24.07.2018

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (24 TEMMUZ 2018)
 
Bir grup toplantısında yine beraberiz. Asla ve asla durmayacağım, durmak bize yakışmaz.
https://youtu.be/wfgGgYygBzE


23 TEMMUZ ERZURUM KONGRESİNİN 99.YILI
Efendim bu grup toplantısında yine bizleri izleyen hangi partiden olursa olsun, hangi görüşten olursa olsun, bütün vatandaşlarıma selamlarımı saygılarımı sunuyorum.
Dün 23 Temmuz’du, Erzurum Kongresinin 99.yılı. Erzurum Kongresi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıkları ilk kongre; 1919’un 23 Temmuz’da başlayan bu kongre, 14 gün sürdü. Falih Rıfkı Atay anılarında şöyle anlatır: Mustafa Kemal askerlikten çekildikten sonra, malum rütbelerimi ve askerliğimi iade etmiştim- beş kişi gelerek kendisine Müdafaayı Hukuk Cemiyetinin başkanı olduğunu bildirmişlerdir. Cemiyetin yeri yok, kadrosu yok, bütçesi yoktur, pek çoklarında umut da yoktu. Müdafaayı Hukuk’un bütün parası 90 lira kadar bir şeydi. Müdafaayı Hukuk’un ilk kurulurken 90 lira parası var. Bazıları “kadınlarımızın nesi varsa satalım” demişlerse de, onlar da savaş yılları göçlerinde satılıp tükenmiştir. Bu koşullarda milli Kurtuluş Savaşı başlıyor ve devam ediyor, kongrenin yapıldığı salonun atmosferini anlatıyor Falih Rıfkı Atay. “23 Temmuz 1919, pek orta halli bir okul, 20’ye 12 metrelik sularında çam tahtalarından halı ve seccadeyle örtülü, bir başkan iki de kâtip kürsüsü. Yine çam tahtasından öğrenci sıraları, duvar ve pencereleri çıplak.” Bu koşullarda Erzurum Kongresini yaparlar.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ BİR KİŞİYE TESLİM EDİLECEK BİR DEVLET DEĞİLDİR, RUHUNDA KUVAYİ MİLLİYE RUHU VARDIR
Şu kararları alırlar: “Milli sınırlar içindeki bütün vatan kısımları bir bütündür” derler. İki, “Her türlü yabancı işgal ve istilasına karşı ve Osmanlı Hükümetinin çöküşü halinde millet hep birlik olarak savunma ve dayatma görevini yapacaktır” derler. Malum İstanbul işgal altındadır. Dönemin padişahının bir imzasıyla “geçilemez” denilen Çanakkale geçilmiş ve düşman gemileri sarayın önünde demir atmıştır. O nedenle, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir kişiye teslim edilecek bir devlet değildir, ruhunda kuvayi milliye ruhu vardır” derim.
Ve şu karar alınır: “Kuvayi milliyeyi amil ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır” der. “Manda ve himaye kabul edilemez” der. Kararı alırlar, yayınlarlar kararı ve Erzurum’dan ayrılma vakti gelmiştir Gazi Mustafa Kemal’in. Yine Falih Rıfkı Atay Erzurum’dan ayrılışını şöyle anlatır: “Erzurum’dan Sivas’a gitmek için paraları yoktu. Bir emekli binbaşı bütün parasını ödünç verdi ki, 900 lira idi. 100 lira da aralarında toplayarak 29 Ağustos 1919’da Erzurum’dan ayrıldıkları vakit heyeti temsiliyeden sadece beş kişiydiler, dördü gelmemişti.”
Bu koşullarda milli Kurtuluş Savaşı başladı. O nedenle gençliğe hitabede Gazi Mustafa Kemal der ki, “Millet fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir, ama inandığımız yoldan dönmeyeceğiz” der ve Türkiye Cumhuriyetini bu ülkenin gençliğine emanet eder.
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN GELECEĞİNİ DE GENÇLİĞE EMANET ETMİŞTİR
Gençlik Gazi Mustafa Kemal’in güvendiği en etkin kesimdi ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceğini de gençliğe emanet etmiştir. 95 yıl önce 24 Temmuz 1923’te tablo çok değişmiştir. Neden tablo değişmiştir? Erzurum Kongresinden sonra büyük bir zafer elde edilmiştir ve Lozan’da ayrı bir masa kurulmuştur; Sevr’de değil, Lozan’da ayrı bir masa kurulmuştur. Milli Kurtuluş Savaşını verenler artık Lozan’da batının egemen güçleriyle masaya oturmaktadırlar. 10 Ağustos 1920’de kabul edilen 433 maddelik “Sevr Anlaşması”nı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları yırtarak çöp sepetine atmışlardır.
 
SEVR ANLAŞMASI”NI GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE ARKADAŞLARI YIRTARAK ÇÖP SEPETİNE ATMIŞLARDIR
Atatürk Sevr Anlaşmasını şöyle anlatır: “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı –dikkat buyurunuz, sadece siyasi bağımsızlıktan söz etmiyor- siyasi bağımsızlığımızı, adli bağımsızlığımızı -yargıda da bağımsızlık yoktu- iktisadi ve mali bağımsızlığımızı imha ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Anlaşması bizce mevcut değildir” der. Kaldırır ve çöp sepetine atar. Oysa o anlaşmayı sarayda oturan saltanat imzalamıştır. O anlaşmayı reddeden Gazi Mustafa Kemal ve onun arkadaşlarıdır, yani Kuvayi Milliyecilerdir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta Lozan’ı şöyle anlatır: “Saygıdeğer efendiler, Lozan Barış Anlaşmasındaki hükümleri öteki barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu anlaşma Türk Milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir” der ve Lozan Anlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyetinin tapusu tescil edilir. O tapunun bize kadar gelmesini sağlayan iki önemli aktör vardır; biri Gazi Mustafa Kemal Atatürk, öbürü de İsmet İnönü’dür.
Her alanda bağımsızlığı savundu, her alanda! Kulun kişinin sarayın kulu olmasının önüne geçtiler, cumhuriyeti getirdiler. Her birimiz kendi ülkemizde hiç kimsenin kulu ve kölesi olmadan vatandaş olmanın ne olduğunu öğrendik. Eşit şartlar getirdiler, eşit yurttaşlık getirdiler, kimseyi kimliğinden ötürü ötekileştirmediler, inancından ötürü ötekileştirmediler. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir anlayış, yeni bir demokrasiyle yola çıktılar. Ve bugün geldiğimiz nokta, o yıllarda kanla, gözyaşıyla kazanılan zaferlerin sonucudur. Bugün geldiğimiz noktada binlerce şehidimizin kanı vardır. Bu topraklar sıradan kurulmadı, bu devlet de sıradan bir devlet değildir, binlerce yıllık devlet geleneği vardır. Hiç kimseye boyun eğmemiştir. Saray boyun eğdi, saray sonra kaçmak zorunda kaldı, düşman gemisine binip kaçmak zorunda kaldı. Ama bu ülkede yaşayanlar onurlarıyla yaşadılar ve kendi geleceklerini onurlarıyla çizdiler, kanla gözyaşıyla çizdiler.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sınırları anlaşmalarla kurulmamıştır, kanla gözyaşıyla kurulmuştur. Avukat bürolarında hazırlanmamıştır, bedel ödenmiştir bedel! İnsan hayatıyla bedel ödenmiştir; yaşlısıyla genciyle, kadınıyla erkeğiyle bir beden ödenmiştir. Ama üzülerek ifade edeyim ki, ödediğimiz bedeller yeterince genç kuşaklara aktarılmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ü genç kuşakların bir bölümü Kenan Evren’in gözüyle görmüştür ve öyle tanımıştır Gazi Mustafa Kemal’i. Gazi Mustafa Kemal Atatürk o Atatürk değildir. İki temel ayağı üzerinde durur Atatürk, iki temel değer üzerinde! Birincisi şudur: Demiştir ki, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir, ben hiç kimseye boyun eğmeyeceğim” demiştir.
TÜRKİYE BUGÜN TEFECİLERİN DAYATTIKLARI KURALLARLA YÖNETİLİR HALE GELMİŞTİR
“Kendi ülkemde bayrağımın altında aç da kalsam, özgürce yaşayacağım” demiştir. Bundan daha güçlü bir mesaj olabilir mi? Ama bağımsızlığın ne kadar değerli olduğunu bilen Mustafa Kemal, bağımsızlığın nasıl korunması gerektiğini de biliyor ve şöyle söylüyor: “Savaş meydanlarında kazanılan zaferler, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa, ülkenin bağımsızlığı tehlikeye girer.” Bugün geldiğimiz nokta odur. Ekonomik bağımsızlığımız, yani Türkiye’nin üretimden koparılması, farklı bir sürecin içine Türkiye’yi sokmuştur ve Türkiye bugün tefecilerin dayattıkları kurallarla yönetilir hale gelmiştir. Birazdan o ayrıntılara gireceğim. O nedenle Atatürk’ü anlamak, onu sarı saçlarıyla mavi gözleriyle değil, Atatürk’ü anlamak onun fikirlerini anlamak demektir, onun mücadelesini yapmak demektir.
24 TEMMUZ GELENEKSEL GAZETECİLER GÜNÜ VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE GÜNÜ
24 Temmuz aynı zamanda basın özgürlüğü günü. 24 Temmuz 1908’de dönemin sarayının sansür memurları gazetelere giderler; haberleri denetlemek ve sansürlemek için. 24 Temmuz’da sansür memurları gazetelere giremezler, izin verilmez. İzin verilmediği için gazeteler 25’inde özgür çıkmıştır ve o günü basın bayramı olarak kutlanmıştır basın örgütleri tarafından 1946’dan beri. Ama 1971’de gazetecilerin üzerine yeniden baskı kurulur. Muhtıralar dönemidir, demokrasi yine büyük ölçüde kısıtlanmıştır, insan hakları kısıtlanmıştır, insanlar darağaçlarında sallandırılmıştır ve 1971’de gazeteciler gününün adı Geleneksel Gazeteciler Günü ve Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir.
GAZETELER BÜYÜK BASKI ALTINDA, GAZETECİLER HAPİSTE
Şimdi geldiğimiz noktaya bakın; gazeteler büyük baskı altında, gazeteciler hapiste, gazeteler kendilerine oto sansür uyguluyorlar. Acaba birilerini kızdırabilir miyiz? Birilerini kızdırırsak başımıza bir felaket gelir mi? Düşüncelerini değil, artık magazin haberlerini kendi köşelerine koyan yeni bir yapı, yeni bir anlayış çıktı; ya saraya yağcılık yapacaksın ya da sana hayat hakkı tanımayacağım denilen bir sürecin içine Türkiye sokuldu. İktidar kendi medyasını oluşturdu, buna kısaca havuz medyası diyoruz. Devletten ihale alanlara sırayla televizyonlar ipotek edildi, gazeteler ipotek edildi “üç yıl sen idare edeceksin, masrafını sen karşılayacaksın, beş yıl sen karşılayacaksın” diye ve gazeteler zorla sattırıldı. Şu anda neredeyse medyanın tamamı birkaç gazete dışında tümüyle hükümetin kontrolünde ve onların tek bir görevi var, iktidara yağcılık yapmak, sarayın gözüne girmek. Acaba saray bir yere giderse, acaba beni de uçağına alır mı diye en aşağılık duygularla kendilerine mesafe biçmeye başladılar. Alsa ne olur uçağına, almasa ne olur? Memleket nereye gidiyor, sen nereye gidiyorsun?
Basın özgürlüğünün ne kadar değerli olduğunu ve nasıl sağlanması gerektiğini yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk söyler. Şöyle söyler: “Basın hürriyetinden doğan mahsurların yegane izole vasıtası –yani yok etme vasıtası- yine basın hürriyetidir” der. Basın hürriyetinden, basın özgürlüğünden asla vazgeçmez. Şimdi geldiğimiz nokta, medya iktidarın elinde, ne derse onu yazar, ne söylerse onu yazar.
Değerli arkadaşlarım, havuz medyasının en temel özelliklerinden birisi de, sürekli yalan haber yazmasıdır. En temel özelliklerinden birisidir. Nitekim dünyada malum bir araştırma yapılıyor, “en çok yalan haber hangi ülkenin medyasında yer alıyor?” diye ve Türkiye birinci. Dünya kadar yalan haber. O nedenledir ki, havuz medyasına verilen bütün desteklere rağmen, gazeteleri satılmıyor. Almıyor kimse, güvenmiyor çünkü. Güvenmediği için de, gazeteler basılır, dünyanın reklamı alınır, o gazetelerin tamamı bir süre sonra hurdacılara gider. Hiç unutmuyorum, bir gün yurtdışından geliyorum, havuz medyasının gazetelerini hostes arkadaş soruyor “gazete hangisini alacaksınız?” diye. Emin olun uçağın sonuna kadar gitti geri geldi, gazetelerin tamamını katladı ve yandaki bir dolabın içine koydu, kimse istemiyordu. Geldiğimiz nokta budur.
140’TAN FAZLA GAZETECİ HAPİSTE
O nedenle medya üzerinden ne yaparlarsa yapsınlar, bu halkın sağduyusunu engelleyemeyeceklerdir. Şu anda 140’tan fazla gazeteci hapiste; bir gazetecinin durumu biraz özellikli, Ece Sevim Öztürk. Ece Sevim Öztürk şunu yapıyor: 15 Temmuz darbe girişimi oldu evet, girişimi lanetliyoruz evet, demokrasiye ihanet ediyordu evet. Peki, bunun arkasındaki sır neydi, neden aydınlanmıyor karanlık noktalar? Bunu araştırıyordu. Sen misin 15 Temmuz olayını araştıran, yakaladılar doğru hapse. Neden korkuyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişiminin ayrıntılarının ortaya çıkmasından neden korkuyor bu iktidar? Neden korkuyor? Neden bir gazeteci hapse atılıyor? Bunu araştırmayacaksın diyorlar. Neyi araştıracak peki?
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE DÜNYADA 180 ÜLKE ARASINDA 157’NCİ SIRADAYIZ
Değerli arkadaşlarım, basın özgürlüğü deyince, şöyle bir rakam da internet sitelerine düştü. Basın özgürlüğünde dünyada 180 ülke arasında 157’nci sıradayız. Türkiye’de basın özgürlüğü yok, böyle bir şey yok. Dolayısıyla medyanın özgürlüğünün önemi, halkın doğru haber almasıdır. Özgürlüğün önemi odur, halk doğru haber alır. Sadece o mu? Hayır, o da değil, kendilerini yönetenleri de denetlemektedir medyanın özgürlüğü. Yani gücü denetlemektir, iktidara egemen gücü denetlemektir medya. Kim adına? Halk adına denetlemektir. O nedenle gazetecilik sıradan bir meslek değildir. Gazetecilikte sabah 08.00 akşam 20.00 mesaisi yoktur, nerede haber varsa, gazeteci oradadır. Olayı didikler öğrenir, gerçeğe ulaşmak için her türlü çabayı harcar. O nedenle gazetecilik bir kamu görevidir. Bugün gazeteciliğin kamu görevi yok, sadece ve sadece saraya hizmet edenler grubuna giren ciddi bir medya çalışanı var.
Ahmet Altan hâlâ hapiste, Nazlı Ilıcak hâlâ hapiste, 140’tan fazla gazeteci hâlâ hapiste ve biz demokrasiyi savunacağız, medya özgürlüğünü savunacağız. Ne yaparlarsa yapsınlar, hangi baskıyı kurarlarsa kursunlar. Kendi televizyon kanalları var havuz medyasının. Açık çağrı yaptım kendilerine, bizi de çıkarın. Sizi izleyen vatandaşlar doğruyu öğrensin, bizi de çıkarın. Üstelik biz sarayın yaptığı gibi, şu gazeteciyi çağır şunu çağır demiyoruz. Hangi gazeteci en muhalifse onu çağır, katılmayan şerefsizdir. Ama şunu söyleyeyim, asla çağıramazlar. Çünkü halkın doğruları öğrenmesini istemiyorlar.
ENİS BERBEROĞLU’NU BEN BİR DEMOKRASİ KAHRAMANI OLARAK GÖRÜYORUM
Efendim gazeteci deyince, bir gazeteci arkadaşımız daha var, Enis Berberoğlu. Uzun yıllar medyada çalıştı, yöneticilik yaptı ve şu anda hapiste. Onu ben bir demokrasi kahramanı olarak görüyorum. Hiçbir suçu olmamasına karşın, iktidarın egemen güçlerin isteği üzerine hapishanede tutuklu, yani esir. Hiçbir suçu yok, hiçbir suçu yok, ama tutuklu, ama hapiste, ama esir. Dolayısıyla Enis Berberoğlu’nu mahkûm eden olay yargı, bir Enis Berberoğlu olayı değildir, Enis Berberoğlu olayı olmaktan çıkmıştır. Olay Enis Berberoğlu ailesinin olayı da değildir, oradan da çıkmıştır. Olay bir Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilinin tutuklu olayı değil, oradan da çıkmıştır. Olay bir Türkiye olayıdır, bir demokrasi olayıdır artık, o noktaya gelmiştir.
YARGI TUTSAK, YARGI REHİN ALTINDA, YARGI KARAR VEREMİYOR
Gönlümüzde yatan şu: Mahkemeler bağımsız olsun, herkes her yargıç hukukun üstünlüğüne göre ve vicdanına göre karar versin. Ama yok, talimatla karar veren mahkemeler var, talimatla! Bakıyor, “nasıl karar verirsem sarayın gözüne girerim, nasıl karar verirsem Yargıtay yolu açılır, nasıl karar verirsem terfi edebilirim” diye. Bunu düşünen kişiler, asla ve asla hâkim değildir, yargıç da değildir. Onların eğer bir unvan verilecekse, onlara yakışan en güzel unvan yargıya ihanet edenlerdir onlar.
Sorun nedir? Türkiye’nin en temel sorunu aslında şu anda yargıdır arkadaşlar. Neden biliyor musunuz? Yargı tutsak aslında, yargı rehin altında, yargı karar veremiyor. Rehin altında bir yargı olur mu? Ama rehin altında, ipotek altında, baskı altında, “şöyle karar vereceksin, böyle karar vereceksin” diye gelen telkinlere göre karar veriyor. 
YARGITAY ÜYELERİ, SARAYDAN GELEN TELKİNE GÖRE KARAR VERİYORLAR
Enis Berberoğlu yeniden seçildi milletvekili oldu. Normalde dokunulmazlığının devam etmesi lazım, yani yeni bir dokunulmazlık kazandı ve cezaevinden çıkması lazım. Dünya alem böyle düşünüyor. Hukuk fakültesine yeni girmiş, birinci sınıfta bir ay okumuş olan öğrenci de böyle düşünüyor. Ama koca koca Yargıtay üyeleri, 16’ncı cezanın Yargıtay üyelerinden biri hariç diğerleri farklı düşünüyor. Niçin? Saraydan gelen telkine göre karar veriyorlar. Neymiş? Özel hüküm varmış. Nerede? Geçici maddede. Kardeşim, onun adı zaten geçici madde, adı geçici madde, bir seferlik madde. Geçici maddeyi genel hüküm özel hüküm kıyaslamasıyla kendisine göre yorumluyor. Ne yapsın içeride tutması lazım, telkin öyle, tavsiye öyle, emir öyle, içeride tutması lazım bir şeye sarılması lazım.
Değerli arkadaşlarım, yasama dokunulmazlığı sürekli değil, hiçbir milletvekilinin sürekli yasama dokunulmazlığı yok. Seçim dönemine özgüdür, seçilir milletvekili dokunulmazlık kazanır. Ne zamana kadar? Bir sonraki seçimlere kadar; kazanırsa dokunulmazlık yeniden başlar, kazanmazsa hâkim savcı çağırır gider ifadesini verir. Ömür boyu dokunulmazlık yok. Bunu peki, bu hâkimler bilmiyor mu? Elbette çok iyi biliyorlar, benden de iyi biliyorlar.
Kararı beklettiler, son güne kadar beklettiler, adli tatilin başlayacağı günden bir gün önce kararlarını verdiler ve sonra hep beraber tatile çıktılar. O tatil size haram olsun, o tatil size haram olsun!
Kemal Gözler, anayasa hukukçusu. Bugün bir yazısı internete düştü. Hiçbir yorum yapmadan, aynen okuyacağım: “Anayasamıza eklenen geçici 20.maddenin kapsamı, 20 Mayıs 2016 tarihinde Adalet Bakanlığa, Başbakanlığa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ve Karma Komisyon Başkanlığına intikal etmiş yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyalardır. Bu dosyalarda kaldırılması istenen yasama dokunulmazlıkları 3 Kasım 2015 tarihli Milletvekili seçimleriyle kazanılmış olan yasama dokunulmazlıklarıdır. Zaten yasama dokunulmazlığı sürekli bir şey olmadığına ve her seçimle yeni bir yasama dokunulmazlığı başladığına göre, 26.yasama döneminde yasama dokunulmazlığını ortadan kaldıran sebep, 27.yasama döneminde geçerli olamaz. Enis Berberoğlu hakkında 20 Mayıs 2016 tarihinde adı geçen makamlara intikal etmiş olan yasama dokunulmazlığının kaldırılması, dosyasındaki talep, kaçınılmaz olarak Enis Berberoğlu’nun 3 Kasım 2015 seçimleriyle başlamış olan 26.yasama dönemindeki yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkindir. Buna ikna olmayan var ise, yani bu açıklamalara ikna olmayan var ise, kendisine şu soruyu sorsun. Eğer söz konusu dosya nedeniyle Enis Berberoğlu’nun dokunulmazlığı geçici 20.maddeyle değil de, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılsaydı, hangi dönemdeki dokunulmazlığı kaldırılmış olacaktı?” Bir hukukçunun verdiği ders!
YARGIDAN UMUDUMUZU KESMİŞ DEĞİLİZ
O nedenle yargı ipotek altında, yargı rehin altında. Ama yine de yargıdan umudumuzu kesmiş değiliz. Yürekli ve namuslu, hukukun üstünlüğüne inanan, vicdanına göre karar veren çok sayıda hâkim var, çok sayıda savcı var. O yürekli insanları, yargının onurunu ve şerefini koruyan o insanları saygıyla selamlamak da bizim görevimizdir.
Efendim Enis Beyi böyle bekliyoruz, bir de Eren Erdem arkadaşımız var, o da içeride. 7 Mayıs 2018 tarihinde bir iddianame hazırlanır. Olabilir, benim hakkımda da dünya kadar iddianame var. Balyoz Ergenekon davasında Silivri’de yaptığım açıklama dolayısıyla Ankara’ya gelmeden fezlekem gelmişti, o kadar hızlı çalışıyorlardı. Neden? Yine saraydan talimat alıyorlardı; Kılıçdaroğlu konuştu sesini kesin, fezleke düzenleyin, korkar gece geri adım atar. Elle sefer söyledim, yine söylüyorum, senin feriştahın da gelse ben geri adım atmam.
Dava açılıyor, savcının iddianamesi kabul ediliyor, dava açılıyor. Açılabilir. Mahkeme duruşma günü olarak 19 Eylül tarihini veriyor, 19 Eylül 2018’de Eren Erdem arkadaşımız gidecek mahkemeye ifade verecek. Ama ne hikmetse birdenbire 19 Eylül değil, 29 Haziran’a alınıyor, erkene alınıyor duruşma ve suçlanıyor. Ne diye suçlanıyor? FETÖ’ye üye olmamakla birlikte, bilerek ve isteyerek yardım etme. Üye değil, ama bilerek ve isteyerek yardım ediyormuş FETÖ’ye. Tıpkı Balyoz Ergenekon olayında FETÖ’nün yaptıklarını, şimdi saray ve adamları yapıyor. Aralarında hiçbir fark yok. Demiştim ya, bir ipte iki cambaz oynamaz diye. İki cambaz vardı, biri düştü, diğer cambazımız duruyor.
Eren Erdem de hayatı boyunca FETÖ’yle mücadele etmiş bir milletvekili arkadaşım. “Nurjuvazi diye bir kitap da yazmış ve bu kitabın toplatılması için de onlar seferber olmuşlar. Şimdi geldiğimiz noktaya bakın, efendim FETÖ’ye bilerek ve isteyerek yardım etmek. Aleyhine kitap yazıyorsun, bilerek ve isteyerek yardıma sokuyorlar.
Değerli arkadaşlarım ve bir şey daha; o dönem çıkan Karşı Gazetesinin sahibi bir mesaj atıyor Eren Erdem’e, cep telefonundan bir mesaj atıyor. Mesajda deniyor ki, “bana Turgay Oğur vasıtasıyla ulaştılar, vergi borçlarımı kapatacaklar, senin hakkında bazı suçlamalar yapmamı istiyorlar.” Yani benim borçlarım var, vergi borçlarım var, kredi borçlarım var, bu borçların tamamını kapatacaklar, seni suçlamamı istiyorlar. Kim söylüyor? Karşı Gazetesinin sahibi. Kime söylüyor? Eren Erdem’e söylüyor. Nereden söylüyor? Cep telefonuna attığı mesajla. Neyle suçlanıyor Eren Erdem? Gizli tanığı deşifre etmekten. Allah akıl fikir versin, gizli tanığı deşifre eden tanığın kendisi. Yalan tanık, yalan üzerine inşa edilmiş. Eren Erdem şöyle bir mesaj verseydi; “sen hiç meraklanma senin vergi borçlarını ben kapacağım” deseydi ne olacaktı? Gizli tanık olmayacaktı. Eren Erdem böyle bir onursuzluk yapar mı? Asla yapmadı, asla yapmadı! Onurlu duruşunu asla ve asla onurlu duruşunu bozmadı.
Niçin tutuklandı? Efendim yurtdışına kaçar diye. Dokunulmazlığı kalktıktan sonra iki yıl boyunca 38 kez yurtdışına gitti geldi. Kaçan adam yurtdışına gider niye gelir tekrar? Suçlu adam kaçar, suçlu değil ki. O davanın da takipçisi olacağız.
Bir başka adaletsizlik örneği Osman Kavala; Osman Kavalı bir işadamı, aynı zamanda bir vatansever, aynı zamanda insan hakları savunucusu, aynı zamanda adaletten haktan hukuktan yana bir insan, aynı zamanda eğer bir yerde insan hakkı ihlali varsa gidip ona müdahale eden, insan hakkı ihlalini gidermeye çalışan yürekli bir insan. Vatan sevgisi var, insan sevgisi var yüreğinde. Bu da 19 Ekim 2017’de İstanbul’da gözaltına alınıyor. Neden? Neden adaletten yanasın, neden insan haklarından yanasın? 1 Kasım 2017’de tutuklandı ve Silivri Cezaevine gönderildi. Suçu ne? Hükümet ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs. Zaten hükümet kalmadı, yok ki zaten hükümet. Neyle kaldırıldı? Anayasayla kaldırıldı, yok hükümet. Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya... Zaten anayasal bir düzen yok ki, saray düzeni var arkadaşlar. Kaldı ki, bununla suçlanıyor, ama bu suçu nerede işledim, nasıl işledim, ne zaman işledim o belli değil. Çünkü iddianame yok, aylardır içeride iddianame yok.
Sonra gelip bana anlatacaklar diyecekler ki, efendim Türkiye’de adalet var, Türkiye’de hukuk var, Türkiye’de bağımsız yargı var diye bana anlatacaklar. Ben ne diyeceğim? Sen onu benim külahıma anlat arkadaş, böyle bir şey yok Türkiye’de.
ÖĞRENCİYLE ÖĞRETMENİ BULUŞTURMUYORSUNUZ VE HAKSIZLIK YAPIYORSUNUZ
Efendim, hak hukuk ve adalet derken, aramızda sözleşmeli öğretmenler de var. Sınava giriyorlar, KPSS’den yüksek puan aldıkları halde mülakatta, yani sözlü sınavda düşük puan veriyorlar ve bunları eliyorlar. Şimdi sözleşmeli öğretmene bunu niye yaparlar? Girmiş sınava, yüksek puan almış, sözlüye giriyor, ama siz sözlüde düşük puan veriyorsunuz ve bunu kazandırmıyorsunuz eliyorsunuz. Oysa Danıştay’ın şöyle bir kararı var. Adayın mülakat puanı KPSS puanının üç puan aşağı ya da yukarısında verilebilir. Yani üç puan aşağı verebilirsin veya üç puan fazla verebilirsin. Ama sen çok büyük miktarda düşürüyorsun... Biliyorum 27 puan, 35 puan bunlar düşürülüyor ve sırf o kişi kazanmasın diye ve kalkıp bana adaletten söz edecekler, insan haklarından söz edecekler, demokrasiden söz edecekler, liyakatten söz edecekler.
Başka şu yapılıyor. Sınavı kazandı KPSS’yi, mülakatı da kazandı. Ama diyorlar ki, sen falan kanun hükmünde kararnameyle devlet memuriyetinden atılanın teyzesinin oğlusun. O nedenle biz seni kazandırmayacağız diyorlar, güvenlik soruşturması. Sen devlete müsteşar mı tayin ediyorsun kardeşim, ne yapıyorsun? Öğretmen, gidip çocukları eğitecek bu, üstelik her zaman denetime tabi. Okulu var, müdürü var, öğretmenleri var, arkadaşları var. Bu çocuk, yani bu öğretmen bütün hayatını bizim çocuklarımıza vakfediyor.
Sonra bir de şunu yapıyorlar. Düşük puan alanlar, KPSS’den düşük puan alanlara mülakatta yüksek puan veriyorlar ve bunları kazandırıyorlar. Bakın, ne demek sözleşmeli öğretmen? Kadrolu öğretmen, sözleşmeli öğretmen ne demek? Aradaki ayrımı da söyleyeyim de, bu ülkede adaletsizliklerin boyutunu bütün millet öğrensin diye. Sözleşmeli öğretmen, özür durumu hariç asla bir yere tayin edilemez, hayatı boyunca oradadır. Kadrolu öğretmen belli bir süre sonra başka bir yere tayini çıkabilir. Özür durumu nedeniyle, diyelim ki sözleşmeli öğretmenin tayini çıkacak. Kadrolu öğretmen tayin edilirken, ona yolluk verilir. Yol parası verilir, ama sözleşmeli öğretmene verilmez. Adalete bakın. Sözleşmeli öğretmen ek ders veriyorsa, verdiği ek ders ücretinden sosyal güvenlik primi kesilir, ama kadrolu öğretmenin fazla ders ücretinden sosyal güvenlik primi kesilmez. Sözleşmeli öğretmenler hayatları boyunca ne müdür olabilirler ne de müfettiş, ama kadrolu öğretmenler olabilirler. Ama hepsi, ikisi de aynı işi yapıyor, aynı görevi yapıyorlar, ama statüleri farklı. Sözleşmeli öğretmenini eş çocuk ve doğum yardımları söz konusu değil ödenmez, ama kadrolu öğretmene ödenir bunlar. Sözleşmeli öğretmenlerin maaşları, ülkenin değişik yerlerine göre farklıdır, ama kadrolu öğretmenlerin maaşları farklı değil, o Türkiye’nin neresinde olursa olsun aynı maaşı alır.
Bütün bu olumsuzluklara karşın, bütün bu olumsuzlukları kabul ederek bu öğretmen adayı arkadaşlarımız öğretmen olmak istiyorlar ve siz haksız ve hukuksuz bir şekilde bu gencecik fidan gibi çocuklarımızı öğretmenlerimizi öğretmen seçtirmiyorsunuz. Öğrenciyle öğretmeni buluşturmuyorsunuz ve haksızlık yapıyorsunuz. Benim size sözüm, bu haksızlığı bu parlamentoda bütün boyutlarıyla dile getireceğiz ve yine size sözüm, bunu hakkınızı alıncaya kadar mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz.
Efendim tabii sadece haksızlığa uğrayanlar öğretmenlerimiz değil, sağlık çalışanları da öyle. Öyle bir tablo var ki, orman kanunu yaşanıyor. Herkes bir suçlu buluyor ve cezasını ben vereceğim diyor. Adalet böyle olursa, vatandaş diyor ki ben ceza vereceğim, haklı haksız. Sağlıkta şiddetin temel nedenlerinden birisi de bu. Hemşire doktor öldürülen var, travma geçirip acilde yatan var, suçlanan var. Türk Tabipler Birliği diyor ki, iki maddelik bir kanun teklifimiz var, iki maddelik! Bu iki maddelik kanun teklifini parlamentodan geçirin. Sevgili grup başkan vekili, bu aynı zamanda sizin için de. Bu iki maddelik kanun teklifini hazırlayın.
Şöyle diyor: “Sağlık hizmetini engelleme: Sağlık kuruluşlarında çalışan sağlık personeline karşı sağlık hizmeti sunumu esnasında veya verilen sağlık hizmetinden kaynaklanan nedenlerle, cebir şiddet veya tehdit kullanan kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” Devam ediyor: “Bu fiiller sonucu sağlık hizmeti kesintiye uğramış ise, yani doktor sağlık hizmeti veremez konuma gelmiş ise, yukarıdaki fıkraya göre belirlenen ceza yarı oranında artırılır.” Bunu verelim, iktidar partisi de sağlık çalışanlarına şiddet uygulayanlara karşı biz de bunu doğru görmüyoruz diyorsa, gelsinler destek versinler.
BAĞIMSIZLIK VE EKONOMİDE ÜRETİM
Değerli arkadaşlarım, sözlerimin başında Gazi Mustafa Kemal’in iki temel ilkesinden söz etmiştim. Bağımsızlık ve ekonomide üretim. Üreten bir ülkenin bağımsızlığı hiçbir zaman tehlikeye girmez, üreten bir ülkenin dünyada saygınlığı vardır. Üreten bir ülkede işsizlik olmaz, üreten bir ülkede yüksek faizler olmaz, üreten bir ülkede enflasyon olmaz, üreten bir ülkede cari açık olmaz cari fazla olur. Üreten bir ülke, dünyada saygın bir ülkedir. Ama üretmeyip de, ekonomiyi tüketim üzerine inşa ederseniz, başka ülkelerin ürettiği malları tüketen ülke konumuna gelirsiniz. Bugün tarımda da, sanayide de aynı pozisyon vardır.
Nasıl geldik bu noktaya? Yüksek faizler ödeyerek. Bütün tasarrufları faizlere vererek, faiz olarak ödeyerek ve Türkiye bu konuma geldi ve Türkiye tefecilere bir anlamda teslim oldu.
Erdoğan, ben faizleri grup toplantılarında sıkça dile getirince, o da rahatsızlığını ifade etti. Çünkü CHP dışında tefecilere teslim olan bir iktidarın tablosunu kimse ortayla koymuyordu. Biz koyuyorduk. Bakın 5 Nisan 2018’de şunu söylüyor: “Yurtdışına gitmeden önce faizlerle ilgili toplantı yaptık. Düşürülmesinden bahsettik. Sonra ben yurtdışındayken Merkez Bankası faizi artırdı.” Demek ki seni takmıyor. “Böyle bir şey olabilir mi? “Biliyorsunuz böyle bir şey olabilir mi? Daha çok ironi olarak benim bazı söylemlerim dolayısıyla da kullanılır. Bağımsızmış, yani Merkez Bankası bağımsızmış. “Ben sürekli faizlerin aşağı çekilmesi konusunda uyarıyorum, toplantılarda tamam diyorlar, ama aksi yönde faiz düzenlemesi yapıyorlar. Böyle saygısızlık olur mu?” Sevgili Erdoğan, böyle saygısızlık olmaz. Doğruya doğru. Sana saygısızlık yapan adam hakkında niye bir şey yapmıyorsun? Tefecilerden mi korkuyorsun?
Efendim bunu söylüyor, ama Nisan ayında, 19 Haziran’da da Adana’da şöyle diyor: “Şu 24’ünü hayırlısıyla bir atlatalım” 24 de var ya meşhur seçimlerimiz, atlatalım. “24’ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle şununla bununla nasıl uğraşılır göreceksiniz.” Yetkiyi aldın kardeşim, yetkiyi aldın. Faizle nasıl uğraşacaksın merak ediyoruz. Düşürürsen, bu kürsüden seni öveceğim. Düşürmezsen, halka verdiğin sözü yerine getirmedin, o koltukta oturmayacaksın arkadaş.
16 YILDA 693 KATRİLYON LİRAYI RANTİYE SINIFINA ÖDEDİLER
Efendim, 11 Temmuz’da yurtdışına çıktı, malum yemin ettikten sonra, namusu ve şerefi üzerine yemin ettikten sonra yurtdışına çıktı. Gazetecilere şu yorumu yapıyor: Dolar yükseliyor, faiz yükseliyor, birileri bu işi tırmandırmaya çalışsa da, bunun düştüğünü göreceksiniz. Daha görmedik bakalım. “Bu kadar emin konuşuyorum. Yeminden sonra devir teslim başladı.” Doğru, devir teslim başladı, hükümetler bitti, Bakanlar Kurulu bitti. Hazine ve Maliye Bakanımız elbette ne gerekiyorsa yapacaktır, burada birçok enstrümanımız var. Daha hiçbir enstrüman görmedik, ne gitar gördük ne saz gördük, bir şey yok. “Önümüzdeki süreçte inanıyorum ki, faizin de düştüğünü göreceksiniz” diyor. 
Vatandaşlarım bir bilgiyi asla unutmasınlar, son 16 yılda devletin içerideki rantiyelere ödediği faiz 693 Milyar lira, eski parayla 693 Katrilyon lira. 693 Katrilyon lirayı rantiye sınıfına ödediler. Bu içeride, bir de dışarıya ödedikleri faizler var, 155 Milyar Dolar. Dışarıdaki bir grup tefeciye ödedikleri 155 Milyar Dolar. Faiz düşecek diyorlar, düşürdük diyorlar defalarca. Rakamlara bakalım, tarihlere bakalım. Bana inanmayan, gitsin Merkez Bankasının internet sitesine baksın. Son dört yıla bakıyorum, bir haftalık repoya Merkez Bankası ne ödüyor? 25 Şubat 2015’de yüzde 7,5, 25 Kasım 2016’da yüzde 8 biraz daha artmış, 1 Haziran 2018’de yüzde 16,5, yüzde yüzden fazla artmış. 8 Haziran 2018’de yüzde 17,75. Bir gecelik faize ne veriyor? 1 Haziran 2018’de yüzde 15, gece para kalacak yüzde 15. 8 Haziran yüzde 16,25.
Denilebilir ki, efendim diğer ülkelerde de var. Doğru, onu da çıkardım. Japonya Merkez Bankası yüzde 17,75 vermiyor tam aksine eksi binde 1. Yani para getirene faiz vermiyor, üstüne biraz da para alıyor Japonya. Avrupa Merkez Bankası yüzde 0, İngiltere Merkez Bankası binde 5, Kanada Merkez Bankası yüzde 1,25, Güney Kore yüzde 1,5, Avustralya yüzde 1,5, Amerikan Merkez Bankası yüzde 1,75, Suudi Arabistan Merkez Bankası yüzde 2,25, Çin Merkez Bankası 4,35, Pakistan yüzde 6, Hindistan yüzde 6, Vietnam yüzde 6,25, Brezilya 6,25, Rusya 7,25, Meksika yüzde 7,5, Türkiye yüzde 17,75. Tefeciye teslim olan bir siyasal iktidar bu ülkeyi yönetemez.
Bas bas bağırıyorsun kardeşim faiz inecek. Bugün Merkez Bankası toplanacak, ben de büyük bir dikkatle izliyorum faizleri artıracak mı, artırmayacak mı? Bastırıyorlar artır diye, o da diyor artırmayacağım. Hadi bakalım, el mi yaman, bey mi yaman? Artırmazsan seni kutlayacağım, bu kadar basit.
16 YILDIR BU ÜLKEYİ TEFECİLER YÖNETİYOR, SEN YÖNETTİĞİNİ SANIYORSUN
Efendim, gerçekleri kimse unutmasın, Osmanlının batışı bu nedenledir. Duyunu Umumiye kurulmuştur. Osmanlının gelirlerini Duyunu Umumiye toplamıştır. Şimdi toplanan gelirleri rantiye sınıfı alıyor, faiziyle alıyor. Bir kısmı Londra’da, bir kısmı Türkiye’de. Bunların fabrika diye bir dertleri yok, işçi diye bir derdi yok, banka kredisi diye bir dersi yok, acaba işçilerin ücretini zamanında ödeyecek miyim diye bir dertleri yok. Bunların elinde bir kadeh viski, oturuyorlar hükümete diyorlar faizi artır, artırmazsan para yok diyorlar. Bu da paraya mahkum. Yalvarıyor, bakanları gönderiyor, bürokratları gönderiyor, ne olursunuz beni sıkıştırmayın diyor. İyi de, yakayı tefeciye ben mi teslim ettim arkadaş, sen teslim ettin. 16 yıldır bu ülkeyi tefeciler yönetiyor, sen yönettiğini sanıyorsun. Şimdi gerçeklerle karşı karşıyayız.
Efendim son bir konuya değineyim OHAL, olağanüstü hal. 15 Temmuz’da bir darbe girişimi oldu, hep beraber buna karşı çıktık. Karşı çıkanların parlamentoda bütün milletvekilleri karşı çıktı, karşı çıkanların hepsini saygıyla selamlamamız lazım. Parlamentoda o gece uçaktan bomba atılırken, kurşun sesleri altında milletvekillerimiz onurlarıyla görevlerini yaptılar. Sonra 20 Temmuz’da hükümet dedi ki, ben OHAL ilan edeceğim, olağanüstü hal ilan edeceğim ve OHAL’le darbe yeni bir sürece evrildi, darbe girişimi farklı bir sürece evrildi ve 20 Temmuz’da bir sivil darbe yapıldı.
Darbenin gerekçesi neydi? Parlamentoya OHAL’le ilgili kararname hangi gerekçeyle geldi? Bu gerekçeyi asla unutmamamız lazım. Çünkü bu gerekçeden yola çıkarak bir sivil darbeyi gerçekleştirdiler. Neydi gerekçesi? Aynen okuyorum: Bu uygulama, yani kanun hükmünde kararname uygulaması, OHAL uygulaması, demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Sonuçlarını düşünün. Tam tersine, bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Yani demokrasiyi koruma, hukuku koruma, özgürlükleri koruma için biz bu OHAL’i getiriyoruz diyor. Olağanüstü hal ilanının amacı, ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gerekli adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmek. Tam tersini yaptılar. Var ya meşhur bir söz, cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Demokrasi dediler, özgürlük dediler, biz buna inanmadık. İnanmadığımız için hayır oyunu verdik, ama evet oyu verenler tarihin önünde sorumludurlar ve onlar demokrasiye darbe vurdular.
Ne oldu? Yargıyı tamamen devre dışı bıraktılar, hak arama yollarını tamamen kapattılar. “Birleşmiş Milletlere dilekçe vererek, biz adil yargılama yapmayacağız, işkence yapacağız” diye Türkiye Cumhuriyetini rezil ettiler. Binlerce, milyonlarca mağdur yaratıldı ve dönemin Başbakanı televizyona çıkarak şunu söyledi. Bunu da unutmayın, unutuyoruz, çok sık unutuyoruz. Şöyle dedi: “Kurunun yanında yaş da yanıyor olabilir. 19 bin civarında göreve dönüş oldu.” Yani göreve son verdiler, 19 bin kişi tekrar görevlerine iade ettiler. “100 bine yakın da bize haksız işlem yapıldı diye müracaat eden var. Böyle yürümeyeceğini gördük. Yeni bir karar aldık, OHAL Denetleme Kurulu kurduk, birkaç haftaya uygulamaya konulacak.” Devam ediyor: “Hatalı işlem olabilir, önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip -Başbakanın önüne gelen listeden söz ediyor, bakanların önüne gelen listeden söz ediyor- doğru mu yanlış mı yapıldığını bilemeyiz” diyor.
Sen niye orada oturuyorsun? “Böyle bir mekanizma yok. Ancak bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, gazete ve televizyon haberlerinde çıkıyor, ondan sonra haberimiz oluyor.” Hükümete bakın! “Haksızlıklar varsa düzelecek. Akademik çevrelerden bu şikâyetler geliyor. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz.” OHAL için komisyon kurdular, komisyonun görevi de, insanlar insan hakları mahkemesine başvurmasınlar diye.
 
SORUMLULUK HALKASINI KOPARIP ATTIĞIN ZAMAN ORADA DEVLET OLMAZ
Şimdi bu haksızlıklar açıkça ve net dönemin Başbakanı tarafından dile getirilirken, bu haksızlıkların sürdürülmesi için parlamentoya bir kanun teklifi geldi. Görevden çıkarma var eskiden olduğu gibi, ama eskiden görevden çıkarma Bakanlar Kurulu kararıyla oluyordu ve Resmi Gazetede yayımlanıyordu ve bizler kaç kişinin görevine, hangi kurumlarda kaç kişinin görevine son verildi bunları görebiliyorduk. Şimdi yeni düzenlemeyle bunu göremeyeceğiz. Bir onayla kişinin görevine son verilebiliyor. Yani hukuksuzluk kamuoyundan da gizlenebiliyor. Savunma hakları ellerinden alınıyor; hem görevine son, hem savunma hakları ellerinden alınıyor. Haksızlığa karşı, uğradığı haksızlığa karşı tazminat davası açamıyorlar, bu yetkileri de yok. Eğer kişi haksız olduğunu kanıtlar ve ispat ederse, görevine iade güvencesi de yok. Eski görevine vermiyorlar, başka bir yere göndereceğim seni diyor. Haksız işlem yapanların hiçbir sorumluluğu yok. Haksız işlem yapanların, insanları mağdur edenlerin, kuru ekmeğe muhtaç edenlerin hiçbir sorumluluğu olmayacak. Seyahat özgürlüğü yok, kısıtlama geliyor. Toplanma özgürlüğü, kısıtlama geliyor. Adil yargılama hakkı zaten yok, göz altı süreleri uzatılıyor. Sadece suçlu olduğuna inanılan kişi değil ya da suçlu olduğu sanılan kişi değil, onun eşinin de pasaportuna el konuluyor, yani kolektif suç üretiliyor. Hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok. Ama çok önemli bir düzenleme daha geliyor, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu doğrudan saraya bağlanıyor. Allah gözünü doyursun, ne diyeyim. Doğrudan oraya bağlanıyor.
Diyelim ki bir şirkete el konuldu, Türkiye’nin en önemli şirketlerinden birisine el konuldu. Oraya atanana kayyumlar şirketin içini boşalttılar ve iflas ettirdiler ve hepsi aldı paraları İsviçre’ye götürdü. Hiç kimsenin sorumluluğu yok, hiç kimsenin! “Sen bu şirketi hortumladın” diye hiç kimse soru dahi soramayacak. Şimdi bu kanunu getiriyorlar. Elini vicdanına koyun bütün vatandaşlarımın düşünmesini isterim. Haksızlık varsa, bu haksızlık benim şahsıma karşı yapılan bir haksızlık değil. Ben onun hesabını sorarım, ama sıradan vatandaşa yapılan bu zulüm bu haksızlığa karşı eğer siz susarsanız, dilsiz şeytansınız kardeşim. Bu kadar açık, bu kadar net söylüyorum.
Kişilerin görevi var, görev veriliyor bunu yapacaksın. Yetkisi de var, ama hiçbir sorumluluğu yok. Devlette yetki ve görev varsa, yetkiyi kullanan kişinin sorumluluğu vardır. Sorumluluk halkasını koparıp attığın zaman orada devlet olmaz. Geldiğimiz nokta budur.
Efendim hepinize en içten selamlar saygılar sunuyorum.