10.07.2019

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (9 TEMMUZ 2019)

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU
(9 TEMMUZ 2019)
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle: Hepinize yürekten selamlarımı sevgilerimi saygılarımı sunuyorum. Bu arada bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer vatandaşlarıma da en içten selamlarımı saygılarımı sunuyorum.  Şu bir gerçek, herkesin bilmesini isterim, Türkiye’de değişimin adresi Cumhuriyet Halk Partisidir, Türkiye’de sorunları çözmenin adresi Cumhuriyet Halk Partisidir, Türkiye’de bütün 82 milyonu kucaklayan adres yine Cumhuriyet Halk Partisidir.

Hiç kimsenin inancı dolayısıyla, kimliği dolayısıyla, yaşam tarzı dolayısıyla ötekileştirilmesini istemedik ve dedik ki 82 milyon bir arada kendi sorunlarımızı rahat bir ortamda konuşalım, tartışalım ve çözüm üretelim. Bizim amacımız buydu ve bu amaçla yola çıktık, bu amaçla gerçekten de güzel başarıların altına imzamızı attık. Yeterli mi? Hayır, 82 milyonu kucaklayacak bir iktidara ihtiyacımız var. 
Toplumun her kesiminin sorunları var. Çiftçinin sorunu var, emeklinin derdi var, esnafın derdi var, sanayicinin derdi var, serbest meslek erbabının derdi var, hayatın her alanında dert var. Ama bunları çözme kapasitesine sahibiz, nasıl çözüleceğini biliyoruz. Yeter ki, siyaseti zenginleşme aracı olarak kullanmayın, siyaset halka hizmetse onu biz yapacağız ve sorunları çözeceğiz. 
AK Partili kardeşlerime de, ülkücü kardeşlerime de seslenmek isterim. Zaman zaman onların liderleri bizleri eleştirirler. Eleştirileri başımın üstüne, onlar benim için hiç ama hiç önemli değil. Hatam varsa düzeltirim, yanlışım varsa özür dilerim, ben de bir insanım, benim de eksiğim olabilir, benim de hatam olabilir, ama bütün vatandaşlarımın şundan emin olmasını isterim, ben bu ülkenin menfaatleri neredeyse oradayım, ben bu ülkenin insanlarının sorunu varsa, sorunu çözmek için oradayım. Bu anlayışla yola çıktık, bu anlayışla yolumuza devam ediyoruz. Dolayısıyla siyaseten katı ayrışmaların doğru olmadığını düşünüyorum. Biz birbirimize düşman değiliz. Farklı görüşlerimiz olabilir, farklı kimliklerimiz, farklı inançlarımız olabilir, farklı yaşam tarzlarımız olabilir, ama bayrağımız bir, vatanımızı seviyoruz, insanımızı seviyoruz ve insana hizmet etmek istiyoruz. Saraya değil, birilerine değil, birilerinin cebine değil, vatandaşa hizmet etmek istiyoruz. 
Efendim sanat bütün dünyada önemli bir alandır. Sanatsız bir toplum olamaz. İster kırsalda yaşayın, orada da insanların sanat ürettiklerini görürsünüz, isterseniz sanat fakültelerden mezun olun, sanatı öngören fakültelerden mezun olun, orada da daha nitelikli sanatın olduğunu görürsünüz. Hayatında okula gitmeyip resim yapan binlerce, ama binlerce gerçekten de saygıdeğer insanımız var. Dolayısıyla uygarlığın kanıtı, uygarlığın temeli kültürel birikimdir. Kültürel birikimi artırırsanız ve taş taş üstüne koyduğunuz zaman bir süre sonra uygarlıkta çok önemli mesafelerin alındığını görürsünüz. Bizim de sanata ve sanatçıya değer vermemiz lazım. Geçen hafta Küçük İskender, çağdaş şairlerimizden birisi hayatını kaybetti. O şiirleriyle Türkiye’de yaşayacak, dünyada yaşayacak ve en önemlisi bizlerin gönüllerinde yaşayacak, Allah'tan rahmet diliyoruz. 
Elbette ki sanat önemli, elbette ki kültür önemli, ama hepsinin odağında insan sevgisi vardır. Bizim gibi düşünmeyen insanlara da saygı göstermemiz lazım, o insanları da kucaklamamız lazım. Sadece kendi ülkemizde değil, eğer insan Allah’ın yarattığı en değerli varlıksa, insana dünyanın her yerinde her ortamında sevgiyle ve saygıyla yaklaşmamız lazım. Çünkü insan düşünceleriyle, fikirleriyle toplumun önünü açar. Bir mucit çıkar bir şey bulur ve dolayısıyla bütün dünya, bütün kainat ondan yararlanır, Edison’un ampulü bulması gibi, daha binlerce aşıların bulunması gibi, hastalıkların tedavi edilmesi gibi. İnsanoğlu bilgisiyle birikimiyle aklıyla pek çok şeyi yakalamış ve bulmuştur ve insanlığa hizmet etmiştir. 
Bu bağlamda katliam yapmak, insanları öldürmek, insanları yok etmek, bir etnik kimliğe düşmanlık yapmak ve o etnik kimliği yok etmek insanlıkla bağdaşan bir olay değildir. O nedenle insan yeri geldiğinde tabiatın en vahşi kişisi olarak da karşımıza çıkabilmektedir. 
Neden bahsedeceğim? Srebrenitsa’dan bahsedeceğim, 11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa Sırp Birlikleri tarafından işgal edilir. Çocuklar bir tarafa ayrılır. Hollanda’nın barış gücü vardır. Hollanda’nın barış gücü sivil Boşnakları alır Sırplara teslim eder ve Sırplar 8 bin 372 Boşnak’ı ormanda katlederler. Sadece Müslüman oldukları için ve sadece Boşnak oldukları için. 8 bin 372 Boşnak katledilir. Srebrenitsa’yı unutmamamız gerekiyor. Bu, 21.yüzyılın en büyük ayıplarından birisidir. Üstelik bütün dünyaya ‘medeniyetin beşiği biziz’ denilen Avrupa’nın göbeğinde olması bunun daha da büyük bir acıdır. O nedenle o katliamda hayatlarını kaybedenler bütün insanlığın yüreğinde yer alacaklardır ve bizlerin görevi de bu tür katliamlar dünyada bir daha olmasın diye onları sürekli canlı tutmaktır.   
Değerli arkadaşlarım, acılardan söz ettik, ama bu toplumun gerçekten de mayasında acılar var. Acılar hemen hemen coğrafyamızın her kesiminde görülebilir. Ama biz yine de bu acılardan ders çıkarmak, bir daha bu acılar yaşanmasın diye özel olarak çaba harcayan kişileriz, çaba harcamak zorundayız. Çünkü acılara teslim olmak değil, acılara bir daha yaşatmamak için özel çaba harcamak zorundayız.
Dün 8 Temmuz’du. 8 Temmuz 2018’de Çorlu tren faciasını yaşadık. 8’i çocuk, 25 vatandaşımız hayatını kaybetti. 8’i çocuk! Anneler için çocuğun ne kadar değerli olduğunu herhalde herkes bilir. Eşler için kocaların, kocalar için kadınların ne kadar değerli olduğunu, aile kavramının ne kadar önemli olduğunu herhalde hepimiz biliyoruz. Çocuk doğduktan sonra bütün sevgimiz çocuk üzerine odaklanır ve çocuğun bütün taleplerini yerine getirmeye çalışırız. Düşünün, 8’i çocuk 25 vatandaşımız hayatını kaybetti. Aileler ne istiyorlar? Sadece bir şey istiyorlar, adalet istiyorlar. Adaletin tecelli etmesini istiyorlar. Duruşma günü geldi, bir salona alındılar, kapılar kapandı, ailelerin bir kısmı dışarıda bir kısmı içeride. İtiraz ediyorlar, biber gazları, polis copları! Ne yapıyorsunuz siz! Zaten bu aileler acılı, eşlerini çocuklarını kaybettiler. Bunlar diyorlar ki sorumlu kimse sorumluyu bulun, sorumlu çıksın ortaya, hep birlikte bunun hesabını soralım. Kavga etmek istemiyorlar, dövüşmek istemiyorlar, intikam duygusuyla bir arayış içinde de değiller. Arzu ettikleri adalet sağlansın. Bizim eşlerimiz, bizim çocuklarımız hayatlarını kaybettiler diyorlar, adaleti istiyorlar. Copları indirerek, biber gazlarını sıkarak insanları adalet arayışından vazgeçiremezsiniz, adalet arayışı farklı bir şeydir. Hangi anneye “çocuğun öldü, ama çocuğun neden öldüğünü sen araştırmayacaksın, adaleti sormayacaksın, adaleti aramayacaksın” diyebiliriz? Diyemeyiz. Ne yaparsanız yapın, o anne gidecektir adaleti isteyecektir, adaletin tecelli etmesini isteyecektir. Bu çerçevede aileler sanki birer suçluymuş gibi muamele gördüler, bu doğru değil. Biz bu olayın takipçisi olacağız, Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu olayın takipçisi olacağız. Neden? Adalet için. Neden? Ölen çocuklar için. Neden? Ölen insanlar için. Neden? Hak arayan insanlar için. Onlara haklarını teslim edeceğiz. 
Efendim bu afet beklenen bir şey miydi? Evet, beklenen bir şeydi. Bekleniyordu, biliniyordu aslında. Kim diyordu bilindiğini? Meteoroloji Genel Müdürlüğü diyordu. Yazı yazıyor Devlet Demiryollarına, yağış olabilir önlem alın diye. Onlar da yazıyorlar. Önlem... Önlem alan yok. Bütün bu belgeleri raporlaştırdık. Cumhuriyet Halk Partisinin Çorlu tren faciasıyla ilgili güzel bir raporu çıktı ortaya. Bütün belgeleri aldık, bütün belgeleri sağladık ve verdik. Yeterli mi dedik? Hayır, bunu aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisinde de araştıralım dedik. Her partiden saygın insanlar var. AK Partiden var, HDP’den var, İYİ Partiden var, MHP’den var, Saadet Partisinden var, İşçi Partisinden var, değerli milletvekillerimiz var. Bir araya gelelim oturalım, bir daha benzeri bir olay yaşanmasın diye bir araştırma komisyonu kuralım. Nerelerde aksaklık oluyor, bürokrasi neden önlemini zamanında almadı diye bir araştırma önergesi verdik, araştıralım diye. AK Partili ve Milliyetçi Hareket Partisi kardeşlerime sesleniyorum. Özellikle iki partinin üyelerine ve iki partiye oy veren vatandaşlarıma sesleniyorum. Çorlu tren faciasının araştırılmasını istedik. Kavga istemedik, dövüş istemedik, intikam almak istemedik, bir daha benzeri olaylar olmasın diye parlamentoda komisyon kuralım, oturup görüşelim önlemini alalım. AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisinin milletvekillerinin oylarıyla bu araştırma önergesi reddedildi arkadaşlar. Yazıklar olsun diyorsunuz, gerçekten de yazıklar olsun! Kardeşim, Meclisin görevi nedir Allah aşkına, ne iş yaparlar? Milletvekili dediğin her ay gidip parasını alıp cebine atıp, gidip keyfini mi sürecek? 25 kişi hayatını kaybetmiş, 25 kişi, bunların 8’i çocuk. Bu insanlar neden, nasıl oldu da, hangi ihmallerin sonucu hayatlarını kaybettiler? Meclis bunu araştırmayacak da ne yapacak Allah aşkına? Reddedildi. 
Dolayısıyla ben Milliyetçi Hareket Partisine oy veren kardeşlerime, AK Partiye oy veren kardeşlerime seslenmek istiyorum. Bakın biz son derece samimiyiz. Birisine iftira atmak, birisini karalamak gibi bir niyetimiz yok, gerçekler ortaya çıksın, bu aileler perişan vaziyette. Benzer kazalar oldu, Sakarya’da oldu, Ankara’da oldu benzer kazalar, insanlar öldü, aynı şey oldu, aynı kurum yapıyor bunları, aynı kurumda oluyor bunlar. Peki, bu kurumda neler oluyor? Yani bir milletvekili bunu merak etmeyecek mi arkadaşlar? Dolayısıyla bizim samimiyetimize bütün vatandaşların inanmasını isterim. Biz samimi olarak, benzer olaylar bir daha olmasın diye Meclisin araştırma yapmasını istedik, ama bunlar kabul edilmedi. Dolayısıyla kabul edilip edilmemesinin bizim açımızdan bir önemi yok, ama Türkiye açısından büyük önemi var. Ama biz bu olayın takipçisi olacağız, milletvekillerimiz bu olayın takipçisi olacak; gerçekler aydınlanıncaya kadar. 
Değerli arkadaşlarım, aramızda mevsimlik orman işçileri de var. Bunlar 5 ay 29 gün çalışıyorlar. Küçük paralar alıyorlar. Eğer Bakanlık isterse bunlar 9 ay 29 güne de çıkabiliyor, yani 4 ay daha fazla çalışabiliyorlar. Yaz ayları olduğu için, orman yangınları olduğunda acilen bunlar müdahale edecekler. Dolayısıyla geçici mevsimlik işçilere, orman işçilerine bu bağlamda ihtiyaç var. Şimdi 5 ay 29 gün doldu, Orman Genel Müdürlüğü bir yazı yazıyor. Diyor ki, 5 ay 29 gün doldu, ama mevsim sıcak, orman yangınları olabilir, bu süreyi 4 ay daha uzatalım. Yani 9 ay 29 güne çıkaralım, dolayısıyla işçiler en azından bu süre içerisinde 6 bin 750 mevsimlik işçi bu süre içinde ormanlarda çalışsın, ormanları beklesin, yangın çıkmasın, ormanları koruyalım diye. Bakanlık izin vermiyor. Sadece 4 bin kişiyi çalıştıracaksın diyor. İyi de, 2 bin 750 kişinin günahı ne? 2 bin 750 kişiyi çalıştırsanız ne olur Allah aşkına, devlet mi batar, memleket mi batar? Emin olun, eğer siz 2 bin 750 kişiye bütçede para yok, biz bu parayı bulamıyoruz diyorsanız, vallahi bana söyleyin, 2 bin 750 kişinin maaşını ben ödeyeceğim arkadaş!
Bakın yine, son derece samimi olarak söylüyorum. 2 bin 750 kişi çalışacak, evine ekmek götürecek bu insanlar. 2 bin 750 kişiye ücret ödendi diye, asgari ücret bu, hani var ya sarayın müdavimleri var, ayda 18 bin lira. Bunlar öyle ayda 18 bin lira filan para ödenmiyor, 2 bin lira 2 bin 20 lira para ödeniyor zaten bunlara. Dolayısıyla bu paraya ne devlet batar, ne de başka bir şey olur. Ama 2 bin 750 kişiyi ve onların ailelerini kazanmış olursunuz. Ve bu insanlar en azından yılın 9 ayı çalışmış olurlar. 
Ve geliyorum sıcak bir olaya, Orta Doğu Teknik Üniversitesi olayına gelmek istiyorum. Bir ülkeyi büyüten, bir ülkeye saygınlık kazandıran kurumların başında üniversiteler gelir. Şu gerçeği acaba AK Partili kardeşlerim, Milliyetçi Hareket Partili kardeşlerim biliyorlar mı? Bütün İslam dünyasındaki üniversite sayısı Amerika’daki üniversite sayısından daha azdır. Niçin? Niçin üniversite kurulmuyor? Orada insanlar yok mu? Var. Neden o insanların tamamı şöyle veya böyle Amerika’ya giderler, ben orada üniversiteyi okuyayım diye. Üniversite kurmak bir toplumu aydınlık geleceğe taşımak demektir. Üniversite kurmak daha sağlıklı düşünen ve hayatı sorgulayan insanlar yetiştirmek demektir. Üniversite kurmak, daha nitelikli daha kaliteli sorular sormasını sağlamak demektir insanların, budur üniversiteyi kurmak, üniversiteyi var eden budur. 
Orta Doğu Teknik Üniversitesi de bizim gözbebeğimiz üniversitelerden birisidir. Yüksek puan alan öğrencilerimiz oraya giderler. Mimarı vardır, mühendisi vardır, sosyal bilimcisi vardı, ekonomisti vardır, hayatın her alanında öğrenciler yetişir. Hepimiz gençliğimizi yaşadık, delikanlılık farklı bir şeydir. Onlara hoşgörülü davranmak lazım, onların talepleri varsa dinlemek lazım, onlara hemen neden isyan etti, neden ayağa kalktın, otur oturduğun yerde, bu tür taleplerin tamamen dışında onların söylemlerine bir kulak kabartmamız lazım. Bu çocuklar ne istiyorlar? Çocuklar şunu istiyorlar. Bizim üniversitede yurt istiyorlar, yurt yapılsın. Kaç kişilik? 500 kişilik, 600 kişilik, ihtiyaç bu kadar. Ama diyorlar ki, buraya 1500 kişilik yurt yapacağız, dışarıdan adam getireceğiz. Kabul etmiyorlar, doğru değil diyorlar, üniversitenin ahengini bozar diyorlar. Hayır, illa yapacağız. Nerede yapacağız? Üniversitenin ortasında yapacağız. Sonra... Ağaçları keseceğiz. Gençler de buna itiraz ediyorlar. Birisini dövdüler mi? Hayır. Cam çerçeve kırdılar mı? Hayır. Vay efendim sen neden bunu istiyorsun diye yine biber gazları, yine coplar, bunlar doğru değil arkadaşlar. Bunlar bizim çocuklarımız, bunlar bizim umudumuz, bunlar bizim geleceğimiz, bunlar yarının önemli kaymakamı olacak, valisi olacak, mimarı olacak, mühendisi olacak, akademisyeni olacak, hayatın her alanında... Bunlar bizim evlatlarımız. Bunlar başka bir ülkenin çocukları da değil, bizim çocuklarımız. Neden şiddet, neden baskı? Oysa sevgiyle yaklaşmamız lazım, sevgiyle hoşgörüyle yaklaşmamız lazım. Ne istediğini oturup konuşmamız lazım. 
Olay büyüyünce Mansur Yavaş arkadaşımız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanımız rektöre açıyor telefonu “sizin yurda mı ihtiyacınız var?” evet diyorlar. Ben size yurt yapacağım, ODTÜ’ye bağışlayacağım, buyurun size yurt diyor, para harcamayacaksınız, pul harcamayacaksınız. Çankaya Belediye Başkanımız gidiyor bakmaya oraya. İzin alınmamış, kaçak yapı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, yani bir bilim kuruluşunda kaçak yapı olur mu Allah aşkına?
Dolayısıyla buradan Sayın Rektöre sesleniyorum, saygıdeğer Rektöre sesleniyorum. Bir bilim insanıdır, ona sesleniyorum. Öğrencilerinizi dinleyiniz, öğrencileriniz nitelikli öğrencilerdir, öğrencileriniz benden ve senden daha iyi dünyayı sorgulayan çocuklarımızdır. Bir daha söylüyorum, benden ve senden daha iyi dünyaya sorgulayan çocuklarımızdır. Onlar bizim evlatlarımızdır, onlar bizi geçecek, geçmek zorundadır, yoksa Türkiye büyüyemez. Mansur Başkanın sesine kulak verin, eğer yurt istiyorsanız, öğrenciler nereyi yurt yapmak istiyorlarsa gelip oraya öğrencilerin rahatlıkla kalabileceği, öğrencilerin istediği bütün niteliklere sahip yurt yapacak ve size verecek yurdu, buyurun kardeşim yurt sizin yurdunuz. 
Yanlış mı yapıyoruz? Hayır. Bakın biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak ne kadar samimiyiz, öğrencinin burnu kanamasın istiyoruz. Orada öğrenci coplandığı zaman, o çocuğun babası annesi, o çocuklara sevgi duyan milyonlarca insan üzülmeyecek mi? Biz kavgadan yana değiliz, biz kinden öfkeden yana değiliz, evlatlarımız bizim evlatlarımız. Onlar büyüyecekler, belki onlar ileride mucit olacaklar, belki onlar bizim aydınlık Türkiye’nin kurulmasında, yaşatılmasında çok önemli başarılara imza atacaklar. Niye küstürüyoruz bu çocuklarımızı, niye kavga ediyoruz?
Üniversiteler bilgi üreten kurumlardır, üniversitelerde şiddet olmaz, üniversitelerde tartışma olur, üniversitelerde farklı görüşteki gençlerimiz yan yana gelirler, otururlar uygarca tartışırlar ve bilgilerini paylaşırlar, dünya görüşlerini paylaşırlar. Kavgaya zemin hazırlayan bir idare olmamalıdır. Gençler heyecanlıdır, gençler daha çabuk tepki verirler, bunu fakültenin yöneticilerinin çok iyi bilmesi lazım. O nedenle gençlere saygılı olmak, gençlerin taleplerini dikkate almak, yanlış varsa gençlerle oturup konuşmak ve onlara anlatmak gerekiyor. Ama bu ortada, yani gördüğümüz tabloda bir yanlışlık var. Orta Doğu Teknik Üniversitesi bir kurumdur, alanı bellidir, yeri bellidir, öğrencisi bellidir, akademik dünya... Başarılı bir akademik dünyası vardır Orta Doğu Teknik Üniversitesinin. Dolayısıyla bu başarıyı şiddetle gölgelememeliyiz, bu başarıyı kurumsal başarıyı sürdürebilmelidir. 
Değerli arkadaşlarım, 21.Yüzyılın en etkin güçlerinden birisi de medyadır. Biz sabah televizyonu açar, haberleri oradan izleriz, radyodan izleriz, gazeteleri okuruz ve sadece kendi mahallemizde, kendi bölgemizde, ilimizde değil, aynı zamanda ülkemizde ve dünyadaki gelişmeleri de medya aracılığıyla izleriz. Medyanın objektif olması, medyanın doğru haber yapması hepimizin ortak talebidir; hangi görüşten olursak olalım. Çünkü doğru bilgiye ulaşmak, doğru haberi yakalamak bizim sağlıklı yorum yapmamıza neden olur ve biz o haberi alırız, haber doğruysa haber üzerine kendi düşüncelerimizi inşa edebiliriz. Eleştiririz veya överiz veya tarafsız kalırız, ama haber dediğiniz olayın medya aracılığıyla objektif olarak kamuoyuna yansıtılması lazım. 
Sivil toplum kuruluşları vardır, dernekler vardır, sendikalar vardır. Bunlar bir araya gelirler, her görüşten gazeteci bir araya gelir, dolayısıyla bunlar medyanın bağımsız olmasını isterler. Ve demokrasinin dördüncü gücü olarak da medya artık 21.Yüzyılda öne çıkmıştır. Yasama, yargı, yürütme, dördüncü güç de medyadır. Çünkü halkın sağlıklı bilgilendirilmesi medya aracılığıyla olur. Ama medyayla ilgili rapor yazacak olan sivil toplum örgütlerinin de, medyanın bu gerçeğini bilerek yola çıkmaları gerekir. 
SETA dediğimiz bir kuruluş var. SETA, yani Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı. Bir rapor yayınladı, “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları.” Ne demek bu? Uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye uzantıları... Yani bunlar Türkiye’de yayın yapmıyorlar, burada neredeyse Türk gazeteci çalışmayacak o anlama geliyor ve dolayısıyla bu yabancı ajansların, yabancı gazetelerin Türkiye uzantıları var ve bu uzantılarla ilgili bizim bir şeyler yapmamız lazım, yani suçluyorlar. 
Bu rapor medya tarihimizin yüz karası raporlarından biridir. Çünkü bu rapor gazetecilerin fişlenmesini öngörüyor. Eğer siz gazeteciyi fişlerseniz, gazeteciyi ötekileştirirseniz, doğru haberi kimden alacağız? Doğru haberi sadece iktidarın önüne gidip diz çöken kişilerden mi alacağız, yoksa bağımsız ve tarafsız gazetecilerden mi doğru haberi alacağız? SETA dediğimiz kuruluş, iktidardan beslenen bir kuruluştur. Bir yerden bağış almaz, iktidar bunlara parayı verir. Bol miktarda para verir, dünyanın parasını verir, ama onların istediği gibi rapor hazırlayacaktır, onların istediği gibi düşüncelerini ifade edecektir. 
Bakın, Gazeteciler Sendikası bu raporla ilgili suç duyurusunda bulundu. Türkiye’de medyanın yüzde 95’i kontrol altında diyor, yani medyanın yüzde 95’i bağımsız değil. İktidar ne istiyorsa onu yazıyorlar. Onlara zaten ben gazeteci demiyorum, onlar gazeteci değil. Gazeteci toplumun sorunlarını objektif saptayıp, kamuoyuna aktaran kişidir gazeteci. Gazeteci yürekli bir insandır, gazeteci baskıya boyun eğmez, gazeteci paranın önünde ya da gücün önünde diz çökmez, yoksa gazeteci olmaz. Gazeteci neydi? Halkın gözü kulağı ve sesidir gazeteci, yani vatandaşın, yani sesini duyuramayan vatandaşın gözü kulağı ve sesi olacaktır. 
Şimdi medyanın yüzde 95’ini kontrol altına aldılar, şimdi SETA aracılığıyla gazetelerinden kovulan atılan pek çok kişiyi de suçlar noktaya geldiler. Birinci soru şu: Böyle bir rapora ihtiyaç var mıydı? Niye böyle bir rapor var, neden ihtiyaç duyuldu? Birileri mi istedi, saraydan talep mi geldi, bir sipariş mi oldu, neden böyle bir rapora ihtiyaç duyuldu? Bu SETA’nın araştıracağı başka hiçbir konu yok muydu acaba sadece ve sadece bu konuyu araştırıyor? Bakın, mutfaklarda yangın var, insanlar evine et alamaz noktaya geldi, çocuğuna mama yediremeyen binlerce aile var. Bu sorunlarla niye ilgilenmiyorsun? İlgilenemez. Niçin? Saray kızabilir. Sarayı üzebilirim diyor. Türkiye’nin dış politikası... Bakın dış politikaya, paramparça bir dış politika. Niye o konuda araştırma yapmıyorsun? Saray kızar, saray üzülür. Ne yapacak? Medya üzerine oturacak, kendi çerçevesinde belli grupları belli gazetecileri suçlayacak bir rapor hazırlayacak. Kimin talimatıyla? Yüzde 99,9 sarayın talimatıyla. 
İkinci konu şu: Sormak gerekiyor, bu gazetecilerin hepsi çok çalışkan ve yetkin gazeteciler. Bu gazeteciler kendi gazetelerinde niye çalışamadılar, niye bunların işine son verildi, neden bunlar atıldı kendi gazetelerinden? Bunları araştırdılar mı? Hayır, araştırmadılar. 
Değerli arkadaşlarım, SETA dediğiniz kuruluş bir düşünce kuruluşu değildir, iktidarın borazanlığını yapan bir kuruluşa dönmüştür, herkesin bunu bilmesi lazım. Ne yaparsa yapsın gerçekler biliniyor, ne söylerse söylesin gerçekler biliniyor. Rapor yazmışlar, hiç önemli değil, yankılanmaz da o rapor. Aslında bu rapora bu kadar süre ayırdığım için de zaman harcıyorum, gerçekten zaman harcıyorum. Ama medyaya verdikleri ve gazetecilere verdikleri değer ve suçlama nedeniyle bunu gündeme almak zorunda kaldım. SETA ne demek bu yani, iktidarın borazanlığını yapan, iktidardan beslenen, oradan para alan, cebini dolduran, Amerika’ydı Avrupa’ydı sürekli gezen, yeri geldiği zaman da iktidarın şakşakçılığını yapan bir sivil toplum kuruluşu. Ne sivil toplum kuruluşu? Yok böyle bir şey. Bunlar sivil toplum değil, bunlar sadece ve sadece belli çevrelerin talepleri çerçevesinde rapor yazan kuruluşlardır. 
Biz yine ekonomiye dönelim. Çünkü ben bu ülkede bütün baskılara rağmen kalemini satmayan gazeteciler biliyorum, bütün baskılara rağmen işten atılmalara rağmen, aç kalmaya rağmen kalemini satmayan gazeteciler biliyorum. Biz o gazetecilerin önünde şapkamızı çıkarırız ki, o gazetecilerin içinde Cumhuriyet Halk Partisini de acımasızca eleştirenler vardır. Olabilir, ama gazeteci kalemini satmıyorsa başımın üstünde yeri vardır. Kalemini satmıyorsa, vicdanını satmıyorsa, ahlakını satmıyorsa, sarayın önünde diz çökmüyorsa, cebime yan taraftan para koyun demiyorsa başımın üstünde yeri var. 
Hep söyledik, bir ülkenin güçlü olmasının yolu üretimden geçer. Üretirseniz güçlüsünüz. Her alanda; sanatta üreteceksiniz, tiyatroda üreteceksiniz, tarlada üreteceksiniz, fabrikada üreteceksiniz, düşünce olarak üniversitede üreteceksiniz, üreten bir ülke güçlü bir ülkedir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bakın dünyadaki kişi başına gelire bakın, üreten ülkelerin tamamı güçlü ülkelerdir ve üreten ülkeler diğer ülkelere bilgi satarlar, ürettiği malları satarlar, hizmet satarlar, her alanda söz sahibi olurlar ve onlar bilgiye önem verirler ve üniversiteye önem verirler; dolayısıyla üreten Türkiye... 
Türkiye üretimden koparıldı. Hiç aklınıza gelir miydi Allah aşkına, bir gün biz patates ve kuru soğan ithal edeceğiz diye? Emin olun vallahi de billahi de, bundan 7-8 yıl önce benim aklıma gelmezdi, patates ve kuru soğan Türkiye ithal edecek mi? Aklıma gelmezdi, aklımın köşesinden bile geçmezdi. Bakın, bu yılın Mayıs ayına kadar 64 bin ton patates ithal edildi, 32 milyon dolar para ödendi. 32 milyon dolar emin olun bizim çiftçiye ödense, Türkiye’nin her tarafını patatese boğar. Nisan ayı sonuna kadar 111 bin ton kuru soğan ithalatı yapıldı, 34 milyon dolar para ödendi. İnsan üzülmüyor mu? Üzülüyor tabii. Bu patateslerin yüzde 86’sı, kuru soğanın da yüzde 50’si Sisi’nin bulunduğu ülkeden, yani Mısır’dan ithal edildi. Oradan ithal edildi. Kızıyorlar ya Mısır’a, vay efendim şöyledir, vay efendim böyledir diye, oradan ithal edildi daha ucuz olduğu için. Sormak gerekmiyor mu? Türkiye’de toprak mı bitti, güneş mi yok, su mu yok, çiftçi mi yok, tarlalar mı bitti Allah aşkına, traktör mü kalmadı, gübre mi kalmadı? Hepsi var, ama bir şey eksik, namuslu siyaset eksik, insanını düşünen siyaset eksik. 
Aldılar ekonomiyi tefecilere teslim ettiler, ekonomi tefecilere teslim. Bakın, bu yılın ilk dört ayında, Ocak - Şubat - Mart – Nisan, ilk dört ayında dış borçlar için 4,4 milyar dolar faiz ödedik, yani 4,5 milyar dolar faiz ödendi. 4,5 milyar dolarla ne yapılırdı Allah aşkına bir düşünün. Bu dönemde toplam dış borç, yani 2003-2019 Nisan ayı itibariyle toplam dış borç AK Parti iktidarları döneminde 160 milyar dolar dış borca ödediğimiz faiz, 160 milyar dolar! 
Şimdi bizi televizyonları başında dinleyen AK Partili kardeşlerime ve ülkücü kardeşlerime seslenmek isterim. Ne oldu da Türkiye 2003-2019 Nisan ayı itibariyle 160 milyar dolar faiz ödedi? 160 milyar dolar faiz ödenmeyip de, bu para Türkiye’de harcansaydı, kişi başına gelir ne olurdu, işsizlik ne olurdu? Evlerde huzur olurdu, evlerde bereket olurdu, insanlar sokağa çıkarken cebinde parasıyla çıkardı, emekli kahveye giderken arkadaşına çay ısmarlardı, evladına, çoluk çocuğuna, torununa hiç değilse bayramda harçlık verirdi. 160 milyar dolar faiz ödediler. 
Ne diyorlardı? “Biz faize karşıyız.” Sen onu benim külahıma anlat! 160 milyar doları kim ödedi peki, kim ödedi? Saray ve çevresi ödemedi, 160 milyar dolar faizi bu milletin 82 milyonu ödedi. Emzik alırken çocuğa vergi ödüyorsunuz, mama alırken vergi ödüyorsunuz, dolmuşa binerken vergi ödüyorsunuz, su içerken vergi ödüyorsunuz, bulaşık yıkarken vergi ödüyorsunuz, simit alırken vergi ödüyorsunuz, 160 milyar dolar faiz böyle ödendi. “Faize karşıyız” diyorlar, peki bunu kim ödedi, nasıl ödedi? Eliniz titremedi mi bu faizi öderken? 
Bir de vatandaşın bankalara ödediği faiz var. 1 Ocak-28 Haziran 2019, bu süre içinde 522 milyar lira borcu oldu vatandaşın. Vatandaşın bankalara toplam borcu 522 milyar lira oldu 1 Ocak-28 Haziran arası 4 milyar dolar daha arttı, toplam 522 milyar liralık bir vatandaşın borcu var. Eski parayla 522 katrilyon lira vatandaşların bankalara borcu var. Bu süre içinde ödenen faiz 31 milyar lira. İçeride vatandaşın bankalara ödediği faiz 31 milyar 500 milyon lira, yani 31 katrilyon lira. Peki, toplam 2003’ten bu yana vatandaş bankalara ne kadar faiz ödedi? 478 milyar lira, eski parayla 478 katrilyon lira. Vatandaş ödedi, kredi kartı veya gitti borç aldı, o borcun faizi olarak ödedi; yani ekonomi bu durumda. 
Şimdi merkez bankaları malum bir ihtiyaç akçesi tutarlar bir yerde. Yani olur ya, savaş olur, bir şey olur, yani devletin, yani vatandaşların kefen parası olarak tutarlar bir yerde. Önemli bir şey olursa, o para hemen alınır ve bir şekilde harcanır. Şimdi yeni kanun getirdiler Meclise görüşülecek Plan Bütçe Komisyonunda. Geçici madde 12, kefen parasını Merkez Bankasından alıyorlar Hazine’ye veriyorlar, onu da harcamak üzere. Eğer bir memlekette iktidar kefen parasına muhtaç olacak noktaya gelmişse, o bu memleketi yönetemez! Herkesin bilmesi lazım, yönetemez!
Başka para mı bulamadınız? Bulamadılar, kefen parasına el atıyorlar şimdi. Bunun üzerine, bu para yetmiyor tabii, yaklaşık 40 milyar veya 50 milyar lira civarında bu para yetmiyor yeni vergi getiriyorlar. Vergi nasıl? Ciro üzerinden. Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı diye bir ajans kuruyorlar. Turizm işletmeleri, seyahat acenteleri, havaalanı ve terminal işletmelerinin cirosundan yüzde 1 alıyorlar. Kârından değil, cirosundan alıyorlar. Oysa Anayasa 73’ncü madde diyor ki, “herkes mali gücüne göre vergi öder.” Ben fakirsem, gelirim varsa az vergi öderim, birisinin mali gücü çok iyiyse daha fazla vergi öder, mali gücüne göre vergi öder. Kim söylüyor? Anayasa. Hangi madde? 73’ncü madde. Diyor ki, ciro üzerinden alacağım. Efendim zarar ettim... Hiç önemli değil, ondan da alacağım diyor. Bu parayı alacağız diyorlar. 
Peki, aldığın parayı nereye harcayacaksınız, kim denetleyecek? Devlette bu işi Sayıştay var, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetler. Kanun teklifinde diyor ki, “Sayıştay denetimine tabi değildir.” Yani devlet adına kimse denetlemeyecek onu. Nereye gidecek bu para? Yiyecekler! Doymadılar daha! İnsaf ya, vallahi de billahi de insaf! Vallahi de billahi de insaf! Ne yapacaksınız kardeşim? Ciro üzerinden alıyorsun, Sayıştay denetimi olmayacak. Kim denetleyecek? Özel denetim şirketleri. Ankara Büyükşehir Belediyesinin şirketlerini de özel denetim şirketleri denetliyordu, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin şirketlerini de özel denetim şirketleri denetliyordu. Bunlar kamu yararına bakmazlar, kamu yararıyla ilgisi yoktur. Kamu yararı var mıdır yok mudur, para kamuya doğru harcandı mı harcanmadı mı buna Sayıştay bakar. Bunu da kaldırıyorlar ve geliyor, şimdi bizim görevimiz, yani Cumhuriyet Halk Partililerin görevi bu tür düzenlemelere karşı çıkmaktır. 
Bunlar bir taraftan olurken, öbür taraftan Merkez Bankasının, hani kefen parasını alıyorlar yetmiyor, Merkez Bankasının başkanını değiştirdiler. Tabii medyada bu çok eleştirildi, efendim Merkez Bankası bağımsız, nasıl bağımsız olan bir kurumun başkanı görevden alınır, Anayasaya aykırıdır vesaire filan bir sürü şey. Arkadaşlar, Merkez Bankası bağımsız değil ki, ne bağımsızı? Kâğıt üstünde bağımsız, fiili bağımsızlığı var mıydı? Hayır yoktu. Erdoğan faizi indirin diyordu indiriyorlardı, yükseltin diyordu yükseltiyorlardı, bilmeyen mi var? Bütün dünyanın bildiği bir gerçek! 
Şimdi Erdoğan sıkıştı, faizler yükselmiş ne yapacak? CHP’ye dese, CHP yönetimde değil, başka bir partiye dese onlar da yönetimde değil. Kalkıp Maliye Bakanlığını suçlasa, Maliye Bakanlığı diyor ki benim alanıma girmiyor, Adalet Bakanlığına dese o diyor ki vallahi benim de alanıma girmiyor. Ne yapacağız? En iyisi Merkez Bankası Başkanını suçlu ilan edelim ve onu görevden alalım, temel neden bu. Kendi beceriksizliğini bir bürokratın üstüne yıkarak kurtulmak istiyor. Kurtulamazsın kardeşim, kurtulamazsın, sen kurtulamazsın!
Merkez Bankası Başkanına talimat vermiş de, Merkez Bankası Başkanı buna uymamış da, o nedenle görevden almış. Her talimatın zaten yerine geliyor. Şöyle suçluyor Erdoğan: “Kendisine, yani Merkez Bankası Başkanına ekonomi toplantılarında defalarca faizi indirmesi gerektiğini söyledik, faiz düşerse enflasyon düşer dedik. Gerekeni yapmadı, aynı kulvarda değildik.” İyi, gayet güzel, madem böyle suçladın aldın, yeni bir adam getirdin, gayet güzel. İlk toplantıda faizi sıfırlayın, mesele de bitsin. Bakın bir daha söylüyorum. Erdoğan, eğer sen bu gerekçeyle Merkez Bankası Başkanını aldıysan, yeni adam getirdiysen, aynı kulvarda olduğun adam geldiyse oraya, ilk toplantıda faizi sıfırlayın, vallahi de billahi de alkışlayacağım. Bir daha söylüyorum, ilk toplantıda faizi sıfırladık desinler, bu kardeşiniz Erdoğan dünya ekonomi tarihine girsin diye özel bir kampanya açacak. 
Bütün beceriksizliğinin sorumlusu Merkez Bankası Başkanı oldu, beyefendinin hiçbir sorumluluğu yok çünkü. Ne sorumluluğu olacak? Sarayda oturuyor, efuliler var, ejder meyveleri var, mutfak mükemmel, vatandaşın mutfağı tamtakır, ama orası mükemmel, her şey gayet güzel. Oradan bakıyor dünyaya, bu millet niye diyor ben açım, anlamıyorum diyor. Bakın diyor mutfağı gösteriyor, her şey gayet güzel, her şey var diyor, imkânlarımız da sınırlı değil diyor. Dolayısıyla sorumlu Merkez Bankası Başkanı değildir. Bu memleketin kalkınma planı yoktu, 11’nci plan daha dün geldi. Kalkınma planı yoktu! Sen kalkınma planı getirdin mi? Getirmedin. Hedef gösterdin mi? Hedef de göstermedin. Söylediğin hedeflerin hiçbirisi tutmadı. Sorumlu kim? Merkez Bankası Başkanı... Beyefendi? Beyefendinin hiçbir sorumluluğu yok. 
Değerli arkadaşlarım, oysa bizim Merkez Bankası Başkanının bağımsız olmadığını bütün dünya, Mısır’daki sağır sultan da biliyor. Verilen talimatın gereğini adamcağız yapıyordu. Hadi o sorumlu oldu, şu soruyu sormak isterim. Elektriğe, suya, doğalgaza zammı Merkez Bankası Başkanı mı yaptı? Sen yaptın kardeşim. İlaca, gübreye, şekere, çaya zammı Merkez Bankası Başkanı mı yaptı? Hayır, sen yaptın. Yağa, ete, süte, soğana, patatese zammı Merkez Bankası Başkanı mı yaptı? Sen yaptın kardeşim. Yani iğneden ipliğe zammı sen yaptın, sorumlu kim? Merkez Bankası Başkanı, onu görevden alalım. Sen? Pirüpak tertemiz. Yemezler kardeşim yemezler, kusura bakma! 
Ne diyordu Erdoğan 19 Haziran’da, 2018 geçen yıl, aşağı yukarı bir yıl önce. “Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, dolarla, enflasyonla, şununla bununla nasıl uğraşılır göreceksiniz” diyordu. Yetkiyi verdik, vatandaş yetkiyi verdi. Dolarla faizle enflasyonla nasıl uğraşılacağını gördük. 
Nasıl gördük anlatayım. Enflasyon arttı, onu gördük. Dolar arttı Türk Lirası karşısında, bunu da gördük. Faizler arttı, bunu da gördük. İşsizlik 8,5 milyona dayandı, bunu da gördük. Devletin iç ve dış borçları, az önce rakamları verdim o da arttı. Vatandaşın borçları 500 milyar liraya yaklaştı. İcra dairelerindeki dosya sayısı, her iki vatandaştan birisi icralık oldu. Açlık sınırı asgari ücreti geçti. Sorumluluk Merkez Bankasının mı? Yani bu memleketi Merkez Bankası Başkanı yönetiyordu da bizim haberimiz mi yoktu? Sen yönetmiyor musun kardeşim, bütün bunların sorumlusu sen değil misin? Biz buna ne diyorduk? Tek adam rejimi diyorduk. Merkez Bankası Başkanının esamesi bile okunmaz, bir kişi var söylediği kanun gibi zaten. İstediği kişiyi bugün öğleden sonra savcı soruşturma açabilir, polis yakalayabilir, öğleden sonra da hapse girebilir, mahkeme bu kararı verebilir. Biz bunu bilmiyor muyuz? Biliyoruz. İşte öğrenciler var, öğrencilerin tamamı içeride, komutanları dışarıda. Parası olan dışarıda, gariban olan içeride, bu demokrasi mi Allah aşkına?
Sorumlu kendisi, ama ben söylemiyorum o söylüyor. 28 Mart 2019’da söylüyor, “Türkiye ekonomisinin sorumlusu benim ben, şu anda devletin başında kim var? Tayyip Erdoğan var.” Doğru, sorumlu sensin. O zaman demek ki Merkez Bankası Başkanı değil. Ekonominin bu hale gelmesi, milletin perişan olması, memlekette adaletin kalmamasının tek bir sorumlusu var, o da sensin. 
Ve bu sorumlu bir kibir abidesi gibi sarayında oturuyor, bir kibir abidesi gibi! Millete tepeden bakıyor, aşağılıyor milleti, bir kibir abidesi gibi. Bu bizi rahatsız ediyor, 82 milyon vatandaşı da rahatsız ediyor. “Veriyoruz karnını doyuruyoruz, bize oy vermiyor” diyor, vatandaşa söylüyor bunu. “Biz karnını doyuruyoruz, o bize oy vermiyor”. Sen kimsin? Bu vatandaş, 82 milyon senin karnını doyuruyor, sen onların karnını doyurmuyorsun. 82 milyon vatandaş senin karnını doyuruyor. Memleketi getirdi Londra’daki bir avuç beşli, bir avuç çeteye teslim etti, tefeciye teslim etti. 
Milletin önünde “faiz faiz” diyor, milletin önünde bir soru sormak istiyorum, burası önemli, herkes beni dikkatle dinlesin. Faizi indirmedi diye Merkez Bankası Başkanını aldık diyor. Şimdi bir esnaf düşünün, tüccar düşünün, sanayici düşünün veya herhangi bir kişi, vergi ödeyen herhangi bir kişi düşünün, bu ay gitti vergisini ödeyemedi. Ona gecikme faizi uyguluyorlar. Son 10 ayda gecikme faizi yüzde kaç arttı biliyor musunuz? Yüzde 78. Şimdi ben Erdoğan’a herkesin anlayacağı bir dilden sormak istiyorum. Merkez Bankası Başkanı faizi indirmedi diye, aynı kulvarda değildik diye görevden aldın, ama sen çıktın gecikme faizini 10 ayda yüzde 78 artırdın. Şimdi sen o koltukta hangi yüzle, hangi ahlakla oturacaksın? 

Efendim “hedefler gerçekleşmedi” diyor, enflasyonun hedefi tutmadı. Şimdi ben size 10’ncu Kalkınma Planındaki hedefleri sayacağım, enflasyonu bırakıyorum. Beş yıllık 10’ncu kalkınma planında hedef ne oldu, gerçekleşme ne oldu, sapmalar ne oldu?
-Ortalama büyüme hızı 5,5 demişlerdi; 4,9 oldu. Sapma yüzde 11. 
-Milli gelir 1 trilyon 286 milyar dolar olacak diyorlardı, 784 milyar dolar oldu. Sapma yüzde 39. 
-Kişi başına gelir 15 bin 996 dolar olacak demişlerdi hedef, 9 bin 632 dolar oldu. Sapma yüzde 40. 
-Dolar kuru 1 lira 97 kuruştu, 4 lira 72 kuruş oldu. Sapma yüzde 139. 
-İşsizlik oranı yüzde 7,2 olacak diyorlardı, işsizlik yüzde 11 oldu. Sapma yüzde 52. 
-Genç işsizlik oranı yüzde 13 olacak diyorlardı, yüzde 20,3 oldu. Sapma yüzde 56. 
Merkez Bankası Başkanı hedefleri tutturamadı diye gitti. Beyefendi senin hiçbir hedefin tutmadı, sen nasıl orada kalacaksın? 
Zaman zaman bir deyim kullanıyoruz, efendim “aile şirketi gibi devleti yönetiyorlar” diye. Dün MYK’da konuşurken, yapmayın dedim, aile şirketleri saygın şirketlerdir. Yani baktığınız zaman Türkiye’de aile şirketleri var ve bu şirketler dünya çapında ün kazanmış ürünleri var satıyorlar, markaları var. Bütün bunları siz aile şirketi derseniz, bu öyle değil, buna bir isim bulun dedim. Çünkü liyakat yok, gidin herhangi bir holdinge gidin özel sektöre gidin, bir aile şirketine gidin, en başarılı yöneticileri giderler alırlar. Yurtdışında doktora yapmış, mastır yapmış, getirirler CEO yaparlar, genel müdür yaparlar, araştırmacılar bulurlar, bilim insanlarını çalıştırırlar, yeni modeller geliştirirler ve daha çok ürün satmak, daha nitelikli ürün satmak için çaba harcarlar. Aile şirketleri budur. 
Biz de “aile şirketi gibi devlet yönetiliyor” diyoruz. Yok efendim aile şirketi gibi değil, olsa olsa bizim bir tosuncuk vardı, neydi adını unuttum. Tosuncuk gibi yönetiyor denilebilir yani, tosun şirketi miydi neydi o şirket? Çiftlik... Çiftlik Bank... Onun gibi yönetiyorlar. Emin olun, vallahi de billahi de öyle yönetiyorlar. Devletten haberleri yok, gelirinden haberi yok, giderinden haberi yok, ne yapacağını bilmiyor, tam anlamıyla bir Çiftlik Bank gibi yönetiyorlar. Devlet böyle yönetilir mi Allah aşkına?
Bir de şuradan Allah aşkına herkese, özellikle genç arkadaşlarıma sesleneyim. Biz buna bir isim bulamadık tabii, yani böyle çiftlik gibi yönetiliyor. Aile şirketi dersek o ailelere yazık, onlar gerçekten güzel büyük başarılar elde ediyorlar. Buna bir isim bulun arkadaşlar, yeni bir isim bulun, biz bu ismi kullanalım bari. Dolayısıyla Çiftlik Bank diyoruz, bu da tam tutmuyor yani. Çünkü ondan daha felaket bir tablonun içindeyiz. 
Efendim beni dinlediğiniz için hepinize yürekten teşekkür ediyorum, sağ olun.