01.11.2018
01.11.2018
CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN 14. TÜRKİYE ECZACILIK KONGRESİNDE YAPTIĞI KONUŞMA (01 KASIM 2018)
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:
"Sosyal güvenlik veya sağlıkta akılcı politikalarla sorunu çözmek isterseniz birden fazla soruna aynı zamanda eğilmek zorundasınız. Bir, ülkede yaşayan bireyler, yani 81 milyon açısından. İki, sağlıkta çalışanlar ve onların çalışma koşulları açısından. Üç, tıbbı donanım ve tıbbı malzeme açısından. Dört, ilaç sektörü ve ilaç kullanımı açısından. Beş, sağlık harcamalarının ve sosyal güvenliğin finansmanı açısından. Eğer bu beş parametreyi bir araya getirip sorunu çözme konusunda bir irade ortaya koyamıyorsanız, sorunu çözemezsiniz. Nitekim Türkiye’nin sağlık ve sosyal güvenlikte var olan sorunlarını derinleşerek sürdürmesinin temelinde bu beş soruna eşzamanlı yaklaşmamak yatıyor"
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara Sheraton Otel'de başlayan 14.Türkiye Eczacılık Kongresi'nin açılışında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
Efendim protokolü tek tek saymanın bazı sıkıntıları var atlamak gibi. O nedenle ben bütün protokole, milletvekillerine, burada olan bilim insanlarına ve siz eczacılara yürekten selamlarımı, sevgilerimi sunarak konuşmama başlamak istiyorum.
Başkanı büyük bir dikkatle izledim. Elbette ki, eczacıların sorunlarını da, yaşanan ekonomik krizi de, krizin faturasının kime çıkacağının önemli olduğunu bir şekliyle dile getirdim. Ben şuna inanırım, eğer bir sorun varsa o sorunu çözmek için sorunun bütün parametrelerini dinlemek gerekiyor ve o parametreler çerçevesinde soruna çözüm üretmek gerekiyor. Ama sorunu nasıl çözeceğiz, sorunu çözerken elbette ki hukuku başta anayasa olmak üzere hukuku, yasaları, gelenekleri, törelerimizi dikkate almak zorundayız.
Şimdi, sağlık ve sosyal güvenlik öteden beri Türkiye’nin temel sorunlarından birisi olmaya aday ve aday olmayı da sürdürüyor. Yaşanan sorunları nasıl çözeceğiz? Önce kısaca bir hukuktan bahsedeyim izin verirseniz. Anayasa diyor ki, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen madde ikinci madde diyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik sosyal hukuk devletidir.” Yani Türkiye’nin demokratik bir devlet olduğunu, inançlara saygılı laik bir devlet olduğunu ve aynı zamanda bir sosyal hukuk devleti olduğunu söyler. Peki, şu sorunun yanıtını arayalım, sosyal devlet ne demektir? Biliyorum sosyal devlet üzerine ciltlerle kitap yazılmıştır ama ben size Anayasa Mahkemesi kararından bir cümle okumak istiyorum. 1988’de verdiği bir kararda Anayasa Mahkemesi sosyal hukuk devletini şöyle tanımlar, “Sosyal hukuk devleti güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir.” Aslında en büyük güç devlettir. Ama devletin gücü devletin içindeki dengesizlikleri dengelemektir. Yani güçsüzleri güçlülere karşı korumaktır. O nedenle biz sosyal devlet diyoruz ve sosyal devleti değiştirmeyi teklif dahi edemiyoruz anayasada böyle bir düzenleme var. Kuşkusuz bu düzenleme olmakla beraber sosyal devleti güçlü kılmak için bazı ek düzenlemeler de yapılmıştır anayasada. Nedir? Sağlık; 56. Madde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” diyor. Yani sağlığı bir hak olarak görüyor anayasamız. Yine 60. maddesinde sosyal güvenlikten söz eder ve der ki, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” Yani sosyal güvenlik bir lütuf değil, o ülkede yaşayan herkes için bir haktır der. “Ve devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” Yani güçsüzleri güçlüler karşısında korumak için devlet her türlü önlemi alır gerekli teşkilatları kurar diyor.
Şimdi değerli arkadaşlarım dedim ki, sorunlara bütüncül bir pencereden bakmak ve o çerçevede sorunları çözmek zorundayız. Siyasiler genelde sorunlara popülist anlayışla yaklaşırlar. Nereden daha fazla oy gelecekse o çerçevede o grubun sorunlarına eğilirler. Bütüncül bir anlayışla sorunu çözmek aslında devletin görevidir ve iktidarların, yani devleti yönetenlerin görevleridir ve onlar aklı egemen kılmak isterler. Nedeni devletin yapısı içinde zaten hukukun öngördüğü kuralların geçerli olduğu varsayılır ve dolayısıyla popülist siyasetten uzak akılcı politikalarla var olan sorunları çözmektir.
Şimdi sağlıkta ve sosyal güvenlikte sorunlar var ve bu sorunların hangi başlıklar altında incelenmesi gerekiyor ve bir arada değerlendirilmesi ve incelenmesi gerekiyor? Madem bilimsel bir toplantı, izin verirseniz bu bölüme biraz daha ayrıntı vererek gireyim. Sorunu çözmek isterseniz, yani akılcı politikalarla sorunu çözmek isterseniz birden fazla soruna aynı zamanda eğilmek zorundasınız. Sosyal güvenlik veya sağlık... Bir, ülkede yaşayan bireyler yani 81 milyon açısından. İki, sağlıkta çalışanlar ve onların çalışma koşulları açısından bakacaksınız. Üç, tıbbı donanım ve tıbbı malzeme açısından bakacaksınız. Dört, ilaç sektörü ve ilaç kullanımı açısından bakacaksınız. Beş, sağlık harcamalarının ve sosyal güvenliğin finansmanı açısından bakacaksınız. Eğer bu beş parametreyi bir araya getirip sorunu çözme konusunda bir irade ortaya koyamıyorsanız, sorunu çözemezsiniz. Nitekim Türkiye’nin sağlık ve sosyal güvenlikte var olan sorunlarını derinleşerek sürdürmesinin temelinde bu beş soruna eşzamanlı yaklaşmamak yatıyor. Beş soruna eş zamanlı yaklaşırsanız, yani sorunun bileşenlerini bir araya getirip ortak aklı egemen kılarsanız sorunu çözersiniz.
İzin verirseniz bunlara kısaca değineyim. Bir, ülkede yaşayanlar açısından bakalım, 81 milyon. Ne diyordu? Herkes sosyal güvenlik hakkına sahip, herkes. Türkler demiyor, şu inançtan olanlar demiyor, sadece Türkiye’de yaşayanlar da demiyor. Herkes diyor. Burada bulunan turist de aynı haklardan yararlanacaktır diyor anayasamız, evrensel bir kuralı benimsemiş oluyor.
İki, sosyal güvenlikte evrensel kurallar sadece bizim belirlediğimiz kurallar değil, Uluslararası Çalışma Örgütü zaten bu kuralları asgari normlar olarak belirlemiş. Ne zaman? 1950’lerde 102 sayılı Uluslararası Çalışma Örgütünün sözleşmesi var, Sosyal Güvenliğin Asgari Normları. Ne diyor? 9 ayrı sigorta dalından söz ediyor; sağlık sigortası, işsizlik sigortası, yaşlılık sigortası, iş kazaları sigortası, meslek hastalıkları sigortası, analık sigortası, maluliyet sigortası, ölüm sigortası ve aile yardımları sigortası. Türkiye bu sözleşmeyi 1971 yılında parlamentoda yasalaştırmış. Ne diyor Türkiye? 1971’de diyor ki, Uluslararası Çalışma Örgütünün 102 sayılı sözleşmesini uygulayacağım, parlamentodan geçirdim. 8 sigorta dalı var, 9. sigorta dalı yok. Peki, Sosyal Güvenliğin Asgari Normları neyi amaçlıyor? Bir insanın doğumundan ölümüne kadar gelecek endişesi olmamasını amaçlıyor. Doğumundan ölümüne kadar ona asgari bir gelir güvencesi, bir yaşam standardı sağlama güvencesi veriyor. Bizde uygulanmayan hangisi? Aile yardımları sigortası. Diyeceksiniz ki, aile yardımları sigortasının önemi ne, neden çok önemli bu sigorta dalı? Önemi şu, şimdi emeklilik yaşı kaç oldu aşamalı olarak? 65. Bir vatandaşı düşünün, sade, sıradan bir asgari ücretliyi düşünün 55 yaşında. Ne zaman emekli olacak? 65 yaşında. Patron dedi ki, kusura bakma senin işine son veriyorum genç yetenekli bir arkadaş geldi onu çalıştıracağım. Gidecek nereye? İş arayacak. Bir süre işsizlik sigortasından para alacak. Ne kadar? 8 ay, 9 ay hadi bilemedin yeni yasa çıktı 10 ay, hadi yasa çıktı 15 ay. Sonra gidecek iş aramaya, patron diyecek ki, sen yaşlısın. Beni emekli edin diyecek, devlet diyecek ki, sen daha gençsin kardeşim emekli mi olunur bu yaşta? Nasıl geçinecek bu? 65 yaşına kadar nasıl geçinecek ve çocuklarına nasıl bakacak? O zaman devreye aile yardımları sigortası giriyor. Bu nedenle aile yardımları sigortası çok önemli. Eğer bir sözünüz varsa Sayın Başkan, hastalarınıza, yurttaşlara, topluma bir sözünüz varsa, bu söz önce aile yardımları sigortasını Türkiye’de uygulayın demekle başlamalıdır. Ki o zaman bu ülkede yaşayan hiç kimse bir gelecek endişesi taşımamalıdır. Bunun sağı, solu yoktur, bunun odağında insan vardır ve biz bu insanı korumak zorundayız. Kimliği ne olursa olsun, inancı ne olursa olsun, yaşam tarzı ne olursa olsun insanımıza güzel bir gelecek, devletin güvencesi altında, hangi devlet? Sosyal devletin güvencesi altında vermek zorundayız. O nedenle aile yardımları sigortası çok önemlidir. Kimler açısından? Bireyler açısından yani 81 milyon açısından çok önemlidir.
Tabi şunu da düşünmemiz gerekiyor, sağlık yardımı alacaksınız, sosyal yardımlar eğer yeterli değilse. Eğer bir toplumda eşitsizlik varsa, gelir eşitsizliği varsa en büyük faturayı yoksullar çeker. Sayın Başkan konuşmasında dedi ki ilaçla, eczacılıkla ilgili ekonomik kriz var faturayı kim ödeyecek? Normalde şudur, faturayı yoksulların ödememesi lazım. Ülke yönetiminde doğrudan hiçbir sorumluluğu olmayan, sadece oy kullanarak iktidar seçen halkın fatura ödeme lüksü yoktur, halk fatura ödememelidir. Faturayı önce yöneticiler ödemelidir, yani ülkeyi yönetenler ödemelidir. Eğer bir fatura çıkacaksa gelir gruplarına göre fatura ödenmelidir. Yani geliri yüksek olanların daha ağır bir fatura ödemesi orta gelirlilerin de daha az bir fatura ödemesi lazım; eğer ekonomik krize milli bir duruş sergilenecekse buna bakmak gerekiyor.
Ben sizin Devrek’ten bir şeker hastası kızımızın yol parası bulamadığı için gidip tedavi olamadığı ve hayatını kaybettiği bir olaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye’nin bu konuda dikkatini çeken de Profesör Aslanoğlu, yani o kızcağızı tedavi eden hekimimiz. Onun sosyal medyada kullandığı bir mesaj. Okumak istiyorum lütfen dikkatle dinleyin. Şöyle diyor Aslanoğlu, “İçim acıyarak paylaşıyorum, evet bizim hastamızdı, ama evet bir yıldan fazladır görmüyorduk. Ama altın kalpli bir babacığı vardı ve anneciği. İster miydi onlar kontrolleri aksatmayı. Ama kolay mıydı iki kızı, ikisi de diyabet, iki kızı okutmak, büyütmek, evermek, üretken bir vatandaş yapmak. O babanın ve o annenin çocuk gözleri çökmüş omuzları. Ablanın gölge düşen gelinlik hayalleri, inanamıyorum, inanmak zorundayım Türkiye’nin gerçeği. İsveç’te yüzde 95 sensör kullanırken bizde yüzde kaç yol parasından kontrole gidemiyor. Ben yazdım, yazdım, yazdım. Daha öğreneli 15 dakika oldu. Bilmiyorum iyi mi ettim, doğru mu dedim, şimdi gidip ağlamak istiyorum.”
Eğer 21.yüzyılın Türkiye’sinde bu dramı yaşıyorsak hepimizin oturup düşünmesi lazım ve söylenecek bir sözümüz varsa oturup korkusuzca o sözü söylemek lazım. 81 milyon nüfusumuz var değerli arkadaşlarım, eğer bu ülkenin vatandaşları 81 milyonu değil de 130 milyon acil servise başvurusu varsa, gelişmiş ülkelerde yüzde 30’la yüzde 40 arasında acil servise başvurulurken nüfusun büyüklüğü açısından, Türkiye’de yüzde 100’ün çok üstünde yüzde 130’lara, 140’lara varan oranda başvuru varsa oturup düşünmemiz gerekiyor. Neden? 6 liralık, 10 liralık katkı payı ödememek için. Peki bu yoksulların sözcüsü kim olacak, bu yoksullara kim sahip çıkacak? Eğer sözünüz varsa ve sizler eczacı iseniz ki öylesiniz, sizler yurtseversiniz ve sizler ülkenizin sorunlarını özgürce tartışmak istiyorsunuz. Sizlerin bu konuda sözünüzün olması lazım ve biz bu ülkede yoksulluğu yenmek zorundayız. Yoksulluk bu ülkenin kaderi olmamalıdır. Bugün hastaneye gidenler veya sağlık hizmeti alanlar 14 ayrı katkı payı yapmak zorundalar. Bunun da düşünülmesi lazım.
Daha dramatik bir olay. Siyasetçilerin popülist anlayışla yaklaştıklarını söylemiştim. Genel Sağlık Sigortası primini ödemeyenlere sağlık hizmeti vermeyeceğiz diye düzenleme yapıldı. Seçimler geldi dediler ki olayı 31.12.2018’e kadar uzattık, prim ödemesen de sağlık hizmeti vereceğim. Peki 31.12.2018’den sonra gencecik fidan gibi bir çocuğumuzu prim ödemedi diye ölüme mi terk edeceğiz? Nasıl bir siyaset anlayışıdır ve insana nasıl bir anlayışla yaklaşılmaktadır. Bunun mutlaka bir şekliyle değerlendirilmesi lazım.
İkinci alan, sağlık çalışanları ve çalışma koşulları. Her sağlık çalışanı iyi koşullarda hizmet vermek ister. Odasının iyi olmasını ister, kullandığı donanımın iyi olmasını ister, iyi bir gelir elde etmek ister, emekli olunca da insan gibi yaşamak ister. Yani sosyal yaşamında ciddi bir düşüş olmamasını ister. Ama bırakın sağlık çalışanlarını, kamuda çalışanların yüzde 90’ı böyle bir avantajdan tümüyle yoksundur. Dolayısıyla eğer sorunu bir bütünlük içinde ele alıp değerlendireceksek bu çerçevede bakmak gerekiyor ve siyasetçiler işi kolaycılığa bazen sürüklüyorlar. Popülist propagandanın getirdiği bir şey, hekimi suçlamak… İşin içinde en kolay unsur oluyor hekimi doğrudan doğruya suçlamak, hastaya niye bakmıyorsun? Hekimi suçladığınız andan itibaren, eczacıyı suçladığınız andan itibaren sağlık hizmeti alan yurttaş hekimi bir düşman gibi, kendisini kurtaran bir kişi gibi değil bir düşman gibi görmeye başlar. Ve son 16 yılda, bütün cumhuriyet tarihi boyunca bir kişi, bir doktor şiddet dolayısıyla hayatını kaybetmiştir 83 yılda, ama son 16 yılda 11 hekim hayatını kaybetmiştir. Bu toplumun geldiği noktayı göstermesi açısından ve hepimizin de düşünmesi gereken nokta açısından önemlidir değerli arkadaşlarım.
Bir başka önemli nokta, tıbbı donanım ve tıbbı malzeme. İki temel açıdan yaklaşmak gerekiyor. Bir, bunları üretenler. İki, bunları tüketenler. Bu piyasa büyük ölçüde dünyada oligopol piyasasıdır. Sınırlı sayıda firmalar bunları üretirler ve oligopol piyasasında serbest piyasada olduğu gibi bir rekabet ortamı içinde fiyat ortaya çıkmaz. Tekelci bir anlayış vardır ve fiyatlar yüksektir. Yapılması gereken milli sanayimizi güçlendirmektir. Bu ürünleri Türkiye’de üretmektir. Eğer milli sanayinizi güçlendiremezseniz, bu ürünleri kendi ülkenizde üretemezseniz, başkalarının ürettiği ürünleri tüketen toplum olursunuz. Değerli arkadaşlarım, bunu üretmenin yolu da üniversitelerin bilgi üretmesinden geçiyor. Üniversiteleri bilgi üretmeyen bir toplumun büyüme şansı yoktur.
Bir dördüncü alan, soruna bütüncül çerçevede yaklaştığımızda, ilaç sektörü ve ilaçların kullanımı açısındandır. Sosyal Sigortalar Kurumuna Genel Müdür olduğumda eczacı arkadaşlarla oturur konuşurdum sık sık, o dönemin Eczacılar Birliği Başkanı da aramızda. Eşdeğer ilaç uygulamasını hiç duymamıştım, bana eczacılar öğrettiler eşdeğer ilaç uygulamasının ve eşdeğer ilacın ne olduğunu ve eğer Türkiye bir sömürü çarkından kurtulacaksa eşdeğer ilaç uygulamasını yapmak zorundaydık. Başlattığım zaman gelip bana şunu söylediler, “Acaba bunu sonuna kadar götürebilecek misin dediler, yoksa bir süre sonra sen görevden alınacak mısın” dediler. Kararlıyım sonuna kadar götüreceğim dedim ve eşdeğer ilaç uygulamasını Türkiye’de uygulayan eczacıların sayesinde, ben karar organı olduğum için, uygulayan diyorum ama kararı verenler ve bana önerenler eczacı arkadaşlarımdı ve onlarla birlikte biz bu uygulamayı başlattık ve sonuna kadar da götürdük değerli arkadaşlarım.
Bugün Türkiye ilaç tüketiminde dünyada 16. sırada olan bir ülkedir. 81 milyon nüfusuyla ilaç tüketiyor ve kesinlikle ilaç sanayinde, milli ilaç sanayinde gelişmesi lazım. Bunun için az önce dediğim gibi üniversitelerin bilgi üretmesi lazım. Bir acı haber, İran üniversitelerinin ürettikleri bilgi sayısı Türk üniversitelerini iki yıldır geçiyor. O zaman dönüp şu soruyu kendimize sormak zorundayız. Nasıl oluyor da bizim üniversiteler bilgi üretmede sürekli geriye doğru gidiyorlar ve hangi üniversiteler bizim önümüzde duruyor ve bilgi üretmeyen üniversitelere biz gerçekten üniversitemi diyeceğiz? Oturup üzerinde düşünülmesi lazım.
Beşincisi, soruna bir bütüncül çerçeve açısından baktığımızda, sağlık harcamalarının ve sosyal güvenliğin finansmanı. Bu finansman olayı yeni bir bilim dalının doğmasına, aktüerya biliminin doğmasına yol açmıştır. Bu sorun bir bilim dalının doğmasına yol açmıştır. Kişinin doğumundan ölümüne kadar olan süre içinde ona yapılacak harcamaların finansmanı, alınacak primler hangi ölçüler içinde alınabilmeli ki risk karşılanabilsin ve sigorta firması da ya da şirketi de iflas etmesin. Bu bilim dalı yani aktüerya ve aktüer dediğimiz alan burada çok önemli. Belki çoğunuzun bilmediği bir gerçeği anlatayım size. 12 Eylül darbesinden sonra devlette bürokrasiye bir standart getirildi. Bakıyorlar ki aktüerya denen bir bölüm var. Ne demek aktüer? Hiç kimsenin bilmediği, karşılaşmadığı, kapatın diyorlar aktüeryayı ve kapatıyorlar. Ve ondan sonra sistem kendisini finansa edemez ve bu konuda sağlıklı hesapların yapılamadığı bir Türkiye gerçeği çıkıyor ortaya. Ve Türkiye aktüerleri yurtdışından getirmek zorunda kalıyor. Şimdi bazı üniversitelerimizde aktüerya bölümleri var ve gidiyor.
Değerli arkadaşlarım, ilaçlar pahalı, tıbbı cihazlar pahalı, şehir hastanelerinde verilen dolar bazında garantiler var onlar da pahalı. Kim için? Kamu için pahalı ve dolayısıyla sosyal güvenlik sistemi açık vermeye devam ediyor. Yeni Ekonomi Programında açıklandı; 2017’de 16.7 milyar lira olarak öngörülen sosyal güvenlik açığı, 2021 yılında 39 milyar 700 milyon liraya çıkacak. Yine Yeni Ekonomi Programında deniyor ki, “Sosyal güvenlik harcamalarından 2,5 milyar lira tasarruf yapacağız.” Ben de merak ediyorum, siz de merak ediyorsunuz 2,5 milyar liralık tasarruf nereden olacak? Yine söyleniyor, “Mali açıdan sürdürülebilirliği sağlamak ve kamu maliyesine olan yükü azaltmak amacıyla sosyal sigorta sistemi yeniden düzenlenecektir.” Emeklilik yaşı uzadı 65’e, prim ödeme gün sayısı 5 binden çıktı 7 bin 200’e, emekli aylığı düştü. Peki açık neden büyüyor? Bir sözünüz varsa bu sorunun yanıtını isteyeceksiniz Sayın Başkan. Bütün bunlara rağmen sosyal güvenlik sisteminde neden açık büyüyor neden? O zaman bunu her şeyden önce öğrenme hakkı eczacıların. Neden? Siz bu sorunun ana unsurlarından birisisiniz.
Değerli arkadaşlarım, sorunların çözümü demokrasi ortamında olur, sağlıklı çözümler demokrasi ortamında olur. Neden? Demokrasi ortamında insanlar düşüncelerini özgürce dile getirirler. Bazen iktidar olanların, iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyebilir, bazen muhalif kesimin hoşuna da gitmeyebilir ama sonuçta doğru doğrudur ve bu doğruyu kabul etmek zorundayız. Akıl akıldan üstündür, dolayısıyla özgürce tartışma ortamında doğru yolu bulma, doğruyu saptama ve sağlıklı çözümler üretme gücümüz vardır. Bunun için ne gerekiyor? Hukukun üstünlüğü gerekiyor, düşünce özgürlüğüne sınırlama getirmeme gerekiyor. Yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekiyor. Hakimlerin açıkça tehdit edilmemesi gerekiyor. Medyanın kontrol altına alınmaması gerekiyor yani medyanın halkın gözü, kulağı ve sesinin olması gerekiyor. Türkiye’nin bir çadır devletine dönüşmemesi gerekiyor. Çok tipik bir örnek vermek isterim size. Hapishaneler tıka basa dolu, gazeteciler var, avukatlar var, milletvekilleri var, öğrenciler var, herkes var. Ama şu gerçeği herkesin bilmesini isterim. Güçlü olanlar dışarıda, hak arayan ama gücü olmayanların tamamı içerde. Parası olanların tamamı dışarıda, parası olmayıp avukat parası bile ödeyemeyecek konumda olanların yüzde 99,9’u içerde.
Bir başka gerçek daha var, dışarıdan müdahalelere boyun eğen bir Türkiye var. Bu benim ağırıma gidiyor. Demokrasi adına ağırıma gidiyor. Merkel telefon ediyor bir gazeteciyi çıkartıyor; bir telefon, bir gazeteciyi bırakıyorsunuz. Üstelik o gazeteciyi bıraktığınızda bir başka mahkemenin tutuklama emrini de eline tutuşturuyorsunuz, kararını da eline tutuşturuyorsunuz. Ve gelen özel uçakla biniyor ve Almanya’ya gidiyor. Trump telefon ediyor, papazı rahatlıkla serbest bırakıyorsunuz, çıkacağını bir gün önceden Amerikan yetkililer açıklıyorlar. Başka? Macron telefon ediyor, gazeteciyi serbest bırakıyorlar. Başka? Suudi Kralı telefon ediyor, Türkiye’de cinayet işleyenler rahatlıkla ellerini kollarını sallayarak dışarıya gidiyorlar. Ağırıma giden budur. Demokrasi eğer gerçekten bu ülkede sağlıklı işleyebilseydi ve gerçekten korku egemen olmasaydı, Türkiye’nin ayağa kalkması lazımdı. Türkiye bir çadır devleti değildir. 1940’larda, 1990’larda bırakın cinayet işlemeyi konsolosluklarda yapılan eylemler dolayısıyla konsoloslukların etrafı çevrilmiş, cinayet işleyen birisi Türkiye’de yargılanmış, cinayeti özendirenler yine konsolosluğun etrafı çevrilerek teslim alınmış ve ondan sonra yargılanıp Türkiye’de mahkum edilmişlerdir. Amerika’da konsolos eşini yürüyen arabadan attı diye ve eşi yaralandı diye konsolos yakalanır gözaltına alınır ve tutuklanır. Kanada’da eşine kötü davrandı diye başkonsolos alınır yargılanır. Bizde geliyorlar, cinayet işliyorlar, boğuyorlar, parçalara bölüyorlar, ellerini, kollarını sallayarak yurtdışına gidiyorlar ve Suudi Kralı telefon açıp teşekkür ediyor. Ne için? Çadır devleti görünümünden Türkiye’nin süratle çıkması lazım.
Bir sözünüz varsa Sayın Başkan, bu ülkenin aydınlarına sesleniyorum, bu işin sağı solu yoktur, dikkatinizi çekerim; demokrasinin sağı, solu yoktur. Sağcıya da demokrasi lazımdır, solcuya da demokrasi lazımdır. İnançlıya da demokrasi lazımdır, inançsıza da demokrasi lazımdır. A kimliğine de demokrasi lazımdır, B kimliğine de demokrasi lazımdır. Biz kendi sorunlarımızı kendi özgür irademizle çözmek zorundayız. Demokrasi budur. Benim gibi düşünmeyenin de söz söyleme hakkı vardır. Bana oy vermeyen kişinin de söz söylemeye ve konuşmaya ve beni eleştirmeye hakkı vardır. Eğer biz bunu yapmazsak baştan kaybediyoruz. O nedenle bir sözümüz varsa, o sözün ilk cümlesi demokrasi olmalıdır. Ülke için demokrasi olmalıdır, hepimiz için demokrasi olmalıdır ve demokrasi sadece bizim değil, bütün uygar dünyanın ortak paydasıdır. Avrupa parlamentosunda konuşma yaptım, popülist siyaset üzerine konuşma yaptım. Konuşmamın bir bölümünde şunu söyledim, dedim ki Karl Marks İngiltere’de çalıştı uzun yıllar, onun söylediği “Dünyanın bütün işçileri birleşin” diyor. Şimdi Türkiye ve dünyanın bütün demokratlarının birleşmesi gerekiyor ve birleşmek zorundalar. Türkiye’nin ve dünyanın bütün demokratları birleşmek zorundadır. Demokrasiyi kendi ülkemize getirmeliyiz. Beraber yaşıyoruz, huzur içinde yaşamak istiyoruz, birlikte yaşamak istiyoruz, düşüncelerimizi özgürce ifade etmek istiyoruz. Sorunlar varsa çekinmeden ifade etmek istiyoruz. Kriz var kimse korkudan konuşamıyor. Bize gelip diyorlar ki ne olursunuz bizim derdimizi dillendirin. Sen niye konuşmuyorsun? Nasıl konuşayım diyor. Türkiye’nin bu karabasandan çıkması gerekiyor. Bu görev bu ülkenin aydınlarına düşüyor, birlikte mücadeleye düşüyor. Öyle sağ, sol kavgası yaparak değil, demokrasiden yana olanlar ve demokrasiye karşı olanlar. Geldiğimiz süreç budur. Demokrasiden yana olanların el ele vermesi lazım, gönül gönüle vermesi lazım. Önce şu demokrasiyi gerçek anlamda bir inşa edelim, huzur içinde herkes düşüncelerini ifade etsin ondan sonra oturur sorunların çözümünde ben A derim, öbürü B der, öbürü Z der o ayrı bir şey. Ama özgürce düşüncelerimizi ifade ederiz.
Evet Sayın Başkan, sizin bir sözünüz var, benim de sözlerim burada bitiyor. Hepinize en içten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum, sağ olun, var olun diyorum.
29.11.2024
29.11.2024
29.11.2024
29.11.2024