15.10.2019

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (15 EKİM 2019)

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU
(15 EKİM 2019)
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle: Efendim hepiniz hoş geldiniz, şeref verdiniz, onur verdiniz.  Gönül ister ki, grubumuza gelip bizi dinlemek isteyen herkese yüreğimizi açalım ve kapılarımızı açalım. Az önce grup başkan vekilimiz söyledi, bir bölüm anne Meclis'ten içeri alınmamış ve onlar gözaltına alınmışlar. Çocukları hapiste, Harp Okulu öğrencilerinin anneleri bunlar. Bir anne için çocuğun ne kadar değerli olduğunu hepimiz biliyoruz. Hepimizin annesi oldu, hepimiz annemizin üzerine titreriz, anneler çocuklarının üzerine çok daha fazla titrerler. Çocuklarının daha iyi bir yaşam standardı yakalamasını isterler, çocuklarının huzur içinde yaşamasını isterler. Dolayısıyla annelerin hakları varsa, annelerin beklentileri varsa, annelerin söylemleri varsa neden polisleri annelerin üzerine salıyorsunuz? Neden bu haksızlığı yapıyorsunuz? Neden annelere saygı duymuyorsunuz? Biz bütün annelere saygı duyuyoruz; bütün annelere, oy versin vermesin bütün annelerin bizim başımızın üstünde yeri var. Bütün annelerin beklentilerini, arzularını gerçekleştirmek için de sizlere söz veriyorum sevgili anneler, sizin için sonuna kadar mücadele edeceğim ve çalışacağım.  Az önce üretici kadınlarımızı gördük, iki uluslararası ödül almışlar. Siz belki duymadınız, ama bir üretici kadınımız şunu söyledi; "Bu ödülü size veriyorum, ama sizden bir söz istiyorum, Mersin'e, Mezitli’ye geleceksiniz "dedi. Ben de hepinizin huzurunda söz veriyorum, gideceğim.  Kadının elinin değdiği yerde bereket var, huzur var. Dolayısıyla kadınlar üretim alanına girdikçe, kadınlar çalıştıkça, kadınlar ürettikçe zenginleşen Türkiye oluyor. Dolayısıyla kadınların önlerindeki bütün engellerin bu bağlamda kaldırılması lazım.  Aramızda çevreciler de var, onlara da yürekten teşekkür ediyorum. Türkiye’nin doğasını, tabiatını korudukları ve mücadele ettikleri için. Onların da ağırlığını anneler oluşturuyor. Çünkü her anne çocuğunun yeşillikler içinde büyümesini, ormanları gezmesini, parkları görmesini, gezmesini istiyor. Güzel bir doğa istiyor, temiz bir su istiyor. Nehirler istiyor, göller istiyor, dağlar istiyor, ormanlar istiyor. Dolayısıyla annelerin bu talebini de karşılamak için, siyaset kurumu olarak bizim üstümüze düşen her görevi yerine getirmeye de söz veriyorum. Murat Dağı'na da buradan selam gönderiyorum.  Efendim Kastamonuluların İstanbul’da günleri vardı, ona katıldım. Kastamonulular çalışkan insanlar, Milli Kurtuluş Savaşında gerçekten de savaşın başarısı için büyük mücadele veren insanlar; kadınıyla, kızıyla, yaşlısıyla, erkeğiyle birlikte mücadele ettiler. "İstiklâl Yolu" diye bir yolumuz var, İnebolu’dan başlayıp Ankara’ya uzanan İstiklâl Yolu. O yol Milli Kurtuluş Savaşındaki hayatını kaybeden gazilerimize ve şehitlerimize silah götüren bir yoldu. O nedenle adı İstiklâl Yolu. Dolayısıyla Kastamonu’nun bizim tarihimizde önemli bir yeri var.  O toplantıya katıldığımda Kas-Der’in Sayın Genel Başkanı dedi ki; "Neden bize gazilik unvanı verilmiyor? Biz de Milli Kurtuluş Savaşının en kilit konumundaydık ve bizler de kadınımızla kızımızla, yaşlımızla gençlerimizle silah taşıdık, omuzlarımızda taşıdık." Ben de onlara söz verdim, "Kastamonu’ya Gazilik Unvanının Verilmesiyle İlgili Kanun Teklifini vereceğim" dedim ve o kanun teklifini verdik. Şimdi buradan bütün siyasi partilere çağrı yapıyorum. Kastamonu böyle bir beklenti içindeyse, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine de düşen bir görev vardır, Kastamonuluların hakkını Kastamonu’ya teslim edelim. Gelin hep beraber elimizi kaldıralım, Kastamonu’ya gazilik unvanını verelim.  Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği çok önemli bir cümle var, “Gözüm Dumlupınar’da, Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” diyor. Çünkü bir taraftan çarpışma olurken, bir taraftan şehitler düşerken, bir taraftan gazilerimiz olurken, ama kulağım İnebolu’da diyor, oradan gelecek silahlarda diyor. O nedenle Kastamonu’ya gazilik unvanı verilmesi, bu ilimizin hak ettiği bur unvandır. Umuyorum parlamentoda hiçbir ayrım yapmaksızın bütün milletvekilleri Kastamonu’ya elbirliği, gönül birliğiyle gazilik unvanını verirler.  Değerli arkadaşlarım; Ali Topuz, aşağı yukarı hepimize emeği olan bir siyasetçi, bir ağabeyimiz, "Ali Ağabey" derdik kendisine. Benim onu Plan Bütçe Komisyonunda çalışırken daha yakından tanıma imkânım oldu. Daha sonra grup başkan vekilliği yaptı, orada da daha fazla tanıdım. Siyasete bakışı, insana bakışı, sevgiyleydi huzurlaydı; kavgadan uzak, sorunlara kilitlenen, sorunları nasıl çözeriz diye uzun uzun düşünen, kanaatini söyleyen ve rahatlıkla da tartışan bir ağabeyimizdi. Bir beyin kanaması geçirdi Kıbrıs’ta, uzun süredir hastanede yatıyordu. Kendisini son ziyaret ettiğimde, evet tanıyordu, bir şeyler söylemek istiyordu, ama bunu ifade edemiyordu. Akşam onu sonsuzluğa uğurladık, hayatını kaybetti. Hepimizde emeği var, Allah'tan rahmet diliyoruz; yakınlarına, camiamıza, Türk siyasetine başsağlığı diliyoruz. Ali Topuz gibi insanlar kolay unutulan insanlar değildir. Ali Topuz sadece bir siyasetçi değildir, Türkiye Kızılay Derneğinde, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunda, Darülaceze’de, yardım yapan pek çok kuruluşda da görev alan bir siyasetçiydi. Salt bir siyasetçi değil, aynı zamanda bir yardımseverdi. Bürokratik hayatı da renklerle doluydu, zaman zaman bunları anlatırdı; siyaseti bıraktıktan sonra da anılarını kitaplaştırdı, o anılar bulunup okunursa, orada hepimizin ders alacağı çok, ama çok önemli hatırlatmalar var. Bu vesileyle Sayın Ali Topuz’u da hep birlikte rahmetle analım, Allah rahmet eylesin diyelim.  Değerli arkadaşlarım; bir toplumun hayatında acı günler de var, güzel günler de var, sevinçli günlerimiz de var, tasalı günlerimiz de var. Elbette ki sevinçte ve tasada ortak olmalıyız, acılarımızı da paylaşmalıyız, sevinçlerimizi de paylaşmalıyız. İbrahim Çolak, Dünya Jimnastik Şampiyonasında birinci oldu. İlk kez büyüklerde birinci olan bir arkadaşımız. Altın madalya aldı, kendisini yürekten kutluyoruz. Ve tabii Dünya Kadınlar Boks Şampiyonası da var. Orada da Buse Naz Sürmeneli diye bir arkadaşımız 69 kiloda dünya şampiyonu oldu, onu da yürekten kutluyorum. Buse Naz Çakıroğlu 51 kiloda ve Elif Güneri de 81 kiloda gümüş madalya aldılar boks şampiyonasında.  Biz şu gerçeği asla göz ardı etmemeliyiz. Kadınların önündeki engelleri kaldırabilirsek, onlar sporda da, sanatta da, kültürde de, tarımda da, sanayide de, bilimde de, hemen hemen her alanda büyük hizmetler sunuyorlar. Omuz omuza büyük hizmetler sunuyorlar. Onların şampiyonluk kazanması sadece onlar için geçerli bir sevinç değil, bayrağımızın göndere çekilmesi, İstiklâl Marşımızın okunması hepimize gurur veren bir tablodur. O nedenle, bu tabloyu yaratan bu değerli sporcu kardeşlerime de hepinizin huzurunda yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.  Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer vatandaşlarıma da seslenmek isterim. Terörden çok çektik, yaşlımız öldü terörden, çocuğumuz öldü, kadınlarımız öldü, erkeklerimiz öldü. Genç yaşlı demeden, kadın erkek demeden çok kişi hayatını kaybetti. Terörün bir insanlık suçu olduğunu defalarca defalarca, ama defalarca dile getirdik. Terörün bir amacı yoktur. Terör insanları yıldırmak, düzeni bozmak için yapılan bir olaydır. Eğer bir amacı olsaydı, demokratik ortamlarda çıkarlardı amaçlarını gerçekleştirmek için elbette ki düşüncelerini ifade ederlerdi. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak herkesin düşüncesini özgürce ifade edebildiği ve düşüncesinden ötürü de kimsenin suçlanmadığı bir Türkiye istiyoruz. Herkes düşüncelerini ifade etsin, kavgadan uzak olalım, şiddetten uzak olalım, baskıdan uzak olalım, ama hep beraber bu güzel coğrafyada bayrağımızın altında huzur içinde yaşayalım diyoruz. Terörden çok çektik, içeride de oldu terör, dışarıda da oldu terör. Herkes kendisine bir isim buldu. Uluslararası terörü de gördük, onları da yaşadık, onların da Türkiye uzantılarını gördük. Orada da bedeller ödedik, gencecik fidan gibi çocuklarımız, güvenlik güçlerimiz hayatlarını kaybettiler. O nedenle teröre karşı mücadele etmek hepimizin ortak görevidir. Teröre karşı mücadele edeceğiz, ama az önce söyledim, terörün bir iç boyutu, bir de uluslararası boyutu vardır. Uluslararası boyutuyla mücadele etmek de, uluslararası dayanışmanın önemi çok fazladır. Terör örgütünün finans kaynaklarını kesmek, onlara sağlanan mali imkânları bulup, o mali imkânların önünü kesmek uluslararası ilişkilerin samimi bir şekilde yürümesine bağlıdır. Eğer uluslararası ilişkiler bir atlatma mekanizması üzerinde değil de, gerçekten de terörün önlenmesi konusunda devletler ülkeler topluluklar bir araya gelip mücadele ederlerse, terörü hep birlikte sonlandırabiliriz. Çünkü terör örgütlerinin eline silah vermek, mali imkânlar sağlamak, ancak belli çıkar gruplarının kullanılmasını sağlamak ve o vesileyle de ülkelerin iç işine müdahale etmek 21.yüzyılda bizim kabul edeceğimiz bir olay değildir değerli arkadaşlarım. Dış politikanın bu bağlamda çok iyi yapılması ve sürdürülmesi gerekir.  Gerek daha önceki seçimlerden sonra koalisyon görüşmelerinde, gerek daha sonra Sayın Başbakanların gelip beni ziyaret ettikleri dönemlerde veya benim onları ziyaret ettiğim dönemlerde Türkiye’de izlenen dış politikanın yanlış olduğunu ve 180 derece değişmesi gerektiğini söylemiştim. Çünkü biz yurtta barışı, dünyada barışı savunan ender ülkelerden birisiyiz. Dış politikamızın ana omurgası haline getirdik bu sözü. Her seferinde gerek burada grup toplantılarında, gerek televizyon konuşmalarında, gerek gazetelere yaptığımız açıklamalarda, gerek miting meydanlarında defalarca, ama defalarca iktidarı uyardık, yanlış yapıyorsunuz dedik dış politikada. Şöyle dedik, "Devletler arası ilişkilerde duygusallıktan uzak, akılcı ve gerçekçi bir politika izleyin." "Duygusallıktan uzak, akılcı ve gerçekçi bir politika izleyin" dedik. Çünkü devletlerin çıkarı, akılcı politikalar üretilmesine bağlıdır ve dış politikanın karşılıklı çıkarlar üzerine inşa edildiğini de hiç kimsenin unutmaması gerekiyor.  Bakın Suudi Kralı öldüğü zaman, biz kendi ülkemizde de yas ilan ettik. Ve bir kişi, bir gazeteci, Cemal Kaşıkçı, İstanbul’da Suudi Arabistan’ın başkonsolosluğunda öldürüldü. Öldürenler ellerini kollarını sallayarak gittiler, bir şey yapılmadı. Arkasından Suudi Arabistan suçlandı. Failler buradaydı, iktidarın haberi vardı, Cemal Kaşıkçı öldürülmüştü, ellerinde ses kayıtları vardı, ama öldürenlerin tamamı artı başkonsolos hep birlikte, ellerini kollarını sallayarak oraya gittiler.  Şimdi aynı Suudi Arabistan Arap Birliğini topluyor, teröre karşı verdiğimiz mücadelede Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini kınıyor, Devletini kınıyor. Bunu biz kabul etmiyoruz değerli arkadaşlarım, emin olun kabul etmiyoruz. Duygusallıktan uzak, akılcı politikalar... "Efendim onlar Müslüman, biz de Müslümanız..." Eyvallah, biz demiyoruz ki onların inançları bizi ilgilendirmez, bizim inançlarımız da onları ilgilendirmez. Biz kendi ülkemizin çıkarlarına bakarız, onlar da kendi ülkelerinin çıkarlarına bakarlar. "Efendim Suudi Arabistan Kralı bana şunu yaptı, bunu yaptı, beni hoş karşıladı..." Zaten onun görevi o, Türkiye Cumhuriyeti bu bölgenin en güçlü ülkesidir. Siz de onu karşılayacaksınız. Ama eğer siz yaşadığınız, üstelik 40 yıla yakındır yaşadığınız terör ortada dururken, bu gerçekler ortada dururken bunları bir tarafa atıp, sadece Türkiye’yi suçlama noktasına gelirseniz, sizin akılcı ve tutarlı politika üretmediğiniz sonucuna varırız.  Dedik ki yine kendilerine, "İzlerden, geçmişten ders çıkarın ki geleceği daha iyi inşa edebilesiniz. Geçmişten ders çıkarmak, yanlıştan ders çıkarmak, aynı yanlışı tekrar etmemek anlamına gelir. Aynı yanlışı tekrar ederseniz, başınız beladan kurtulmaz." Çünkü dış politikanın derinlikli bir yapısı vardır. Dış politika ülkelerin halkları arasında derin yarılmalara yol açabilir, derin kırılmalara yol açabilir. En somut örneğini biz kendi tarihimizden biliyoruz. Cezayirliler Fransızlara karşı bağımsızlık için mücadele ederken, göğüslerinde Mustafa Kemal’in fotoğrafını taşıyorlardı. Bağımsızlıklarını elde ettiler, Birleşmiş Milletler'de oylandı Cezayir’in bağımsızlığı. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Cezayirlilerden yana değil, Fransızlardan yana oy kullandı. Yani Cezayir’i işgal edenlerden yana oy kullandı ve bu Cezayir halkında derin bir travma yarattı. Ta ki, rahmetli Özal Başbakanlığı döneminde Cezayir’e yaptığı bir ziyarette Cezayir halkından özür diledi, yanlış yaptığımızı söyledi.  Bakınız; bir olayın, dış politikada yapılan bir yanlışın devletler üzerinde, o devletleri oluşturan milletler üzerinde ne kadar derin kırılmalara yol açtığını bundan daha güzel bir örnekle gösteremeyiz. O nedenle bugünkü dış politika dost kazanan bir dış politika değil, düşman kazanan bir dış politikadır. Düşmanlığı kazanan bir politikanın 180 derece değişerek, dost kazanan bir dış politika eksenine oturması lazım.  Dedik ki, "Dış politikada komşu ülkelerin iç işlerine karışmayın." Defalarca söyledim bunu, defalarca! "Suriye’nin iç işlerine karışmayın" dedim, "Mısır’ın iç işlerine karışmayın" dedim, "Irak’ın iç işlerine karışmayın" dedim, "İsrail’in iç işlerine, Libya’nın iç işlerine karışmayın" dedim. "O ülkelerin kendi yönetimleri var, kendi rejimleri var; demokrasi istiyorlarsa oradaki halklar demokrasi istesin, biz neden onların iç işlerine karışıyoruz ve taraf oluyoruz." Bunu defalarca söyledim, kulaklarını tıkadılar. Suriye’ye silah gönderdiler, Suriye’ye dünyanın her tarafından teröristleri toplayıp Türkiye üzerinden gönderdiler. Suriye’de yaralanan teröristleri Türkiye’ye getirdiler, Türkiye’de gizli gizli tedavi ettiler, sonra tekrar Suriye’ye gönderdiler. Dost mu kazanırız bununla? Hayır, düşman kazandık. Yanlış mı söylüyoruz? Doğru söylüyoruz.  O nedenle özellikle AK Partiye oy veren kardeşlerime seslenmek isterim. Doğruyu söyleyenin arkasında duracaksınız, siyaset de bunu gerektirir, ahlak da bunu gerektirir. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovmak değil, doğru söyleyeni dokuz köyde karşılamak gerekir.  Dedik ki yine, "Maceracı bir dış politika izlemeyin, tutarlı akılcı bir dış politika izleyin." Ne dediler? "24 saatte Emevi Camii'ne gideceğiz ve namaz kılacağız..." Bunun adı maceracılıktır. Türkiye Devleti gibi bir devletin maceracı dış politikaya ihtiyacı yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş şartlarına bakıldığında, macerayı odak noktası seçen bir dış politikanın Türkiye’nin başına hangi belaları açtığını tarihimizde örnekleriyle görebiliriz. Neden bu kadar saldırgan, neden bu kadar maceracı bir dış politika? Emevi Camii'ne gideceklerdi, Süleyman Şah Türbesini kendi topraklarından kaçırmak zorunda kaldılar. Nedir bu? Maceracı bir dış politikanın Türkiye’ye çıkardığı faturadır. Aynı fatura insan boyutunda da yansıdı. 3 milyon 600 bin Suriyeli Türkiye’de ve bu ülkeye yani 82 milyona, 40 milyar dolar para harcadık onlar için diyorlar, öyle diyorlar. Maceracı bir dış politikanın Türkiye’ye çıkardığı faturadır bu.  Yine söyledik, "Her ülkenin, özellikle de komşularımızın toprak bütünlüğüne ve siyasi egemenliğine saygı gösterin." Bunu göstereceğiz ki, her ülke bizim de toprak bütünlüğümüze saygı gösterecek, egemenliğimize saygı gösterecek. Ben başka bir ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermezsem düşman kazanırım. Ne dedik? "Yürütülen dış politika dost kazanılan değil, düşman kazanılan bir politikadır." Ve bugün neredeyse dünyanın tamamını kendimize düşman ilan ettik. Niçin? Eğer siz başka ülkelerin toprak bütünlüğüne, egemenliğine saygılı davranmazsanız; komşunuz olsun olmasın, dünyanın herhangi bir yerindeki ülke diyecek ki, bu kural tarihi bir kuraldır değerli bir kuraldır evrensel bir kuraldır; eğer bir ülke bu evrensel kuralı ihlal ederse, yarın benim komşum da aynı şeyi benim için düşünebilir. Bunu da hatırlattık, bunu da söyledik, ama dinlemediler.  Dedik ki yine, "Ortadoğu egemen güçlerin at koşturdukları bir alandır." Evet, egemen güçlerin at koşturdukları bir alandır. Neden? Petrol orada. Neden? Doğalgaz orada. Egemen güçler orayı kendi kontrollerine almış vaziyetteler. Yine devam ettik, "Dolduruşa gelip egemen güçlerin ateşi tutan maşası olmayın. Egemen güçlerin maşası olmayacaksınız, çünkü ateşi size tutturmak istiyorlar. Ateşi tutmayın" dedik.  Devam ettik, "Onların çıkarlarına hizmet etmeyin, yani egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmeyin. Bağımsız tarafsız dostane tutumunuzu koruyun, egemen güçlerin emellerine alet etmeyin" dedik, defalarca söyledik. Burada da defalarca ifade ettim.  Yeri geldi celallendiler, “Ey Trump” diye başladılar. Trump bir ayağa kalktı, "Bronson’u vermezsen görürsün gününü" dedi, arkasından bir ses tekrar bizden, "Emret Trump" dedi, emrini yerine getirdi ve yargı kararı dahi olmaksızın götürdü papazı teslim etti. Kimin itibar kaybı? Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibar kaybıdır. Zaten onda itibar olsa böyle bir sahneyi hazırlamaz. Eğer bir şey söylediysen arkasında duracaksın. Arkasında duramayacağın sözleri etmeyeceksin, yutamayacağın lokmayı ağzına almayacaksın. Kalkıp “Ey Trump” diye başlayıp, bir süre sonra "Emret Trump" diye gelirsen farklı bir tablo çıkar. Şimdi Şakacı Trump'a geldik. Trump ha bire istediğini söylüyor, aklına gelen her şeyi söylüyor, bizimki "Trump şaka yapıyor" diyor. İyi hadi bakalım görelim nasıl şaka yapıyor, hep beraber göreceğiz.  Türkiye Cumhuriyeti Devletini Trump kadar aşağılayan başka bir dünya lideri çıkmamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini bütün bu saldırılara, ağır laflara karşı tek kelime söz etmeyen bir iktidarla da Türkiye karşı karşıya gelmemiştir. İlk kez bunların döneminde oluyor.  Malum ordumuz Suriye’de, kendi güvenliğimiz için, topraklarımızın güvenliği için, halkın güvenliği için orada. Yapılanın bir savaş olduğu söyleniyor. Evet, eğer bir savaş olduğu söyleniyorsa ki, bunu AK Partinin yetkilileri de söylüyorlar, orada savaştayız diyorlar. Ama başka birisi savaş dediği zaman kızıyorlar, 'neden savaş dedin sen', savcılar harekete geçiyor, hemen soruşturmalar başlatılıyor, neden savaş dedin sen diye. Peki, senin Bakanın savaş dedi, senin yardımcın savaş dedi, onunla ilgili harekete geçen var mı? Hayır, harekete geçen yok. Onunla ilgili bir şey söyleyen var mı? Hayır, bir şey söyleyen de yok değerli arkadaşlar.  Peki, Suriye politikası hanedana göre mi değişecek? Adamına göre mi söylem olacak? Birisi savaş dediği zaman soruşturma, öbürü savaş dediği zaman büyük bir sessizlik. Bu çifte standart neden? Ve beyefendi kalkıyor fetihten söz ediyor. Suriye’nin fethinden söz ediyor. Açtım Türk Dil Kurumunun sözlüğüne baktım fetih ne demektir diye. Fetih: Bir ülkeyi ya da bir kenti savaşarak ele geçirme, savaşarak alma diyor Türk Dil Kurumu. Bir ülkenin en tepe noktasındaki koltuğu işgal eden bir kişi nasıl olur da Suriye’de fetihten söz eder? Hangi gerekçeyle Suriye’den fetihten söz eder? O savcılar bir kişi savaş dedi diye, Türkiye savaşta dedi diye derhal soruşturma açıyorsunuz, fetihten söz eden karşısında ağzınızı bıçak bile açmıyor. Neden, bu çifte standart neden? Hepimizin oturup düşünmesi lazım. Niçin? Türkiye yönetilmiyor, Türkiye savruluyor. Yönetilen bir Türkiye yok, bir kişinin iki dudağı arasına hapsedilen bir Türkiye var.  Yine dedik ki, özellikle dedik ki, Arap ülkeleriyle tarihi sosyal kültürel ilişkilerimizi geliştirelim. Fakat aralarındaki anlaşmazlıklara karışmayalım, taraf olmayalım. Arap dünyasında taraf olmayalım. Sormadan kimseye akıl vermeye de kalkmayalım. Kavganın tarafı değil, sorunu çözen taraf olmalıyız dedik ve danışılan ülke olalım dedik. Onlar kendi aralarında bir sorun yaşadıklarında, tarafsızlığı olan, adaletten yana olan bir ülke Türkiye’yi danışılan ülke olarak görsünler dedik. Bunu söyledik, defalarca söyledik, karışmayın dedik. Ortadoğu bataklığına müdahale etmeyin dedik, orada bizim ne işimiz var dedik; defalarca, defalarca, defalarca söyledik. Ama bugün geldiğimiz nokta, askerlerimiz orada.  Siyaset kurumunun yanlış politikasını, Türkiye’nin geleceği açısından doğacak olan bütün yanlışları düzeltmek için orduya görev verdik. Yanlışları yapan kimdi? 17 yıldır bu ülkeyi kim yönetiyor? 17 yıldır Türk Silahlı Kuvvetlerini âdeta bir savaş ortamına götüren hangi politikalardır? Her vatandaşımız elini vicdanına koysun ve düşünsün, her vatandaşımı göreve davet ediyorum, akla davet ediyorum. 17 yıldır Türkiye’yi bu noktaya nasıl getirdiler, kim getirdi bu noktaya? Şehitlerimizin sorumlusu kim, gazilerimizin sorumlusu kim? Kahramanlık edebiyatı yapıyorlar. 17 yıldır bu memleketi bu hale nasıl getirdiniz, hangi yüzle getirdiniz? Bunu sormak zorundayız. Anneler soracak bunu anneler, anneler sormak zorundadır. Evlatlarını gönderdiler, anneler bunun hesabını sormak zorundadır.  Yine dedik ki, dış politikayı din mezhep etnik köken ayrımı üzerine inşa etmeyin dedik. Yaparsanız yanlış olur dedik. Bu anlayış ülke çıkarlarına zarar verir, iç politikada kutuplaşmalara yol açar dedik. Beyefendi gitti İhvan kardeşliğinden söz ediyor şimdi. Mısır’a gitti, İhvan kardeşliği! Amblemi, bir başka partinin amblemini getirdi Türkiye’de kendi amblemi haline getirdi. Neden, hangi gerekçeyle? Efendim neymiş, tek bayrak tek devlet. Zaten biz tek devletiz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tek zaten, beş tane devlet mi var Türkiye Cumhuriyeti Devleti diye. Tek bayrak... Zaten tek bayrağız, beş tane bayrağımız mı var? İhvanın işaretini logosunu kullanmak için bir şeyler uyduruyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde bu bir ilktir arkadaşlar, bir ilktir.  Yine dedik ki, dış politika ciddi bir iştir; birikim ister, tutarlılık ister, deneyim ister, liyakat dış politikanın olmazsa olmazlarından birisidir dedik. Yandaşlardan, akrabalardan, partizanlardan büyükelçi olmaz dedik, ama bunların hiçbirisini dinlemediler. Dış politika dolayısıyla istedikleri gibi iç politikanın malzemesi haline getirdiler. Dış politikada partiler arasında ayrım olmaz, çünkü dış politika bir ülkenin çıkarları üzerine inşa edilir. Bir ülkenin çıkarları üzerine değil de, sarayın çıkarları üzerine inşa ederseniz, Türkiye bu tür olumsuz tablolarla karşı karşıya kalır. Bunu söyledik, defalarca söyledik.  Bu ülkeyi kuran insan, yani Gazi Mustafa Kemal savaş meydanlarından gelen bir insandır, hayatı savaş meydanlarında geçti. Ne söylüyor? Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir diyor. Çünkü savaşın bütün acılarını yaşamış. Türkiye’yi bu noktaya kim getirdi, kimler getirdi? 17 yıldır bu ülkeyi kim yönetiyor, kimler yönetiyor? Yazık değil mi annelere, yazı değil mi çocuklara?  Değerli arkadaşlarım, tehdit dili kullanılmaz değerli arkadaşlarım dış politikada. Bir şey yaparsan yaparsın, “gelirim ha, giderim ha” ne demek bu gelirim giderim ha! Gidersen gidersin kardeşim. Yani Kıbrıs’a rahmetli Ecevit çıkarma yaptığı zaman Erbakan’la birlikte, yani önceden açıklama mı yaptı? Bak ha geliyoruz arkadaşlar diye. Yok, herkes bile en sonunda duydu, Kıbrıs’a çıkıldığı gün zaten mesele bitmişti. Devleti yönetmek böyle bir şeydir.  Yine dedik ki, dış politikayı iç politikaya malzeme etmeyin dedik. Dış politika milli olmak zorundadır. İç politikada ayrışabiliriz, görüşlerimiz farklı olabilir, ama dış politikanın milli olması lazım, ortak olması lazım. Çünkü dış politika bir kişinin, bir hanedanın değil, ülkenin çıkarları esas alınır dış politikada dedik ve bunun üzerine inşa edilir dedik. Ama onlar böyle yapmadılar, dış politikayı da iç politikalarının bir malzemesi olarak kullandılar.  Kahraman ordumuz Suriye’deyken bütün anneler çocuklarının sağ dönmesini isterler. Milli birlik ve bütünlüğümüzün korunmasını isterler, ortak ses çıkarmasını isterler. Çünkü ordumuzun harekâtı, hepimizin destek verdiği bir harekâttır. Her askerimizin evine huzur içinde dönmesini isteriz. Türkiye’nin çıkarlarının bu bölgede korunması lazım. Politika buraya getirdi hepimizi, ama sonuçta bu memleket hepimizin memleketidir, bayrak da hepimizin bayrağıdır, sonunda hepimiz vatanımıza milletimize, ordumuza güvenmek zorundayız. Orada görev yapan, şehit düşen, gazi olan, hayatını bu memleketi için bizler için çocuklarımız evlatlarımız ve bizim geleceğimiz için harcayan herkese şükran ve minnet borçluyuz. Bunu da ifade etmek isterim. Ama birileri bütün bu dramları yaşarken, hâlâ acaba ben buradan nasıl partime bir çıkar sağlarım arayışı içinde. Akıl mantık, aklın durduğu yerdeyiz, mantığın çalışmadığı yerdeyiz.  Bakın şimdi değerli arkadaşlar, 9 Ekim saat 16.00’da malum barış pınarı harekâtı başladı. Bizler de dualarımızı ettik, dualarımızı ordumuzla dedik, inşallah galip gelirler, inşallah şehit kimse çıkmaz, kimse olmaz, huzur içinde giderler Türkiye’nin çıkarlarını savunur ve kendi ülkelerine geri dönerler dedik. Barış Pınarı harekâtı koordinasyon toplantısı yapılıyor. Nerede? Sarayda yapılıyor. Yapılır mı? Yapılır tabii, yani bir harekât yapıyorsunuz, dolayısıyla bu harekâtın koordinasyonunu yapmak, tarafları bir araya getirmek, oturmak tartışmak, olayları değerlendirmek ve ona göre strateji geliştirmek gerekiyor. Kimse buna bir şey demiyor zaten, bu elbette yapılmalı. Ama bakın şimdi bu toplantıya kimler katılıyor? Mustafa Şentop Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Adalet Bakanı, Hazine Maliye Bakanı, İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü katılıyorlar. Eyvallah katılabilirler. Kimisi askeri yönden bakar, kimisi başka bir yönden bakar, kimisi istihbarat önünden bakar, kimisi askerlerin pozisyonları yönünden bakar, bunlara hiçbir şey demiyorum. Bu toplantılar elbette olur, ama bu toplantıya bakın kimler katılıyor bunların dışında. Türkiye Büyük Millet Meclisi AK Parti Grup Başkanı Naci Bostancı, senin orada ne işin var? Savunma Komisyonu Başkanı İsmet Yılmaz, ne işin var senin orada? Genelkurmay Başkanı orada, Milli Savunma Bakanı orada zaten. AK Parti Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, ne işi var orada? AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, ne işi var orada? AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, ne işin var senin orada? AK Partisi Sözcüsü Ömer Çelik, sizin ne işiniz var orada? İşte bu parti devletidir değerli arkadaşlarım, hanedan devleti dediğimiz, parti devleti dediğimiz olay budur.  Tabii yaptığı işin yanlış olduğunu onlar da biliyorlar. Cumhurbaşkanlığı internet sitesine koyuyorlar, ama Numan Kurtulmuş, Ömer Çelik, Mahir Ünal, Hayati Yazıcı’nın adını yazmıyorlar. İnsan utanır biraz. Fotoğrafı koyuyorlar, görünüyor zaten, insan utanır biraz. Utanmak için de ar damarı gerekiyor malum bilirsiniz.  Türkiye Cumhuriyeti Devleti sıradan bir devlet değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin gelenekleri vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tarihsel birikimi vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dünyada saygınlığı vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin anayasasında kuvvetler ayrılığı ilkesi vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde parlamento ayrıdır, yürütme organı ayrıdır, yasama organı ayrıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde kural olarak bu üç güç halkın çıkarları, ülkenin çıkarları için beraber çalışırlar, birbirlerini aynı zamanda denetlerler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir kişinin iki dudağı arasına hapsedilemez. Bu toplantı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kişinin iki dudağına teslim edildiğini gösterir. Bunu kabul etmiyoruz.  Bununla da yetinmiyor beyefendi. İl başkanları toplantısında harekâtı uzun uzun anlattıktan sonra açıklamalar yapıyor, millete çağrı yapıyor. Tabii aklıma şu geldi samimi söyleyeyim. Hani Erdoğan’ı böyle kefenle karşılayanlar vardı “senin yanındayız” filan, herhalde gençler kefenle karşıladınız, bak harekât başladı hepiniz gelin orduya girin, sizi cepheye gönderiyorum diye bekliyordum ben onu.  Yaptığı toplantıda konuştuğu cümle şöyle: “Buradan milletimizin her bir ferdinin AK Parti kadrolarında görev almak üzere partimiz saflarına katılmaya davet ediyorum.” Düşünebiliyor musunuz? Ordu savaşta, mücadele ediyor, bu ülkenin bekası için mücadele ediyor. Sen bunu kullanarak AK Partiye militan toplamaya çalışıyorsun, gelin partiye diyorsunuz. Ne için? Milletimizin her bir ferdini davet ediyor. Bu Türkiye’nin yönetilmediğini, Türkiye’nin savrulduğunu gösteriyor. Akılcı bir yönetimin olmadığını gösteriyor. Kişisel çıkar üzerine inşa edilen bir devlet yönetimini gösteriyor, hanedanlık düzenini gösteriyor, saray düzenini gösteriyor, halktan kopuk bir düzeni gösteriyor.  Devam ediyorum değerli arkadaşlarım, ordumuz orada mücadele ederken şehitlerimiz gelirken, gazilerimiz varken, Erdoğan AK Partiye nasıl oy devşirebilirim bunun hesabı içinde. 10 Ekim’de gazetelerde şu haber yer aldı: “Adı millet ittifakı, ama milletten nasibini almamış ittifakın zayıflaması, parçalanması çok çok önemli” demiş. Yahu Türkiye nerede, bu beyefendi nerede? Türkiye’de gencecik fidan gibi çocuklarımız cephede mücadele ediyor, bu beyefendi millet ittifakıyla uğraşıyor. Nasıl dağıtırım burayı diye onunla uğraşıyor. Kendi çıkarı peşinde, koltuğunun çıkarı peşinde, sarayın çıkarı peşinde. Hayatımda böyle bir devlet yönetimi, böyle bir devlet anlayışıyla hiç karşılaşmadım, hiç ama! Nasıl bir anlayıştır bu, hangi akıldır, hangi mantıktır? Milli birlikten söz etmemiz lazım, beraberlikten söz etmemiz lazım, Türkiye’nin çıkarlarından söz etmemiz lazım, siyasi parti ayrımını ortadan kaldırıp Türkiye’nin ulusal çıkarlarını milli çıkarlarını öne çıkarmamız lazım. Beyefendi kalkmış başka işlerle uğraşıyor, nasıl koltuğumu korurum diye. Al koltuğu başına çal kardeşim, ne yapacaksın koltuğu? Ve milletten nasibini almamış, millet ittifakı için “milletten nasibini almamış” diyor. Milletten nasibini almayan sensin, biz Ankara’yı aldık, İstanbul’u aldık, Adana’yı aldık, Mersin’i aldık, Antalya’yı aldık, nasibi almayan sensin.  Bunları dile getirmemin nedeni, AK Partili kardeşlerimin gerçeği görmesidir. Bu memleket hepimizin memleketidir, benimde memleketim onların da memleketi. Benim çocuklarım da burada büyüyecekler, onların çocukları da burada büyüyecekler. Her partiden yoksulluk çeken var, her ailede işsizlik çeken var. Dertleri ortaklaştırmamız lazım. Bir partinin çıkarları üzerine milli politika oluşturulmaz; milli politika ayrı bir şeydir, partilerin politikaları ayrıdır, partilerin görüşleri ayrıdır, ama bir milli politika vardır. Hanedan politikası olmaz, saray politikası olmaz, milletin çıkarlarıyla bu kadar oynanmaz, yazıktır günahtır. Kendi çıkarlarınız için feda etmediğiniz hiçbir şey kalmadı. Kendi çıkarlarınız için bu şehitler geliyor. Yanlış yaptınız dış politikada, defalarca söyledik size, yanlış yapmaya devam ediyorsunuz, defalarca söyledik size. Kendi çocuğunu askere göndermezsin, garibanın çocuğunu askere gönderirsin.  Dış politikada yalnızlaştık. Oysa biz yurtta barışı, dünyada barışı savunan bir gelenekten geliyoruz biz. Bunu söyleyenlerde savaş meydanlarından geldiler. Savaşın ne kadar acımasız olduğunu biliyorlar, barışın da ne kadar önemli olduğunu biliyorlar. Bütün dünyada yalnız kaldık, herkes cephe almış bize; herkes, üç-dört ülke hariç herkes cephe almış. Dost bildiğimiz ülkeler dahil olmak üzere. Zaten Trump’ı saymıyorum, günün 24 saati saat başı bir twit atıyor zaten. Bizimkiler de büyük bir dikkatle izliyorlar, korkudan bir şey de söylemiyorlar emin olun. Nasıl bir anlayıştır bu, nasıl bir anlayıştır, nasıl bir devlet yönetimidir bu? Emin olun bunlar ülkenin çıkarlarını kesinlikle düşünmüyorlar. Bunların özel çıkarları ülke çıkarlarının önündedir. Bir daha söylüyorum, o duysun diye söylüyorum. Onların özel çıkarları ülke çıkarlarının üstündedir.  Bütün bunlar olurken mutfaklarda yangın var. Herkes, ama herkes şikâyetçi ekonomiden. İşsizlik aldı başını gidiyor yine. Bir çare bir çözüm, onu da damada vermiş, damada teslim etmiş onu da. Çok ciddi suçlamaları var Trump’ın. Bakın suçlamalar şöyle: “Olası savaş suçlarına zemin hazırlanıyor” diyor Trump. Olası savaş suçlarına, savaş suçu ağır bir suç, ona zemin hazırlanıyor diyor. Açıkça tehdit ediyor. Devam ediyor “bölgedeki IŞID teröristlerinin tutukluluğundan şu an sorumlu veya gelecekte sorumlu olacak” diyor Türkiye. Bir şey söylendi mi buna karşı? Ben konuşunca dilleri bülbül gibi ötüyor, bunlar konuşuyor ağızlarında bant var. Efendim neymiş? Trump yalnız adammış da, işte konuşursa başka bir şey olurmuş da... Sabah başka öğlen başka akşam başka ne konuşursa konuşsun, tehdit edilen Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Kendi çıkarlarını, kendi bekasını korumak zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Yöneticiler sessiz kalıyorlarsa, demek ki bir sorun var. Hesabını veremedikleri bir sorun var, cesaret edemedikleri bir şey var. Kalamazlar, kalmamalılar değerli arkadaşlarım.  Hanedana göre Türkiye’nin iki sorunu var. Saray hanedanına göre Türkiye’nin iki sorunu var. Birincisi şu: Plastik poşet kullanılmasın diye para alınıyor. Bu Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi haline getirildi. Evet, vatandaş plastik poşet alacak marketten, onun için para ödemek zorunda. Türkiye’nin en temel sorunu bu, bununla ilgili düzenleme yaptılar. İkinci temel sorun, vatandaşın kendi kullandığı arabada sigara içmesine ceza getirdiler, vay kendi arabanda niye sigara içiyorsun. Bu memleketin başka sorunu mu kalmadı Allah aşkına? Akıl var mantık var.  İşsizlik rakamları açıklandı, geçen yılın Haziran Temmuz Ağustos ayına göre bu yılın Haziran Temmuz Ağustos ayında 1 milyon 65 bin kişi daha işsiz kaldı. İşsiz kalan kişilere ve onların ailelerine sesleniyorum. Sarayda işsiz var mı? Sarayda oturan ailelerin çocukları işsiz mi? Onlar işsizliğin ne olduğunu biliyorlar mı? Onlar bir babanın işsiz kalması halinde evde yaşanan dramı biliyorlar mı? Onlar bu memlekette hâlâ binlerce çocuk yatağa aç giriyor, onlardan haberi var mı? Saraydakilerin asla haberi yok, onlar ayrı dünyada yaşıyor, millet ayrı dünyada yaşıyor.  Önümüze seçimler gelecek, herkesin oturup iyi düşünmesi lazım değerli arkadaşlarım. Ne diyordu Erdoğan? Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok diyor. Senin çocukların için geçerli bu kural zaten, üniversiteyi bitirse de bitirmese de zaten devletin bütçesi onların emrinde, vakıflar onların emrinde, bir elleri yağda bir elleri balda. Sen bir ailenin, bir annenin bir babanın çocuğunu üniversiteye hangi hayallerle gönderdiğini biliyor musun, Sevgili Erdoğan biliyor musun? O annenin, o babanın, oğlum kızım üniversiteyi bitirsin, benden daha iyi bir hayat sürsün diye büyük beklentiler içine girdiğini biliyor musun? O anne babanın çocuk üniversiteyi bitirdikten sonra aylarca yıllarca iş bulamadığını biliyor musun? İş bulamadığı için ailede huzur olmadığını biliyor musun? Sen nasıl kalkar dersin ki, her üniversiteyi bitiren iş bulacak diye bir kural yoktur diye. Bunların fabrikaları yok, babalarının fabrikaları yok, işyerleri yok, imkânları yok. Değerli arkadaşlarım, 2 bin 20 lira asgari ücret oldu, açlık sınırı bunun üstünde, 2 bin 64 lira. Rakam, 22 milyon 500 bin kişi Türkiye Cumhuriyeti Devletinde 22 milyon 500 bin kişi açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 22 milyon 500 bin kişi! Bütün asgari ücretliler, bütün işsizler, bütün yoksullar, bütün fakirler size söylüyorum, artık oturup düşünme zamanı. Onlar köşeyi döndü. Siyasete nasıl atılmışlardı? Yırtık ayakkabıyla. Nerede yaşıyorlar? Sarayda yaşıyorlar, saraylarda yaşıyorlar, 1100 odalı saraylarda yaşıyorlar, bir elleri yağda bir elleri balda. Senin pozisyonun hiç değişmedi, sen yine fakir kaldın. O zaman sandığa gidince demokratik dersini vereceksin, unutulmaz bir ders vereceksin; demokrasi adına vereceksin, fakir fukara adına vereceksin, memleket için vereceksin, yeter diyeceksin duyun artık diyeceksin.  Çiftçiyi perişan ettiler. Bakın, Zafer Özyiğit, ürününü satamıyor, satamadığı için de banka gelmiş demiş ki el koyuyorum traktörüne. Paranı öde, ödeyememiş. Bizden de Ömer Fethi Gürer arkadaşımıza gitmiş, Niğdeli olduğu için. Bakın ne diyor? Borcumuzu ödeyemedik ve durum böyle olunca banka traktörümüzü, tarlamızı, hayvanlarımızı icra kanalıyla satışa çıkardı. Biz Ankara’da Damızlık Birliğine süt veriyorduk, o da bizim borcumuzu ödüyordu. Damızlık Birliği batınca biz de battık. Çiftçiler olarak sesimizi duyuramıyoruz. Banka parayı bizden aldı, ama Damızlık Birliğine ben battım dediği için bir şey yapmadı. Bir de süt tankı almıştım Halk Bankasından kredi çekip, ona da icra geldi, tek gözlü bürom vardı Halk Bankasına ipotekli. En sonunda onu da satışa çıkardılar. Tarım Bakanına sesleniyorum, sesimizi duyun, ne olursunuz Cumhurbaşkanına ulaşamıyoruz, biri sesimizi duyursun. Bizim amacımız particilik yapmak değil, çiftçi olarak vatandaş olarak sesimizi kimseye duyuramıyoruz, bize yardımcı olun, çok kötü durumdayız. Çiftçi kardeşim, senin sözcün benim, senin sesini ben duyuracağım. CHP milletvekilleri duyuracak, bütün bölgelerde her yerde duyuracak.  Şanlıurfa’daki pamuk üreticisinin de sesi biziz, Aydın’dakinin de sesi biziz, Rize’deki çay üreticisinin de, fındık üreticisinin de sesi biz olacağız. Biz olmak zorundayız, çünkü biz alın terine değer veriyoruz, çünkü biz alın terinin değerli olduğuna inanıyoruz, çünkü biz alın teri kadar değerli başka bir şey yoktur buna inanıyoruz. Havadan para kazanan değil, emeğiyle para kazanan insanlara saygı duyulması gerektiğine inanıyoruz.  Bir çiftçi kardeşim de Ali İhsan Yılmaz, o da bankaya olan 12 bin liralık borcunu ödeyemediği için hapse girmiş vaziyette. Diyor ki, ben yolsuzluk mu yaptım? Hayır. Hırsızlık mı yaptım? Hayır. Devletin malını zimmetime mi geçirdim? Hayır. Bankadan borç aldım, senin izlediğin politika yüzünden battım borcumu ödeyemedim. Sen sarayda oturuyorsun ve ben de hapishanedeyim diyor, nerede adalet diyor.  Değerli arkadaşlarım, Tank Palet Fabrikasıyla ilgili iki soru sormuştum. Hiç kimse bir şey söylemiyor, dut yemiş bülbül gibiler. Oysa ben konuştuğumda herkes konuşuyor, dilleri bir karış açık da, ama iki basit soru sordum. Bunlara bir türlü cevap vermiyorlar, bir türlü! Sanıyorlar ki cevap olmayınca ben arkasını bırakacağım. Asla bırakmayacağım, asla! Bu olayı takip etmek hepimizin ortak görevidir, vatanımızı seviyorsak, bayrağımızı seviyorsak hepimizin ortak görevidir.  28 Aralık 2018’de fırtına obüslerini üreten bölüm BMC’ye tahsis edildi 28 Aralık’ta. Nasıl teslim edildi, şimdi orada ne yapılıyor? Üretim garantisi verildi mi bunlara? Kime verildi üretim garantisi? Yine ticaret sicili gazetesinde bir açıklama yaptılar, bir düzenleme yaptılar 17 Aralık 2018’de. Orada Asfalt Anonim Şirketi, yani bu fabrikayı Tank Palet Fabrikasını çalıştıran şirketin amaçları arasında şu vardı. Askeri fabrika ve tersanelerin Türk Silahlı Kuvvetleri için yapmakta oldukları faaliyetleri aksatmamak kaydıyla diyor, dışarıdan iş alabilirler. Aksatmamak kaydıyla! 31 Mayıs 2018’de “Türk Silahlı Kuvvetlerinin faaliyetlerini aksatmamak kaydıyla” ibaresi sözleşmeden çıkarıldı. Niçin, kime hizmet ediyor bu fabrika? Bu sorunun cevabını almadık, bekliyoruz. İşletme hakkını BMC’ye vermek için ihale açtın mı? Bir sorumuz daha olsun. Tank Palet Fabrikasının işletme hakkını BMC firmasına yandaş firmaya, hayatını sana vakfeden firmaya, ailesini değil seni düşünen firmanın sahibine sen bu fabrikayı hangi şartlarda verdin? İhale yaptın mı yapmadın mı? İhale yapmadan verdiysen, neye göre verdin, hangi kanuna göre verdin, hangi usule göre verdin? Bu soruların cevabını istiyorum. Bu soruların cevabını sadece ben değil, AK Partili vicdanlı kardeşlerimin tamamının da sormasını ve bu sorunun cevabını beklemesini istiyorum.   Şimdi bu bölümde daha farklı şeyler var. Bu soruların cevabını alacağım, arkası gelecek, yeni sorular gelecek. Avrupa’nın en büyük, 20 milyar dolarlık bir fabrikasının, Tank Palet Fabrikasının Katar ordusuna peşkeş çekilmesini ben yediremem kendime, partime de yediremem. Milliyetçilik budur, sonuna kadar takip edeceğim, milliyetçi geçinenlere kapak olsun bu, onun için söylüyorum.  Son bir şey, yeni şehitlerimiz geliyor. Allahtan rahmet diliyoruz. İnşallah yeni şehitlerimiz gelmez. Bütün anneler çocukları savaş alanından, çatışma alanından yara almadan şehit olmadan sağ salim evlerine gelsinler diye dua ediyorlar. Biz de annelerin bu dualarının arkasındayız, inşallah hiçbir gencimiz, fidan gibi evlatlarımız çocuklarımız oralarda hayatlarını kaybetmezler. Oralar bizim topraklarımız değil, oralardan çekileceğiz. Söyledik, yolu yöntemi de gösterdik. Neden bizim askerimiz şehit olsun? Git Esad’a kardeşim, Esad’ın ordusu var, o kendi topraklarını koruyacak, sen niye Esad’ın topraklarını korumak için oraya giriyorsun? Sonra çıkacağım diyorsun. Dolayısıyla hepimize düşen görevler var. Soğukkanlı olacağız, olayları dikkatle takip edeceği, ne gerekiyorsa onu da yapacağız.  15 Temmuz şehitlerimiz vardı. 15 Temmuz şehitlerimiz için paralar toplandı. 309 milyon lira Bakan açıkladı, o dönemin parasıyla 100 milyon dolar. Uzun süre ne oldu bu paralar diye sorduk, sonunda Resmi Gazetede bir açıklama yapıldı. Denildi ki, Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfı kuruldu denildi, yaklaşık bir buçuk yıl sonra. Resmi Gazete 13 Temmuz 2019 tarihli.  Şimdi vakfın ikametgahına bakıyoruz adres yok, sadece Ankara diyor. Nerede olduğu belli değil, Ankara. Arkadaşlarımız sormuşlar Vakıflar Genel Müdürlüğüne, bunun adresi nerede diye, bir adres verilmiş. Adrese gidildi, böyle bir vakıf yok orada. Bir daha söylüyorum, 15 Temmuz şehit yakınları ve gazilere söylüyorum ben bunu. Verilen adrese gidildi, o adreste böyle bir vakıf yok. O işhanında da böyle bir vakıf yok Ulus’ta, böyle bir şey yok. Fotoğraflarını çektik. Vakfın malvarlığı 10 milyon lira. 309 milyon lira toplanmıştı, ne oldu bu para? Resmi Gazetede yayımlandı bu. Vakıflar Genel Müdürlüğünün 13 Temmuz 2019 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan ilanı bu değerli arkadaşlarım.  Yönetim kurulu... Yönetim kurulu boş, kimse yok yönetim kurulunda. Kim bu vakfın yönetim kurulu? Saray olunca boş oluyor galiba, oradan da bir şey yaptılar herhalde. Malı götürdüler herhalde oradan da.  Sormuştum yine soruyorum, bu vakfın adresi niye yok? Niye yok bu vakfın adresi? Ne demek ikametgah Ankara? Ankara’da milyonlarca insan yaşıyor, her insanın da bir adresi var, her derneğin bir adresi var, her vakfın bir adresi var, 15 Temmuz Şehit ve Gaziler Vakfının adresi yok. Niye yok? Parayı yürüttüler ondan mı? Vakıflar Genel Müdürlüğünde telefon numarası yok. Şimdi normalde Vakıflar Genel Müdürlüğünün hiç öyle vakıflarla ilgili kendi internet sitesinde vakıfların telefon numaraları var, adresleri var, ama Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfının telefon numarası yok, tebligat adresi o da yok, ikisi de yok. Vakıflar Genel Müdürlüğünde yok böyle bir şey.  Devam ediyorum, adres telefonla soruldu, ilgili Vakıflar Genel Müdürlüğünden arkadaşlar adres verdiler. O adrese bizim arkadaşlar gittiler, böyle bir vakıf orada yok. Vakıf yönetim kurulu yok. Niye yok vakıf yönetim kurulu ve vakfın malvarlığı neden 10 milyon lira, para nereye gitti? 15 Temmuz darbe girişiminin Türkiye’nin başına neleri getirdiğini, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra 20 Temmuz’da bir sivil darbenin olduğunu söylemiştim. 20 Temmuz’da yaşanan sivil darbe, şeffaf olmayan, vatandaştan toplanan paraların hesabının verilmediği, vergilerinin hesabının verilmediği, vatandaştan şehitlere gazilere yardım yapacağız diye toplanan paraların hesabının verilmediği bir dönemdir; 20 Temmuz ve sonraki dönem, sivil darbe dönemi.  Ama sanmasınlar ki sarayda oturanlar, biz bunu unutacağız diye. Sonuna kadar, kuruşu kuruşuna bunu takip edeceğiz. Benim 15 Temmuz şehit ve gazilerine verdiğim sözdür, sonuna kadar bunu takip edeceğiz.  Hepinize en içten selamlar saygılar sunuyorum.