550 milyonunu veriyorsunuz “Ben mazota teşvik verdim.” diye.
Buğday ithal eden bir ülke olduk arkadaşlar, pamuk ithal eden bir ülke olduk. Son AKP iktidarı döneminde, son dokuz yılda tarım ürünlerine ödediğimiz para 100 milyar dolar civarında. Siz hiç düşündünüz mü acaba, 100 milyar dolar biz kendi çiftçimize destek verdik mi?
Şimdi soruyorum Hükûmete, siz kimin Hükûmetisiniz, kimi teşvik ediyorsunuz? Bu ülkede buğday ekilmez mi, bu ülkede pamuk ekilmez mi, bu ülkede yağlı tohum ekilmez mi? (CHP sıralarından alkışlar) Bu ülkenin insanı mı yok, çiftçisi mi yok, güneşi mi yok, suyu mu yok? Her şeyi var. O zaman ne eksiğimiz var? Niye bu ülke buğday ithal eder, pamuk ithal eder? Gidin pamuk üreticisine sorun, keyfi yerinde mi diye.
Değerli arkadaşlarım, dünyanın tarım, hayvancılık merkezlerinden biri, ilk merkezlerinden birisi Anadolu coğrafyasıdır. Bu coğrafyada, siz kalkıyorsunuz yurt dışından ithal kurbanlık hayvan getiriyorsunuz. Hiç kendinize sordunuz mu, acaba cumhuriyet tarihinde hangi Hükûmet bunu yaptı? Bu rekor da AKP Hükûmetine aittir eğer buna “rekor” diyorsanız. Besicilerin yanına gidin, sorun bakalım. Yazık, günah değil mi bu ülkenin insanına? Angusları, limuzinleri buraya getireceksiniz, köylü orada perişan olacak, besici perişan olacak.
Değerli arkadaşlarım, hiçbir cumhuriyet hükûmetine nasip olmayan bu rekor bu Hükûmete nasip olmuştur. Deniyor ki: “Çok önemli başarılar elde ediyoruz, büyük gelişmelerimiz var, şöyle büyüdük, şöyle yaptık, şunu yaptık, tabletler dağıttık, vesaire, vesaire.”
Bir ülkenin gelişmesinin, çağdaş uygarlığa ulaşmasının ölçütü vardır. Bu ölçüt bizim bulduğumuz bir ölçüt de değildir; insanlığın, ortak değerlerin bir araya gelip bulduğu bir ölçüttür. Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişme Endeksi vardır. Bu Endekse bakıyoruz, 2000 yılında dünya sıralamasında Türkiye 80’inci sırada. 2010 yılında 80’inci sıradan 92’nci sıraya gerilemiş. Niye bunu görmüyoruz arkadaşlar? Yazık, günah değil mi bu ülkeye? O kadar borçlandınız, dünyanın malını sattınız, geldiğiniz insani gelişmişlikteki noktanız bu, 80’den 92’ye gerilediniz.
Bu rakamları biz bulsak, diyecektiniz ki: “Muhalefet buldu.” Birleşmiş Milletlerin girersiniz İnternet sitesine, orada bütün rakamları, tümünü orada görürsünüz. Yaşam kalitesi, yaşam süresi, eğitim, bütün bunların hepsi dikkate alınarak bu ölçü bulunuyor.
Demek ki bizim daha, çağdaş uygarlığı yakalamak için çok yol almamız gerekiyor. Siz bakmayın, öyle, bazı valilerin “Ben artık ‘Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı hedefliyorum.’ lafını kullanmayacağım”a… Merak ediyorum, Sayın İçişleri Bakanı ne yapacak acaba?
Değerli arkadaşlarım, bir başka rekor daha: Cumhuriyet tarihinde hiçbir AKP Hükûmeti dışında hiçbir Hükûmete nasip olmamıştır, dokuz yılda altı tane mali af. Niye mali af çıkar? Vatandaş borcunu ödeyemiyor diye. Bir çıkarıyorsun gene ödeyemiyor, iki çıkarıyorsun gene ödeyemiyor, üç çıkarıyorsun ödeyemiyor, 6 kez çıkarıyorsun… Bütün AKP milletvekillerinden istirham ediyorum, yurt dışına gittiklerinde sorsunlar: Hangi hükûmet kendi döneminde bu kadar mali af çıkarmıştır? Bu kadar affın anlamı nedir biliyor musunuz? Ekonomi iyi yönetilmiyor. Ekonomi iyi yönetilseydi herkes gider parasını öderdi. İyi yönetilmeyen bir ekonomide bu kadar mali affın çıkması vatandaşla devlet arasında güven bunalımını doğuruyor ve şu alışkanlık çıkıyor bir süre sonra: “Niye ödeyeyim arkadaş? Niye faiz ödeyeyim, nasıl olsa af çıkacak.” Bu beklenti artık toplumda oluşmaya başladı. Bu beklentiyi oluşturan da bu Hükûmettir ve bu Hükûmet bu açıdan defolu bir hükûmettir.
Değerli arkadaşlarım, bu Parlamentonun işlevi nedir? Adımız üstünde, yasama organı. Yasa çıkaracağız. Oturuyoruz, ya milletvekilleri teklif ediyor ya Hükûmet hazırlıyor tasarı olarak geliyor, komisyonlarda görüşülüyor. Parlamentoda görüşülür, demokratik bir ortamda görüşülür. Lehte ve aleyhte insanlar düşüncelerini açıklarlar. Komisyonlarda uzmanlar, sivil toplum örgütleri gelir düşüncelerini açıklarlar ve ondan sonra yasa oylanır, Sayın Cumhurbaşkanına sunulur, uygun görüldüğünde de imzalanır ve Resmî Gazete’de yayınlanır. Hiçbir cumhuriyet hükûmeti, tek başına Parlamentoda çoğunluğu varken otuz beş kanun hükmünde kararname çıkarmamıştır. Üstelik geçmiş Parlamentonun verdiği yetkiyi bu Parlamento döneminde kullanmıştır. Ee, bu bir ayıp değil mi? Siz bir yasa getirdiniz de ne oldu? Oturacağız konuşacağız, komisyonlarda konuşacağız.
Şimdi, bakın, ne diyor Anayasa: “İvedi ve zorunlu hâllerde çıkarılır kanun hükmünde kararname.” diyor. Allah aşkına, Türkiye’de hangi ivedi ve zorunlu durum var? Yani Kalkınma Bakanlığını kurmak için çok ivedi ve zorunlu bir durum mu vardı? İnsanlar mı ölüyordu? Felaket mi olmuştu? Deprem mi olmuştu bir yerde? Hiçbir şey yok. Ama Hükûmet “Efendim, biz Parlamentoyu baypas edelim.” Buna itirazı biz yaparız ama bizden fazla bu itirazı bu Parlamentonun her bir üyesinin yapması lazım. (CHP sıralarından alkışlar)
Ve buradan Sayın Meclis Başkanına bir çağrım var. Anayasa diyor ki: “Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür.” Sayın Başkan, Parlamentoya saygınız varsa, Parlamentonun iradesine güveniyorsanız, bu Parlamento yasa yapma konusunda bir iradeyi halkın oylarıyla gösterip buraya gelmişse, o kanun hükmünde kararnameleri öncelik ve ivedilikle bu Parlamentoya getirin ve Türkiye’yi bu ayıptan kurtarın. (CHP sıralarından alkışlar) Yargıyı dizayn ediyorsunuz kanun hükmünde kararnamelerle, bakanlıklar kuruyorsunuz, bakanlıklar kapatıyorsunuz. Böyle şey olur mu arkadaşlar?
Ve siz bir ayıba daha imza atıyorsunuz. KİT’ler özelleştirildi, orada arpalıklar bitti, şimdi bakanlıklarda arpalıklar oluşturuyorsunuz. Yan bakanlar kurdunuz oralara. (CHP sıralarından alkışlar) Neymiş, eski milletvekili seçilememiş, şimdi bakanın yardımcısı olacak. Para verecek başka bir yol mu bulamadınız arkadaşlar? Orada müsteşar yok mu? Bakan yok mu? Ne iş yapacak bu, neye müdahale edecek, görevi ne bunun? Bir masa, bir sandalye, bir sekreter, bir araba ve dolgun aylık. Bu ayıp değil mi arkadaşlar ve bunu siz kanun hükmünde kararnameyle yapıyorsunuz. Bu millette, bu memlekette çocuklar aç ölürken, onların dertleriyle ilgilenilmezken, siz kalkıyorsunuz, yandaşlarınıza koltuk ayarlamaya başlıyorsunuz kanun hükmünde kararnamelerle. (CHP sıralarından alkışlar)
Ve bir başka ayıp daha değerli arkadaşlarım. Her şey siyaset konusu olabilir ama öyle konular vardır ki siyaset oraya girmez. Bunu sadece biz değil, bu evrensel bir kuraldır, siyaset oraya burnunu sokmaz. Nedir? Bilim dünyasıdır, bilim dünyasına siyaset girmez. Biz ne yaptık? TÜBA, Türkiye Bilimler Akademisine kanun hükmünde kararname çıkardık, dedik ki oraya atamayı biz yapacağız. Bu şuna benzer değerli arkadaşlarım: Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasındaki çalgı çalanlardan üçünü ben atayacağım sen atama diyeceksiniz. “Ama onu çalmıyor…” Önemli değil, “Siyaset kurumu olarak ben seni atadım oraya…” Ve düşünün dünyadaki -altını çiziyorum- bütün saygın bilim kuruluşları bunu protesto ettiler. Sayın Cumhurbaşkanı Londra seyahatinde bir bilim adamı çıktı ve bu konuda Sayın Cumhurbaşkanına “Bu ayıbı mutlaka temizleyin.” dedi.
Niye biz kendimizi bu duruma sokuyoruz? Bilim adamından ne istiyoruz? Onlar kendileri seçsinler. Şimdi düşünün, bir uluslararası toplantı olacak, bilim adamları orada. Herkesi bilim adamları seçmiş o kurula, bize soruyorlar, bizim bilim adamına, “Sizi kim seçti?”, “Efendim, bizi benim hükûmetim seçti.” Ona kimse bilim adamısın sen diyebilir mi? Biz bunu dahi yeteri kadar dillendiremedik değerli arkadaşlar. Ayıptır, günahtır! Bilim insanlarıyla oynamayalım. O insanların eli öpülür. O insanlar oturup düşünüyorlar, çaba harcıyorlar, yeni buluşların altına imza atıyorlar, dergiler yayınlıyorlar. Ne işim var benim orada? Siyaset kurumunun ne işi var orada? Bırak onlar yapsınlar işlerini.
Ve değerli arkadaşlarım, Van Erciş depreminde Hükûmet çuvallama rekoru kırdı, ilk kez bir hükûmet bir depremde bu kadar çuvalladı, hiç tanık olmadığımız kadarıyla. Size çok kısa örneklerini vereceğim.
Birinci depremde 604 yurttaşımız, daha sonraki depremde yaklaşık 40 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Hepsine Allah’tan rahmet diliyoruz. Bakın, depremin olduğu gün, gece bizim iki genel başkan yardımcımız oradaydı. Olaylara baktık. Hiç olayları siyasallaştırmadık. Talepler geldi, talepleri… Daha sonra, ertesi gün gittim, buraya geldiğimde de Hükûmet şunu yaptı, bunu yaptı da hiçbir zaman demedik. Söylediğimiz şuydu: “Vatandaşın çadıra ihtiyacı var. Umarım, Hükûmet bir an önce bu talepleri yerine getirir.” Ama bakın, 24 Ekim, bir bakan şunu söylüyor: “Ulaşılmadık hiçbir yer kalmadı. 7 bin çadır kuruldu. Bugün itibarıyla hiç eksik kalmamıştır.” Sayın Beşir Atalay, Sayın Hüseyin Çelik. Soruyorlar “Dışarıdan yardım geliyor, yardımları alalım bari.” “Dışarıdan gelen yardımlar kabul edilmedi mi?” diye soruyor. “Hayır, biz kabul etmedik zira biz, kendi imkânlarımızla bu felaketin üstesinden gelebiliriz. Allah’ın izniyle öyle bir şeye ihtiyaç duymayacağız.”
Sayın Başbakan, 26 Ekim, bölgeye gitti. “İlk yirmi dört saatte birtakım eksiklikler oldu.” diyor. Kim doğruyu söylüyor? Sayın Atalay mı, Sayın Başbakan mı? Ve Sayın Bakan, Maliye Bakanımız da baltayı taşa vurdu, “Efendim, ne demek deprem vergileri? Biz onları aldık, yol yaptık, köprü yaptık.” Millet o vergileri size deprem yaralarını sarın diye verdi. Yol yapın diye özel vergi mi çıkardınız? Ve bunu söyleyen bir Sayın Bakan, kusura bakmasın ama verginin ve bütçenin, bütçedeki birlik prensibinin ne olduğunu bilmeyen bir bakandır. (CHP sıralarından alkışlar) Bunu da çok samimi söylüyorum. Açsın, bütün üniversitelerde okutulan bütçe kitaplarına baksın, benim bu söylediğime hak verecektir. Maliye kitabı, bütçe kitabını okuyan her yurttaş bunu böyle bilir.
Ve yine Sayın Beşir Atalay söylüyor, insanlar enkaz altında ölüyorlar, yardım gelmiş, onları kurtaracağız, “Tabii öncelikle kendi potansiyelimizi görmek amacıyla kurtarma ve yardım ekipleri bekletildi.” diyor. Allah aşkına böyle bir şey olabilir mi? İnsan enkaz altında, orada ölüyor, gelmişler kaldırmaya, “Hayır efendim, önce biz bir kendi potansiyelimizi görelim; bakalım biz kurtaracak mıyız, kurtarmayacak mıyız, sonra bir bakarız.” Siz ne dersiniz buna arkadaşlar? İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? Bunu söyleyen kişinin yüreğinde insan sevgisi var mı? Böyle bir şey olabilir mi?
Ve yine bakın değerli arkadaşlar, Sayın Bakan, bir başka Bakan Van’a gidiyor, basın toplantısı yapıyor: “Büyük depremlerden sonra deprem olmaz, herkes evine gidebilir.” diyor. Arkasından deprem oluyor, 40 yurttaşımız hayatını kaybediyor. Bir başka Bakan gidiyor; o insanlar perişan vaziyette, sular soğuk, perişan vaziyette: “Oo, ne kadar güzel çadırlar, sarayda yaşıyorsunuz. Ya, biz de acaba buraya bir çadır mı kursak?” Bu anlayış ne anlayışıdır arkadaşlar?
Ben size Japonya’dan bir örnek vermek isterim. Japonya’da deprem oluyor, depremden sonra bir bakan, yaptığı açıklamayla depremzedeleri kızdırdığı için görevinden istifa ediyor. Bizde görevinden istifa eden var mı bu laflardan sonra? Hayır, hepsi koltuğunda daha fazla çivilenmiş vaziyette, asla gitmezler. Asla gitmezler. Böyle bir anlayış olabilir mi?
Ve değerli arkadaşlarım, önlem alıyoruz, kumdan kaleler, binalar, vesaire, şunlar bunlar… “Kim bilir kim izin verdi.” diyor Sayın Başbakan. Allah aşkına, kimin izin verdiğini, ruhsatı verdiğini Sayın Başbakan bilmez mi? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptı. Bu inşaat ruhsatlarını herhâlde Tabip Odası vermiyordur, Uganda’daki belediye vermiyordur herhâlde, Londra Belediyesi vermiyordur. (CHP sıralarından alkışlar) Veren belediye başkanı nerede, sorsana bir kendine. Ve yine sormak lazım, o yargıya sormak lazım: On dört tane kuruluş şikâyet ediyorlar dönemin Erciş Belediye Başkanını savcılığa. Ne oldu? Depremden önce üstelik. Üç katlı yere yedi katlı izin veriyorsun. Değerli arkadaşlarım, söylenecek çok söz var ama süremizin yetersizliği nedeniyle burada izin verirseniz kesmek isterim.
Eğitim kalitesi… Nasıl ölçülür eğitim kalitesi? Bizim kuşağımız “kerrat cetveli” derdi, şimdi “çarpım tablosu” diyorlar, herhâlde çarpım tablosunu çok iyi bilen birisi “çok iyi eğitilmiş” anlamına gelmiyor. Bunun da evrensel anlamda ölçüleri var. “PISA” denen, OECD’nin yaptığı, her beş yılda bir yaptığı rakamlar var. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı yapıyor bunu. Türkiye OECD üyesi ülkeleri arasında sondan 3’üncü. Hiç değişmiyor, ya sondan 2’nci ya sonuncu ya sondan 3’üncü. Hangi kaliteden söz ediyoruz biz? Matematik kalitesinden mi söz ediyoruz? Fen bilimleri kalitesinden mi söz ediyoruz? Yoksa ezbercilik kalitesinden mi söz ediyoruz? Yoksa test çözen bir kuşak yetiştirdiğimiz için bundan ayrı bir gurur mu duyuyoruz?
Ve bu Hükûmetin rekorlarından birisi de cari açık, arkadaşlar. 1950 ile 2002 arasında cari açığın gayrisafi millî hasılaya oranı yüzde 1’dir. 2003-2011 arasında gayrisafi millî hasılanın cari açığa oranı yüzde 5,2. Dikkat ediniz, yüzde 5,2, AKP’nin dokuz yıllık dönemdeki ortalama büyüme hızıdır. Cari açık veriyorsunuz, büyüyorsunuz; cari açık daralıyor, küçülüyorsunuz. Kendi kaynağınızla değil, kendi sermayenizle değil, kendi emeğinizle değil, kendi fabrikalarınızla değil, başkalarının kaynaklarıyla ya büyüyorsunuz ya küçülüyorsunuz. Bu rakam bunu gösteriyor. Şimdi sormak gerekiyor: Cari açıkla büyüyorsunuz. Peki, siz dünya kadar özelleştirme yaptınız -30 milyar dolar- nereye gitti bu paralar? Ciğer buysa kedi nerede? E, kedi buysa ciğer nerede? Herhâlde bunu soracağız. (CHP sıralarından alkışlar) Ve cari açık açısından uluslararası rakamlara bakıyoruz, istatistiklere bakıyoruz, Türkiye 54 basamak daha pozisyon kaybetmiş, 54 basamak. Bu ayıp da bize yeter; bunun da sorumlusu şu arkamda oturan Hükûmet. (CHP sıralarından alkışlar)
Bir başka şey daha söyleyeyim size. AKP’nin bir rekoru daha var, Hükûmeti kastediyorum, öngörüsüzlük rekoru. Diyeceksiniz ki: “Öngörüsüzlük nedir?” Hükûmet çıkar, zaman zaman açıklamalar yapar, “Efendim, biz vizyon sahibiyiz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz, 2023’te şunu yapacağız.” der. Ne kadar güzel. Ben öyle 2023’e değil, 2011’e bakacağım: Program yaptılar, programda öngörülen cari açık 42,2 milyar dolar. Gerçekleşene bakıyoruz, bir yıl sonra, daha bir yıl bile dolmadı, 78 milyar dolar. Neredeyse 2 katı. Yüzde 1 değil, 2 değil, 10 değil, 50 değil, yüzde 100 değil, yüzde 200 fark. Bu mu sizin öngörünüz? Bu mu Hükûmet?
Haydi bunda diyelim ki bir yanlışlık olmuştur, daktilo hatasına bağlayalım onu, enflasyona geliyorum, öngörülen enflasyon yüzde 5,3. Orta Vadeli Plan’da -13 Ekimde Resmî Gazetede yayımlandı- “5,3 olmaz ama bu 7,8 olur.” dediler, böyle açıklandı. On üç gün geçti aradan, ayın 26’sında bir açıklama daha yaptılar “8,3 olacak.” Gerçekleşen ne? 9,4. Bu hükûmete mi güveneceksiniz değerli milletvekilleri, öngörüsüz bu Hükûmete mi güveneceksiniz? Hedefleri tutmayan, hedeflerinin arkasında durmayan bu Hükûmete mi güvenilecek? Bu Hükûmetin yaptığı bütçeye mi güvenilecek? Bu rakamlar yanlışsa desinler “yanlıştır.” Biz de diyelim ki: “Yahu özür dileriz, başka bir yerden baktık.” Devletin resmî rakamları.
Bir başka rekor daha: Bir ülkeye enerji açısından bu kadar yüksek oranda bağlanan bir ülke hâline getirdiler Türkiye’yi. Rusya’ya enerji açısından olağanüstü bir bağlılığımız var. En son biliyorsunuz nükleer santral anlaşması da yaptılar. Yarın Rusya’yla aramız bozulursa ne olacak bu ülkenin hâli? Hangi ülke -bana bir örnek göstersinler, gelişmiş, gelişmemiş- enerji açısından bir ülkeye bu kadar yüksek oranda bağımlı hâle gelir? İnsanda bir yurt sevgisi olur, bir gelecek kaygısı olur, ya bu ülke yarın, olur da bir başka ülkeyle çatışır, başka bir şey olur, ben nasıl olur da enerji kaynaklarımı tamamen getirir bu ülkeye bağımlı hâle getiririm?
Değerli arkadaşlarım, 20’nci rekorundan da söz edeyim bu Hükûmetin; dış politikada bilgisizlik. Diyeceksiniz ki: “Ya nasıl olur da bilgisiz?” Sayın Dışişleri Bakanı, eğitim görmüş, kitaplar yazmış, doktora tezleri olan birisi, olabilir ama kusura bakmayın benim elimdeki veriler tam bunun aksini söylüyor.
Geçen yılın bütçe görüşmeleri. Sayın Hüseyin Pazarcı Sayın Bakana soruyor, diyor ki: “Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi münhasır ekonomik bölge ilan etti. Mısır var, Lübnan var. Ne diyorsunuz Sayın Bakan? Önlem almak lazım. Eğer önlem almazsanız ileride Türkiye için bu ciddi risk oluşturur.” Sayın Bakanın yanıtını Meclis tutanaklarından aynen okuyorum: “Şimdi Sayın Pazarcı zikretti, münhasır ekonomik bölge. Bunu yakından takip ediyoruz. Şu ana kadar Doğu Akdeniz’de -sizdeki bilgi yanlış- münhasır ekonomik bölge ilan edilmiş hiçbir devlet yok. Bir tek Libya ilan etti, o da şu şekilde: ‘Münhasır ekonomik bölge ilan edeceğim, bunu taraflarla müzakere edeceğim.’ Bunun üzerine şimdi de Libya’yla müzakere etmek için müracaatta bulunuyoruz ve Mısır da yaptı ama Sayın Abdullah Gül devreye girdi.” açıklaması var.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, Birleşmiş Milletlerin resmî sitesine girdiğinizde şu tabloyu görürsünüz: 17 Şubat 2003; Mısır’la münhasır ekonomik bölge anlaşması yapıldı. Dışişleri Bakanının haberi yok, Dışişleri Bakanlığının da haberi yok, olsa bilgi verirler, belki de bilgi vermediler. 17 Ocak 2007; Lübnan’la münhasır ekonomik bölge anlaşması yapıldı. 26 Ocak 2007; 13 bölge münhasır ekonomik bölge belirlendi, 11’i için uluslararası ihaleye çıkıldı. 17 Aralık 2010; İsrail’le münhasır ekonomik bölge sözleşmesi yapıldı.
Sayın Hüseyin Pazarcı Bakanın bu cevabından tatmin olmuyor ve bir soru önergesi veriyor, 21/12/2010, diyor ki: “Sayın Bakan, ben size şunu sordum, siz de bana şu yanıtı verdiniz ama Birleşmiş Milletler sizin söylediğinizi söylemiyor. Acaba, Birleşmiş Milletler mi yanlış bilgi veriyor, yoksa siz mi bize yanlış bilgi verdiniz?” 2010… 2011’i bitiriyoruz, tık yok Dışişleri Bakanlığından, cevap yok.
Şimdi, ben, değerli milletvekilleri, size soruyorum: Bir milletvekilinin bir soru önergesine normalde on beş gün içinde yanıt verilmesi lazım. Yanıt vermemek ne demektir? Hata yaptım, kabul ediyorum demektir ve siz ne yaptınız? Güney Kıbrıs Rum kesimi Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ilan etti, sözleşmeyi yaptı, imzaları attı, platformu da getirdi, arıyor, petrol ve doğal gaz arıyor. Biz ne yaptık? Biz bağırdık, çağırdık “Yapamazsınız, edemezsiniz.” dedik. Güney Kıbrıs Rum yönetiminden bir yetkilinin açıklaması şöyle: “Siz onlara bakmayın. Onlar konuşurlar, bağırır çağırırlar, hiçbir şey yapmazlar, biz yolumuza devam edelim.” Aynen öyle oldu. Bağırdılar, çağırdılar, yerlerine oturdular, onlar da şimdi orada, Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve petrol arıyorlar. Şimdi, bu egemen güçler kim diye ben sorduğumda arkadaşım söyledi. Kim bunlar?
Suriye’yi biliyoruz. Hükûmet gitti, Suriye’yle bir stratejik anlaşma yaptı, ekinde 50 tane de sözleşme var Suriye’yle. Efendim, vizeler kaldırıldı, ortak bakanlar kurulu, ortak yatırımlar, banka şubeleri, teknik yardımlar, donanımlar, her şey var, sanki iki ülke tek ülkeymiş gibi! Sayın Başbakan gitti, Şam sokaklarında Türk bayraklarıyla karşılandı, alkışlar alındı, gazeteler yayınlar yaptılar, vizeler kalktı, Gaziantep’teki oteller tamamen dolu, bütün Ege, güney son derece hayatından mutlu esnaf fakat bir sabah kalktık, tam tersi oldu. Ne oldu? Suriye’yi düşman ilan ettik. Ne diye ilan ettik: “Efendim, bıçak kemiğe dayandı.” Ben merak ettim, bir Başbakan “Bıçak kemiğe dayandı.” diyorsa arkası artık savaştır bunun. “Var mı böyle bir şey?” diye sorduk, soruşturduk, yok efendim, öyle bir şey yok. Şimdi, ben merak ediyorum, hangi güçlerin isteği üzerine biz bir başka ülkeyi düşman ilan ettik? (CHP sıralarından alkışlar) Hangi güçlerin isteği üzerine biz kendi topraklarımızda başka bir ülkeye saldırsın diye silahlı kuvvetler yetiştiriyoruz? Bunu da ben söylemiyorum, gidin, bakın, Batılı bütün gazeteler yazıyor. Nasıl oluyor arkadaşlar bu? Bizim en uzun sınır komşumuz Suriye, yarın bunların tamamı gidecek, biz onlarla yan yana olacağız, niye düşman ilan ediyoruz? Demokrasi istiyor muyuz? Elbette istiyoruz, özgürlük de isteriz, daha çağdaş bir devlet isteriz, çok partili rejim isteriz. Elbette ki bu konuda Hükûmet ne yaparsa sonuna kadar desteğimiz var ama savaşa yok, kusura bakmasın kimse. (CHP sıralarından alkışlar) Savaş olur mu arkadaşlar, hangi gerekçeyle savaşacağız, hangi akılla, mantıkla savaşacağız? Birileri sırtımızı sıvazladı diye koşa koşa onu mu yapacağız? Egemen güçler…
Allah aşkına söyler misiniz, Libya’ya ilk saldırılar olduğunda Sayın Başbakan ne demişti? “NATO’nun Libya’da ne işi var?” demişti, biz de demiştik ki: “Doğru, ne işi var?” Aynı Başbakan, tam tersi…
Değerli arkadaşlarım, Libya’nın bizim tarihimizde önemli bir yeri vardır, ahde vefa denen bir kural vardır. Kıbrıs çıkarmasında uçak benzinimizi, uçakların tekerleklerini, silahları her türlü desteği, kapılarını bize sonuna kadar açan bir ülkeydi. Kaddafi, kendi ülkesinde çadırda yaşayan bütün o insanların hepsini ev bark sahibi yaptı. “Baskıcıdır.” evet, “Düzelmesi lazım.” evet, hiçbir derdimiz yok o konuda, “Özgürlükler gelsin.” evet ama değerli arkadaşlarım, elinizi vicdanınıza koyun ve şu sorunun yanıtını bana verin: Bir lideri beğenmezsiniz, o liderin linç edilmesine kim alkış tutabilir? Hangi demokrasi, hangi ahlak, hangi Müslümanlık buna “Evet.” diyebilir? Bana çıkıp birisi söylesin. (CHP sıralarından alkışlar)
Ben bunu bu Parlamentoda söylemedim, ben bunu Brüksel’de de söyledim, onların yüzüne karşı söyledim. Siz “Demokrasi, özgürlük.” diyorsunuz, sizin demokrasi anlayışınızda, özgürlük anlayışınızda, bir liderin linç edilmesi var mıdır? Beğenmeyebilirsiniz, yargının önüne çıkarırsınız. “Doğu Akdeniz’e gitmeyeceğiz, savaş gemileri gitmeyecek.” E gittiler, ne oldu? Libya’yı altın tabak içinde Fransa’ya sundunuz, altın tabak içinde Fransa’ya sundunuz. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, Gazze ablukası, 9 yurttaşımız öldürüldü. Ne oldu? Sayın Başbakan çıktı “Gazze’ye bundan sonra gidecek yardım gemilerine Türk donanması eşlik edecektir.” dedi. Ben de şunu söyledim: “Eğer Türk donanması Gazze’ye kadar eşlik edecekse Başbakanın alnından öpeceğim.” dedim, kutlamak istedim. Böyle kararlı duruyorsan helal olsun. Ne oldu?
BÜLENT TURAN (İstanbul) – Başbakan ne dedi?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ne oldu? Sayın Başbakan, kendisine yakışanı söyledi, benim dudaklarım kirliymiş, onun alnı temizmiş. Bu laf mı arkadaşlar?
MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) – Seninki laf mı?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Şimdi bakın, benimki şöyle laf Değerli Milletvekili…
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Bir söz verirsiniz, adam gibi adamsanız, verdiğiniz sözün arkasında durursunuz. (CHP sıralarından alkışlar)
BÜLENT TURAN (İstanbul) – Başbakan, adam gibi adam.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Gazze’ye gidecek mi yardım gemisi, Türk donanması eşlik edecek. Ben söylemedim bunu, bunu ben söylemedim, bu ülkenin Başbakanı söylüyor bunu.
OSMAN ÇAKIR (Düzce) – Vatandaş söylüyor ne olduğunu.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Sonra geliyoruz bir başka konuya. Birleşmiş Milletlere gittik, ne oldu rapor? Çıkan raporda diyor ki “Gazze ablukası meşrudur.” Türk dışişleri politikasının hezimetlerinden birisidir. Gazze ablukasını meşrulaştırdınız. İsrail’e altın tabak içinde Gazze’yi sundunuz. Böyle bir şey olabilir mi! (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, “Nedir bu?” diyordunuz, söyleyeyim: Sayın Başbakan gitti Amerika’ya. Gazetelerde 1’inci sayfalar, 3’üncü sayfalar, 5’inci sayfalar baştan sona Obama’yla Sayın Erdoğan’ın kucaklaşmasını veriyor. Kucaklaştılar, o onun sırtını sıvazlıyor vesaire böyle, ne kadar güzel.
Bir ülkenin lideri bir başka ülkenin liderinin sırtını niye sıvazlar? “Gazze’ye gemi göndermeyeceksin.” dedi, “Olur.” dedi. İki: “Suriye’ye dişini göstereceksin. Aslansın, kaplansın.” dedi, “Olur.” dedi. Üç: “Güney Kıbrıs Rum Kesimi Doğu Akdeniz’de petrol arıyor, arayan da benim şirketim. Oraya müdahale etmeyeceksin.” dedi, “Olur.” dedi. “Malatya’ya Kürecik’e radar sistemini kuracağım.” dedi, “Olur.” dedi. “E, ben kucaklamayım da kim kucaklasın!” dedi Obama. (CHP sıralarından alkışlar) Her şeyi aldı. Bana söyler misiniz, neye itiraz etti? Her şeyi aldı.
HÜSEYİN FİLİZ (Çankırı) – Yanında mıydın?
ÜNAL KACIR (İstanbul) – Öyle olduğuna dair belge var mı Başkan?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ya dünyayı takip etmiyorsunuz, bilmiyorsunuz…
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Arzu ettiğiniz her türlü belgeyi veririz Değerli Milletvekilim, yeter ki onları değerlendirin.
Dış politikada Türkiye Cumhuriyeti’nin temel tezleri şu AKP’yle beraber yani bu Hükûmetle beraber: Türkiye Cumhuriyeti yanlıştır, dış politikası yanlıştır. Bütün önceliklerinde ve hassasiyetlerinde Türkiye'nin tezleri yanlıştır. Dış dünyayla yaşanan problemler Türkiye'nin bu tezlerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, sorun çıkaran ülke Türkiye’dir. Eğer sorun çıkarmazsak zaten ortada sıfır sorun oluruz.
“Sıfır sorun” diyorlardı değil mi? Suriye’yle mi? İran’la mı? Ermenistan’la mı? Azerbaycan’la mı?
ALİ ŞAHİN (Gaziantep) – Halklarıyla.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Kimlerle bizim sıfır sorunumuz var?
VELİ AĞBABA (Malatya) – Amerika’yla!
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - Yok, değil mi arkadaşlar?
Dış politika kendi içinde tutarlılık ister. Dış politikada ülkelerin çıkarları vardır. Dış politika ülkelerin çıkarları üzerine mücadele edilir, kurgulanır ve çıkarların denk olmasına özen gösterilir. Dış politika budur. Her dediğine “Evet.”, sırtını sıvazlıyorlar. Olmaz, yanlıştır bunlar. Dolayısıyla “NATO’nun Libya’da ne işi var?” deyip ertesi gün NATO’ya gidecek…
Buraya geldiler biliyorsunuz “Doğu Akdeniz’e Türk donanması açılsın.” diye, biz de izin verdik. Niye verdik? Çünkü Türkiye NATO’da oy birliğiyle karar alındığını biliyor, belki orada etkin olur, elini güçlendirelim diye. Gitti bizim Hükûmet, orada teslim oldu, geldi.
Değerli arkadaşlarım, “Arap baharı” dedik. Arap baharı o ülkelere demokrasi mi getirdi?
KADİR GÖKMEN ÖĞÜT (İstanbul) – Asker getirdi, asker.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - Uluslararası bir toplantıda Arap baharını başlatan öğrencilerden birisi gelmişti, “Biz genç bir yönetim istiyorduk, özgürlük istiyorduk, demokrasi istiyorduk ama beklentilerimizin hiçbirisi olmadı…” O baharın arkasında enerji kaynaklarının paylaşımı vardır ve biz arkadan nal toplayan bir ülke konumuna geldik.
Değerli arkadaşlarım, bütçeler güzel olabilir, herkesin karnı da doyabilir ama insanlığın tarihinde temel bir nokta vardır: Özgürlükler ve adalet. Adaletin ve özgürlüğün olmadığı yerde paranızın olmasının hiçbir önemi yoktur; adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir yerde toplumda barışı sağlayamazsınız, huzuru sağlayamazsınız.
Ben şu sorunun yanıtını merak ediyorum ve bütün milletvekili arkadaşlarıma soruyorum: Dünyanın hangi ülkesinde iktidar eleştirildi diye bir milletvekili hakkında fezleke düzenlenir? Bunu, geçen gün “Kılıçdaroğlu bizden özür dilesin.” diyen yargıçlara da söylüyorum. Bana dünyada bir örnek göstersinler, şu ülkede iktidarı eleştirdi diye milletvekili hakkında fezleke düzenlendi. (CHP sıralarından alkışlar)
Yine bana bir örnek göstersinler, dünyanın hangi ülkesinde 2 üniversite öğrencisi çıkıp “Parasız eğitim istiyorum.” diyor, on dokuz ay tutuklu kalıyor, on dokuz ay, yargı önüne bile çıkarılmıyorlar. Bana demokrasiden bir tane örnek göstersinler. Ancak totaliter rejimlerde olur bu.
Yine onlar bana bir örnek göstersinler, bana dünyada saygın bir ülke göstersinler, basılmamış kitap hakkında toplama ve imha kararı veren bir yargı göstersinler bana. (CHP sıralarından alkışlar) Çağ dışı bir yargıdır, çağ dışı bir anlayıştır. Kitap yasaklanır mı ya? Bu ülkede kitaplar yasaklandı da ne oldu? Yıllar yılı yasaklandı da ne oldu? Bunları bitirmemiz lazım, bunlara son vermemiz lazım, kitaptan korkmamamız lazım. “Geçmişte şu oldu, efendim siz de yasakladınız.” O da, hepsi yanlış, hepsi yanlış. (CHP sıralarından alkışlar) Doğruları artık görmemiz lazım.
Bakın, düşünün, kişi geliyor diyor ki mahkemeye: “Efendim beni aramışsınız, yurt dışında görevdeydim, aramışsınız geldim.” Kaçacak diye tutukluyorlar. Yahu, kaçsa zaten yurt dışından gelmez. Bana o yargıçlar söylesinler: Dünyanın hangi ülkesinde, hangi demokrasisinde aranan bir insan hâkime gelecek, “Kaçacaksın.” diye tutuklayacak. Böyle bir anlayış olabilir mi?
Bana yine, iktidar ve onların arka bahçesi konumunda olan yargıçlar söylesinler: Dünyanın hangi ülkesinde 70 tane gazeteci hapistedir? Çin’i geçtik arkadaşlar, Çin’den daha fazla gazeteci bizde tutuklu. Bu ayıp bile bu ülkenin kaldıramayacağı ayıptır, demokrasimiz bunu kaldırmaz.
Ve bana bir tane uygar ülke göstersinler hülleyle Anayasa Mahkemesine yargıç atanacak, hiçbir yargıçtan tık çıkmayacak. (CHP sıralarından alkışlar) Ben, sana nasıl güveneyim? Hülleyle yargıcın atandığı bir mahkeme, mahkeme olur mu? Ben, bunu eleştirmeyecek miyim? Bunu eleştirmemek, bizatihi adalete saygısızlık demek değil midir? (CHP sıralarından alkışlar)
Bakın, daha garip bir şey anlatayım arkadaşlar. Hepimizin dokunulmazlıkları var. Dokunulmazlığımız olduğu için bizim dosyalarımız işlem görmez ama ben, 3 AKP milletvekilinin dokunulmazlıkları olduğu hâlde dosyalarının işlemden kaldırıldığını biliyorum. Bu ayıp bu adalete yakışır mı? Nasıl oluyor bu arkadaşlar? Arzu edenlere o isimleri ve dosya numaralarını da verebilirim. Doğru değil bunlar. Dokunulmazlığı zaten var.
YUSUF BAŞER (Yozgat) – Açıklayın…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Gelin size açıklarım.
Yine, bakın, bir AKP milletvekili, hayalî ihracat dosyası var, hayalî ihracat dosyası var. Milletvekili dosyası zaman aşımından kaldırıldı. Nasıl oluyor arkadaşlar bu? Bu adalete güven olur mu şimdi?
Şimdi, ben, o Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna sesleniyorum: Bu savcılar hakkında siz ne yaptınız? (CHP sıralarından alkışlar) Ben söyleyeyim, büyük bir ihtimalle önümüzdeki günlerde Yargıtaya üye seçileceklerdir.
Bakın, değerli arkadaşlar, tutuklu milletvekillerimiz var, o da bir başka demokrasi ayıbı. “Millî irade” diyoruz, halk seçmiş, yargı izin vermiş, seçime girmiş. Anayasa’nın 90’ıncı maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Güzel… Milletlerarası anlaşma hükümleri; Birleşmiş Milletlerin var, Avrupa İnsan Haklarının var, ikisine de imza atmışız. İkisine göre de bu milletvekillerinin serbest bırakılması lazım.
Şimdi, ben, o yargıçlara soruyorum: Anayasa’nın bu hükmünü görmemezlikten gelmek, hangi adalete, hangi vicdana, hangi ahlaka, hangi hukuk kitabına sığar? (CHP sıralarından alkışlar) Bana çıkıp birisi söylesin, desin ki: Bu anlaşmada bu yok. Ya, Parlamento kabul etmiş, milletin iradesinden geçmiş. Artık bu uluslararası anlaşmanın gereğini yapacaksın sen. Mahkûm olsa eyvallah diyeceğiz; mahkûm, ne yapalım. Mahkûm değil. Parlamentonun iradesine bir kişi el koyabilir mi?
Değerli arkadaşlar, bakınız, Deniz Feneri yolsuzluğunu biliyorsunuz, yüzyılın yolsuzluğu dediler. Bu savcılar görev yaptılar, eğridir doğrudur. Bir şikâyet olmadan bile bir başka başvuruyla müfettiş görevlendirildi, 3 savcı görevden alındı. Neden? Bir mahkeme kararının belli bölümlerini kapatmışlar diye, suç bu. Peki, bu kapatan belgenin altında kimin imzası var? Bir savcının. Sormayacak mıyız, niye 3 savcıyı birden aldınız? Hangi ahlak, hangi vicdan, hangi hukuk, hangi adalet, hangi yasaya göre siz bu kararı aldınız? (CHP sıralarından alkışlar) Bu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna biz bunu sormayacak mıyız? Adalet dağıtan makamın başındasın sen, adaletsizlik dağıtıyorsun, kamu vicdanını rahatsız ediyorsun. Birisini aldın, 3’ünü niye alıyorsun? Peki, aynı şikâyetler, benzer şikâyetler tonlarca yapıldı, hiçbirisine bir şey yapılmadı.
Değerli arkadaşlar, bakın, çok tipik bir örnek daha vereceğim. El Maktum’u bilirsiniz, İstanbul’da bir arsanın ihalesine girdi ve aldı. Teminat mektubu da verildi. İhale sonuçlandı, on beş gün geçti, parayı yatırmadı, vergisini ödemedi. Teminatın normalde paraya dönüştürülüp belediyeye irat kaydedilmesi lazım, o da yapılmadı. Şikâyet edildi Sayın Kadir Topbaş. Bu, görevi kötüye kullanmadır, mutlaka bu teminat mektubunun çözülüp belediyeye gelir yazılması lazım. İçişleri Bakanlığı izin vermedi. Olabilir, vermeyebilir. İtiraz edildi, Danıştay izin verdi. Soruşturma aşamasında İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu tekrar “Soruşturma açılmasına gerek yoktur.” dedi fakat bir savcı çıktı, dedi ki: “Olmaz, soruşturma açılması lazım.” Gidildi Danıştaya, Danıştay da “Evet, soruşturma açılması lazım.” dedi. Ne yaptılar biliyor musunuz, değerli arkadaşlarım? O “Soruşturma açılması” diyen savcının elinden o dosyayı aldılar, başka bir savcıya verdiler ve o savcı “Soruşturmaya gerek yoktur.” kararını verdi. Şimdi, ben, bu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna soruyorum, o sırça köşkte oturanlara soruyorum: Siz bu savcı hakkında ne yaptınız? Yazık, günah değil mi? Aradan dört yıl geçmiş, bir ay değil, on beş gün değil, bir yıl değil, iki yıl değil, dört yıl geçmiş, hâlâ teminat mektubu paraya çevrilecek. Siz kimi koruyorsunuz? El Maktum’u mu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını mı? Siz kimi koruyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti yasalarını mı yoksa yasa dışı iş ve eylem yapmayı mı? “Benim arkamda hükûmet var, kanunlar bana çalışmaz.” demeyi mi? Değerli arkadaşlarım, bunlar doğru değil.
Bakın değerli arkadaşlar, iddianameler çarşaf çarşaf yayınlandı gazetelerde. Hiç kimse çıkıp da “Ya, bu gazetelerde iddianame yayınlama gizlilik kararı vardır.” demedi.
Daha garip bir olay anlatayım size: Yandaşla yandaş olmayan arasındaki farkı, hukukun çifte standardını, adaletin çifte standardını. Birisi aranıyor özel yetkili mahkeme tarafından. Polise diyorlar: “Gelecek, ifadesini alacağız.” Bir sefer polis yanına uğramıyor. Normalde polisle beraber gidip doktordan rapor olması lazım, sağlam olduğuna dair. Beyefendi onu da kabul etmiyor. Arabasına biniyor, doktora gidiyor, raporunu alıyor, getirip mahkemeye veriyor. İnsani midir? İnsanidir, bakın. Peki, yandaş olmayan için ne yapılıyor? Sabahın köründe evi basılıyor, çoluk çocuğunun önünde kaldırılıyor, evi talan ediliyor, polis gözetiminde ve kameraların eşliğinde doktora götürülüyor. Sonra çıkarılıyor hâkimin huzuruna, hâkim saatlerce bekletiyor orada ve o yandaş dediğim kişi karakola giderken de, emniyete giderken de İstanbul Valisi de oraya gidiyor beyefendiye bir şey olmasın diye. Bu çifte standarda hangi vicdan evet diyebilir? Bu doğru mudur arkadaşlar? Birincisi doğrudur, bakın, onu söyleyeyim ama ikincisi nedir? İkincisi bir işkence değil midir?
Değerli arkadaşlar, yandaşsanız işiniz var; yandaşsanız değil, işiniz zor ama biz zorluklarla mücadele edeceğiz.
Yargıtaya 160 üye atandı, 160 üye… 160 üye, ilk tur seçim yapılıyor, ilk turda boş oy kullandı. Yani, kendimizi bir görelim bakalım! Bu nedir? Yargının militanlaşması demektir. Yargının militanlaşması demektir.
İLYAS ŞEKER (Kocaeli) – Geçmişte de yapıldı.
AHMET YENİ (Samsun) – Özür bekliyorlar, özür…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Onlar benden ve adalet isteyen herkesten özür dilemek zorundadırlar. (CHP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)
Güçlünün hukuku hukuk olmaz. Bakın, özel yetkili mahkemeler… Bu özel yetkili mahkemeler operasyon mahkemeleridir, siyasal iktidarın kendi gücünü kanıtlama mahkemeleridir. Niye sıkıyönetim mahkemeleriydi bunlar? Bu özel yetkili mahkemelerde özel hukuk uygulanır devlet gücünü garibanın ensesinde boza pişirsin diye. Böyle bir şey olabilir mi? Özel yetkili mahkemeler kalkmadığı sürece bu ülkeye demokrasi gelmez, bu ülkeye özgürlük gelmez. (CHP sıralarından alkışlar)
Hangi özel yetkili mahkeme? Adı üstünde, bunlar özel görevli mahkemeler. Bu mahkemeler yarın sizi de yargılayabilir. Emin olun, önce karşı biz çıkacağız “Böyle saçmalık olmaz.” diyeceğiz, olur mu böyle şey?
Adalet herkes için olmalı, bizim için de sizin için de sokakta kâğıt toplayan vatandaş için de adalet olmalı. Adaleti bunun için yapmak zorundayız. Adalet birileri içinse olmaz. Adalet güçlülerin delip geçtiği, güçsüzlerin de takılıp kaldığı bir ağ olmamalıdır. Adalet herkes için olmalıdır. (CHP sıralarından alkışlar) Tutuklama olabilir mi? Elbette olabilir. Gözaltı olabilir mi? Elbette olabilir ama hukuk içinde olur, rencide etmeden olacak.
Değerli arkadaşlarım, 160 Yargıtay üyesi seçildi, biliyorsunuz, bir de referandum yapıldı.
AHMET YENİ (Samsun) – Özür bekliyorlar, özür.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - Sayın Ertekin’in kitabı, bu bir yargıç. Referandumun yargıdaki perde arkasını anlatıyor ve bu arkadaşımız, referandumda “Evet.” oyu verilmesi çağrısında bulundu. Kitabın özelliği odur, yargının kokuşmuşluğunu anlatır ve bir yerini, bir sayfadaki, bir yargıcın söylediğini, izin verirseniz size okumak isterim. Kıdemli bir hâkim, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçim sürecindeki trajedisini sergilerken şöyle diyor: “Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse eşeğe de oy verir.” (CHP sıralarından alkışlar)
AHMET YENİ (Samsun) – Ne kadar ayıp...
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - Bu bir yargıç. (AK PARTİ sıralarından gürültüler)
Eğer adaleti sağlayacaksak, hukuku sağlayacaksak...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AHMET YENİ (Samsun) – Hiç yakışmıyor, özür dilemeniz lazım.
BAŞKAN – Sayın Kılıçdaroğlu, ek süreniz de tamamlandı. Lütfen sözlerinizi tamamlayınız.
Buyurun.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - ...adaleti ve eşitliği sağlayacaksak herkes için adalet, herkes için özgürlük olmalı. Adaletin olmadığı yerde tuz kokar, tuzun koktuğu yerde de zaten bereket olmaz.
MURAT BOZLAK (Adana) – Sayın Başkan, dakikanız bitti iç barıştan hiç bahsetmediniz; onlarca asker, polis, gerillalar öldürüldü, onları da söyleyin.
BAŞKAN – Lütfen Sayın Milletvekilli...
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) - 2011 bütçesini tamamladık, 2012 bütçesinin hayırlı uğurlu olmasını isterim.
İç barış hepimiz için geçerlidir. İç barışı sağlamak için çıkıp meydanlarda şunu söyledim: Bu Parlamentoda komisyon kuralım iç barışı sağlamak için, akil adamlar olsun dedim ama Sayın Başbakan kabul etmedi ve ben şu çağrıyı yaptım: Olabilir, bizim teklifimiz eksik olabilir, yanlış da olabilir, siz bir öneri getirin, söz veriyorum, yine söz veriyorum, bu kürsüden söz veriyorum, iç barışı sağlamak için Cumhuriyet Halk Partisi Grubuna ne düşüyorsa hepsini yapmaya hazırız.
Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından ayakta alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kılıçdaroğlu.
26.11.2024
26.11.2024
26.11.2024
25.11.2024