04.12.2018
04.12.2018
CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (4 ARALIK 2018)
Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Kalabalık bir grubumuz var, heyecanlı bir grubumuz var, ülkenin sorunlarına kilitlenmiş bir grubumuz var. Yerel seçimler dolayısıyla heyecan duyan adaylarımız var. Bütün aday adaylarımıza, partililerimize, demokrasiyi savunan, ezilenlerin haklarını savunan herkese Cumhuriyet Halk Partisi grubundan en içten sevgilerimizi, saygılarımızı ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz.
3 Aralık Engelliler Günüydü. Toplumun ayrıcalıklı bir grubu olması gereken engelliler grubu… Anayasamızın 61.maddesi şöyle söyler: “Devlet sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.” Ama bugüne kadar 16 yıl geçti, bütün engelli kardeşlerime sesleniyorum, 16 yılda sizin hangi sorununuzu çözdüler? Ankara’ya bakın, İstanbul’a bakın, engellilerin rahatlıkla gezebileceği bir kent midir İstanbul, bir kent midir Ankara? Bir Balıkesir, bir Denizli, bir Mersin, bir Adana? Bakmak gerekiyor neden engelliler için yaşanamaz kentler haline geldi bunlar. Ama Allah’ın izniyle Mart ayında tabloyu değiştireceğiz. Türkiye’yi bugünkü noktaya getiren, aldıkları bütün kararlarla Türkiye’nin aleyhine sonuçlar doğuran, sokaktaki vatandaştan yurtdışındaki vatandaşa kadar haklarını büyük ölçüde kaybeden bir ortamda biz vatandaşlarımızın haklarına sahip çıkacağız. Başta engelli kardeşlerimiz olmak üzere.
Bakınız, bütün dünyada engellilere özel haklar tanındı. Bizim de anayasamızda var. Az önce söyledim, korunması gereken bir grup diye. Parlamento da görevini yapmış, yasa çıkarmış. Diyor ki, “Belli sayıyı aşan işyerlerinde en az yüzde 4 engelli çalışması gerekiyor. Devlet dairelerinde memur statüsünde en az yüzde 3 engelli çalıştırılması gerekiyor.” Ama bugün sadece devlette 11 bin 313 engelli kadrosu boş. Dışarıda binlerce engelli var, iş arıyor bunlar. Neden devlet parlamentonun ve yasanın gereğini yerine getirmiyor? Yasa çıkarmışlar, en az yüzde 4 engelli memur çalıştıracaksın diye, ama çalıştırmıyorlar. Kendi yandaşları olunca bütün kapılar açık, engelli kardeşlerim olunca bütün kapılar kapalı. Şimdi o kapalı kapıları siz Mart ayında CHP’ye oy vererek açacaksınız kardeşim.
4 Aralık yani bugün Madencilik Günü. Çalışma şartlarının en ağır olduğu alan, yeraltında çalışan madencilerimizin alanıdır. Ekmek uğruna alın teri dökerler. Denizin bile çok daha derininde maden ararlar, kömür ararlar. Evlerine helal ekmek götürmek için alın teri dökerler. Ama şu garip duruma bakın, maden kazalarında, yani yeraltındaki kazalarda Türkiye Avrupa birincisi, en çok ölümlü kazalar Türkiye’de oluyor. Neden, neden oluyor? Düşünün, Soma’daki olayı düşünün, Zonguldak’taki olayı düşünün. Daha geçen gün yaşadığımız olaylar. Bütün bunların nedeni, tedbir alınmadan işçinin yeraltına indirilmesidir. Elin oğlu her türlü önlemi alır, sonra işçiyi aşağıya indirir. Biz işçiyi aşağıya indiririz, işçi öldükten sonra tedbir alırız. Bu tablo da hepimizin önünde dursun. Daha geçen gün Kuzey Marmara otoyolunda değerli arkadaşlarım bir viyadük çalışması sırasında 30 metre yükseklikten bir beton blok işçilerimizin üzerine düştü. 46 yaşındaki Mehmet Sıddık Canbolat, 53 yaşındaki Bayram Kılıç, 45 yaşındaki Öztürk Yılmaz hayatlarını kaybettiler. Bu üç kardeşimize de Allahtan rahmet diliyoruz, yakınlarına ailelerine başsağlığı diliyoruz. Göreve, yani işbaşı yapan 53 yaşındaki Bayram Kılıç daha iki-üç saat önce işe başlamıştı.
Değerli arkadaşlarım, az önce grup başkan vekilimiz söyledi, üçüncü havalimanı işçilerinin yakınları burada diye. Efendim hepiniz hoş geldiniz. Sizin çaba harcadığınız, emek harcadığınız, hak istediğiniz her saniyeden itibaren biz sizin yanınızda olduk. Her saniyeden itibaren, her zaman! Siz ne istiyordunuz? Servis sorununun çözülmesini istiyorsunuz. Yatakhaneler lavabolar kirli, temizlenmesini istiyorsunuz. Yatakhanelerde tahtakurusu olmasın istiyorsunuz. Maaşlarınızın düzenli olarak elden değil bankaya yatırılmasını istiyorsunuz, yani vergilerinizin ve sigorta priminizin yatırılmasını istiyorsunuz. Geçmişe dönük ödenmeyen ücretler var, onların ödenmesini istiyorsunuz. Altı aydır maaş alamayan işçiler var, altı aylık maaşlarının ödenmesini istiyorsunuz. İşçi kıyafetleri istiyorsunuz. Yani bir işçi olmanın gerektiği neyse yasalara göre, o yasalardan kaynaklanan haklarınızı istiyorsunuz ve siz hak istediniz diye jandarma geldi, polis geldi, biber gazları geldi, coplar geldi, panzerler geldi, tomalar geldi. Niçin? Hak arayan işçiler için, alın teri için, neden hakkınızı arıyorsunuz diye geldiler, baskı kurdular. Çıkardılar mahkemeye ve bazı arkadaşlarınız şu anda hapiste. Yarın onların davaları görülecek. O davalarda da Cumhuriyet Halk Partili milletvekilleri hazır bulunacak. Onların hakkına hukukuna sonuna kadar sahip çıkacağız.
52 işçi hayatını kaybetti. 52 kişinin ölümünü gizlediler. Ancak bir milletvekili arkadaşımızın, Sayın Ali Şeker’in verdiği soru önergesi üzerine gelen yanıtta 52 işçinin üçüncü havalimanı inşaatında hayatlarını kaybettiklerini söylediler. 52 işçi, 52 aile, 52 can, 52 insan, 52 alın teri dökerek para kazanmak isteyen insan ve bunların arkasında hiç kimse durmadı bizim dışımızda, onların hakkını hiç kimse savunmadı bizim dışımızda. Deniyor ki, CHP bizim hakkımızı savunuyor mu? Sizlerin hakkını savunmak için ne gerekiyorsa sonuna kadar yapacağız, yeter ki bizden isteyin.
Daha bu davalara çok bakacağız. Baskı dönemlerinde olur bunlar. “Neden hak arıyorsunuz?” diyorlar. Hak aramanın suç olduğu ortamlar, dikta yönetimlerinin olduğu ortamlardır. Demokrasilerde insan haklarını arar, hak aramak bir erdemdir, hak aramak bir şereftir, hak aramak diktatöre boyun eğmemektir, hak aramak budur. Biz sadece işçinin hakkını savunmuyoruz, esnafın da hakkını savunuyoruz, sanayicinin de hakkını savunuyoruz, çiftçinin de hakkını savunuyoruz, iş arayan işçinin de hakkını savunuyoruz, memurun da hakkını savunuyoruz, ezilmesin bu insanlar diyoruz. Ve bizim görevimiz, Halk Partisinin görevi halkın çıkarlarını savunmaktır, birilerinin çıkarlarını savunmak değil. Sarayı değil halkı savunuyoruz biz, saraydan değil halktan yana tavır alıyoruz biz.
Hatırlarsanız bir Ergenekon furyası vardı bir ara, herkes Ergenekoncuydu, herkes darbeciydi. Ne oldu? 2007 yılında başladı, 11 yılda bir fırtına estirdiler, bugün 11’nci yıldayız. Kim konuştuysa darbeci, kim konuştuysa Ergenekoncu diye suçladılar. Bakınız; 11 yılda 60 bin kişinin telefonu dinlendi, 3 bin kişi hakkında takibat yapıldı, 588 kişi tutuklandı, 1360 kişi ifade verdi, 7 sanık ifade vermeden hayatını kaybetti, 7 sanık kanser oldu. Türkiye’nin 26’ncı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ terörist diye tutuklandı ve hapse atıldı. Ve savcı çıktı şunu söyledi en sonunda: “Ergenekon örgütünün varlığı ispat edilememiştir. Bu nedenle varlığı kanıtlanamayan örgütün liderliği, üyeliği ve örgüt adına suç işlenmesinin de söz konusu edilemeyeceği anlaşılmıştır” diyor ve devam ediyor. “Uzun yıllar kamuoyuna meşgul eden bu davada sahte deliller kullanılmış, suç işlemediği kesin şekilde bilinen kişilere iftira edilmiştir.” İftira ediliyor, delil yok, insanlar hayatını kaybetmiş, insanlar ölüme mahkûm edilmiş ve ondan sonra şimdi efendim biz yanlış yaptık diyorlar. Ölenlerin hesabını kim soracak, mağdur olanların hesabını kim soracak, onların hakkı ve hukuku ne olacak? O aileler, o çocuklar ne olacak?
Bakın, Ali Tatar hayatını kaybetti. Ergenekon’un kasası dedikleri Kuddusi Okkır hayatını kaybetti. Türkan Saylan kanserden öldü, Kerim Kırca intihar etti, Erhan Göksal kalpten öldü, Uçkun Geray kanserden öldü, İlhan Selçuk, Fatih Hilmioğlu, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Mehmet Haberal, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan, Kemal Alemdaroğlu, Mustafa Balbay, Dursun Çiçek. Ölenlerin ve mağdurların listesini uzatmak mümkün ve bunların tamamının iftira olduğu şimdi ortaya çıktı. Ne dedi beyefendi sarayda oturan zat? “Efendim bizi kandırdılar, aldatıldık” dedi. Oysa bir dönem önce ne diyordu? “Ne istediyseniz size vereceğiz” diyorlardı. Ne istedilerse verdiler onlara. Ergenekon dediler Ergenekon’u verdiler, bunları tutuklayın dediler tutukladılar, hapse atın dediler hapse attılar, savcının arabası zırhlı değil, kendi makam arabasını savcıya verdi. Şimdi o savcı yurtdışında. Ve çıktı sıkılmadan şunu söyledi: “Ben bu davaların savcısıyım” dedi. Savcıya bakın! Şimdi o savcı sahte deliller üreten savcı sarayda oturuyor. Sarayda oturan savcıyı iyi tanıyın, iyi bilin o savcıyı. Bizim o dönem genel başkanımız Sayın Baykal da dedi ki, “Sen o davaların savcısıysan, ben de o davaların avukatıyım” dedi. Evet, avukatıydı. Şimdi yargı aşamasını bekleyeceğiz, savcının mütalaasını gördük, yargı aşamasını bekleyeceğiz.
Değerli arkadaşlarım, ekonomiden hepimiz şikâyetçiyiz birileri hariç; saray hariç, sarayın çevresi hariç, tefeciler hariç, onlar çok memnun, onların bir eli yağda, bir eli balda, onların keyfi yerinde. Ama onun dışındaki işçiden tutun işsize kadar, esnaftan tutun sanayiciye kadar, çiftçiden tutun ameleye kadar herkes şikâyetçi, herkes geçim derdinde. Eti gramla alan bir noktaya getirdiler milleti. Böyle bir tabloyla karşı karşıyayız.
Değerli arkadaşlarım, ‘enflasyon düştü’ diye bugün havuz medyası başlıklar atmış. Sanki yedi düvele karşı bir kahramanlık kazanmışlar gibi. Ben size nasıl düştü onu anlatayım. Biliyorum, soğanı da biliyorum, hepsini biliyoruz, patatesi de biliyorum, ama toplumu nasıl aldattıklarını anlatmak istiyorum, nasıl kandırmak istediklerini anlatmak istiyorum. Diyor ki, “Enflasyon Kasım ayında tüketici fiyatları yüzde 1,44 düştü.” Güzel, ne düştü, iyi de neyin fiyatı düştü ona bakmamız lazım. Bakıyorum, yüzde 1,44’lük düşüşün yüzde 38,8’i, yani yüzde 39’u dizel otomobil fiyatlarındaki düşüş. Geçiyorum, diğer yüzde 21’i yani yüzde 20,8’i de benzinli otomobil fiyatlarındaki düşüş. Bunlardaki düşüş nedeniyle enflasyon da biraz düşmüş oluyor.
Peki, değerli arkadaşlarım, bizim bakkal Mehmet efendi, taşeron işçisi arkadaşımız diyelim ki Ali efendi, bunlar her sabah sofrada otomobil mi yiyorlar? Yok öyle bir şey! Ne yiyorlar? Soğan yiyorlar, patates yiyorlar, peynir yiyorlar, zeytin yiyorlar, bunları bulurlarsa, yumurtayı bulurlarsa bunları yiyorlar. Bunlarda fiyat düştü mü? Bunlarda fiyat düşmedi, tam tersine artış binde 48 devam ediyor. Yani vatandaşın sofrasındaki enflasyon devam ediyor. Otomobil fiyatları düştü, efendim enflasyon da düştü. Kim yararlanıyor otomobilden? Onu da söyleyeyim. 46 bin 204 tane otomobil satılmış. Vergileri düşürdüler, enflasyon düştü. Yılbaşından sonra vergiler artacak, ne olacak? Yine artacak.
Değerli arkadaşlarım, bizim derdimiz otomobil alanlar değil, onların durumu iyi. Bizim derdimiz ne? Asgari ücrette geçinen... Bizim derdimiz ne? Borç batağındaki vatandaş... Bizim derdimiz ne? İş bulamayan işsiz... Bizim derdimiz ne? Emeklilikte yaşa takılanlar... Bizim derdimiz ne? Asgari ücretin altında aylık alanlar... Vatandaşlarımız sorabilirler, asgari ücretin altında da aylık alan var mı? Evet. Kaç kişi? 1 milyon 800 bin kişi asgari ücretin altında aylık alıyor. 1600 lira asgari ücret alanların sayısı da 6 milyon 700 bin kişi, resmi kayıtlar bunlar. Bir de kayıt dışı çalışanlar var, hem sigortasız, hem de asgari ücretin altında çalışan binlerce işçi var.
Değerli arkadaşlarım, geçen bir mektup aldım. Biraz sitem ediyor, sitemden sonra şunu söylüyor. Diyor ki, “Merhaba Sayın Başkan, neden diğer partilerden farklı bir yol istemiyorsunuz” diyor. “Örneğin, bu ülkede sadece sırtını devlete yaslayan devlet işçisi, devlet memuru ve asgari ücretli mi yaşıyor?” Bunu söylüyor. “İşçi hiç değilse devlette çalışıyor, sırtını devlete dayamış, memur sırtını devlete dayamış, hepsi böyle mi çalışıyor” diyor. “Niye diğerlerinden söz etmiyorsun” diyor ve devam ediyor. “Bir, dört ay çalışıp 12 ay borç batağında yaşamaya çalışan inşaat işçileri ve hiçbir yerden beş kuruş geliri olmayan ameleler köylüler ve işsizler de yaşıyor ve halkın büyük çoğunluğu da bunlardan oluşuyor” diyor. “Bunlardan niye bahsetmiyorsun” diyor. Devam ediyor, “SSK primi eksik olup emekli olamayan sayısız hasta ve çaresizler yaşıyor, bunlardan niye bahsetmiyorsunuz” diyor. “Kış ortasında elektriği, doğalgazı kesilen, buz gibi evlerde yaşamak zorunda bırakılanlar da yaşıyor. Evlerde ailelerde huzur namına hiçbir şey kalmamıştır, isterseniz bunlardan da bahsedin” diyor. Evet, huzur namına hiçbir şey kalmadı. Sadece ailelerde mi? Memlekette de huzur kalmadı. Sarayın huzuru yerinde, saray çevresinin de huzuru yerinde, tefecilerin de huzuru yerinde, vatandaşın huzuru yerinde değil, vatandaş yarın ne olacak onu düşünüyor. Ve devam ediyor, “Diğerleri, yani CHP dışındaki diğerleri şeytanın atına binmiş, haktan hakikatlerden çoktan uzaklaşmış, insanlıklarını da yitirmiş. Şerde ittifak arayan haline gelmişlerdir. Bunlardan bahsedin. Şeref namus sözü size çok büyük destekler gelecektir. Allah için hakkı adaleti titizlikle ayakta tutmanızı bekliyor, yolunuzun açık olmasını diliyorum” diyor bu vatandaşımız.
Hiç kimseyi özel olarak suçlamadım hiç kimseyi! Ne bir siyasal parti lideri, ne de bir başka kişiyi özel olarak suçlamadım. Eğer bir yanlışı varsa, yanlışını hatırlattım. Özellikle bir şeye de özen gösteririm; muhalefet partilerini eleştirmem, çünkü muhalefet partilerinin, onların da hedefinin iktidar olması lazım, iktidarın yanlışlarını söylemesi lazım. Eğer muhalefet partileri birbirlerini eleştirirlerse, zaten en büyük avantajı sağlamış olurla iktidara karşı. Bugün Sayın Bahçeli beni eleştirmiş, partimizi eleştirmiş. Sayın Bahçeli’ye hiçbir şey söylemiyorum, hiçbir şey! Sadece şunu söylüyorum, onun ağzından söylüyorum, ben demiyorum. Şimdi okuyacağım sözler bana ait değil, Sayın Bahçeli’ye ait, ona hatırlatmak istiyorum. 8 Nisan 2014’de şunları söylüyor: “Türklüğü reddeden, TC’yi silen, milliyetçiliği ayaklar altına alan bir inkârcıdan Türkiye’ye cumhurbaşkanı olmaz, olamaz, olmayacaktır.” Devam ediyor: “Tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Recep Tayyip Erdoğan’dan da cumhurbaşkanı olmaz.” Devam ediyor: “Her vatan evladı cumhurbaşkanı olabilir, ne var ki Recep Tayyip Erdoğan olamaz” diyor. Kim diyor? Sayın Bahçeli diyor.
Sayın Bahçeli, şimdi kimin gölgesindesin, ben sana ne söyleyeyim şimdi? Ne söyleyeyim ben sana? Ben sana bir şey söylemiyorum, senin sözlerini sana hatırlatıyorum o kadar. Ama ülkücü kardeşlerime sözüm var, ülkücü kardeşlerimin bayrak sevgisi, ülkücü kardeşlerimizin vatan sevgisi, ülkücü kardeşlerimizin insan sevgisi benim gönlümde ve benim yüreğimde de aynen vardır. Vatan sevgisi, bayrak sevgisi, insan sevgisi aynen vardır.
Biz hiç kimsenin gölgesine sığınmayız, hiç kimsenin! Hiç kimseden medet ummayız. Bizim sevgimiz vatan sevgisidir, bizim sevgimiz bayrak sevgisidir, bizim sevgimiz insan sevgisi. Birilerinin önünde diz çöküp yalvarmayıp yakarmayız, biz ayrıyız. O nedenle ülkücü kardeşlerim bilsinler, onlara hiçbir sözüm yok, onların benim başımın üstünde yeri var. Ama partisine sahip çıkmayanları, kusura bakmayın onun sözleriyle vurmak zorunda kaldım.
Değerli arkadaşlarım, az önce söyledim vatandaşın durumu parlak değil diye, vatandaş borç batağında. Bakın, bugün 1 Ocak - 23 Kasım arası vatandaşın bankalara borcu 520 milyar lira. 520 milyar lira vatandaşın bankalara borcu var, tüketici kredisi borcu var 520 milyar. Ne kadar faiz ödüyorlar? Bu yılın ilk 10 ayında ödedikleri faiz 55,5 milyar lira, eski parayla 55 katrilyon lira. 55 katrilyon lirayı 10 ayda vatandaş götürüp bankalara faiz olarak ödüyor. Kim kârlı, vatandaş mı? Kim kârlı? Bankalar. Vatandaşım oturup bir düşünsün, kendisi kime çalışıyor? Bankalara çalışıyor. Alın teri kime gidiyor? Bankalara gidiyor. Kime gidiyor? Faize gidiyor. Kime gidiyor? İçerideki ve dışarıdaki tefecilere gidiyor.
Bakın değerli arkadaşlar, çiftçinin durumu da aynen öyle, çiftçi de borç batağında. Bakın değerli arkadaşlarım, Konya’dan küçük bir devlet var Hollanda. Konya’dan küçük, ama Hollanda’nın yıllık tarım ürünü ihracatı 180 milyar doların üzerinde, Türkiye’nin neredeyse beş-altı katı daha fazla. Peki, ne oluyor da Türkiye’de yok, niye Türkiye’de üretim yok, niye Türkiye’de çiftçi üretmiyor, niye çiftçiyi küstürdüler, niye çiftçi ekmiyor? Suyu mu eksin? Yok. Pancarı da biliyorum, pancar üreticisini de biliyorum. Şeker fabrikaları özelleştirilmesin diye CHP milletvekilleri oraya gittiği zaman, pancar üreticilerinin orada olması lazımdı, onların hakkını savunanların yanında olması lazımdı. Canı yandı, ben AK Partiye oy vermeyeceğim. İlla canının yanması mı lazım? Komşuna bak, komşunun canı yanıyor. Cebinde para olmayan vatandaş caddede rahat yürüyemez. Cebinde para olduğu zaman dik yürür onurlu yürür, kimseye muhtaç olmam der. Ama cebinde para olmayan, cebinde para olanı gözler, acaba ben bundan borç alayım mı almayayım mı diye. Memleketi bu hale getirdiler. Onun için pancar işçisi de, tütün işçisi de, pamuk da, hangi alana bakarsanız çiftçi de borç batağında, çiftçi de geçinemiyor.
Değerli arkadaşlarım bakın, Kayseri AK Partinin kalesi olan yerlerden birisi. 36 bin baş hayvanı olup besicilik yapan birisi şunu söylüyor: “Devlet bize hayvan ithal edin diyor, ben gidip yüzde 25 vergi vererek hayvan ithal ediyorum. Ben ithalatı yaptım, ertesi gün sıfır vergiyle hayvan ithal etmeye başladı, nasıl oluyor bu? Ben battım” diyor.
Tarım Bakanı gidiyor Konya’da çiftçileri topluyor. Avrupa’daki çiftçilerle Türkiye’deki çiftçileri mukayese etmeye başlayınca çiftçiler salonu terk ediyorlar. Terk ederler, Avrupa’daki çiftçinin her şeyi yerinde. Kişi başına gelir 25 bin 30 bin dolar orada. Sen buradaki çiftçinin halini biliyor musun? Bilmiyor, çünkü o beyefendi de sanıyor ki bütün çiftçiler böyle Türkiye’de. Herkesin kişi başına geliri 25 bin dolar 30 bin dolar 50 bin dolar, dolayısıyla bir mukayese yapıyor ve çiftçi terk etmek zorunda kalıyor. Konya neresi? AK Partinin kalelerinden birisi. Şimdi şikâyet ediyorlar, bunlar yönetemezler, bunlar yönetmiyorlar, bunların yönetim anlayışı cebimizi nasıl dolduracağız üzerine yönetim anlayışını inşa etmiş vaziyetteler. Cebimi nasıl doldururum, köşeyi nasıl dönerim, bunların amacı bu, başka türlü yapmıyorlar.
Bakın değerli arkadaşlar, bir de bunların havuz medyaları var. Geçen bir işadamıyla konuşuyorum, “durum nasıl” dedim. “Durum felaket” diyor. Kime sorsam herkesin yüzünden bin parça dökülüyor, öyle deniyor ya bizde. “Peki, ne yapıyorsunuz” dedim, “çalışıyor musunuz, bir araya geliyor musunuz, dertleşiyor musunuz?” “Hayır, bir şey olunca A Haberi açıyoruz, A Haberi dinliyoruz, güllük gülistanlık, oh diyorum, rahatlıyorum, hiçbir şey yok. Ona göre ülkede bereket var bolluk var, ülkede işsizlik yok, ülkede enflasyon düşmüş, dolar düşmüş, her şey güllük gülistanlık. Onu dinliyorum, oh diyorum, biraz rahatlıyorum” diyor. Şimdi geldiğimiz nokta bu.
Bakın, BBC’ye bir açıklama yapıyor, Polatlı’daki bir çiftçi şöyle bir açıklama, bu da çok ilginç. “Bir televizyon kanalı depoma geldi”, soğan deposuna geliyor. “Röportaj yaptık, işleri bittikten sonra dediler ki, bir de deponun kapısını kapatın kenara çekilin öyle çekelim. Biz de söyledikleri gibi kapıları kapattık, kenara çekildik ki çekim yapsınlar ve televizyon ekibi çekimi yapıyor. Sonra akşam haberleri izlerden bir baktık, benim depomu gösterip “stokçular depoyu kilitleyip kaçmışlar” diye yazıyor. Gözlerimize inanamadık, halbuki biz oradaydık, satış yapıyorduk. Kendileri bize kapıyı kapatmamızı söylediler. Bu kadar sahtekârlık olur mu?” Olur kardeşim, bu kadar sahtekârlık olur. Sen yine dua et, seni terörist ilan etmemişler, onu da yapabilirler.
Sürekli et ithal, et ithal dediler, et ithal ettiler. Depolar et dolu, insanlar perişan, hayvanları kesmek istiyorlar, kesim için süre verilmiyor. Şimdi eti ihraç edeceğiz diyorlar. Kime ihraç edeceksiniz, niye et ithal ettiniz? Neden? Plansızlıktan. Diyorum ya, devleti yönetmesini bilmiyorlar. Bir devlet nasıl yönetilir, ihtiyaçlar nasıl belirlenir, planlama nasıl yapılır? Bunlardan yakından uzaktan hiçbir ilgileri yok bu konularla ilgili olarak. Birileri geliyor et ithalatçısı, diyor ki et sıkıntısı var, Bakan hemen inanıyor, talimatı veriyor, ithalat yapalım. Birisi geliyor et fazlamız var, ne yapacağız? Hemen ihracat yapalım. Birisi geliyor depoda nohut bitti, ne yapacağız? Nohut ithal edin. Plansız ve programsız Türkiye yönetilmiyor, Türkiye gerçekten de savruluyor, nerelere gittiği belli değil. Hep derdim ya, freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz. Nereye çarpacak diye... Geldik bir duvara çarptık, şimdilik oradayız.
Bakın dedim ki, bu düzenden vatandaş memnun değil, işçi memnun değil, çiftçi memnun değil, işsiz memnun değil, memur memnun değil, sanayici memnun değil. Kimler memnun? Saray. Hiçbir sorun yok, efuliler, ejder meyveleri, onların keyfi yerinde, mutfak dolu her şey var, dünyanın her tarafından her şey gelmiş oraya. Soruyor mutfakta eksiğimiz var mı? Allaha çok şükür hiçbir eksik yok deniyor. Sarayın çevresi... Onlar da çok memnun. İhale... Hemen derhal diyor. Kaç Türk Lirası? Bırak diyor Türk Lirasını, sana dolar üzerinden vereceğim ihaleyi diyor, onların da keyfi yerinde. Bir de tefeciler var, onların da keyfi yerinde.
Şimdi tefeciliğin özelliği şu: Tefecilik soygun düzeni demektir. Peki, Türkiye tefecilikle nasıl soyuluyor? Bir örnek vereceğim, nasıl soyulduğuna bir örnek vereceğim. Lütfen televizyonları başında bizi izleyenler dikkatle dinlesinler, 114 günde Türkiye nasıl soyuldu? Doların kurunu alıyorum 13 Ağustos tarihinden. 13 Ağustos tarihinde 1 milyon dolar Türkiye’ye getiren birisi, doları götürüp Türk lirasına çevirdiğinde 6 milyon 883 bin 800 lira alıyor. 1 milyon dolar getirdi, 6 milyon 800 bin Türk Lirası aldı. Götürdü bu parayı, 6 milyon 883 bin lirayı götürdü devlet tahviline yatırdı. 3 Aralık tarihine geldik, 3 Aralık 2018’e geldik. Bunu götürdü parasını çekti, 6 milyonu yatırdı, parasını çekti. Parasını çektiği zaman eline geçen para 7 milyon 384 bin 675 lira. Yani 114 günde 1 milyon dolar para getirdi, 7 milyon 384 bin 675 lira para kazandı. Götürüyor aynı gün, yani 3 Aralık 2018’de dolar alıyor bu sefer. Kaç liraya? 7 milyon lira üzerinden. Aldığı dolar ne kadar? 1 milyon 406 bin 524 dolar. 13 Ağustos’ta kaç lira getirmişti? 1 milyon dolar. 3 Aralık’ta yurtdışına ne kadar götürüyor? 1 milyon 406 bin 524 dolar. Kaç lira kazandı 114 günde? Yüzde 40 dolar bazında kâr elde etti. Tefecilik boşuna demiyorum, dünyanın hangi ülkesinde, 114 günde dolar bazında yüzde 40 bir devlet yabancılara, tefecilere kaynak aktarır?
Diyorlar ki, ekonomi niye kötüye gidiyor? Sen yuları tefeciye kaptırmışsın, yalvarıyorsun para getir. Para geldikçe de soyuluyorsun, para gittikçe de soyuluyorsun. Neden? Sen üretmiyorsun kardeşim, yuları onlara teslim etmişsin. Yalvarıyorsun para gelsin. Para geliyor, Türk lirası düşüyor. Getiriyor doları, Türk lirası alıyor. Doları götürüyor Türk Lirası yükseliyor. Bu sefer ikinci bir soygunun yolu daha açılıyor. O nedenle bunlar ülkeyi yönetmiyorlar, bunlar ülkeyi gerçekten de perişan ettiler.
Şimdi bir şey söyleyeceğim, güleceksiniz. Şimdi durumu iyi olmayan, borcunu ödeyemeyen, ödemekte zorluk çeken firmalar konkordato ilan ediyorlar malum. Diyor ki borcumu ödeyemiyorum ne yapayım? Gelin masaya oturalım, pazarlığı yapalım, ben de işte borç 100, 50 lirayı verelim siz de razı olun, biz de razı olalım; konkordatonun Türkçesi bu. Şimdi bunlar yeni bir kanun teklifi getirdiler, torba kanun. Efendim onun 12.maddesi diyor ki, devlete ait üniversitelerin diş hekimliği fakültelerinin döner sermaye işletmelerine devletin borcu var, ama biz bu borcu ödeyemiyoruz diyor. Dolayısıyla bu borçlarla ilgili bir oranı cumhurbaşkanı belirleyecek, o oranı kabul edenlerin borcunu bir seferde ödeyeceğiz diyor. Yani diyelim ki 100 lira borcu var. Devlet diyor ki, ben bu 100 lira borcu ödeyemem, cumhurbaşkanı bir kararname çıkaracak, diyecek ki 50’sini ödüyorum, fit olalım. Bu iktidarın konkordato ilan etmesi demektir. Diş fakültelerinin borcunu dahi ödeyemez noktaya geldi. Ama bunun şartlarını ortaya koyuyorlar. Diyorlar ki, bu şartları kabul ederseniz öderiz. Şartlar nedir? Şartların birisi şu: Iskonto oranına tekabül edecek alacak tutarından feragat etmeleri. Yani fakülteler diyecek ki, biz alacağımızdan feragat ediyoruz, kabul ediyoruz, birinci şart. İkinci şart, eğer dava açmışlarsa, alacağımızı niye vermiyorsunuz diye dava açmışlarsa, bu davalardan da feragat edecekler. Üçüncü şart, hak ve alacakları hiçbir şekilde ihtilaf konusu yapmayacaklarına dair yazılı taahhütte bulunacaklar. Yani parayı aldıktan sonra davayı açmayacağız diye bir de yazılı taahhütte bulunacaklar. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde böyle bir örnek yoktur. Yoktur yani, devletin iflas ettiğini gösterir. Dişçilik fakültelerinin borcunu dahi ödemekten aciz bir devlet olabilir mi? Ve tutuyorsunuz bunu zorla yapıyorsunuz, kanun çıkarıyorsunuz bunun için. Kararname çıkacak, indirim oranı iskonto oranı belirlenecek, o çerçevede götüreceksiniz ya parayı kabul edersin veya ben senin paranı ödemem diyecek. O da mecburen kabul edecek, devletin fakültesi.
Efendim ekonomik krizi hepimiz yaşıyoruz, daha yaşayacağız. Bakmayın öyle âlây-ı vâlâyla bir sürü şeyler söylüyorlar. Biz ekonomik krizin nasıl çözüleceğini söyledik, 13 madde halinde açıkladık. O maddelerden birisi de, devletin tasarruf yapması gerektiği. Devlet tasarruf yapacak, savurganca har vurup harman savurmayacak. Vatandaştan vergi alıyorsun, vergiyi doğru dürüst yerinde harcayacaksın, işin kuralı budur.
Değerli arkadaşlar, tasarruf dedik, bunlar tasarrufu nereden yapıyorlar? Hastanelerde, yani resmi deyimle yataklı tedavi kurumlarında öğrenciler var. Bunlar orada pratiklerini geliştirirler, işte hastalara bakarlar, doktorların yanında hemşirelerin yanında, dolayısıyla pratiklerini geliştirirler. Hastalar için de malum yemek çıkar, doktorlar hemşireler nasıl yemek yiyorsa bu öğrenciler de öyle yemek yerler, öğle yemeklerini öyle hallederler. 2011’de bir genelge çıkarıyorlar ki, bu öğrenciler yemek yesin mi, yemesin mi? Yani yemek parası alalım mı almayalım bu öğrencilerden? Genelge çıkar, derler ki bunlar zaten hastanede çalışıyor, emek harcıyorlar, pratiklerini geliştiriyorlar, mezun olduklarında da deneyimli bir şekilde hastanelerde görev alacaklar. Yemek yesinler, bunlardan yemek parası almaya gerek yok. Geldik 2018’e, 2018’de diyorlar ki bir dakika, kriz var, memlekette kriz var tasarruf yapmamız lazım. Saraydan... Olmaz. Saray çevresinden... Olmaz. Sarayın mutfağından... Asla olamaz. Nereden yapacağız? Lüks arabalardan... O da olmaz. Uçan saraydan... Olur mu, itibarımız var, biz har vurup harman savuracağız. Ne kadar çok savurursak, dünyada itibarımız da o kadar artar. Halbuki o kadar alay konusu oluyorlar, farkında değiller. Ve diyorlar ki, sağlık tesislerinde mesleki eğitim ve staj yapan öğrencilere anılan 89.maddeye dayanılarak ücretsiz sunulabilmesine yemeklerin imkân bulunmadığını mütalaa ediyoruz diyor ve öğrencilerden para almaya başlıyorlar; neden siz bedava yemek yiyorsunuz diye. Hastanelerde görev yapan çalışan, pratiklerini, uygulamalarını artırmak isteyen öğrencilerden yemek parası almaya başladılar. Şimdi ben Türkiye Cumhuriyetindeki bütün vatandaşlara, bütün annelere, babalara seslenmek istiyorum. Suriyelilere bedava veriyorsun, hastane de bedava, ilaç da bedava, bizim öğrencilere niye paralı? Yani bizim çocuklarımız ikinci sınıf vatandaş mı? Ben bunu söylediğim zaman kızıyorlar. Tasarruf yapa yapa, bula bula bu öğrencileri mi buldunuz, onların yemek parasını mı buldunuz? İnsan gerçekten utanıyor, gerçekten utanıyor insan. Tam bir rezalet! Tasarruf... Lüks arabalardan vazgeçin, uçan saraydan vazgeçin, yazlık sarayınızdan vazgeçin, kışlık sarayınızdan vazgeçin, ihaleleri yandaşlara dağıttınız onlardan vazgeçin. Hâlâ dolar üzerinden para alıyorlar, hâlâ dolar üzerinden? Türk lirasına dönüştürmüyorlar. Vatandaşa götür dolar bozdur ki, sarayın çevresi dolarla beslensin diye.
Bunlardan kim sorumlu? Asıl sorumlu, bütün bunlardan kim sorumlu? Sen sorumlu değilsin. Erdoğan’ın güzel bir şeyi var, 15 Mayıs 2018’de İngiltere’de bir konuşma yapıyor, Bloomberg Televizyonunda bir konuşma yapıyor. Diyor ki, “İnsanlar para politikaları yüzünden zor duruma düşünce kimi sorumlu tutacak? Cumhurbaşkanını sorumlu tutacak.” İtiraf ediyor. “Cumhurbaşkanına hesap soracakları için, para politikalarında daha etkin bir cumhurbaşkanı imajı vermeliyiz” diyor ve devam ediyor. “Bazılarını rahatsız edebilir benim bu söylediklerim, ama bunu yapmalıyız, çünkü vatandaşına karşı sorumlu olan devleti yönetenlerdir” yani muhalefet partileri değil, yani biz değil, yani vatandaş değil, yani esnaf değil, çiftçi değil, emekli değil, işçi değil, taşeron işçisi değil. Kim? Devleti yönetenler bundan sorumludur. Devam ediyor, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimiz andan itibaren buradaki etkinliğimiz çok farklı olacak –çok farklı oldu, milletin anası ağladı- bunu yapıyoruz ki aldığımız sorumluluğun hesabını verelim” diyor. Kim söylüyor? Erdoğan söylüyor.
Şimdi ben bütün vatandaşlarıma sesleniyorum, bütün sorumluluk orada. Açlığın, sefaletin, yoksulluğun, işsizliğin, parasızlığın, üretimsizliğin sorumluluğu tamamen orada, ben üstleniyorum diyor. Evet o üstlendi, bütün yetkileri ona verdiniz, bütün yetkileri ve öyle yetkiler aldı ki, şimdi konkordato ilan etme yetkisi de aldı. Bugün dişçilik fakülteleri, yarın da başka bir şey için alacaklar. Devlet borcunu ödeyemiyor, ama dikkat buyurunuz, saray çevresi için böyle bir şey yok, devlet üniversiteleri için var. Yani o rantiyeciler için, onlara dokunulmuyor, onlara asla ve asla gölge dahi edilmiyor. Siz kazanın deniyor, hiç merak etmeyin deniyor.
Bir şeyi daha ifade edeyim, sonra sözlerimi bitireyim değerli arkadaşlarım. Malum bir cinayet işlendi bizim ülkemizde, Kaşıkçı cinayeti. G20 toplantısına gidildi, Suudi Arabistan’dan da yetkililer vardı orada. Kaşıkçı cinayetini dile getiren kişi Erdoğan değil, Kaşıkçı cinayetini dile getiren Kanada’nın Başbakanı Trudo, o dile getiriyor. Erdoğan hiç konuşmuyor, dut yemiş bülbül gibi. Arkadaş, niye konuşmuyorsun, hangi gerekçeyle konuşmuyorsun? Efendim konuşacaktım toplantı bitti. Hani sen “one minute” demesini biliyordun ne oldu, birisi ağzına diline acı biber mi sürdü? Konuşacaksın! Konuşamaz! Sonra bizim gazeteciler, malum ya havuz medyasının bütün gazetecileri orada, binmişler uçan saraya hep beraber, Erdoğan bunlara ahkam kesiyor. O da konuşuyor: “Suudi üst yönetimine, Kaşıkçı’nın cesedi nerededir? Bunu bir defa sizin 20 kişilik ekibiniz biliyor. Burada hiç sağa sola kıvırmayın. Yerel işbirlikçiyle çalıştık diyorsanız açıklayacaksınız, bunu da biliyorsunuz, bilmiyoruz demeleri inandırıcı değil” diyor. Ama bu havuz medyasının gazetecilerinden hiçbirisi çıkıp da şu soruyu sormuyor. Sayın Cumhurbaşkanı, bu Kılıçdaroğlu denilen bir adam var, bu adam her seferinde çıkıp size bir soru soruyor. Soru doğru mudur yanlış mıdır bilmiyoruz, ama o soru ciddi bir soru, her seferinde söylüyor; “Bu 20 kişi, yani cinayeti işleyen 20 kişi cinayeti işledikten sonra sizin haberiniz vardı ve siz bunların ellerini kollarını sallayarak yurtdışına çıkmasına izin verdiniz, niye izin verdiniz diye size bir soru soruyorum” diye soramıyorlar. Bir de bunlar anlı şanlı gazeteci geçiniyorlar. Siz gazeteci değil, siz havuz medyasının kahramanlarısınız. Medyanın yüz karasısınız, medyanın!
Bir şey daha ifade edeyim, herkesin bilmesi gereken bir şeyi söylüyorum. Bir, taşeron işçileri asla unutmadık, emeklilikte yaşa takılanları unutmadık, asgari ücretlileri unutmadık, asgari ücretin altında aylık alanları unutmadık, işsizleri unutmadık, engellileri unutmadık, hak arayanları unutmadık. Ben bunları söylediğim zaman hakkımda tazminat davaları açıyorlar, Kılıçdaroğlu’nu konuşturmamak için. Şunu bilsinler, yedi düvele de, Erdoğan’a da hatırlatıyorum: Şunu iyi bil kardeşim, benim parayla pulla ilgim yok. Benim kupon arazi peşinde olmadığımı bütün kainat bilir. Salma salıp, haraç toplamam ben. Oğluma telefon edip “oğlum paraları sıfırladın mı?” demem ben. Ayakkabı kutularını istiflemem ben. Ben bu dünyada da, öbür dünyada da, bu dünyada da ahrette de hesap vermesini bilen birisiyim.
Hepinize teşekkür ederim.
23.11.2024
23.11.2024
23.11.2024
22.11.2024