30.10.2018
30.10.2018
CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (30 EKİM 2018)
-“21. yüzyıldayız nasıl olur da iki askerimiz donarak şehit olur. Bunun hesabını birilerinin vermesi lazım. Ben şehidin, annenin, babanın hakkını savunuyorum. “Sen şahadetten ne anlarsın” diyor Sevgili Erdoğan, “ne anlarsın” diyor. Ben çok şey anlarım, bu ülke için hayatını verenlerin hangi koşullarda askerlik yaptıklarını çok iyi bilirim. Bu ülkenin kahraman ordusunun rütbesini benim oğlum giydi, ya senin oğlun ne yaptı”
-“Atatürkçülük üretim demektir, güç demektir, kimsenin önünde boyun eğmemek demektir, kimseye gidip bana borç para verir misiniz diye yalvarıp yakarmamak demektir”
-“Cumhuriyet yokluklar içinde kuruldu. Ama kimseye gidip el avuç açılmadı, kimseye yalvarıp yakınılmadı. Cumhuriyeti kuran bu devrimcilerin yaptığı bir şey vardı. Asla ve asla elleri harama uzanmadı. Her kuruşun hesabını verdiler”
-“Benim parayla pulla ilişkim yok Sevgili Erdoğan, o senin işin. Benim yeşil dolarlarla da işim yok, o da senin işin. Ne benim, ne benim ailemin parayla, pulla haramla, kul hakkıyla yakından uzaktan bir kuruşluk hesabımız olmaz”
-“Cinayet belli, failler belli, katiller geliyor, haberleri var, ses kayıtları var. Öldürüyorlar gazeteciyi; ellerini kollarını sallayarak başkonsolos dahil hepsi yurtdışına çıkıyorlar. Bunun adı çadır devletidir”
-“46 yaşında emekli olacaksın, hem cumhurbaşkanlığı aylığını alacaksın, hem emekli aylığını alacaksın, bu da yetmiyor şimdi 2019’da maaşına da yüzde 26 zam yapacaksın. Hani Milli Kurtuluş Savaşındaydık, hani ekonomik savaştaydık”
Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Güner ailesine yürekten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Anadolu’nun köklerinde Kuvayi Milliye ruhunun olduğunu hep ifade etmiştim. “CHP’nin mallarına el konulacak” denince kalktılar Bolu’dan geldiler, “Kimse CHP’nin mallarına el koyamaz, biz mallarımızı veriyoruz” dediler. Kendilerine yürekten, ama yürekten teşekkür ediyoruz. 81 milyon adına teşekkür ediyoruz, demokrasiye sahip çıktıkları için teşekkür ediyoruz. Kendi partilerine sahip çıktıkları için teşekkür ediyoruz. Onlar bizim umudumuz, onlar bizim geleceğimiz; bedenleri yaşlı olabilir, ama onlar düşünceleriyle gençler, düşünceleriyle Türkiye’nin bütün sorunlarını yakından izliyorlar. O nedenle bir kez daha Güner ailesine bütün içten sevgimi saygımı ve şükranlarımı sunuyorum.
BENİM OĞLUM BU ÜLKENİN KAHRAMAN ORDUSUNUN RÜTBESİNİ GİYDİ, YA SENİN OĞLUN NE YAPTI
Değerli arkadaşlarım, yine grup toplantımız kalabalık. Katılan bütün kardeşlerime, özellikle kadın arkadaşlarıma, kardeşlerime yürekten teşekkürlerimi sunuyorum. Anne yüreğini biliriz, hepimizin annesi var. Annelerin evlatlarına nasıl değer verdiğini de biliriz. Onları askere uğurlarken ellerine kına yaktığını da gayet iyi biliriz. Oğlum askere gitsin, dönsün gelsin onu evereyim, çoluk çocuk torun sahibi olayım diye umutla beklediğini de biliriz. Oğlu askerdeyken yüreğinin pır pır çırpındığını da gayet iyi biliriz. Çünkü biliriz ki, anneyle oğul arasındaki ilişki özel bir ilişkidir. Anne çocuğu için her türlü fedakârlığı yapan birisidir. O nedenle annelere her zaman, her ortamda şükran borçluyuz. Onlar bize dil öğrettiler, onlar bize güzellikler öğrettiler, onlar bizim elimizden tuttular, onlar bize yemeyi içmeyi öğrettiler, helalı haramı öğrettiler, onlar bize ufuk oldular ve önümüzü açtılar. O nedenle annelerin hakkı ödenmez. O nedenle Sevgili Peygamberimiz “Cennet annelerin ayakları altındadır” demiştir.
Ve şehit olan askerlerimiz. Türkiye’yi korumak için, terörle mücadele etmek için, biz akşamları yatağımızda rahat uyuyalım diye canlarını feda eden şehitlerimiz için bu girişi yaptım. Tunceli’nin Nazimiye İlçesinde, yani benim ilçemde iki askerimiz donarak şehit oldu. Şehidin babasıyla konuştuğumda, Mersin Milletvekilimiz ailenin yanındaydı ve konuştuğumda şu bilgiyi aldım. Hiç kimse aramamış, mezarlıklar müdürü arıyor, oğlunuz şehit oldu, donarak öldü, dolayısıyla mezarını hazırladık diye. İçimde derin bir acı, bir vicdan acısı hissettim, nasıl olur da böyle bir şey olur diye. Ve Dumlupınar’da yaptığım konuşmada, “21. yüzyıldayız nasıl olur da iki askerimiz donarak şehit olur. Bunun hesabını birilerinin vermesi lazım” dedim. Yanlış mı söylüyorum? Ben şehidin hakkını savunuyorum, annenin hakkını savunuyorum, babanın hakkını savunuyorum. “Sen şahadetten ne anlarsın” diyor Sevgili Erdoğan, “ne anlarsın” diyor. Ben çok şey anlarım, bu ülke için hayatını verenlerin hangi koşullarda askerlik yaptıklarını çok iyi bilirim ben. Senin gitmediğin yerlere gittim ben, eksi 35-40 derecede nöbet bekleyen askerlerimizle beraber oldum ben, onlarla yemek yedim ben, Afrin’e gidenlerle beraber oldum ben ve senin bilmediğin bir şey daha yaptım ben. Bu ülkenin kahraman ordusunun rütbesini benim oğlum giydi, ya senin oğlun ne yaptı?
BİR UYKU TULUMU DA VEREMEDİNİZ Mİ ASKERLERİMİZE!
Ben ve benim partim, yani Cumhuriyet Halk Partisi şehitler arasında ayrım yapmaz. Şehit siyasi görüşü ne olursa olsun, doğduğu yer ne olursa olsun, kimliği ne olursa olsun, dili ne olursa olsun bu ülke için ve bayrak için hayatını vermişse, şehidin bizim başımızın üstünde yeri vardır. Şehitler arasında ayrım yapmayız biz. Ama sen şehitler arasında ayrım yaptın. Ayrımı ortadan kaldırmak için kanun teklifini de biz hazırladık. Yine geçen yasama döneminde kabul etmedin. Şimdi yeniden getireceğiz, şehitler arasında ayrım istemiyoruz biz, şehit şehittir. Gaziler arasında da ayrım istemiyoruz, gazi gazidir, o da bedeninden bir parçayı vermiştir.
Şimdi değerli arkadaşlarım, 15 Temmuz şehitleri için para toplandı. Ne oldu bu para? Niye şehit yakınlarına verilmiyor? Ne oldu bu para Sevgili Erdoğan, ne oldu bu para, bunu da mı götürdün sen? Ne oldu bu para? Bak ben şehitlerin hakkını ve hukukunu savunuyorum şehitlerin! Ne oldu bu para, 15 Temmuz’dan bu yana ne oldu bu para, niye vermiyorsun şehit yakınlarına?
Değerli arkadaşlarım, bir uyku tulumu da veremediniz mi bu askerlerimize, bir uyku tulumu! Kalkmış “benim dedem de efendim işte filan yerde o da dondu…” Neyse onu bir tarafa bırakıyorum da, kardeşim 21.Yüzyıldayız 21.Yüzyılda! Elin oğlu eksi 40 derece, eksi 50 derecede denize giriyor, kutuplara gidiyor. Ekim ayındayız Ekim ayında, 2018’in Ekim ayındayız, ben buna isyan ediyorum. O şehitlerin hakkını ve hukukunu ararken ben suçlanıyorum. Ağırıma giden de bu. Sen de de ki, ey Kılıçdaroğlu sen haklısın, ben bu işi araştıracağım, bu işi soruşturacağım, bu iki askerimiz neden şehit oldu, neden dondu? Sen bana hak vereceğine, zeytinyağı gibi üste çıkıyorsun. Senin bundan sonra üste çıkmaya hakkın da hukukun da yoktur zaten, en diplerdesin zaten.
TEK ADAM REJİMİ, BİZİM MİLLİ KURTULUŞ ANLAYIŞIMIZA TERSTİR
Efendim Dumlupınar’daydım pazar günü, Yenimahalle Belediyemiz çok güzel bir tesis yapmış. Dumlupınar Belediyesine olduğu gibi verildi. Adı Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tesisleri olarak üzerinde yazıyordu zaten ve Dumlupınar’da bir konuşma yaptım. Cumhuriyetin hangi koşullarda kurulduğunu anlattım. Zor koşullarda kuruldu Cumhuriyet, Milli Kurtuluş Savaşı zor koşullarda verildi ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gönlünde yatan cumhuriyet çiçeği, daha Samsun’a çıkarken gönlündeydi. Ama onun yeri ve zamanı gerekiyordu açıklaması için. Önce şunu söyledi 1921 yılında - Amasya’da Amasya Genelgesinde vardır, Samsun’da vardır, Sivas’ta vardır, Erzurum’da vardır, milli egemenlikten söz eder - ama ilk kez 1921 Anayasasının 1.maddesi “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der. Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir der; padişahın değil, egemenlerin değil, milletindir der ve cumhuriyetin temelini de zaten bizim milletimiz oluşturuyor. Milletindir der, ilk söylediği sözde aslında bir anlamda cumhuriyete doğru ilk ve temel önemli adımı atmıştır.
Ve 1923 seçim öncesi, Cumhuriyet Halk Fırkasının birinci prensibini Gazi Mustafa Kemal Atatürk şöyle açıklar. Umde 1, yani madde 1, yani ilke bir: “Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir. Milletin hakiki ve yegane temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin haricinde hiçbir fert, hiçbir kuvvet ve hiçbir bakan mukadderatı milliyeye hâkim olamaz” der. Yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde başka bir güç tanımıyorum der. O nedenle biz tek adam rejimine karşı çıkıyoruz. Bu ilkeden dolayı karşı çıkıyoruz. Milletin iradesinin tecelli ettiği yer burasıdır. Her siyasi görüşten insan vardır burada, oturur uygarca tartışırız burada, milletin sorunlarını burada çözeriz. Parlamentoyu ikinci sınıf bir alana hapsedip, her şeyi ben bilirim, her şeyi ben yürütürüm, her şey benim düşüncemle olur diye bir tek adam rejimi, bizim milli kurtuluş anlayışımıza terstir. O nedenle Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz tek adam rejimine karşı çıkarız, onurumuzla gururumuzla karşı çıkarız.
“Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir” der, ama ikinci bir kuralı daha vardır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk der ki, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Hiçbir ülkenin egemenliğini kabul etmem ben diyor. Hiçbir ülkenin, hiçbir sınıfın da egemenliğini kabul etmem ben diyor. Özgürlük ve bağımsızlık bu milletin karakterinde vardır diyor, tarihinde vardır diyor, dokusunda vardır diyor, hiçbir zaman bu millet birilerinin boyunduruğunu kabul etmemiştir diyor. Ve şöyle söylüyor 22 Ekim 1922’de, gazetecilerin bir sorusuna şu cevabı verir: “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkıyla doluyum. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasında yakından vakıf olanlarca bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut bulabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla kaim olur” diyor. Bir milletin istiklali yoksa hürriyeti yoksa o milletin geleceği yoktur diyor. Ne zaman söylüyor? 22 Ekim 1922’de söylüyor. Cumhuriyetin temellerini adım adım atıyor Gazi Mustafa Kemal Atatürk.
Sonra “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyor. Bugün Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin ön yüzünde yazar, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diye, 22 Eylül 1922’de. Ve bunu Samsun İstiklal Ticaret Mektebinde, o dönemki adıyla Samsun İstiklal Ticaret Mektebinde söyler. “Efendiler, dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet –bugünkü diliyle başarı- için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir” diyor. Ve bugün bütün gelişmiş ülkelerin bilimi öncelemelerinin temelinde de bu yatar. Siz mürşit olarak sadece ve sadece bilimi, yani aklı, Allahın insana verdiği en değerli vasıf olan insan beynini ve aklını esas alacaksınız diyor. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir diyor, bilimdir diyor, bundan şaşmayacaksınız diyor. Bunlar ağır ağır cumhuriyetin yolunu açan ifadelerdir.
Sonra 1 Kasım 1928’de, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” der. Hiç kimse cumhuriyette ne padişahın, ne de başka bir gücün kölesi değildir. Herkes eşit vatandaştır, kadını ve erkeğiyle, zengini ve fakiriyle, köylüsüyle şehirlisiyle herkes eşittir der ve “bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözünün temelinde bu yatar. Bunu nerede söyler? 1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açış konuşmasında söyler. Şöyle söyler Gazi Mustafa Kemal: “Öksüzlerin haklarını korumak için aldığımız tedbirlerin bugünkü verimi cidden sevindirecek bir neticededir. Eski adliye, eski zihniyet ve eski usullerden üç sene evvel ancak 308 bin lira beyanında bulmuş olan cumhuriyet, bugün emlak ve eytam bankasına, yani emlak ve yetimler bankasına 6 milyon 220 bin küsur lira teslim etmiş bulunuyor. Cumhuriyetin bilhassa kimsesizlerin kimsesi olduğunu yeniden ispat eden bu neticeyi memnuniyetle takdirlerinize arz ederim” diyor Gazi Mustafa Kemal Mecliste konuşurken. Yani cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir. Neden kimsesizlerin kimsesi? Binlerce gencimiz fidan gibi evlatlarımız savaşlarda şehit olmuştur, milyonlarca çocuğumuz yetim kalmıştır. 1921’de ilk kurulan kuruluşlardan birisi Çocuk Esirgeme Kurumudur ve o çocuklara o cumhuriyet sahip çıkmıştır. Onun için cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir denilmiştir. Sıradan bir söz değildir, sıradan bir cümle değildir. İçinde acı vardır, kan vardır, gözyaşı vardır ve umut vardır, gelecek vardır.
Beşinci kural, “Yurtta sulh, cihanda sulh” tür, yurtta barış dünyada barıştır. 25 Nisan 1931 genel seçimleri öncesinde bir bildiri yayınlanır. Atatürk yayınlanan seçim bildirgesinde şunu söyler: “Muhterem vatandaşlarım, Cumhuriyet Halk Fırkasının genel siyasetini şu kısa cümle açıkça ifadeye kafidir zannederim. Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz. Türkiye Cumhuriyetinin genel siyasetidir bu” der ve “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştireceğiz” der. Düşünün savaş meydanlarından gelen, bütün hayatı savaşla geçen, binlerce kişi gözlerinin önünde şehit olurken, binlerce kişi gazi olurken, o savaştan sonra mecbur olmadıkça, zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir demiştir ve yurtta sulh dünyada sulh demiştir, yurtta barış dünyada barış demiştir. Barışın ne kadar değerli, ne kadar önemli olduğunu anlatmıştır.
Biz Cumhuriyet Bayramını kutlarken bütün bunları bilmek zorundayız, 23 Nisan’ı kutlarken bütün bunları bilmek zorundayız, 19 Mayıs’ı kutlarken bütün bunları bilmek zorundayız. Bu ülkenin temelinde harcında acı vardır, gözyaşı vardır, şehitlerimizin kanları vardır. Onların bize bıraktıkları Türkiye Cumhuriyeti mirasını yüceltmek hepimizin ortak görevidir, hatta namus borcudur, bunu yapmak zorundayız.
ATATÜRKÇÜLÜK ÜRETİM DEMEKTİR, GÜÇ DEMEKTİR, KİMSENİN ÖNÜNDE BOYUN EĞMEMEK DEMEKTİR
Cumhuriyeti kuranlar ne yaptılar? Bir topluiğne üretemeyen bir imparatorluk devraldılar, bir topluiğne bile üretemiyor, bir metre demiryolu bile yok, bir tane milli bankası bile yok. 1925 yılında gittiler Kayseri’de uçak fabrikasının temelini attılar. 1934 yılında Kayseri’den kalkan ilk milli uçağımız Ankara’ya indi. Denizaltının omurgasını Haliç’te inşa etmeye başladılar. Üniversiteleri yeniden inşa etmeye başladılar, demiryollarını millileştirdiler. Hepsini millileştirdiler. Tütün bizim elimizde değildi, Fransızların elindeydi. Tütün üreticisini devletleştirdiler.
8 Haziran 1929’da toprak reformu yaptılar, topraksız köylere de toprak verdiler. Osmanlının, övündüğümüz... Atalarımız tabii övüneceğiz elbette atalarımız, Fatih de, Kanuni de, Yavuz da, bunlar bizim kökenlerimizi oluşturuyor zaten. Ama Osmanlının parasını basacak bankası bile yoktu, yabancılar basıyordu Osmanlı Bankası. Peki, biz kendi milli paramızı en son ne zaman bastırdık, hangi bankada bastırdık? 1 Haziran 1930’da Merkez Bankasını kurdu. Atatürk budur, Atatürkçülük de budur. Atatürkçülük üretim demektir üretim, güç demektir, kimsenin önünde boyun eğmemek demektir, kimseye gidip bana borç para verir misiniz diye yalvarıp yakarmamak demektir Atatürkçülük.
1933’te birinci sanayi planı, 1930’da ikinci sanayi planını uygulamaya koydular. Malatya’ya fabrika yapmak ne demektir biliyor musunuz? Malatya’ya bir mühendisin gitmesi demektir, Malatya’da işçilerin olması demektir, her ay düzenli aylık alıyor olmaları demektir, yüzme havuzu demektir, park demektir, düğünlerin yapıldığı yer demektir, sinema demektir, tiyatro demektir, medeniyet demektir. Fabrikaları Anadolu’nun dört bir tarafına yaptılar, 10 yılda memleketi demir ağlarla ördüler. İşte bizim cumhuriyetimiz budur. O nedenle cumhuriyet bizim için vazgeçilmezdir. Hangi cumhuriyet ama? Irak’taki cumhuriyet değil, Suriye’deki değil, İran’daki değil, Libya’daki değil; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti cumhuriyetini biz savunuyoruz, halkın iradesini savunuyoruz biz.
ATATÜRK, 100 YILDA BİR GELEN BİR DEVRİMCİDİR
Fiskobirlik’i kurdular. Niçin? Bir numarayız fındıkta, fındık üreticisini ezdirmeyelim diye. Toprak Mahsulleri Ofisini kurdular, niçin? Köylüyü ezdirmeyelim diye. Değerli arkadaşlarım ve Osmanlının borcunu devraldılar Düyun-u Umumiye’nin. Düyun-u Umumiye de yabancıların, Osmanlının gelirlerine el koymuşlar, Düyun-u Umumiye İdaresi, bütün gelirleri orası topluyor. Düyun-u Umumiye’de çalışan memur sayısı Osmanlının Maliye Bakanlığında çalışan memur sayısından fazlaydı. O borçları da devraldı cumhuriyet ve son kuruşuna kadar ödediler, kimseye el avuç açmadılar. Cumhuriyet aynı zamanda bir kadın devrimidir. Kadın erkek eşitliğidir. Pek çok ülkeden, Japonya’dan Yunanistan’a kadar pek çok ülkeden önce kadına seçme ve seçilme hakkını cumhuriyet vermiştir. Ve kadın, bu ülkenin kadını savaş meydanlarında yeri gelmiş çarpışmış, yeri gelmiş evladını eşini cepheye göndermiş, yeri gelmiş kucağında çocuğu omzunda mermisiyle cepheye silah taşımış. Ve bu kadınlara seçme ve seçilme hakkını elbette Yunanistan’dan önce vereceğiz, elbette Fransa’dan önce vereceğiz, elbette Japonya’dan önce vereceğiz. Gazi’nin büyüklüğü asla tartışılamaz. O nedenle Churchill diyor, “Atatürk gibi bir deha 100 yılda bir gelir, ama bu kez Türklere nasip oldu” diye. Evet, 100 yılda bir gelen bir devrimcidir. Ve kadın… Milli Kurtuluş Savaşında yeri geldiğinde elinde silah cephede mücadele etmiştir. Bazılarının isimlerini çıkardım. Halide Onbaşı, Nezahat Onbaşı, Şerife Bacı, Erzurumlu Kara Fatma, Halime Çavuş, Hafız Selman İzbeli, Gördesli Makbule, Çete Emir Ayşe, Tayyar Rahmi. Allahtan rahmet diliyoruz bunlara, bunlar bizim onurumuz, bunlar bizim gururumuz.
CUMHURİYETİ KURAN DEVRİMCİLERİN ELLERİ ASLA HARAMA UZANMADI
Cumhuriyeti böyle kurduk, yokluklar içinde cumhuriyet kuruldu. Ama kimseye gidip el avuç açılmadı, kimseye yalvarıp yakınılmadı. Ama bunların yaptığı bir şey vardı, yani bu devrimcilerin, yani cumhuriyeti kuranların yaptığı bir şey vardı. Asla ve asla elleri harama uzanmadı, asla ve asla! Her kuruşun hesabını verdiler. Güzel bir hikâye vardır, Sabiha Gökçen anılarında yazar. Bir gün rahmetli İsmet İnönü Çankaya’ya çıkar, fakat morali çok bozuktur. Atatürk sorar, “Ne oldu, niye moralin çok bozuk” diye. “Türk Hava Kurumunun genel kurulu vardı diyor, o genel kuruluna katıldım. Fuat Beyi epey terlettim, istifaya filan kalktı…”, Fuat Bey, Türk Hava Kurumu Genel Başkanı ve o zaman Rize Milletvekili. Gazi Paşa da diyor ki, “Çalışkan çocuktur Fuat, cemiyeti de diğer milletvekili arkadaşları gibi iyi yönetiyor”, yani Türk Hava Kurumunu iyi yöneten birisidir diyor, temiz dürüst bir insandır, Rize Milletvekili bunu yapıyor. “Bunlara bir diyeceğim yok” diyor İnönü, “fakat canımı sıkan bir husus oldu…” “Neymiş o” diye sorar Gazi Mustafa Kemal, “hesaplarda 40 para oynuyordu” der. Dikkatinizi çekerim, “hesaplarda 40 para oynuyordu” der, 40 para yani 1 kuruş. “Evet, toplantıya sabah saat 10.00’da girdik, saat 17.00’yi geçiyordu çıktık. Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti, bu 1 kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat verdim. Bulamamışlar. Bugünü de onunla geçirdik. Fuat Bey’in hassasiyetini anlıyorum, ama milletimiz ondan daha hassastır, verdiği paranın nereye gittiğini behemehal bilmek ister. İstifa gibi haller de en kolay çıkar yoldur, ama kimseyi rahatlatmaz, hatta söylentilere bile neden olur. Yurttaş parayı Türk Hava Kurumu yücelsin diye veriyor.” Gazi Paşa gülümsedi, “Demek mesele bu, 40 paranın hesabı seni bu kadar yordu üzdü. Tam adamını bulup bunların başına getirmişim. Haklısın, 40 para günün birinde 40 lira, 40 lira da 400 lira olur.” O dönem tabii 40 lira ve 400 lira çok büyük paralar. “Bu da giderek büyük halkın ağzında, böyle kuruluşlara olan güveni sarsar. Biz cumhuriyeti kurarken böyle 40 paralara çok ihtiyacımız oldu. Peki sen ne yaptın?” der. İnönü, “Muhasebeciyi çağırttım, memurları seferber ettim, 40 paranın yanlışlıkla bir başka hesaba geçirildiğini bulup çıkarttık. Bundan sonra da bu gibi hataları affetmeyeceğimi söyledim kendilerine. Bizim milletimiz gerçekten de elindekini avucundakini verir, ama verdiğinin doğru dürüst yerlere sarf edildiğini hem görmek ister, hem de buna inanmak ister.”
İşte cumhuriyeti böyle kurdular. O nedenle demiryollarını millileştirdiler, Tekel’i millileştirdiler, limanları millileştirdiler, paralarını son kuruşuna kadar ödediler, Osmanlının borcunu da son kuruşuna kadar ödediler, ama kimseye el avuç açmadılar, vatandaştan alınan her kuruşun hesabını verdiler. Böylesine onurlu bir cumhuriyeti inşa ettiler ve bize teslim ettiler. Biz de çocuklarımıza onurlu bir cumhuriyeti devretmek zorundayız. Onurlu cumhuriyet, onurlu Türkiye Cumhuriyeti Devleti...
BÜTÜN BU CİNAYETTEN HABERİ OLAN BİR KİŞİ
Kaşıkçı cinayeti... Düşünün, bir daha hafızalarınızı yenileyeyim. Cemal Kaşıkçı gider Washington’da der ki, evleneceğim bir sorunum var, Suudi Arabistan’dan belge lazım. Derler ki, İstanbul’a gideceksin, İstanbul’da konsolosluğa başvuracaksın, oradan alacaksın. Başka bir ülke söylenmiyor, İstanbul’a gideceksin. Gelir İstanbul’a, gider dilekçesini verir, evrakı ister. İki son sonra geleceksiniz derler. İkinci gün giderken nişanlısına der ki, eğer uzun süre çıkmazsam karakola haber vereceksin ve Yasin Aktay’a haber vereceksin. AK Partinin Grup Başkan Vekili Yasin Aktay’a haber vereceksin. Her şey planlı, o iki gün içinde Suudi Arabistan’dan normal hava yolları ve özel uçaklarla katiller Türkiye’ye gelir. Cinayet işlenir, ellerini kollarını sallayarak giderler. Geçen hafta Sayın Erdoğan bir açıklamada, “Salı’yı bekleyin açıklamalar yapacağım” dedi. Biz de bekledik, herhalde katiller filan isimlerini verecekler diye. Bildiğimiz hikâyeyi anlattı ve sorular sordu. Soruları söylüyorum değerli arkadaşlarım:
-“Bu 15 kişi cinayet günü niçin İstanbul’da toplandı? Bu soruya cevap arıyoruz.” Olur, kahvedeki Mehmet Efendiye soralım, bu soruya cevap arıyoruz.
-“Bu kişiler kimden emir alarak oraya gelmişlerdir? Cevap arıyoruz.” Olur, bakkal Mehmet Efendiye soralım.
-“Başkonsolosluk binası niçin hemen değil de, günler sonra incelemeye açılmıştır?” Bunu kime soralım? Bunu da Binali Bey’e soralım, belki o bilir.
-“Cinayet ortadayken onca tutarsız açıklama niçin yapılmış”, senin görevin ne, sen ne iş yapıyorsun? Devam ediyor “Ceset niçin hâlâ ortada yok?” Bravo vallahi, en azından bu soruları sorabiliyor.
-“Cesedin yeri işbirlikçiye verildiği ifadesi doğruysa, bunu yetkili biri söylüyor, bu yerli işbirlikçi kimdir?” İyi ya, bunu da Kral Salman bulacak, başka kim bulacak?
Değerli arkadaşlarım, bunları söyleyen Türkiye’deki tek adam, her şeyden sorumlu olan bir kişi ve bütün bu cinayetten de haberi olan bir kişi. Bir daha söylüyorum, bu cinayetten haberi olan bir kişi. Diyeceksiniz ki nerden haberi oluyor. Onu da Yasin Aktay aktarıyor. Yasin Aktay şöyle diyor: Çalışırken telefonu çalıyor, o telefon bilinmeyen bir numaraydı diyor, yani tanımadığı bir numara. Telefonuma kayıtlı bir numara değildi. Ben açtım hemen telefonu, endişeli çok endişeli bir ses bana “Yasin Hocam ben Hatice” dedi. Ben hangi Hatice dedim, kayıtlı olmadığı için sesi de tanıyamadım doğrusu. Ben Hatice, yüksek lisans öğrencisi dedi. Kendisini bir şekilde tanıttı ve ben hemen tanıdım. Çünkü epey zamandır tanıdığım ve çok parlak bir öğrenci olduğunu bildiğim bizim Hatice. Ben Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısıyım diyor. Peki, ne oldu dedim. Cemal Bey konsolosluğa girdi, beş saattir hâlâ çıkmadı dedi. Zaman algısı belli ki daha da artmıştı o zaman. Aslında üç-üç buçuk saattir girmişti, konsolosluğa girişini söylüyor. Ben de geçen hafta üç-üç buçuk saattir demiştim. O beş saat diye hatırladı. Ben dedim ki, ne oldu peki, nasıl yardımcı olabilirim? Dedi ki, girmeden önce bana “bana bir şey olursa içeride biraz uzun kalırsam ve umulmadık bir şey olursa Yasin Aktay’ı ara” dedi. Peki, ne yapmamız gerekiyor bu durumda dedim diyor Yasin Aktay, seni işaret ettiğine göre diyor Hatice Hanım, senin bir şeyler yapabileceğine inanıyor. Sen neler yapabiliyorsan yap, kime haber verebiliyorsan haber ver dediler. Ve Yasin Aktay şöyle anlatıyor: “Ben de o anda yapmam gereken her şeyi yaptım. Bizim istihbaratı da, emniyet güçlerimizi de, Sayın Cumhurbaşkanımızın ofisini de hemen hızlı bir şekilde bilgilendirdim ve kısa bir süre içerisinde bütün makamlar olaydan haberdar oldular ve hemen gereken tedbirler alındı. Havaalanında kuş uçsa artık tespit edilebilecek bir noktaya, en azından kontrol sistemleri hemen devreye sokulmuş oldu” diyor Yasin Aktay. Bütün herkese, emniyete haber verdim diyor, istihbarata haber verdim diyor, cumhurbaşkanlığına haber verdim diyor. Ses kayıtları da var. Bize dinletmiyorlar ses kayıtlarını, 81 milyon bilmiyoruz, ama Amerikalılar biliyor. Oradan geliyorlar buyur diyorlar, basıyorlar tuşa ses kayıtlarını, cinayetin nasıl işlendiğinin ses kayıtlarını dinletiyorlar.
Peki kardeşim, sen bunları söylüyorsun, bu soruları soruyorsun. Peki, sen bu katillerin elini kolunu sallayarak yurtdışına gitmesine niçin izin verdin? Hangi gerekçeyle izin verdin? Ben bu soruyu sordum geçen hafta. Katillere neden izin verdin? Üstelik bunların hiçbirisinin dokunulmazlığı yok, başkonsolosluğun da dokunulmazlığı yok. Neden ve hangi gerekçeyle izin verdin? Bir cevap yok, beni suçluyor, “Kılıçdaroğlu parayı çok seviyor” diye. Pes vallahi, paramız pulumuz onunki kadar olsa, hadi bana söylersin de, benim parayla pulla ilişkim yok Sevgili Erdoğan, o senin işin. Benim yeşil dolarlarla da işim yok, o da senin işin. Ne benim işim, ne benim ailemin işi. Bizim parayla, pulla haramla, kul hakkıyla yakından uzaktan bir kuruşluk, bir paralık hesabımız olmaz ve yoktur da.
Değerli arkadaşlarım, peki ne diyor? Bir başka kişi daha var, başdanışmanı. Erdoğan’ın başdanışmanı. O da şöyle bir yazı yazıyor: “Türkiye kraliyet ailesine dostluğunu gösterip, olayı fazla deşelemeden aksine iyi niyetle adım atarak Kral Salman’a yardımcı oluyor.” Düşünün cinayet işlenmiş, bir gazeteci öldürülmüş, efendim olayı fazla deşelemeden yardımcı oluyor. İşte bu yüzden Kral Salman Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı arayıp teşekkür ediyor. Ne kadar teşekkür etse azdır, bir cinayetin üstünü kapatmak bundan daha iyi olabilir mi? Nasıl oluyor bu?
BUNUN ADI ÇADIR DEVLETİDİR
Şimdi diyor ki, “Efendim onları bize gönderin, biz burada yargılayacağız.” Onlar da dediler ki, “Niye size gönderelim, göndermiyoruz.” Peki, Türkiye’de buna benzer bir olay oldu mu? Dünyada buna benzer bir olay oldu mu? Bir konsoloslukta buna benzer bir olay gerçekleşti mi? Türkiye’de iki olay var. Birisi, 1942’de. O zaman daha henüz Viyana Sözleşmesi yok. Çünkü Viyana Sözleşmesinin tarihi 24 Nisan 1963. 42’de ne oluyor? Alman Büyükelçisi Papen var, buna suikast düzenleniyor. Nerede? İstanbul’da. Suikastı düzenleyenler hemen konsolosluğa sığınıyorlar, Rus Konsolosluğuna sığınıyorlar. Dönemin hükümeti diyor ki, onları bize vereceksin. Vermeyiz diyorlar. Çevirin konsolosluğun etrafını, konsolosluğun etrafını çeviriyorlar, ya teslim edersiniz ya da bu ablukayı kaldırmayız diyorlar. Efendim dokunulmazlık... Bunun dokunulmazlığı yok diyorlar, siz bir büyükelçiyi öldürmeye teşebbüs ettiniz. Ve sonunda bu failler Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine teslim edilir. 1 Nisan 1942’de yargılanırlar, cinayeti işlemek isteyen Türk ortaklarına, yani faillere 10’ar yıl Rus Gizli Servis ajanlarına da 16 yıl hapis cezası verilir Türkiye Cumhuriyeti Devletinden. İşte devlet budur.
İkinci örnek, Irak Başkonsolosluğu, İstanbul’da... Irak Başkonsolosluğunun önünde Türkmenler eylem yaparlar. Saddam Hüseyin’i eleştirirler. Konsolosluktan ateş açılır ve bir kişi öldürülür. Hemen konsolosluğun etrafı çevrilir, denir ki katilleri bize teslim edeceksiniz. Etmezler, iki gün sonra getirip teslim etmek zorunda kalırlar ve ateş açan Iraklı 30 yıl hapse mahkum olur.
Dünyada örneği var mı? Var. Dünyadan da örnek vereyim. Birinci örnek 1999 Kanada’da. Japon Başkonsolosu eşini dövdüğü için –cinayet yok- eşi gidip şikâyet ediyor konsolosu tutukluyorlar. 2012 yılında Amerika’da yine bir Japon Başkonsolos eşini araçtan attığı ve eşi yaralandığı için gözaltına alınıyor tutuklanıyor ve hapse alınıyor. Bizde cinayet belli, failler belli, katiller geliyor, haberleri var, ses kayıtları var. Öldürüyorlar gazeteciyi, ellerini kollarını sallayarak başkonsolos dahil hepsi yurtdışına çıkıyorlar. Bunun adı nedir? Bunun adı çadır devletidir, çadır devleti! Onurlu Türkiye Cumhuriyeti Devletinden, hükümetinden beklediğimizi yapamıyorlar. Neden? Acaba kralı kızdırırsak bize para vermezse ne olur? Sen Türkiye’nin onurunu gururunu ve haysiyetini satıyorsun. Onurunu, gururunu ve haysiyetini satıyorsun!
O MAKAMDAN DERHAL AYRILMASI LAZIM
Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlattım size. 1940’ların Türkiye’sini anlattım size, 1999’ları anlattım size. Hiçbir cinayeti biz görmezlikten geliyoruz dememişler, konsolosluğun etrafını çevirip katilleri bize teslim edeceksin demişler. İşte bu devlettir, bu saygın devlettir, bu itibarı olan devlettir. Bu devletin başkanları uçan saraylara binmediler, bu devletin başkanları hediye uçak almak için kırk tane takla atmadılar, onurlarıyla haysiyetleriyle mücadele ettiler.
Dolayısıyla bütün vatandaşlarımın bu gerçeği bilmesini isterim. Türkiye Cumhuriyetinin onuru incinmiştir, haysiyeti incinmiştir. Katillerin serbest bırakılması affedilecek bir olay değildir. Türk Milletinin onuruyla ve haysiyetiyle oynayan kişinin o makamdan derhal ayrılması lazım. Onuru varsa, kişiliği varsa ayrılması lazım.
Efendim hak aramak, hak aramak hepimizin hakkı. İnsan olmanın en doğal hakkı hakkını aramasıdır. Yoksa insan olma niteliğini kaybeder. Sosyal güvenlik de bir haktır. Anayasamızın 60.maddesi diyor ki, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” Dikkatinizi çekerim, herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Türk vatandaşları demiyor, altını özenli çiziyorum, herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir diyor. Emeklilikte yaşa takılanlar da diyorlar ki, bizim de hakkımız var. Geldik bir yere takıldık, primimizi ödedik, hakkımız elimizden alındı, bizim hakkımızı teslim edin.
KENDİ VATANDAŞINA “TÜREDİ” DİYEN TEK KİŞİ
Ne diyor Erdoğan? “Bu teklifin yıllık maliyeti 750 milyar liradır” diyor. Tamamen uydurma, 750 milyarlık bir şey yok, ne 750 milyarı, hangi 750 milyar lira? Devam ediyor, “Biz ekonomide bir ekonomik kurtuluş savaşı verdiğimiz bir dönemde, böyle bir yükü milletimizin sırtına bindirmek gibi bir hakkımız var mı?” Hediye uçağa bindiriyorsun ama! “Ben bunu milletimize soruyorum…” Sor millete, referandum yap bakayım veriyor mu vermiyor mu? Sor millete, yaparsın referandumunu. “Ekonomik savaşın verildiği dönemde bir taraftan fırsatçılar türedi, diğer taraftan da bunlar türedi.” Hak arayan insana türedi diyor! Vicdanı olan her vatandaşıma soruyorum, hak arayan birisine cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan birisi nasıl “türedi” der? Bu insan yahu ve bu insan hakkını arıyor. Sen 46 yaşında emekli oluyorsun, bu da diyor ben de 46 yaşında emekli olayım. Sen emekli oluyorsun, bu ben de emekli olayım dediği için o türedi oluyor, öbürü beyefendi oluyor. Kendi vatandaşına “türedi” diyen dünyada tek kişi var, o da Erdoğan’dır, kendi vatandaşına türedi diyor.
46 yaşında emekli olacaksın, hem cumhurbaşkanlığı aylığını alacaksın, hem emekli aylığını alacaksın, bu da yetmiyor şimdi 2019’da maaşına da yüzde 26 zam yapacaksın. Hani Milli Kurtuluş Savaşındaydık, hani ekonomik savaştaydık? Yüzde 26, kendi kendisine zam yapıyor. Yahu Allah gözünüzü doyursun, ne diyeyim ben başka Allah gözünüzü doyursun. Vicdan sahibi olan bunu nasıl kabul eder?
HAK ARAYANLARDAN TÜREDİ OLMAZ, GÖRMEMİŞLERDEN TÜREDİ OLUR
Değerli arkadaşlarım, bu yetmiyor, sözde bunlar Emevi Camiine gidip namaz kılacaklardı değil mi Suriye’ye. “4 milyon Suriyeli geldi, 35 milyar dolar Suriyelilere para harcadık” diyor, 35 milyar dolar! 35 milyar dolar harcarsın, emeklilikte yaşa takılan hak aradığı zaman sen ne biçim türedi dersin, ona da türedi dersin hak arayan adama. Yetmiyor, senin yazlık sarayın var, kışlık sarayın var, uçan sarayın var, peki garibanın nesi var, onun nesi var? Kim türedi? Görmemişlerden türedi olur, hak arayanlardan türedi olmaz. Hak arayanlar insan oldukları için haklarını arıyorlar, türedi oldukları için değil.
Efendim 750 milyar liralık yük gelirmiş de, Sosyal Güvenlik Kurumu bunu kaldıramazmış, bu da hikâye. Sosyal Güvenlik Kurumunu batıranlar bunlar! Bir daha söylüyorum, Sosyal Güvenlik Kurumunu batıranlar bunlar. Örnek vereceğim. Ben anlatsam derler ki, Kılıçdaroğlu doğruyu söylemiyor. Bereket versin Sayıştay’da namuslu denetçiler var, onlar söylüyor. Bakın nasıl batırmışlar? Sayıştay raporu diyor ki, 31.12.2017 tarihi rapor, “Sosyal Güvenlik Kurumunun 83 milyar alacağı var, 83 milyar alacağı var tahsil etmiyor.” 83 milyar, yani 83 katrilyon. Niye tahsil etmiyor, niye almıyor? Devam ediyor, “İdari takip süreci tamamlandığı halde 5 milyar lira diyor tahsil edilmek üzere hukuk birimlerine gönderilmiyor.” Parayı tahsil etmek üzere bütün işlemler bitmiş, hukuk birimlerine gidecek 5 milyar 238 milyon lira, takip etmeyin diyor göndermiyorlar. Devam ediyor, “22 milyon lira zamanaşımına uğradı…”, eski parayla 22 trilyon lira zamanaşımına uğruyor parayı toplamadıkları için, yani şimdi gidip para isteseler, hukuken isteme hakları yok artık. Sonra... “Esnafın borcu var, 25 milyar lira, o da ödemiyor.” Zaten esnaf nefes alacak durumda değil, perişan vaziyette o da. “Yüzde 99’u takip edilmiyor.” Alacağın yüzde 99’u takip edilmiyor, üstünü çizmişler. Başka... Sağlık sunucularına avans verilmiş. Ne kadar? 10 milyar lira. 10 milyar lira avans veriyor kurum, ama vade dolduğu halde avansı geri almıyor, alamıyor. Çünkü yukarıdakiler izin vermiyorlar. Kime veriyor avansı? Yandaşa veriyor. Başka... Müfettişler rapor yazıyorlar, kurumun değerli bir müfettiş kadrosu var, rapor yazıyorlar. 1313 rapor işleme konulmuyor, halının altına atıyorlar. 1313 rapor işleme konulmuyor. Sadece bu mu? Hayır, belediyeler de ödemiyor. Ne kadar? 8 milyar 700 milyon lira da belediyeler ödemiyor. Ödemiyorum diyor, al alabilirsen. Başka... Devlet de Sosyal Güvenlik Kurumuna para ödemiyor. Ne kadar? Genel Sağlık Sigortası parasını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının ödemesi lazım, 4 milyar 465 milyon lirayı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da ödemiyor. Başka... Kesilmiş olan idari para cezaları var, bunlar da tebliğ edilmiyor.
Şimdi kalkıyorsunuz siz, emeklilikte yaşa takılanlar hak arıyorlar, onlara türedi diye suçluyorsunuz. Bu paraları niye toplamıyorsunuz, niye almıyorsunuz bu paraları? Hangi gerekçeyle almıyorsunuz? Bunların cevabını bekliyoruz. Verebilirler mi? Vermezler, veremezler.
Sadece bunlar değil, defalarca söyledim yine söylüyorum, yurtdışındaki bir avuç tefeciye 158 milyar dolar faiz ödediler, 158 milyar dolar. Ayrıca sadece bu yıl, Ağustos ayına kadar 8 milyar 470 milyon dolar da ayrıca faiz ödediler. Kimin parası bu? Bu ülkenin parası. Dışarıdan borç para almak için dileniyorlar, yalvarıp yakarıyorlar, onlar da faizleri artırdılar ve Türkiye bu noktaya geldi.
Şimdi şu soruyu sormak istiyorum. Maaşına yüzde 26 zam yapıyorsun, ev kirası yok, araba parası yok, dolmuş parası yok, su parası yok, elektrik parası yok, yemek parası yok, her şeyin bedava maaşına yüzde 26 zam yapıyorsun, emeklilikte yaşa takılan diyor ki benim hakkımı da teslim et, sen türedi diyorsun. Akıl var mantık var.
Daha önemli bir şey, peki ayda bin 606 lira alan asgari ücretli nasıl geçinecek? Ayda bin 606 lira alan asgari ücretli nasıl geçinecek? Diyorum ya, vallahi bunların yatacak yeri yok, yatacak yerleri yok bunların.
ERDOĞAN’A 3 SORU
Üçüncü havalimanı açıldı, eyvallah. Yatırımı yeri ve zaman olduğu sürece hepimizin özendirmesi lazım, yatırım yatırımdır. Hiçbir yatırıma da karşı çıkmadık, elbette yatırım yapılmalı, istihdam yaratılmalı, Türkiye üreterek büyür, tarlada, fabrikada, sanatta, üniversitede, hayatın her alanında üretmeliyiz. Üretmeliyiz ve büyümeliyiz, ürettiğiniz zaman büyürsünüz. Ne içinde? Adalet içinde üreteceksiniz, adalet içinde! Adalet içinde ürettiğiniz zaman herkesin işi, herkesin aşı olur. Adalet içinde üretmek şudur: Yaptığınız yatırımın her kuruşunun hesabını millete verirsiniz. Dersiniz ki, şu havalimanını şu kadara yaptık, şu okulu şu kadar liraya yaptım, şu köprüyü şu kadar liraya, şu yolu şu kadar liraya yaptım dersiniz.
Başka... İsraftan kaçınırsınız. Vatandaşın parası, israf etmezsiniz. Az önce İnönü’nün 40 parayı, yani 1 kuruşu aramak için iki-üç gün nasıl çalıştığını söyledim. O zaman demek ki yapılan her harcamanın hesabının verilmesi lazım.
Başka... Yapılan her yatırımın arkasında bir insan emeği vardır, bir insan alnının teri vardır, emek vardır, alın teri vardır. Ya beton dökmüştür, ya marangozdur çalışmıştır, ya kamyon şoförüdür direksiyon sallamıştır, hemen hemen yatırımın her alanında insanın emeği vardır ve o emeğin de hakkını vereceksin.
Şimdi değerli arkadaşlar, burada kaç kişinin çalıştığını kimse bilmiyor. Kaç kişinin iş kazası sonucu yaralandığını da kimse bilmiyor, kaç kişinin iş kazası sonucu öldüğünü de kimse bilmiyor, kaça mal olduğunu da rivayet kimse bilmiyor. Hâlâ devam ediyor diyorlar. Değerli arkadaşlarım, ama bir şeyi çok iyi biliyorum. Burada çalışıp, bu havaalanında çalışıp hak arayan 31 işçi şu anda hapiste. Bunu biliyorum, burada bir tereddüt yok. Bildiğimiz tek bir şey var, hak arayan 31 işçi şu anda hapiste. Peki ne diyorlardı bu işçiler? Diyorlar ki, “Bizim maaşlarımızı tam ödeyin, bankaya yatırın, sigorta primimiz tam yatsın, vergi de tam yatsın diyorlar. Tahtakurusundan yatamıyoruz, tahtakurularını engelleyin diyorlar. Servisimiz yok, servis verin, işimize zamanında gelelim” diyorlar. Bunların tamamını aldılar, bir kısmını attılar, 31 kişiyi de hapse attılar. Hak arayanların hapiste olduğu bir düzen, geldiğimiz nokta budur.
Peki, bu şirketin ana yöneticisi, CEO ne diyor? Ana yöneticisi şunu söylüyor: “İşçi arkadaşlarımdan özür dilerim, haklıydılar.” Haklı olanın hapiste olduğunu anlatan bundan daha güzel bir örnek yoktur. Yöneten, havaalanının temel yöneticisi olan diyor ki, işçi arkadaşlar haklıydı onlardan özür diliyorum, ama yargı onları tuttu hepsini hapse attı. Niye? Hak istiyorsunuz diye. Hangi adaletten bahsedeceğiz şimdi, hangi hukuktan bahsedeceğiz? Çünkü üstünlerin hukuku var, sarayın hukuku var, hukukun üstünlüğü yok, bunu bilmemiz lazım.
Şimdi Erdoğan’ın cevaplaması için üç tane soru soracağım. Herhalde dinliyordur, yanına istiyorsa doktorunu da alabilir, bence bir sakıncası yok.
Hangi gerekçeyle sözleşme hükümleri değiştirilerek 4,5 milyar Euro finansman garantisi verilmiştir? Eğer bu garantiyi baştan verseydiniz, belki başkaları da girecekti ihaleye. Bunun cevabını istiyoruz, birinci sorumuz.
İkinci sorumuz şu: En geç Haziran 2013’te havalimanı yeri müteahhitlere teslim edilecekti. Yer teslimi iki yıl gecikiyor. Bu iki yıl gecikme dolayısıyla kamunun mahrum kaldığı zarar 2 milyar 90 milyon Euro. Bu para ödendi mi? Ödenmediyse ne zaman ödenecek?
Soru üç: Şartname ve sözleşmeye göre denizden 90 metre yükseklikte yapılması lazım. Havalimanının kodu denizden 90 metre yükseklikte olması lazım. Bir gerekçeyle 90 metreyi 60 metreye düşürdüler ve buradan müteahhidin kârı 1 milyar 350 milyon Euro. 1 milyar 350 milyon Euro’yu bu firma ya da firmalar grubu devlete ödedi mi?
Sen emeklilikte yaşa takılana diyorsun ki, bu türedi hak arıyor. Ben de 81 milyon adına onların hakkını arıyorum, bu üç soruma cevap ver bakalım.
“EY TRUMP”TAN “EMRET TRUMP”A GELDİK
Sadece havalimanı işçileri hapiste değil, akademisyenler hapiste, milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste, avukatlar hapiste, öğrenciler hapiste, o nedenle Türkiye’de yargı yok. O nedenle hak aramanın suç olduğu bir süreçten geçiyoruz. Ama parası olanlara hiçbir şey olmuyor. Paran varsa rahat dışarıdasın, hiçbir şey olmuyor. Bastırıyorsun parayı, savcı bile senin adını sormuyor. Savcı bile sormuyor, yeter ki parayı bastır.
Başka... Siyasi gücün varsa, eğer bakan cumhurbaşkanı, böyle etkili milletvekili yakın akraban varsa, hiç kimse yine sana dokunmuyor.
Başka... Dış güçler varsa ve güçlülerse talimat veriyorlar kendi adamlarını çıkartıyorlar. Merkel çıkardı, açtı telefonu gazeteciyi çıkardı. Başka... Fransa Cumhurbaşkanı da çıkardı. En son Trump çıkardı.
Ne diyordu? “Bu fakir bu görevde olduğu sürece sen bu teröristi alamazsın.” O fakir değildi zaten, köşeyi dönmüştü! Can yerinde duruyor, ama terörist dediğin adam gitti, teslim ettik.
İçeride efeleniyor böyle, şu Allah’ın hikmetine bak. “Ey Trump” diyordu, şimdi de “Emret Trump” diyor. Nereden nereye geldik? “Ey Trump”tan “Emret Trump”a geldik ve Türkiye’nin geldiği nokta budur.
Atalarımız ne diyorlardı? “Büyük lokma ye, ama büyük söz etme…” Arkasında duramayacağın sözü etme. Bu Türkiye’nin itibarını zedeliyor. Çadır devleti görüntüsü buradan geliyor. Bu olduğu içindir ki, Cemal Kaşıkçı’ya, “Washington’dan sen bu belgeleri alma, git İstanbul’a, İstanbul’dan al” diyorlar, tezgâh orada kuruldu diyorlar. Amerika’da olsa yakalar yargının önüne çıkarırlar, ama vaziyeti kurtarmak istiyorsan gideceksin Türkiye’ye. Orada çadır devleti var, istediklerini yaparlar ve geldiğimiz nokta budur. Türkiye’nin itibarı sıfırlanmıştır.
ÇARE BİZİM AÇIKLADIĞIMIZ 13 MADDEDİR
Efendim bir konuya daha, fırıncılar dediler ki “Bizim sorunlarımıza niye değinmiyorsunuz?” Ekmek Üreticileri Birliğinin Başkanı da aramızda, bizim sorunlarımıza niye değinmiyorsunuz diye. 2002’de 4 kilo buğday verdiğinizde 1 litre mazot alıyordunuz, şimdi 6 kilo buğday verdiğinizde 1 litre mazot alıyorsunuz. Bu kadar perişan vaziyetteler. Ekmek üretmek istiyorlar doğru. Diyorlar ki, “Ekmeğin fiyatı sabit olacak.” İyi de kardeşim, nasıl geçineceğim ben, zararına nasıl satacağım ben? Tüccar zararına satar mı? Satmaması lazım, kâr elde etmesi lazım, gelir elde etmesi lazım ki faaliyetini devam ettirebilsin. Sultan Selim Şimşek, İstanbul Ticaret Odası Ekmek Un ve Unlu Mamuller Meslek Komitesi Başkanı açıklama yapıyor, “İflaslar başladı, fırıncılarda iflaslar başladı. Fırıncı daha önce elde ettiği birikimleri, gayrimenkulleri satarak süreci idare etmeye çalışıyor. Fırıncıdan fedakârlık isteniyor. Fedakârlık kârdan edilir, kâr etmiyoruz, ama zarar edilmemesi için biz hükümetten yardım bekliyoruz” diyor.
Sevgili Şimşek kardeşim, haberin yok mu, ortada hükümet yok ki, ne hükümeti? Hükümet eskiden vardı. Anayasa değişikliğiyle hükümet bitti, bir adam var, tek adam var. Sesini duyurun duyurdun, duyuramadıysan yat aşağı, yerinde otur kardeşim, ya da fırınını kapatacaksın bitti. Zamanında söyledik “Yapmayın, etmeyin, ileride başınıza bela olur bunlar” dedik. Sen gittin oyunu verdin, olsun… Hükümet de bitti. Tamam, tek adam var.
Fırıncılar Odası Başkanı da, “Eyüp, Gaziosmanpaşa, Esenyurt ağırlıklı olmak üzere 37 ilçede 30 gün içerisinde 50 fırın kapandı. Bu gidişle zaten fırınların tamamı kapanacak. Zam yapmayın ekmeğe” diyor. Peki, değerli arkadaşlarım, elektriğe zam yaptılar, doğalgaza zam yaptılar, dolara zam yaptılar, un çünkü dışarıdan geliyor, buğday dışarıdan geliyor bir kısmı, ulaşıma zam yaptılar, jeotermal enerjiye zam yaptılar, akaryakıta zam yaptılar, gübreye zam yaptılar, ilaca zam yaptılar, suya zam yaptılar. Bunlara hiç kimse bir şey söylemiyor, bu zamların tamamı oldu. Fırıncı gariban adam ne yapacak? Ekmek yapacak, ekmek satacak, sen zam yapma diyorlar, sen zararına sat diyorlar. Sen niye zararına satmıyorsun? Doğalgazı indir, elektriği indir, fiyatları düşür. Vatandaş gidecek intikamını fırıncıdan mı alacak?
Değerli arkadaşlarım, o nedenle söyledim bir daha söylüyorum. AK Parti demek yoksulluk demektir, AK Parti demek yasaklar demektir, AK Parti demek israf demektir, AK Parti demek işsizlik demektir, AK Parti demek enflasyon demektir, AK Parti demek talan ve yalan demektir.
Değerli arkadaşlarım, bir şeyi söyleyip sözlerimi bitireceğim. İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınlıyor 11 Ekim 2018. İl sınırları içinde faaliyet gösteren esnaf firma ve her türlü işletme tarafından sunulan mal ve hizmetlerin fiyatları yükseltilmeyecektir diyor. Sanki ikinci dünya harbindeyiz, sınırlama getiriliyor. Niye getiriliyor sınırlama? Yasakla sınırlama mı gelir, tehditle sınırlama mı gelir? Bunların hiçbirisi çare değildir. Çare bizim açıkladığımız 13 maddedir. 13 maddenin gereğini yaparsanız Türkiye altı ay içinde ekonomik krizi aşar. Yapmazsanız Türkiye ekonomik krizin içinde yok olur gider, tamamen yok olur gider ve içeride ciddi sorunlar çıkar. Herkesin bunu bilmesini isterim.
Hepinize saygılar sevgiler sunuyorum.
23.11.2024
23.11.2024
23.11.2024
22.11.2024