13.11.2018
13.11.2018
CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (13 KASIM 2018)
Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Hepinize en içten selamlarını saygılarımı sunuyorum.
Gönül ister ki, salı toplantılarında güzel şeylerden söz edelim. Gönül ister ki, bütün memleketin her karışında insanlar mutlu ve huzurlu olsun. Gönül ister ki, tanımadığımız insanlara bile karşılıklı gülerek selam verelim. Gönül ister ki, bütün çocuklar annelerinin arzusu üzerine karınlarını doyurarak akşam yatağa yatsınlar. Gönül ister ki, babalar çocuklarına rahatlıkla güler yüzle okula giderken harçlık versinler. Gönül ister ki, bütün gençlerimizin işi gücü olsun. Gönül ister ki, her evde tencere kaynasın ve gönül ister ki bütün Türkiye’de huzur ve bereket olsun. Bunları arzu ediyoruz, ama yaşadığımız tablo böyle bir tablo değil.
Şemdinli Hakkari’de Süngü Tepe bölgesindeki bir patlamada 7 erimiz şehit oldu. Aynı şekilde Şırnak’ta bombalı bir saldırıda iki askerimiz şehit oldu. Daha önce Tunceli Nazımiye’de iki askerimiz donarak hayatını kaybetti, şehit oldular. Bütün şehitlerimize rahmet diliyoruz, onları saygıyla anacağız, hürmetle anacağız, dualarla anacağız. Onlar bu ülkenin bağımsızlığı için, bu ülkenin güvencesi için bazen bedenlerini bırakarak gazi oluyorlar, bazen canlarını vererek şehit oluyorlar ve bizler onlara şükran borçluyuz. Hepsine rahmet diliyor, ailelerine sabır diliyoruz.
Tabii ekonominin bir kriz içinde olduğunu biliyoruz, Türkiye bir ekonomik kriz yaşıyor. Her ne kadar birileri ekonomide kriz yoktur diyor ise de, ekonomide bir kriz var. Biz bütün sorumluluğumuzu alarak, sorumluluğumuzun bilincinde olarak krizin daha başlangıcında 11 Ağustos’ta İstanbul’da bir basın toplantısı yaptık. Hiç kimseyi suçlamadan, iktidar olanları dahi suçlamadan, eğer bu ülke bizim ülkemizse, Türkiye hepimizin Türkiye’si ise bu krizden nasıl çıkabiliriz onun yollarını kendimize göre anlatmaya çalıştık. Ve dedik ki, “eğer Türkiye bu krizi aşacaksa, Türkiye egemen güçlerin himayesine girmeyecekse, Türkiye egemen güçlerin talimatıyla politika oluşturmayacaksa, ekonomik krizi aşmak zorundadır” ve bunun için 13 maddelik bir öneri paketini kamuoyuyla paylaştık.
Değerli arkadaşlarım, “israftan sakının” dedik, “israf yapmayın” dedik. “İsraf yaparsanız krizin önünü alamazsınız” dedik. “Liyakat esasına önem verin” dedik. “Liyakate önem vermezseniz, yani sorunu çözebilecek kapasitede olanları kamuda devlette önemli yerlere getirmezseniz, bu sorunu yine aşamazsınız” dedik. “Akılcı bir borçlanma politikası güdün, egemen güçlerin arzusu ve isteklerine göre borçlanmayın, sağlıklı akılcı bir borçlanma politikası takip edin” dedik. “Vergi politikasını yeniden düzeltin dedik, rant ekonomisini değil halk ekonomisini, yani üretim ekonomisini destekleyin” dedik, “üretime destek verin” dedik, “tarıma destek verin” dedik. “Bir ülke üretirse güçlü olur” dedik, “bir ülke üretmez ithalat yapar ve sadece tüketirse, egemen güçlerin politikalarını uygulamaktan başka şansı kalmayabilir” dedik. Bütün bunları söyledik. Bizi arkasından suçladılar, hiç önemli değil. Ama biz ne dediğimizi çok iyi biliyorduk.
3 Ağustos’ta 100 günlük icraat programını açıkladılar. Hep sustum, olur ya vaat ettiklerinin tamamını yaparlar ve biz de saygı duyarız. Tamamını yaparlar, biz de deriz ki evet verdikleri sözü tuttular, krizin önüne ciddi bir set çektiler, dolayısıyla Türkiye bundan sonra en azından belli bir aşamayı kaydedebilir diye düşündük. 100 günlük icraat programını Sayın Erdoğan, arkasında dizilmiş bütün bakanları ve geniş bir kitlenin önünde açıkladı. 100 gün doldu, ne oldu?
Birincisi şu bakın, açılış 100 günlük programın icraat programının açılışında şu cümleyi kullandılar. “Buradan milletimize sesleniyorum, yastık altından gelin dövizlerinizi çıkartın, dolar ve Euro’larınızı altınlarınızı çıkartın, yerli ve milli direnişinizi tüm dünyaya karşı ortaya koyun” dedi. Bunun üzerine bazı vatandaşlarımız, kimisi sahte dolar, kimisi 1 dolar aldı meydanlarda yaktı, berber dolarla eğer tıraş olursa şunu yapacağım dedi vesaire vesaire. Bu havuz medyasında ve onların televizyonlarında günlerce yayınlandı. 100 günün sonunda gerçek ne? 100 günün sonunda gerçek şu: Bankalardaki döviz hesabı arttı, Türk lirası hesabı düştü. Çünkü bizim insanımız zeki, tasarruflarını korumak ister, tasarruflarını savurmak istemez. O zaman ne oldu? Aha işin başından beri beklentiler çökmüş oldu. Sen vatandaşa dolarını bozdur, Euro’nu bozdur, dövizini bozdur, altınını bozdur... Sana bakıyor, bu lüks şatafat için ben para mı harcayacağım senin için, benim çoluk çocuğum var diyor, benim bir sorumluluğum var diyor, onların geleceğini ben düşünmek zorunaydım diyor. Sen savuracaksın ben seni koruyacağım, sen harcayacaksın ben aç kalacağım, sen köşeyi döneceksin ben oturacak ev bulamayacağım dedi ve haklı.
Yine devam ediyor, “vatandaşlarımızın mesnetsiz ihbarlar nedeniyle suçlanmaması için kapsayıcı ve etkin tedbirler alınarak, lekelenmeme hakkının korunması gerçekleşecek”. Yani isimsiz uydurma ihbar dilekçeleriyle vatandaş lekelenmeme hakkı üzerinden korunacak. Geliyorum, Allah aşkına bu uygulama için ne yapıldı? Ne yapıldı bu uygulama için? Ben size söyleyeyim. Bir örnek vereceğim sadece, Cenk Yiğiter genç bir akademisyen, dürüst namuslu bir insan. Kanun hükmünde kararnameyle üniversiteden atıldı, hukuk doktoru, hukuk alanında doktora yapmış, atıldı. Atılması yetmedi, dergilerde yazı yazması yasaklandı, yetmedi bazı bilimsel toplantılara katılması da yasaklandı. Toplantıya da katılmayacaksınız denildi. Yetmedi, kamuda çalışmak yasak denildi, çalışmayacaksın kamuda. Yetmedi, vakıf üniversitelerinde de çalışmayacaksın dediler, orada da yasak getiriyoruz dediler. Yetti mi? Yetmedi, avukat olmak istiyorum o zaman, madem doktora yaptım, hukuk fakültesini bitirdim, çok iyi imkânlarım var, doktora üzerinde kitaplar yayınlarım var, avukatlık yapayım. Avukatlık da yapamazsın dediler. Başka... O zaman en iyisi yeniden üniversite sınavına gireyim kazanayım üniversiteyi, avukatlık dışında başka bir alanda bari üniversiteye devam edeyim. Girdi sınavı kazandı, üniversiteye de almadılar, öğrenci de olamazsın dediler, bu da yasak dediler. Sonra... Siz bana her şeyi yasakladınız, çalışmam yasak, okumam yasak, yazı yazmam yasak, her şey yasak. Bari izin verin yurtdışına gideyim karnımı doyurayım, o da yasak dediler, yurtdışına da çıkamazsın dediler.
Sadece Cenk Yiğiter mi? Hayır, Osman Kavala da aynı şekilde, Eren Erdem aynı şekilde, İsminaz Temel aynı şekilde, Ece Sevim Öztürk aynı şekilde. Bunların tamamı hapisler ve bunlara yaşam hakkı verilmiyor ve çıkıp diyorlar ki 100 günde, sizin lekelenmeme hakkınızı koruyacağız. Öğrenciler hapiste, avukatlar hapiste, akademisyenler hapiste, namuslu pek çok insan şu anda hapiste; düşündüğü için, yazdığı için, okuduğu için hapiste. Ben buradan bütün o kardeşlerime sesleniyorum. Hiçbiriniz lekeli değilsiniz, lekeli olanlar size bu acıları çektirenlerdir ve onların karşısında dağ gibi durmak da bizim görevimizdir.
Yine devam ediyor, “çocuklara karşı cinsel istismar suçuyla mücadelede cezaların caydırıcılığını artıracağız”. Geldi mi Sayın Grup Başkan Vekilleri böyle bir kanun teklifi? Gelmedi. Yazmışlar, 100 günde yapacağız. Çocuk tecavüzlerine karşı bile önlem almıyorlar. Biz veriyoruz kanun teklifi, kabul etmiyorlar. Ama milleti kandırmak için 100 günde bunları yapacağız diyorlar. Yap kardeşim, yap biz de destek verelim. Üstelik seçimlerden önce partiler bir araya geldi, bu konuda uzlaştı.
Başka... “Hayvanlara karşı işlenen öldürme ve eziyet fiillerine karşı caydırıcı tedbir ve cezai yaptırımları artıracağız” diyorlar. Geldi mi kanun? Gelmedi. Teklif... Yine gelmedi. Ankara Pursaklar’da ve İstanbul Bahçelievler’de hayvanlar öldürülüyor, acımasızca öldürülüyor. Onlar bizim dünyamızın ortakları. Bu dünyada canlılar olarak sadece biz yaşamıyoruz, ağacı var, kurdu var, kuşu var, aslanı var, fili var, her şey var ve dünyanın bir dengesi var. Bu dengeyi korumak zorundayız. Arılar olmasa insanlığın sonunun öyle 20 yıl 30 yıl değil, çok daha erken geleceği söyleniyor. Bütün tabiatı döllüyor arılar ve biz bunları korumak zorundayız. 100 günde yapacağız dediler, ama yapmadılar.
Değerli arkadaşlarım, yine bir şey daha söyleyeyim emekliler dinlesin. “Emekli aylıklarının en az 1000 TL’ye tamamlanması 100 günde...” Ben seçimlerden önce de, seçimlerden sonra da 1000 liranın altında aylık alan binlerce emeklinin olduğunu söylediğimde, “Kılıçdaroğlu doğruları söylemiyor” diyordu. Diyordu, hâlâ diyor mu demiyor mu bilmiyorum, ama en sonunda onlar da baktılar ki, Kılıçdaroğlu doğruları söylüyor. Sordular Sosyal Güvenlik Kurumuna 1000 liranın altında aylık alan var mı? Tonlarca dediler. O zaman onların oyunu almak için, 1000 liranın altında emekli aylığı olmayacak, en azı 1000 lira olacak dediler. Ne zaman yapacaklar? İlk 100 gün içinde yapacaklar. Kanun teklifi geldi mi arkadaşlar? Gelmedi, ama biz hazırladık, kanun teklifini hazırladık. Bütün emeklilere de söylüyoruz, 1000 liranın altında, bize göre en az 1500 olması lazım, madem 1000 lira söz verdiler, 1000 lirayı parlamentoya getireceğiz. Bütün emekli kardeşlerim de izlesin, kim emekliden yana politika izliyor, kim emekliye karşı politika izliyor hep beraber göreceğiz.
Değerli arkadaşlarım, bir şey daha var. “Şehit yakını ve gazilere çıkarılan Sosyal Güvenlik Kurumu borçlarının terkin edilmesi…” Yani şehit yakınları ve gazilerin Sosyal Güvenlik Kurumuna borçları var, bu borçları sileceğiz diyorlar. Kanun geldi mi? Gelmedi. Kimi kandırıyorlar? Şehit yakınlarını ve gazileri kandırıyorlar. İnsan denilen bir şey var, hadi sokaktaki vatandaşı kandırdın, şehit yakınlarını ve gazileri kandırmak için nasıl böyle bir numara çekersin? Ve bir soru sorduk, 15 Temmuz gazileri ve şehit yakınları için 309 milyon lira para toplandı. Bir daha söylüyorum, 309 milyon lira para toplandı. Şehit yakınlarına ve gazilere verilecekti. Ne oldu bu para? Sevgili Erdoğan duyuyor musun? Ne oldu bu para, nereye gitti bu para?
Yine öngörmüşler, “işçi ve kamu görevlilerinin toplam genel sendikalaşma oranı yüzde 20,8’den yüzde 21,3’e çıkarılacaktır…” Yani özel sektörde cesaret edip de sendikalaşan varsa, vallahi helal olsun. En son biliyorsunuz bu Flormar işçileri sendikalaşmak istediler, tamamının işine son verildi. Yazıyla, öngörüyle, efendim biz sendikalaşma oranını artıracağız. Buyur git bakalım, bir fabrikada sendikalaşma oranı olduğu zaman veya işçiler sendikalaştığı zaman önce işten çıkarılanlar o sendikalaşan işçiler. Çalışma Bakanlığı sahip mi çıktı, saray bunlara sahip mi çıktı? Asla sahip çıkmadılar, ama buraya yazıyorlar 100 günde bunları yapacağız diye. Ve sanıyorlar ki 100 gün bitti, millet unuttu. Millet unutabilir, ama Kılıçdaroğlu unutmaz, herkes bunu bilsin. Söz veriysen arkasında duracaksın.
Efendim, “40 bin konut işyeri ve hizmet binasının tamamlanması…” da öngörülmüş 100 gün içine. 40 bin konut, işyeri ve hizmet binası tamamlanacak. Bakıyorum şimdi arkadaşlar, Adana’da müteahhitler fiyat farkı ve tasfiye kararnamesi bekleyen kamu müteahhitliği ölmüştür diye tabutun üzerine yazıp cenaze namazı kıldılar. Peki, bu 100 günde vaat ediyorsun da, bu müteahhitler niye cenaze namazı kılıyorlar, biz öldük bittik diyorlar, mahvolduk diyorlar. Ayrıca İstanbul Fikirtepe’de kentsel dönüşüm yapıldı. Herkes evinden yerinden yurdundan edildi, ortada ne müteahhit var ne de saray var, kimse yok. Mağdur... Binlerce mağdur var. O mağdurların hakkına sahip çıkan kim? Cumhuriyet Halk Partisi, biz sahip çıkıyoruz.
Efendim yine diyor ki 100 günde şunu yapacağız; “PKK, PYD, YPG’nin FETÖ’nün yurtdışındaki finansman kaynaklarının kesilmesi için Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, Hollanda ve Belçika başta olmak üzere Avrupa ülkeleriyle ve ABD nezdinde diplomatik girişimlerde bulunulması…” Şimdi bunlar geldiler, dört lider Türkiye’de toplandı; Erdoğan, Putin, Merkel ve Macron. Bir bildiri yayınladılar, terör örgütleri tek tek sayılıyor orada. YPG orada yok, PYD orada yok, PKK orada yok. Yani sen diyorsun ben bunlarla temasa geçeceğim, bunları kaldıracağım, mücadele edeceğim bunlarla. Hazır gelmişken liderler niye bunları yazmıyorsun, neden orada temel metinde neden bunların isimleri yer almıyor? Ama vatandaşı kandırıyorlar. Vatandaşa diyor ki, ben şunu şunu şunu yapacağım, ama iş imzaya gelince 180 derece tersini yapıyor.
Değerli arkadaşlarım bir şey daha var. İsraf haramdır, israfa karşı herkes durur, her ahlaklı insan israfa karşı durur. Ve dolayısıyla israfı önlemek insan olmanın da bir gereğidir. Çünkü israf aynı zamanda ahlaksızlıktır, aynı zamanda savurganlıktır israf. Bir birikimi hak etmediği şekilde harcıyorsunuz demektir. İnsanların ihtiyaçları varken, o ihtiyaçlara uygun değil başka ihtiyaçları için kaynakları savurganca harcıyorsunuz demektir, israf budur. O nedenle israf bütün inançlarda doğru kabul edilmez ve haramdır.
Şimdi 100 günde israfı önleyecekler. Cümle şu, Allah aşkına iyi dinleyin: “Kamu idarelerinin harcamalarını gözden geçirmesini ve bu şekilde tasarrufların artırılmasını sağlayacak yöntem belirlenmesi…” Yani israf nasıl önlenir bilmiyorlar, 100 günde yöntemini belirleyeceklermiş. 100 günde! Siz bu milletin aklıyla alay mı ediyorsunuz? Bindin Katar’ın uçağına geziyorsun, ülke ülke geziyorsun. O uçak da haramdır, o uçak da haramdır!
Katar Doğu Akdeniz’de, İsrail ve Mısır’la beraber doğalgaz arıyorlar. Bizimki de karşı, vay efendim onlar nasıl doğalgaz arar? Ama Katar diyemiyor, Katar’a bir şey diyemiyor. Neden? Kayığına bindi, ne diyecek Katar’a? Bir şey söylese sus diyecek, sana uçak verdim sus diyecek. Doğu Akdeniz’de Katar’ın da dahil olduğu bir grup doğalgaz arıyor petrol arıyor, ama sesini dahi çıkaramıyor, çıkaramaz. Neden? O bedava bir uçak verdim, sen sesini çıkarma, verdim uçağı meydan meydan gezebilirsin dedi. Ben söyledim, “onurun ve haysiyetin varsa o uçağı derhal iade edersin” dedim, derhal!
Efendim yine diyor ki, “sağlık turizminde Türkiye’nin marka haline getirilmesi…” 100 günde sağlık turizminde Türkiye marka haline gelecek diyor. Ameliyatlar durdu, ilaç yok piyasada. Ameliyat yapmak için doktorlar eldiven alacak eldiven yok, hasta yakınına diyorlar ki git eldiven al getir, senin hastayı ameliyat edeceğiz, yoksa mümkün değil. Üniversitelerin hali perişan vaziyette; valiler genelge yayınlıyorlar “bu ameliyatları yapamıyoruz hasta sevk etmeyin” diye. Değerli arkadaşlarım, şu anda piyasada 170 ilaç yok. 49’u bağırsak rahatsızlıklarında kullanılıyor, mide ve bağırsakta, 25’i sinir sisteminde, 19’i kalp ilaçları, 16’sı duyu organı ilaçları, 13’ü astım ilaçları, 11’i antibiyotik, 5’i kanser ilacı. Bunlar yok, ameliyatlar durmuş vaziyette ve bunlar da doğru dürüst yapılmıyor değerli arkadaşlarım.
Ne oluyor? Bunların dışında ayrıca hastaneye başvurduğunuzda 14 ayrı ödemeyle karşı karşıya kalıyorsunuz, 14 ayrı ödeme! İlaç alırsanız tamam, muayene olursanız tamam, erken muayene olursanız tamam, ne adım atarsanız para ödüyorsunuz. Ama bir şey var, hiçbir Suriyeli bunları ödemiyor, tamamını biz ödüyoruz, bizim insanlarımız ikinci sınıf, onlar birinci sınıf vatandaş. Ben bunu söyleyince vay sen Suriyelilere karşı mısın? Ben önce kendi ülkemin insanının çıkarlarını savunmakla görevliyim, önce benim ülkemin ve ben kendi insanımın çıkarlarını savunmak zorundayım. Kimseye karşı değilim, her insana da saygı duyarım. 35 milyar dolar para harcadık diyorlar Suriyelilere, o da yalan. 35 milyar dolar filan değil, onlar da sefalet içinde yaşıyorlar zaten.
Değerli arkadaşlarım, yine devam ediyorlar, “modern toptancı halleri kurulması ve ürünün izlenebilirliğinin sağlanması…” Bir tane modern toptancı hali kuruldu mu, 100 gün geçti? Hallerinin kurulması diyor, bir tane de değil, bunlar olacak diyor. Aynen devam ediyor, ortada bir şey yok. Ama toptancıları suçluyorlar. Niçin? Siz fiyatları artırıyorsunuz diye. Yalan söyleyen siyasetçiden bu ülkeye hayır gelmez değerli arkadaşlarım. Peki, 100 gün sonra ne oldu? Öyle ya, bunları yapamadılar ne oldu 100 gün sonra? Yumurta fiyatları yüzde 62 arttı, tavuk fiyatları yüzde 36, süt fiyatları yüzde 33, patates fiyatı yüzde 60, soğan fiyatı yüzde 83, domates yüzde 142 arttı, doğalgaz yüzde 31, elektrik yüzde 45 arttı. 6 milyon asgari ücretli var, 1603 lira aylık alıyor, bunların maaşında tık artış yok. Ama bütün bu zamları bunlar görüyorlar. Asgari ücretli kardeşime de sesleniyorum. Seni perişan eden saraya karşı durmak senin namus borcundur, seni perişan eden, seni açlığa mahkum eden, 1603 liraya mahkum eden. Kendi maaşına yüzde 26 zam, asgari ücret göreceğiz bakalım ne kadar zam yapacak? Hep beraber göreceğiz.
Tarım Orman Bakanı da, o da enteresan bir vaka. Diyor ki, “biraz daha tavuk ve balık eti yersek, aslında Türkiye et olarak kendi kendine yeterli” diyor. Hani vardı ya bu Fransızlar Fransız devrimi sırasında diyorlardı ya, “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”. Tavuğa yüzde 200 zam geldi, senin haberin yok mu kardeşim? Yok, haberi yok. Bunlar Bakan filan değiller zaten, bunlar bildiğiniz eski bürokratlar, toplamışlar devşirme, ne derse sen onu tekrar edecek papağan gibi. Türkiye’nin gerçeğini öğren kardeşim, Türkiye’nin gerçeğini öğren!
Türkiye ateş gibi yanıyor değerli arkadaşlarım, işin şakası bir tarafa ateş gibi yanıyor Türkiye. Evlerde mutfaklarda yangın var, insanlar geçinemiyorlar. Bakın konkordato ilanlarına, bakın intiharlara, bakın iflaslara, 100 yıllık firmalar iflas ediyor, konkordato ilan ediyorlar, borçlarımızı ödeyemiyoruz diyorlar. Söyledik önlem alın, bu önlemlerle bu işi çözemezsiniz dedik, daha henüz krizin başındayız ortasına da gelmedik daha. Daha reel sektör krizi daha görmedi, daha mutfaklara da tam yansımadı. Kışın göreceksiniz, ne olacağını ne biteceğini hep beraber göreceğiz değerli arkadaşlarım. Konkordato aynı zamanda bir dizi iflas demektir. Ben konkordato ilan ediyorum tüccar olarak, fabrika olarak, şirket olarak, alacağımı ödemiyorum. Süt üreticisi topluyor sütleri, borcunu ödeyemiyor, konkordato ilan ediyor, üreticilere beş kuruş para ödenmiyor. Balıkesir’de var, Trabzon’da örnekleri var. Yazık günah değil mi bu süt üreticilerine, tarımda çalışanlara, hayvancılık için çalışan mücadele eden, alın teri döken, evinin çoluk çocuğunun rızkını sağlayan insanlara yazık günah değil mi? Yazık günah değerli arkadaşlarım.
Güneydoğu’da 65 un fabrikası kapandı arkadaşlar, yanlış politikalar nedeniyle ve şimdi insanlar geçinemiyorlar ve böbreklerini satmaya başladılar. Böbrek ticareti var şimdi. Bakın birisi şöyle anlatıyor, böbreğini satan birisi, üç çocuk babası, 29 yaşında: “İki yıl boyunca iş aradım bulamadım, maddi sıkıntılarım günden güne arttı, kimse iş vermiyor. Çalıştığım bazı yerler de işten çıkardı. İki yıldır işsizim. Çocuklarım evde ekmek yiyemedikten sonra, ben de böbreğimi satılığa çıkaracak duruma geldim. Yapacak bir şeyim yok, çaresizim. Bir ara pizzacıda iş buldum ve çalışmaya başladım. Burada da beni işten çıkardılar, şu anda çaresiz bir şekilde böbreğimi satmayı bekliyorum” diyor. İnsanlar bu noktaya geldi.
Sarayın bundan haberi var mı? Damadın bundan haberi var mı? Niye damat diyorum? Kasayı damada teslim etti de, onun için, kasayı ona teslim etti. Şu anda her 10 vatandaşımızdan 7’si kriz var diyor. Her 10 vatandaştan 7’si Türkiye’de kriz var diyor. Demeyenler saray ve çevresi, dolarla ihale alanlar, dolarla tüp geçit karşılığında para alanlar, büyük ihaleleri kapatanlar, onlar için kriz yok. Ama diğer vatandaşların tamamı krizi doğrudan doğruya yaşıyorlar. Ve vatandaş her kuruşun hesabını yapıyor, her kuruşun! Geçinebilmek için. En ucuz nerede bulabilirim diyor, en ucuz nerede bulabilirim diye bunun hesabını yapıyor değerli arkadaşlar.
Eskiden pazara giderdi, 50 lirayla pazar çantası dolardı, bugün 50 lirayla pazar çantasının yarısı doluyor arkadaşlar. Aileler artık eti gramla almaya başladılar, kiloyla değil. Para yetmiyor. O da alabilirse tabii. Esnafımız siftah yapmadan kepenk kapatıyor, sattığının yerine yenisini koyamıyor, o noktaya geldi. Esnaflar da perişan vaziyette. İnsanın cebinde para olursa daha dik yürür, daha gururlu yürür, dik yürür, ben çoluğumu çocuğumu geçindiriyorum der, ben ülkem için çalışıyorum der, geleceğim güvencede der, çalışıyorum alın teri döküyorum kazanıyorum der ve dik yürür, caddede de parkta da meydanda da dik yürür, onurlu bir şekilde yürür. Vatandaş önüne bakıyor şimdi, cebinde para yok.
Bu krizin sebebi ne? Tek bir sebebi var, basiretsiz bir yönetim. Tek bir sebebi var, basiretsiz bir yönetim, öngörüsüz bir yönetim. Hep söylerdim, “freni olmayan bir kamyona bindik, yokuş aşağı gidiyoruz ne olacak” diye. İşte şimdi ağır ağır çıkıyor ortaya. Fatura kime çıkıyor? Vatandaşa çıkıyor fatura. Bunlar niye oluyor? Basiretsiz yönetim. Eğer kasaya damadını koyarsan böyle olur. Ben niye diyordum ki, liyakate önem vereceksin, sadakate değil. Liyakat olacak ki, işi ehline vereceksin. Sen işi ehline değil kasayı tuttun damada teslim ettin, damat da bunu yapıyor. Kime kızacaksınız? Vatandaşlarıma söylüyorum, kime kızacaksınız? Kasayı damada teslim edene kızacaksınız, damada değil. Kim damada teslim ettiyse o kasayı, onun hesabını soracaksınız.
Ekonomiyi betona gömersen böyle olur. Üretimden Türkiye’yi koparırsan böyle olur. Üretmek yerine rantı tercih edersen böyle olur, bu basiretsiz yönetimdir. Neden Mustafa Kemal ve arkadaşları cumhuriyetin kuruluşunda ekonomik kalkınmaya önem verdiler, mali bağımsızlığa önem verdiler, ekonomik bağımsızlığa önem verdiler? Çünkü egemen güçlerden talimat almak istemiyorlardı. Egemen güçlere karşı direnmenin yolu, ekonomik olarak güçlü olmaktan geçer. Ekonomik olarak güçlü değilsen, onların esiri olursun. Bugün geldiğimiz nokta da budur değerli arkadaşlarım.
Değerli arkadaşlarım, zengin bir ülkeyiz aslında, her şeyimiz var, ama aynı zamanda yoksuluz. Topraklarımız var mı? Var. Nehirlerimiz var, denizlerimiz var, gençlerimiz var, taşı sıksa suyunu çıkaracak. Çiftçimiz var çalışkan, sanayicimiz var öyle. Her türlü imkânımız var, ama cennet içinde yoksulluk çekiyoruz ve bir krizi yaşıyoruz. Neden? Basiretsiz yönetim yüzünden, Türkiye yönetilmiyor Türkiye savruluyor, bunu herkesin bilmesi lazım.
Tarımda kendi kendimize yeten ülkelerden birisiydik. Ne oldu da tarımda bu hale geldik? Arjantin’den mercimek alıyoruz. Yozgat’ın o güzel kokulu mercimeğine ne oldu, niye Arjantin? Dışarıdan et alıyoruz, dışarıdan hayvan alıyoruz, ne oldu? Bizim Kars, Ardahan, Iğdır oralarda, Güneydoğu’da... Bütün Ortadoğu’yu beslerdi oradaki insanlarımız. Hepsi perişan oldu. Pirinç, ta Çin’den pirinç alıyoruz. Ne oldu arkadaşlar Osmancık’ın pirinci, ne oldu Trakya’nın pirinci, niye bu insanlar perişan, niye çiftçi üretmiyor, neden elinden aldın tası tarağı, hiçbir şey üretemez noktaya geldiler. Şimdi zamlar geldi, o da Mart’ta görecek. Gidip gübre aldığı zaman görecek, ilaç aldığı zaman görecek, bütün bunların hepsini yaşayacak. Ekmeyecek, ekemeyecek çünkü, çünkü zarar edecek.
Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla bu tablo böyle bir tablo, yönetemiyorlar. Yönetemeyince bir suçlu bulacaklar. Bu sefer suçlu neyse bereket oradan yırttık, Kılıçdaroğlu suçludur demedi. Bu sefer suçlu dış güçler dedi. Dış güçler her zaman vardı kardeşim. Biz Milli Kurtuluş Savaşını kime karşı yaptık? Dış güçlere karşı yapmadık mı, o mücadeleyi vermedik mi? Ekonomik bağımsızlığımızı niye sağlayalım diyoruz? Dış güçlere karşı. Onlara faiz ödemeyelim diyoruz, onlara teslim olmayalım diyoruz. Vardı ya Lozan’da birisi İnönü’ye, “ben bu anlaşmayı imzaladım, ama yeri zamanı gelince siz benden para istemeye gelince, ben cebimden şimdi onları tek tek çıkaracağım önüne koyacağım”. Tek tek çıkarıp önlerine koyuyorlar şimdi. Memleketi bu hale getirdiler.
Dış güçler... Şu anlama geliyor. Evin kapısını açık bırakıyorsun, içeriye hırsız girip her şeyi soyuyor. Sonra çıkıyorsun meydana “hırsız var” diye bağırıyorsun. Tamam hırsız suçlu da, o kapıyı açık bırakan kim? Asıl sorumlu o değil mi, evi yöneten o değil mi? Kapıyı pencereyi açık bırakacaksın hırsız girecek içeriye, ondan sonra döneceksin hırsızı suçlayacaksın. Kabahat sende kardeşim, hırsızda değil, kabahat sende!
Değerli arkadaşlarım, israfın önlenmesi lazım. Hâlâ öyle, israfı önleme konusunda yöntem arayışına girmişler. İsraf nasıl önlenir? Allah akıl fikir versin size, bir tane ev kadınını çağırın, israf nasıl önlenir size bütün doktora tezi gibi anlatsın. Bir ev kadını çağırın, ev nasıl yönetilir bütün ayrıntıları size anlatsın.
100 günün sonunda ne oldu? Pahalılıkta rekor kırıldı. 100 günde dolar acayip fırladı, faizler düşürülecekti faizde de rekor kırdık, konkordato ve işsizlikte rekor kırdık. İşsizlik fonu yağmalandı, bir tek orada para var, orayı nasıl talan ederiz onun hesabını yapıyorlar. İş kazaları arttı, hak arayan işçiler bu 100 gün içinde tutuklandı, niye hak arıyorsun dediler. Paramızı bankaya yatır, sigorta primi kesilsin, sigortalı olalım dediler, vay sen misin bunu söyleyen, doğru içerideler, şu anda hapisteler. Yurttaşın tamamı borç batağında. Et ve gıda maddelerini ithal ediyoruz, bundan sonra da ithal etmeye devam edeceğiz, öyle görünüyor. Lükse şatafata tam gaz, tam gaz! O devletin itibarı diyorlar. Zinhar, devletin itibarı olamaz. Savurganlık yapan bir devletin dünyada itibarı olmaz. Bir devletin itibarı, ürettiği değerlerle olur. Sen üretiyorsan senin dünyada itibarın vardır. Yoksa lüks yaşa, şatafat içinde yaşa, bu sadece dünyada alay konusu olan bir konudur, itibar değildir. Tasarrufu vatandaş yapacak, savurganlığı da saray yapacak.
Garantiler için para ödeniyor şimdi. Dolar bazında verdiler garantiyi, dünyanın parasını ödüyorlar. Kiralar Türk lirasıyla olsun, dolarları bozdurun, ama bizim müteahhitlere dokunmayın, onlar ihaleyi dolarla aldı, onlar köşeyi dönecekler ve parayı da vatandaş ödeyecek bunların parasını da. Ameliyathaneler de malum krize girdi, ilaç bulunmuyor ve yurtdışına ciddi bir kaçış var değerli arkadaşlar. Biz bunları gördük ve yine söylüyorum, 11 Ağustos 2018’de İstanbul’da bir basın toplantısı yaparak krizden nasıl çıkılır bunun yollarını anlattık. Yine aynı şeyi söylüyoruz, krizden nasıl çıkılır? Bizim eksiğimiz olabilir, bu 13 madde fazladır diyebilirsiniz, burada eksiklik var diyebilirsiniz, ama hiçbir Allahın kulu bugüne kadar çıkıp şu madde yanlıştır demedi ve diyemez de zaten.
Değerli arkadaşlarım, 2 Ekim’de İstanbul’da bir cinayet işlendi. Cemal Kaşıkçı, bir Suudi vatandaşı davet edildi, randevu verildi, içeriye girdi öldürüldü, eritildi ve yok edildi. Cinayeti işleyenler önceden geldiler planları yaptılar, ilaçlarını beraber getirdiler, nasıl parçalayacaklar bütün bu ayrıntıları yaptılar, planları yaptılar geldiler. Özel uçaklarla geldiler, resmi görevle geldiler buraya. Cinayeti işlediler, sonra ellerini kollarını sallayarak yurtdışına gittiler. Arkasından konsolos da gitti. Şimdi sarayda oturan zat şunu söylüyor değerli arkadaşlarım, “Biz bu cinayetle ilgili ses kayıtlarını bizden isteyenlerin hepsine dinlettik. Ses kayıtlarını kim istediyse hepsine dinletmişler. İstihbarat örgütümüz hiçbir şeyi saklamadı. Yani Milli İstihbarat Teşkilatı hiçbir şeyi saklamadı. Suudiler dahil, ABD, Amerika, Fransa, Kanada, Almanya, İngiltere, kim istediyse hepsine biz bunu dinlettik. Kayıt gerçekten bir felaket, hatta Suudilerin istihbaratçısı kaydı dinlediğinde, herhalde bu eroin almış, bunu ancak eroin alan birisi yapar diyecek kadar şok oldu.”
Değerli arkadaşlarım, bunu gazetecilere anlatıyor. Ama hiçbir gazeteci şu soruyu sormuyor veya gazetecilere diyorlar ki sakın bu konuda soru sormayın. Kardeşim, bu ses kayıtlarını önce sen dinledin, cinayeti önce sen biliyorsun. Sen cinayeti bildiğin halde, bu cinayeti işleyenleri niye tutuklamadın, niye gözaltına almadın, neden serbest bıraktın kardeşim, neden serbest bıraktın? Üstelik bu katillerin hiçbirisinin öyle diplomatik dokunulmazlığı da yok, katil bunlar zaten. Geliyorlar cinayeti işliyorlar, sana bandı da izletiyorlar, sesi de dinletiyorlar. Bunu dinliyorsun ve diyorsun ki, bütün dünya istihbarat örgütüne bunu dağıttım diyorsun. Kim bilmiyor? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bilmiyor. Bütün dünya biliyor, ama biz bilmiyoruz. Hadi vatandaşı bıraktın, bütün dünya biliyor, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 600 milletvekili bilmiyor. Niçin? Efendim devlet sırrını öğrenirler diye. Götürüp dağıtan sensin, veren sensiz. Şimdi yeni bir araştırma önergesi vereceğiz. O ses kayıtlarında Türkiye’de Türkiye Büyük Millet Meclisine gelmesini isteyeceğiz. Türkiye’nin onurunu koruyacağız.
Bütün bunlardan sonra bir de başkonsolosu da gönderiyor yurtdışına. Üstelik VIP’ten geçerek gidiyor. Şunu düşünemiyor: Konsolosluğun ses kaydını aldı, benim istihbarat örgütüm aldı. Dünyaya diyor ki, biz sizi de dinliyoruz diyor. Devletin itibarı, devletin saygınlığı bu kadar yerlerde sürünemez arkadaşlar. Devlet adamı olmak farklıdır, devlet adamı olmak sorumluluk gerektirir, devlet adamı olmak çok konuşmak anlamına gelmez, devlet adamı olmak kendi ülkesinin çıkarlarını savunmak demektir, devlet adamı olmak kendi ülkesinin kurumlarının da çıkarlarını savunmak demektir. Devlet adamı olmak israftan yana değil, tasarruftan yana olmak demektir. Devlet adamı olmak demek, hiçbir çocuğun yatağa aç girmemesini öngörmek demektir. Devlet adamı olmak demek, devletin saygınlığını bütün platformlarda korumak ve sağlamak demektir. Devlet adamı olmak demek, şatafattan israftan kaçınmak demektir. Devlet adamı olmak demek, kul hakkı yememek demektir. Devlet adamlığı budur.
Sizi biraz geriye götüreceğim, 11 Kasım 1918, birinci dünya harbinin bittiği tarih. 11 Kasım 1918’de birinci dünya harbi sona erer ve 11 Kasım 2018’de yani 100 yıl sonra Avrupa’da buluşurlar birinci dünya savaşı bitti diye. Bizim için savaş daha önce bitmişti, 30 Ekim 1918’de Limni Adasında yapılan Mondros Mütarekesiyle bizim için bitmişti. Yani dönemin hükümeti, dönemin sarayı egemen güçlere havlu atmış ve teslim olmuştu. Mondros Mütarekesi 31 Ekim 1918’de yürürlüğe girdi ve 2 Kasım 1918’de hemen iki gün sonra, dönemin önemli liderleri Osmanlıyı savaşa sokanlar, binlerce insanı perişan edenler Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa bir Alman zırhlısına binerek yurdu terk ettiler. 3 Kasım 1918, İngilizler Musul’u işgal ettiler, 7 Kasım 1918 Yıldırım Orduları Karargâhı Komutanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün karargâhı İngilizlerin isteği üzerine lav edildi ve bu ordu dağıtılacaktır denildi. 9 Kasım 1918’de Çanakkale’nin iki yakasına da düşman askerleri çıktı. O Çanakkale’ye, her karış toprağında şehitlerin olduğu Çanakkale. O Çanakkale, Mehmet Akif’in destanlar yazdığı Çanakkale, o “Çanakkale geçilmez” denilen Çanakkale. 9 Kasım 1918’de o Çanakkale’nin iki tarafına da düşman askerleri girdi ve egemen oldular. Binlerce şehidimizin yattığı Çanakkale’de, tek kurşun atılmadan teslim oldular. 10 Kasım 1918, yani 100 yıl önce Mustafa Kemal Adana’dadır. Adana’dan biner trene ve İstanbul’a gelir. 13 Kasım 1918, düşman orduları donanmayı Çanakkale’yi geçmişlerdir ve Marmara Denizinde demirlemişlerdir. 10 Kasım’da trene binen Gazi Mustafa Kemal, 13 Kasım’da İstanbul’a gelir. İstanbul’da Haydarpaşa’da iner ve Kartal İstimbotuyla Galata Rıhtımına gider. Giderken denizde düşman donanmalarını görür ve “geldikleri gibi giderler” sözünü o dönem kullanır. Yani bundan 100 yıl önce ve bugün.
Evet, 100 yıl önce 13 Kasım 1918’de Gazi Mustafa Kemal “geldikleri gibi giderler” der, tam 100 yıl önce. Bu bir reddiyedir, geldikleri gibi giderler bir vatanseverin yaptığı bir reddiyedir. Düşman askerlerini istemiyorum kendi topraklarımda diyen, Çanakkale’nin işgaline, ulusun işgaline, egemenliğinin sonlandırılmasına karşı çıkan bir reddiyedir aslında. Bunu yapar ve bunu en iyi Gazi Mustafa Kemal Atatürk Gençliğe Hitabe’de anlatır. Orduların dağıtılmasını, tersaneleri, bütün ayrıntılarıyla çok kısa bir metin, ama yoğun bir metin olarak Milli Kurtuluş Savaşını anlatır orada. Devlet yönetimi artık işgalcilerin kontrolüne geçmiştir. İşgalcilerin arzuları üzerine Damat Ferit veziriazamlığa atanır, yani başbakanlığa atanır. 11 Nisan 1920, Vahdettin onun talimatıyla Şeyhülislam Dürizade Abdullah bir fetva yayınlar, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının katledilmesini ister. “Bunlar kafirdir” diye bir fetva yayınlar. 11 Mayıs 1920’de bu fetva üzerine bir mahkeme kurulur ve yargılanırlar gıyabında, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları idama mahkûm edilir. Ama Ankara’da yürekli bir müftü vardır, vatansever bir müftü vardır, halkını ulusunu milletini seven bir müftü vardır, Rıfat Börekçi. O müftü de Ankara Fetvası diye bir fetva yayınlar. Fetvanın içeriği özetle şöyledir: “Memleketi düşmanlardan kurtarmak için kavgaya girişenler asi olamaz, onlar çünkü Atatürk’ü ve arkadaşlarını asi olarak tanımlıyorlardı. Tersine, düşmanla yaptıkları savaşlarda ölenler şehit, kalanlar gazi olur. Düşmanların zoruyla İstanbul hükümeti tarafından çıkartılmış fetvalara uymak dinen caiz değildir” der ve Rıfat Börekçi bunu söyler.
Bu fetva Anadolu’daki 153 müftü ve alim tarafından onaylanır ve kabul edilir. Ve İstanbul hükümeti bu fetva üzerine Rıfat Börekçi ve arkadaşları için de gıyabında yargılanmasına karar verir. Düşmanların isteği üzerine göre, yani Osmanlıyı işgal edenlerin isteği üzerine Rıfat Börekçi ve arkadaşlarının gıyabında yargılanmasına karar verir. Ve Rıfat Börekçi ve arkadaşları bu fetva nedeniyle idama mahkûm edilirler. Rıfat Börekçi daha sonra kurtuluş savaşı başlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun, Erzurum, Amasya gezileri, cumhuriyetin ilan edilmesi gibi bir süreç vardır. 31 Mart 1924’te Mustafa Kemal Diyanet İşleri Başkanlığını kurar. Genelkurmay Başkanlığıyla Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş tarihi aynı gündür ve Diyanet İşleri Başkanlığına o vatansever, halkını düşünen, milletini düşünen, mücadele eden, Milli Kurtuluş Savaşında bile, o kurtuluş savaşını veren şehitlerimizin gazilerimizin arkasında duran Rıfat Börekçi’yi Diyanet İşleri Başkanı yapar. Rıfat Börekçi’ye Allahtan rahmet diliyoruz. 1941 yılına kadar, ölünceye kadar Diyanet İşleri Başkanlığını yapar.
Değerli arkadaşlarım düşünün, 98 yıl önce Atatürk ve arkadaşları için idam kararı verildi, 98 yıl önce Rıfat Börekçi ve arkadaşları için idam kararı verildi. Bugün geldiğimiz noktaya bakın. Neden idam kararı verildi? Ülkenin geleceği için, ülkenin bekası için. Düşmanla mücadele etmek, şehit kanları, canlarını seve seve vermek ve dolayısıyla ülkenin bağımsızlığı için, ülkenin özgürlüğü için, yetimin hakkı için, bayrağın hakkı için, bunun için mücadele edildi. Ve bu insanlar canlarını feda etmekten, gözlerini dahi kırpmadan yollarına devam ettiler. Ama saray bunlar hakkında idam kararı verdi.
Değerli arkadaşlarım, bunlar düşmanı temizlediler, ülkemizin bağımsızlığını sağladılar. İnancımızı özgürce yaşamaya başladık ve iyi ki aramızda Rıfat Börekçi’ler ve Mustafa Kemal’ler var. Onlara her zaman her ortamda şükran borçluyuz.
98 yıl önce Damat Ferit’ler vardı, Dürizade Abdullah’lar vardı, yani o dönemin fetvasını veren kişiler vardı. Ama 98 yıl önce Mustafa Kemal’ler ve Rıfat Börekçi’ler de vardı. Şimdi geldik 98 yıl sonraya, aynı tablo yine toplumun önündedir. İlk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve şimdi 18. Diyanet İşleri Başkanı var. Ve bu Diyanet İşleri Başkanı, “keşke Yunan galip gelseydi” diyen kişinin önüne gidip diz çöküyor önünde. Hiç kimsenin, şehitlerin...
Bakın, bu ülkenin kurtuluşunda, bu ülkenin bağımsızlığında binlerce şehidimiz vardır binlerce, düşmanı temizlemek için. Binlerce acı vardır, kan vardır, gözyaşı vardır. Kadın demedik, erkek demedik, yaşlı demedik genç demedik, çoluk çocuk demedik, dişimizi tırnağımıza taktık ve bu ülkenin minarelerinde ezan özgürce okunsun diye. Sen şimdi kalkıyorsun, “keşke Yunan galip gelseydi” diyen adamın önüne diz çöküyorsun. Ben bunu kabul etmiyorum.
Daha acı bir şey, bizim inancımızda da ve insan olmanın da gereği, ölenin arkasından rahmet okuruz. Hiç tanımadığımız karşılaşmadığımız tokalaşmadığımız bir insanın cenazesine bile katıldığımızda, imam helallik ister, hakkınızı helal edin der. Bizim inancımızda da bu vardır. Biz ölenin arkasından rahmet okuruz, hakkımızı helal ederiz. Niçin? İnsan olmanın gereği, hepimizin hataları olabilir kusurları olabilir, ama musalla taşında diyor ki ona hakkınızı helal edin, öbür tarafa birisinin hakkı kalarak gitmesin diyor. Ve bu kişi bayrağına düşman olan bu kişi, vatanına düşman olan bu kişi, inancımıza düşman olan bu kişi kalkıyor, keşke Yunan yani keşke düşmanlar galip gelseydi diyebiliyor. Ve bu kişi şunu da söyleyebiliyor. “10 Kasım’da 09.05 geçe kenefe gidin” diyen bir kişi ve bu kişiyi Diyanet İşleri Başkanı ziyarete gidiyor, üstelik 9 Kasım’da gidiyor. Ve ne diyor?” Ziyaret 9 Kasım tarihinde tamamen insani duygularla yapılmıştır.” Bunun insani duygularla ne ilgisi var, ne ilgisi var? Hadi sen gittin, altında makam araban var, üstünde de cübben var, yani resmi kıyafetin var. Resmi kıyafetle gidiyorsan Diyaneti temsilen gidiyorsun sen oraya. Sen bunu bilmiyorsan, o koltuğu derhal, ama derhal terk et. Sana o koltuğu sağlayanlar idamla yargılandılar, Rıfat Börekçi idamla yargılandı, Mustafa Kemal idamla yargılandı. Sana o koltuğu sağlayanlar idamla yargılandılar ve sen tarihine ve inancına da ihanet ediyorsun. Şehitlere de gazilere de ihanet ediyorsun. Böyle bir şey olamaz, gerçekten böyle bir şey olamaz. Aklın almayacağı bir şey, tarihinden bu kadar geleneklerinden töresinden, şehitlerinden gazilerinden bu kadar uzak bir kişiyi hayatım boyunca hiç görmedim ve tanığı da olmadım.
Ama arkasından gencecik çocuklarımız var, Genç İmam Hatipliler Derneği var. Genç bir çocuk, Muhammed Samet Akkaya. Atatürk’e birisi hakaret ettiğinde, kişi gözaltına alınıyor ve bu arkadaşımız bir açıklama yapıyor: “Sevgi, saygı ve hoşgörü evresi inançlarımızın vazgeçilmezidir. Mustafa Kemal Atatürk bu ülkenin kurucusu, bir değeri olduğu gibi, bu ülkede yaşayan herkesin de saygı duyması gereken bir şahsiyettir.” Genç bir çocuk, genç bir imam hatipli, vatan sevgisi olan bir imam hatipli. Ve Diyanet İşler Başkanı için de, ona ders verir gibi bir açıklama yapıyor. “İslam dinini temsil eden birisi hoşgörülü olmalı ve bulunduğu toplumun değerlerine saygı duymalı. Saygı duyan insanlarla bir olmalı ve her zaman da saygı duymayı tavsiye etmeli. İslam’ı temsil eden birisi toplumumuzu birleştirmeli, ayrıştırmamalı ve insanların nefretini kazanacak işlerden uzak durmalı. Biz bir çocuğun kuşu öldü diye, o çocuğa taziyeye giden bir peygamberin ümmetiyken, bizim hoşgörü kazandıracak iş ve işlemlerde bulunmaktan başka hiçbir işimiz olmamalı” diyor bu gencecik parlak zeki, ülkesini seven, tarihine saygılı, herkesin inancına saygılı olan gencecik bir evladımız. Bu evladımızın gözlerinden öpüyoruz.
Genç İmam Hatipliler bir araya geldiler ve bunlar bir araya geliyor, ama bunların bir de yemin metni var. Onu da okumak istiyorum size. Onların yemin metninde şöyle diyor: “Hiçbir zaman adaletten şaşmayacağıma, ahlaklı ve temiz bir dünya için çalışacağıma, mazlum nerede olursa olsun kol kanat gereceğime, her koşulda hakkın ve haklının yanında duracağıma yemin ederim. Zulmeden en yakınım dahi olsa, zalimden taraf olmayacağıma söz veriyorum” diyor. Biz de senin yanında bu sözleri tuttuğun sürece senin yanında olmaya söz veriyoruz kardeşim.
Bütün bu laflardan sonra o zatın o koltukta oturmaması lazım. Bir daha söylüyorum, bütün bu laflardan sonra o zatın o koltukta oturmaması lazım. O koltuk cumhuriyet tarihine ihanet koltuğu değildir. O koltuk sevginin, saygının, hoşgörünün koltuğudur. O koltuk 72 millete bir yaklaşma koltuğudur, o koltuk her inanca her kimliğe saygı koltuğudur, o koltuk saygıdeğer bir koltuktur. O koltukta insanlar ayrıştırılmaz, insanlar bölüştürülmez, insanlar kin ve nefrete sürüklenmez. O koltuk saygının gereği, saygıyı temsil edecek birisinin koltuğudur. O nedenle o zatın o koltuğu bir an önce bırakması da benim en büyük arzumdur.
Teşekkür ederim.
23.11.2024
23.11.2024
23.11.2024
22.11.2024