01.12.2020

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (1 ARALIK 2020)

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:


Teşekkür ederim arkadaşlar.
Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer vatandaşlarım; hepinize en içten selamlarımı, saygılarımı ve muhabbetlerimi gönderiyorum. Ben ve arkadaşlarım 83 milyonu kucaklıyoruz. Güzel bir Türkiye için, umutlu bir Türkiye için, gelişmiş bir Türkiye için, insanlara, dünyaya katkı veren bir Türkiye için çaba harcıyoruz.
Bir ön yargımız yok. Kimseye kinimiz de yok, intikam alma duygumuz da yok. Kimseyi tehdit etme gibi bir amacımız da yok ama tek bir amacımız var. Tek bir amacımız, bu ülkede 83 milyonun karnı doysun, 83 milyon bu ülkede huzur içinde yaşasınlar. Farklı düşünceler, başımızın üstüne. Farklı görüşler, başımızın üstüne. Farklı kimlikler, herkesin şerefidir. Farklı inançlar, Allah'la kul arasındaki bir şeydir. Farklı yaşam tarzları, saygı duyacağız. Amaç bütün farklılıklarımızı zenginlik kabul edip, güzel Türkiye'yi yeniden inşa etmektir. Aramızda engelli kardeşlerimiz, daha doğrusu engelli sivil toplum örgütlerinin temsilcileri var. Sizlere hoş geldiniz diyoruz; Grubumuzu onurlandırdınız, onu da ifade edeyim.
Bizim bu konuda ısrarla söylediğimiz bir şey var: Çok sayıda engelli kardeşimiz işsiz. Binlerce işsiz var ama yasaya göre devletin istihdam etmesi gereken engelli kadrolarının büyük bir kısmı boş. Niye atama yapılmaz? Hangi gerekçeyle atama yapılmaz? Engelli var mı? Var. Boş kadro var mı? Var. Yasal zorunluluk mu o boş kadroyu doldurmak? Evet, yasal mecburiyet. Niye atama yapmıyorlar? Çünkü bir engelli karnını doyuracak. Aç kalması lazım, iktidarın anlayışı bu. Peki bu anlayışa engelliler destek verecek mi? Destek vermemeleri lazım. Şimdi şunu söyleyeyim: "O boş kadrolar orada duruyor. Bizler de evimizde, sokaklarda işsiz olarak duruyoruz. Yarın sandık önümüze geldiğinde biz bunun hesabını siyasi iktidardan soracağız." Ben sizden bunu bekliyorum, bunu bekliyorum.
Efendim 2015 yılında, Diyarbakır'da Tahir Elçi katledildi 28 Kasım günü. Tahir Elçi o gün yaptığı basın toplantısında: "Bu kadim bölgede çatışma istemiyoruz" demişti. Diyarbakır bir kadim bölge midir? Evet, kadim bir bölgedir. Devletimizin kadim bir bölgesidir. Tarihiyle, coğrafyasıyla kadim bir bölgedir. Çok sayıda düşünür çıkmıştır o topraklardan; çok sayıda yazarı, çizeri, romancısı, tarihçisi çıkmıştır. O kadim topraklarda çatışmanın olmaması lazım. Bu basın toplantısını yapıyor ve vuruluyor. Aradan geçen süreye karşın bugüne kadar failler bulunmadı. Değerli arkadaşlarım; faili meçhul cinayetler bir demokrasinin ayıbıdır. Bunun mutlaka bulunması, faillerin yargı önüne çıkarılması gerekiyor.
İskeçe Müftümüz Ahmet Mete tehdit ediliyor. Allah aşkına söyler misiniz, bir din adamı niye tehdit edilir? Üstelik ölümle niye tehdit edilir? Bu tehdidin bir sonucu olacak mı? Hayır, sonucu da olmayacak ama Müslümanlara karşı, inanca karşı, bir inanca karşı eğer insanlar müftüyü hedef seçip, o inancın mensuplarını cezalandırmak istiyorlarsa, sonuç alamazlar. Bizim inancımız, bizim dinimiz barışı öngörür, sevgiyi öngörür, kardeşliği öngörür. Her inanca saygıyı öngörür. Bu tehditler bizi ve oradaki soydaşlarımızı asla yıldıramaz. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak yurtdışında yaşayan soydaşlarımızın her zaman, her ortamda yanında olacağımızı ifade etmek isterim.
Bir de güzel haberimiz var: Ritmik Jimnastik Avrupa Şampiyonası'nda Türkiye altın madalya kazandı. Gerçekten de arzu ettiğimiz başarıya ihtiyacımız var. Uluslararası başarılara ihtiyacımız var. Sevinmeye ihtiyacımız var. Göğsümüzü germeye ihtiyacımız var. Bu federasyonun başkanı Suat Çelen'e, emeği geçen antrenörlere, teknik ekibine ve sporcularımızın ailelerine yürekten teşekkür ediyorum. Hepsiyle görüşeceğim. Duygu Doğan, Azra Akıncı, Peri Berker, Nil Karabina, Eda Asar. Siz bayrağımızı göndere çektiniz, İstiklal Marşımızı okuttunuz, size şükran borçluyuz.
Değerli arkadaşlarım; geçen hafta ağırlıklı olarak eğitime değinmiştik, öğretmenlerin sorununa değinmiştik, atama bekleyen öğretmenlerin sorununa değinmiştik ve eğitimin ne kadar önemli olduğunu, bir toplum için ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştik. Eğitilen bir toplum, dünyada söz sahibi olur. Eğitimli bir toplum, kültürünü geliştirip sanatını geliştirir. Eğitimli bir toplumda buluşlar, icatlar olur, dünya sorgulanır, yaşam sorgulanır. Merak duygusu giderek büyür ve öğretmenler, çocuklarımızı yetiştirmek için her türlü fedakarlığı yapar ama eğitim dünyamızda da büyük sorunlar var. Beş temel başlık altında, Cumhuriyet Halk Partisi iktidar olduğunda öğretmenlere nasıl baktığımızı ve neler yapacağımızı anlatmıştım. Kısaca bu beş temel çözümü, hedefi tekrar öğretmen kardeşlerimin dikkatine sunmak istiyorum:
Bunlardan birincisi, iktidar olduğumuzda ilk yapacağımız iş, öğretmenler meslek kanununu çıkarmaktır. 657 sayılı Devlet Memurları Yasasından öğretmenleri çıkaracağız. Öğretmenler için ayrı bir meslek kanunu çıkaracağız. Öğretmenler, toplumun en saygın bireyleri olmak zorundadır. Hakimler ve savcılar için nasıl ayrı bir yasa varsa, öğretmenlerimiz için de ayrı bir yasa olacak. Sizi seviyoruz bütün öğretmenler, sizi seviyoruz, size inanıyoruz; sizin toplumda bulunduğunuz kaynanam yukarısına taşımak istiyoruz.
Hiçbir öğretmen yoksulluk sınırının altında aylık almayacak. Hiçbir öğretmen yoksulluk sınırının altında aylık almayacak. Kadrolu öğretmen, ücretli öğretmen, sözleşmeli öğretmen garabetine son vereceğiz. Bütün öğretmenler kadrolu olacak. Herkesin güvencesi olacak. Yeter mi? Hayır.
Her 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde, öğretmenlere birer maaş ikramiye vereceğiz. Helâlinden vereceğiz. 83 milyonun özverisiyle vereceğiz.
Onlar bizim çocuklarımız için gecelerini gündüzüne katıyorlar ve öğretmenlere yine 3600 ek gösterge vereceğiz. Öğretmenler emekli olduklarında şuna veya buna muhtaç duruma düşmeyecekler.
Üçüncüsü eğitim yatırımları, eğitim bütçesi var ama yatırım bütçesi çok az. Türkiye'nin toplam yatırımlarının en az yüzde 18'ini eğitim yatırımlarına ayıracağız. Nerede çocuk varsa, orada okul ve öğretmen de olacak. Köy okullarını açacağız. Taşımalı eğitime son vereceğiz. Çocuklar okula geldiklerinde karınları doyacak çocukların.
Atama bekleyen öğretmen sorununu büyük ölçüde bu çerçevede çözeceğiz. Öyle sabah ayrı okul, öğleden sonra ayrı sınıflar, birleştirilmiş sınıflar... Bütün bu uygulamalara son vereceğiz.
Dördüncüsü değerli arkadaşlarım; eğitimin üretime dönük olması lazım. Eğitimin bir istihdam yaratması lazım. Dolayısıyla bütün organize sanayi bölgelerinde teknoloji liseleri kuracağız. En az 6 yıl olacak, yatılı olacak; anneye, babaya yük olmayacak. Teknoloji liselerini Milli Eğitim Bakanlığı ve organize sanayi bölgesi yönetimi birlikte yönetecek. Bütün altyapıyı, malzemeleri organize sanayi Bölgesi alacak. Teknoloji yenilendikçe, yeni araçlarla okulu donatacak. Belli bir sınıftan sonra öğrenci, eğitim aldığı konuda ilgili fabrikada stajını yapacak. Staj yaptığı süre içinde onun sosyal güvenlik primlerine devlet ödeyecek ve eğer üniversiteye gitmek istiyorsa, izdüşümü olan fakülteye artı puanla gidecek. Bu teknoloji liselerine olan talebi artıracak. En yetenekli çocuklarımızın buraya gelmesini istiyoruz. Asıl hedefimizde bu zaten.
Ve beşincisi, her okulumuzun bir bütçesi olacak. Müdür gidip dilencilik yapmayacak. Okul aile birliği ve okul yönetimi, okul bütçesini gayet sağlıklı bir şekilde oluşturacak ve yönetecek. Böylece merkezden değil, okul bizzat okul müdürü tarafından ve okul aile birliği ile birlikte yönetilecek. Bu sözlerimi, bu taahhütlerinin bütün öğretmenlerin hafızalarına kazanmalarını isterim. Gün gelecek bunu bize soracaksınız. "Şu sözü vermiştiniz Ey Kılıçdaroğlu. Grup toplantısında vermiştiniz. Yaptınız mı, yapmadınız mı? Yapacak mısınız, yapmayacak mısınız?" Takipçisi olacağız ve kesinlikle yapacağız, kesinlikle. Dostlarımızla birlikte iktidar olduğumuzda göreceksiniz, milli eğitimi göreceksiniz, öğretmenleri göreceksiniz, 3600 ek gösterge göreceksiniz, güzel okulları göreceksiniz, pırıl pırıl okulları göreceksiniz, çalışkan öğrencileri göreceksiniz. .
Değerli arkadaşlarım; bir pandemi süreci yaşıyoruz. Büyük sıkıntılar var mı? Evet, büyük sıkıntılar var. Olay başladığında hükümete yönelik hiçbir eleştiri getirmedik. "Neden bunu yaptın ya da neden bunu yapmadın?" diye bir eleştiri getirmedik. Bir felaket vardı. Biz de çözümler önerdik. Dünyadaki uygulamalara baktık. "Şunu yapın, şunu yapın; şunu yaparsanız iyi olur, vatandaş memnun olur, vesaire" diye önerilerimizi yaptık. Bu önerilerin yüzde 99'u uygulanmadı ve pandemi süreci iyi yönetilemedi arkadaşlar. Nasıl bir anlayıştır? "Uçağa binmeye yasak" diyorsunuz. "Uçak biletinde efendim KDV'yi 18'den 1'e indirdim" diyorsunuz. Neden? "Efendim pandemi sürecinde vatandaşlar tasarruf yapsın" diye. Ne tasarrufu yapacak vatandaş? Ne kolaylığı olacak vatandaşın? Ne olacak yani? Bu kadar akıl dışı uygulamalar, gerçekten akıl dışı uygulamalar.
13 bin 746 vatandaşımızı resmi rakamlara göre hayatını kaybetti. Gerçek rakamlar bunun çok üstünde, çok üstünde. Biz, belediyelerimiz zaten defin işlemini yapıyor. Doktorların raporları da var. Salgın hastalık dolayısıyla, COVİD dolayısıyla ölümler; topluyorsunuz bu rakamı katlıyor. Baştan şunu söyledim: Devletseniz ve gerçekten toplumda bir saygınlığın olmak gerekiyorsa, yani yönetiyorsanız devleti, hükümetseniz ve toplumda bir saygınlığınızın olması gerekiyorsa, rakamları doğru açıklayın. Vefattır bu, kişi vefat etmiştir. Zaten sağlık çalışanlarımız ellerinden gelen bütün çabaları gösteriyorlar. Devlet dediğiniz kurum yalan söyler mi? Veya hiç rakam açıklamazsınız. "Biz karar aldık, rakam açıklamıyoruz" derseniz onu da anlayışla karşılarım. Ama yanlış rakam açıklamak kadar Türkiye'nin itibarını dünyada sarsan başka bir şey yoktur. Türkiye'nin rakamlarına hiç kimse inanmıyor. İster Papua Yeni Gine, ister efendim Güney Afrika Cumhuriyeti, ister Kanada, hangi ülkeyi alırsanız alın, Türkiye'nin rakamlarına kimse güvenmiyor. "Doğru değil bu rakamlar" diyorlar. Türkiye'yi bu hale niye düşünüyorsunuz? Ayıp değil mi? Yazık değil mi?
Başta Türk Tabipler Birliği biliyorsunuz açıklama yaptı, "Bu rakamlar doğru değildir" diye, Türk Tabipler Birliğini terörist ilan ettiler. Akıl dışı. Böyle bir devlet yönetimi olabilir mi? Bir kişinin hastalığını kim bilir? Kaymakam mı bilir, vali mi bilir, bakan mı bilir, cumhurbaşkanı mı bilir, kim bilir? Esnaf mı bilir, manav mı bilir? Hayır efendim, doktor bilir. Doktor da diyor ki: "Bunun hastalığı budur, sayısı da budur." Vay efendim sen bunu nasıl söylersin? Neden? Sağlık Bakanlığı bir rakam açıkladı, artık o tamamen doğrudur. Yanlış.
Değerli arkadaşlarım, ana ilke neydi? Ana ilke, salgının yayılmasını engellemektir. Tedavi ya zaten hastanelerde yapılacak. Sen hükümet olarak sana düşen görev, salgının yayılmasını engellemek için her türlü önlemi alacaksın. Vatandaşına saygı duyuyorsan, onun canını korumak istiyorsan, salgınla ilgili görevleri, yetkileri neyse bunların tamamını alacaksın. Bu yapıldı mı? Yapılmadı. Şu anda geldiğimiz nokta acı arkadaşlar. Salgın yönetiminde dünyanın en kötü yönetilen dördüncü ülkesiyiz, Avrupa'nın da birinci ülkesiyiz. Bu doğru mu? Doğru. Peki ülkeyi yönetenler bu sonuçtan dolayı utanıyorlar mı? Utanmazlar. Utanmazlar, "yalan söyledim" diyor, yalan söyledim, yani akıl dışı bir olay.
Şimdi yeni sınırlamalar... Dün oturdular. 4 saat mi sürdü, 5 saat mi sürdü kabine toplantısı? Tayyip Erdoğan çıktı, 2-3 dakikayı salgına ayırdı: "Şu şu, şu önlemleri aldık." Dikkatle arkadaşlarım da dinlemişler, önlem alındığı doğru. Dükkanlar kapanacak, şunlar bunlar kapanacak. Peki, salgınla ilgili yani sağlıkla ilgili önlemler tamam. Ekonomiyle ilgili önlemler? Tek satır yok. Adamın dükkanını kapatıyorsun, manavı kapatıyorsun, kahveyi kapatıyorsun, pastaneyi kapatıyorsun, sinemayı kapatıyorsun, her şeyi kapatıyorsun, AVM'leri kapatıyorsun... Peki ne yapacak bu adam, nasıl geçinecek? Nasıl geçinecek bu adam? Bununla ilgili tek bir cümle kurulmadı, tek bir cümle.
Buradan bütün esnaf kardeşlerime sesleniyorum: Dün 3-4 saat oturup konuşacaklar, 3-4 saat "salgının nasıl engelleriz?" diye çaba harcayacaklar, konuşacaklar. Çıkıp 1-2 dakika konuşacak, sokağa çıkma yasağını ilan edecek ama ekonomiyle ilgili tek bir cümle dahi kurulmayacak. Sevgili esnaf kardeşim; böyle yapıyorlar, sen bunları gayet iyi biliyorsun, gayet iyi tanıdın. Önüne önümüzdeki süreç içinde sandık gelecek. Demokratik yollarla bunlara ders vermek, senin boynunun borcudur kardeşim, senin boynunun borcudur. Bunlara oy vermeyeceksin.
Bakın bir kantinci bana şunu göndermiş: Sayın Başkanım, bir kantin işletmecisi olarak iflas eşiğindeyiz. Devletimizin verdiği 25 bin TL kredi taksitlerini 8 aydır kapalıydık. "Tam açıldı" derken yine işsiz kaldık. Evimizin masraflarını karşılayamaz olduk. Para kazanmadan kredi borçlarını nasıl ödeyeceğiz?
Doğru mu? Doğru. Dükkan kapalı, nasıl ödeyecek? Borç verdin, para vermiyor; yardım için para vermiyor, borç veriyor. Bir de faiz yüklüyor üstüne. "Kimse bizleri düşünmüyor. Madem yardım yok, en azından vergi ve kredi ödemelerinizi dondurulsun. Bizlerin sesi olun. Saygılarımı sunarım." Sevgili Volkan Kara kardeşim, ben bütün esnafların sesi olmaya söz verdim. Bütün esnafların, bütün garibanların, bütün kimsesizlerin, hepsinin sesi olmaya söz verdim. Sadece ben değil, bütün milletvekillerimiz söz verdim. 81 ile sizin için gittik. 81 ilde esnafı, sanatkarı sizin için dinledik. 81 ilde "bu sorun nasıl çözülür?" diye oturduk, dinledik, 17 maddelik çözüm önerisini sizlere tekrar sunduk. Biz sizi düşünüyoruz. Siz bu devletin orta direğisiniz; en güçlü olan sizsiniz. Önünüze sandık geldiğinde bunlara hesap soracaksınız.
Değerli arkadaşlarım; toplam 383 bin işyeri kapanacak. Buralarda aileleriyle beraber 2 milyon 100 bin kişi işsiz kalacak, daha doğrusu gelir elde etmeyecek. 2 milyon 100 bin kişi... Şimdi esnaf kardeşlerime şunu söyleyeyim: "Orta direktir" dedim. Devletin teminatıdır esnaf kardeşimiz. Esnaf kardeşimiz Ahi Evran ocağından gelir. Ciddi bir kültürü, ciddi bir kültür derinliği vardır. O da doğru. Bunun sonucudur ki, bizim Anayasa'mız esnaf ve sanatkar için özel bir düzenleme yapmış. Anayasa'mız, esnaf ve sanatkar -bakın sanayici için yok ama esnaf ve sanatkar için özel bir düzenleme yapmış. Anayasa madde 173: "Devlet, esnaf ve sanatkarları koruyucu ve destekleyici tedbirleri alır." Dikkat buyurunuz "alır" diyor, "alabilir" demiyor. Esnaf ve sanatkarı hem koruyacak hem de destekleyecek tedbiri alır. Pandemi döneminde sizi korudu mu? Hayır. Sizi destekledi mi? Hayır. Anayasa'yı ihlal etti mi? Anayasa'yı ihlal etti. Anayasa'nın gereğini yaptı mı? Anayasa'nın gereğini yapmadı.
Ama 5 maskeyi dağıtmaktan aciz olanlar, bizim belediyelerin yapmak istedikleri yardımların önüne de engel çıkardılar. Aşevleri için toplanan paralara bile el koydular. Vatandaşın "fakir fukaraya verilsin" diye belediyelere vermek istedikleri paralara el koydular. Esnafa yardım için yapacakları maddi imkana da el koydular. Dolayısıyla, ben bütün esnaf kardeşlerime şunu söylemek isterim: "Dükkanı kapat" dediler, kapatmaları doğrudur. Ama kapatıyorsa devlet, bu talimatı veriyorsa sosyal devlet olarak ona o geliri sağlamak zorundadır. Orada çalışan binlerce kişi var, o gelir sağlanmıyor.
Değerli arkadaşlarım; size bir şey sağlanmıyor, sadece borç veriliyor esnafa. Peki Katar'a ne yapılıyor? Beni iyi dinle esnaf kardeşim, beni iyi dinle: Sana "dükkanı kapat" dediler, kapattın. "Git bankadan borç al, üstüne faizci var, zamanı gelince ödeyeceksin" dediler. Borçlandırdılar seni. İkinci kez tekrar "dükkanını kapat" dediler. Şimdi kapatacaksın. Gelir? Sana bir gelir vermiyorlar. Ama futbol karşılaşmalarını ihaleyle alan bir Katar firması, 500 milyon dolara ihaleyle alan bir Katar firması dedi ki: "Ya dolar çok yükseldi ve Türk Lirası eriyor. İhaleyle aldığım doğru, sözleşme yaptık doğru, altına imza attık doğru; ben paramı demeyeceğim, futbol kulüplerine para ödemeyeceğim" dedi. Yargı var, mahkemeye gitseler kazanacaklar. Çünkü ödemek zorunda. Kimse korkudan mahkemeye de gidemiyor. Ne yaptılar? Bir kalemde 90 milyon dolar indirdiler. 500 milyon dolardan, 90 milyon doları bir kalemde bir kişi için, bir Katar firması için 90 milyon doları indirdiler.
Peki, esnaf kardeşim senin vergini indirdiler mi? Bu 90 milyon doları sana verselerdi, çoluk çocuğunla rahat etmez miydin? 90 milyon doları verseler de yanında çalışan 2 kişiye, 3 kişiye, 5 kişiye, en azından asgari ücret kadar para verilemez miydi? Bir firmanın talebiyle 90 milyon indirdiler. Yetti mi? Yetmedi. 90 milyon dolarlık kıyak geçtiler bir firmaya. Ayrıca firma sahibi dedi ki: "Yahu bu dolar sürekli artıyor. Bunu Türk Lirası'na çevirin ve sabitleyin." Erdoğan'a talimat veriyor, düşünebiliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne talimat veriyor, "böyle yapacaksanız" diye. Bunlar hemen "emredersiniz" diyorlar, 5,80'e doları endeksliyorlar. Dolar 7 lira ama onun için 5,80. Bunu da kabul ettiler. Bunu da Gençlik ve Spor Bakanı, büyük bir başarıymış gibi Twitter hesabından yayınladı.
Peki gelelim başka bir konuya: Katar firmasına bu kıyağı geçtiniz, güzel. İmkanı sağladınız, o da güzel. Kahveyi kapatınız, o da güzel ama bu kahve maçları yayınlıyordu, Digitürk abonesiydi. Şimdi diyorlar ki: "Kahve kapandı ama sen abone parasını ödeyeceksin." "Ama nasıl ödeyeceğim?" diyor. "Ödeyeceksin, yoksa icraya giderim" diyor. Bütün esnaf kardeşlerimin bunu bilmesi lazım. Dolayısıyla esnaf kendisini yalnız hissediyor, sahipsiz hissediyor. Hiç kendini sahipsiz hissetme kardeşim, umutsuzluğa da kapılma kardeşim. Bu devran değişecek. Esnaf Bakanlığı kurduğumuz zaman derdini anlatacak bir bakan, sorununu çözecek olan bir bakan bulacaksın. Bunlar bunu yapamazlar, bunlar bunu yapamazlar.
Sadece esnaf mı? Hayır, çiftçiler de aynı pozisyonda. Amasya Kızılca Köyü çiftçileri traktörlere bindiler, Tarım Kredi Kooperatifleri protesto ettiler. Çünkü traktörlerini icra memurları aldı kanuna aykırı olarak. Onlarda "Tarım Tefeci Kooperatifi" diye açıklama yaptılar. Doğru mu? Evet, doğru. Soru şu: Hükümet kime çalışıyor? Esnaf kardeşim, sana sormak isterim: 18 yıldır iktidarda olan bu hükümet kime çalışıyor? En çok kaynağı, en çok parayı kime veriyor?
Fabrika kurana mı? Metroyu yapana mı? Çiftçiye mi, esnafa mı, sanayiciye mi? Turizmciye mi ,istihdam yaratana mı? Hayır. En çok parayı tefecilere veriyor. Son rakamı açıklayayım kardeşim: Son 18 yılda tefecilere ödenen faiz 192 milyar 70 milyon dolar. 192 milyar dolarla, tefeciler ödenen faizle yeni bir Türkiye inşa edebilirdik. Türkiye'nin her tarafını fabrikalarla donatabilirdik. Türkiye'de işsizlik diye bir olay kalmazdı, üretimsizlik diye bir olay kalmaz. Herkesin işi, herkesin aşı olurdu. Şimdi esnaf kardeşim sen soracaksın, manav kardeşim sen soracaksın: 192 milyar doları Londra'daki bir avuç tefeciye verenlerden sen hiç hesap sormayacak mısınız? Diyeceksin kardeşim: "Bu 192 milyar doları nasıl verdiniz? Eliniz titremedi mi?" 192 milyar dolar, 18 yılda ödenen dışarıya ödenen faiz. Dolayısıyla bunlar beceriksiz bir yönetimdir. Bakın doktorlar ölüyor bunların yüzünden. Sağlık çalışanları ölüyor, bunların yüzünden. Vatandaşlar ölüyor, bunların yüzünden. Bir pandemi sürecini bile yönetemediler. Bir maskeyi bile dağıtamadılar. Niçin? Her şey bir kişiye bağlı da ondan. O bir kişi kararı vermediği sürece, doktorun kararı da bir işe yaramıyor. Esnafın kararı da bir işe yaramıyor. Sanayicinin kararı da bir işe yaramıyor. Bakanların kararı da bir işe yaramıyor. Devlet, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir kişi tarafından adeta esir alınmış durumda. Yaşadığımız tablo budur.
Değerli arkadaşlarım; Katarlılara kıyak bununla bitmiyor tabii. Şimdi yeni bir broşür hazırladık, masalarınızda da var broşür. "Türkiye'yi yönetemiyorlar" diye herhalde bunu da örgütlerimiz dağıtırken büyük bir ihtimalle yine bir mahkeme kararıyla bu da toplatma kararı verilir, toplatılır bu broşürümüz de. Ne var bu broşürümüzde? Katar katar satılan Türk malları var, fabrikalar var; her şey var burada. Gayet sıradan, gayet basit yazdık biz bunları. Borsa İstanbul’un yüzde 10'unu sattılar.
Değerli arkadaşlarım; dünkü basın toplantısını büyük bir kısmını, 1-2 dakikayı pandemiye; ölen insanlara, esnafa falan hiçbir şey yok ama bize 25 dakika ayırdı, 25 dakika. Bu ne demektir? Biz onun korkulu rüyasıyız demektir. Biz onun korkulu rüyasıyız.
Şöyle diyor: "Türkiye Varlık Fonu'nun Borsa İstanbul'daki payı yüzde 80,6'dır. Bay Kemal bunu öğren, bunu bil. Bu sana lazım. Yani bir yıl öncesiyle aynıdır." Vah vah vah. Ne kadar önemli bir bilgi verdi, hayret edersiniz. Sanki kimse bilmiyor da sadece o biliyor. Onun dışında kimse bilmiyor, bana devletin bir sırrını sanki verecekmiş. Zaten dünya alem biliyor bunu. Sadece sen değil, belki sen yeni öğrendin. Yeni öğrenmiş, birisi vermiş eline notu "biz sadece şu kadarını sattık" diye. Ben sana soru soruyorum. Bu Türkiye Varlık Fonu neden Sayıştay denetimine tabi değil? Bunun cevabı var mı? Bunun başkanı niye sensin? Niye sensin bunu başkanı? Bütün kamu bankaları burada. TELEKOM burada, maden şirketleri burada, tarım, gıda; ÇAY-KUR, Kayseri Şeker burada, teknoloji firmaları burada. Erdoğan bugün istese bu kanuna göre Ziraat Bankası'nı bir Katar'daki bir bakkala 1 dolara satabilir.
Bu yetkisi var, 1 dolara veya 5 dolara veya oğluna veya bir yakınına... Niçin? İhale Kanunun da dışında, İhale Kanununa da tabi değil. Adana'dan sordum, kaça sattın sen bunu? Bilmiyoruz yahu. Varlık Fonu açıklama yapmış, 200 milyon dolar. Neye göre 200 milyon dolar? Neye göre değerli arkadaşlarım? Çünkü Borsa İstanbul'un çok kârlı bir şirket olduğunu herkes biliyor. Faaliyet kârlılığı yüzde 52. Bu kadar kârlı bir şirket yok. 200 milyon dolar... Bu şirketin 15 veya 20 aylık kârına geliyor. Yani koydu 200 milyon doları, 15 veya 20 ayda geri alacak. Böyle ballı bir satış nerede olur?
Şimdi ben soruyorum: Borsa İstanbul'un rakamlarını çıkıp millete anlatacaksınız. 2020 rakamlarını da anlatacaksınız. Kârı nedir? Gerçekten bu 200 milyon dolar mı, yoksa 425 milyon dolar mı gerçek değeri? Niye 425 milyon dolar değil de 200 milyon dolar, neye göre 200 milyon dolar? Bunun cevabını istiyorum. Erdoğan verir mi? Veremez. Veremez ama ben Borsa İstanbul'un yönetiminden istiyorum. 200 milyon doları neye göre buldunuz? Kârlılığı nedir?
Bakın değerli arkadaşlar; 2019 rakamını verdim, yüzde 52 kârlılık oranı var. 2020 yılında 600 binin üzerinde yeni yatırımcı geldi. 2020 kârının çok daha yüksek olması lazım. Bizim bu rakamları bilmemiz gerekiyor. Bu rakamları veriyorlar mı? Vermiyorlar, vermiyorlar.
Bir şey daha sorayım Sayın Erdoğan'a: Cumhurbaşkanısın, oturuyorsun orada. Katarlılara bir kıyak geçiyorsun 200 milyon dolara yüzde 52 kârlı olan bir şirketin, Borsa İstanbul'un yüzde 10'unu veriyorsun 200 milyon dolara. Fettah Tamince'nin o masada ne işi var? Ne işi var? "Fettah Tamince kim?" diyecek belki bizi dinleyen vatandaşlar. Fettah Tamince, 17-25 Olaylarından sonra -önce değil, bir daha söyleyeyim- 17-25 Olaylarından sonra Pennsylvania'ya giden kişi. 17-25 Olaylarından sonra Bank Asya’ya para yatıran kişi. O masada ne işi var? Harp Okulu Öğrencileri içerde, Bank Asya'nın önünden geçenler içeride; Bank Asya'ya para yatıranlar devletin en üst tepesinde, protokol masasında; Ak Partinin protokol masasında. Savunmasını kim yapıyor? Erdoğan'ın avukatları.
Bir daha sorayım: Fettah Tamince'nin o masada ne işi var? O yoksa yurt dışından kara para getiren birisi mi? Onun getirdiği paralar dolayısıyla ona dokunmuyor musunuz? Para için bunlar yapılır mı? Para için devletin itibarı sarsılır mı? Erdoğan bunlara cevap verir mi? Veremez, veremez, veremez değerli arkadaşlar.
Yine söylüyor Erdoğan, basın toplantısında diyor ki; lafa bakın: "Paranın rengi, dini yoktur. Para paradır. Paranın rengi, dini yoktur. Para paradır." Tam bir sömürgeci kafası, tam bir sömürgeci kafası.
Para, rüşvetin aracıdır. Merak ediyorsan kimdir bu, nasıl oluyor? Büyükelçi tayin ettiğin iki kişiye soracaksın. 1 Milyon dolarlık rüşveti nasıl aldı? Çikolata kutularında rüşveti nasıl aldı? Paranın rengi yok, dini yok, para paradır ama devlet parayı rüşvet aracı olarak kullanamaz. Rüşvet aracı olarak kullananları da o devlet büyükelçi olarak atayamaz.
Para paradır ama para aynı zamanda bir sömürü aracıdır. Paranın rengi olmaz. Doğru, dini de olmaz, doğru para paradır, doğru. Ama ne yaptı o para sana? Londra'daki tefecilere el avuç açıyorsun. "Ben faiz baronlarına karşı milli kurtuluş savaşını veriyorum" diye yüksekten atıyordun, o parası olanların önünde diz çöktün diz. Benim ağrıma giden o. Para paradır, dur. Tarihi bilmiyor, tarihi bilmiyor. O paranın egemen güçler tarafından nasıl kullanıldığını bilmiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde 83 milyon insanın Londra'daki bir avuç tefeciye nasıl hizmet eder hale getirildiğini bilmiyor. Biliyor da bilmemezlikten geliyor. Para her şey midir yahu? Bir devletin onuru var, bir devletin kimliği var. O devleti temsil eden kişinin bir onuru, bir kimliği var. "Para paradır" ne demektir? "Her şeyi veririm, yeter ki para gelsin." Anlayışa bakın Allah aşkına ve bunu çıkıp 83 milyonun önünde ifade ediyor. Bir Allah'ın kulu da çıkıp: "Yahu Sayın Cumhurbaşkanı; bu yanlış bir ifadedir. Bunu kullanmayalım. Bu her tarafa çekilir bir şeydir bu."
Osmanlı nasıl battı biliyor musun Sayın Erdoğan? "Paranın rengi dini yoktur. Para paradır" diyen yöneticiler yüzünden battı. Ne yaptılar? Borç aldılar, borç aldılar. Varlıkları sattılar, borç aldılar senin yaptığın gibi. Sonra ne oldu? O borç olanlar geldiler, bütün gelirlere el koydular; Düyun-u Umumiye'yi kurdular. Sen ne yaptın? Yeni adıyla Borçlar İdaresi Genel Müdürlüğü'nü kurdun. Duyun-u Umumiye de öyle zaten, Genel Borçlar İdaresi. Aynı yolda... O para eğer bir ülkenin yöneticilerini ve çalışanlarını ve ekonomisini teslim alırsa, işte o para emperyal paradır. Erdoğan bunları bilir mi? Bilmez efendim, bilmez. Tarih bilmez. Allah'ın cahiline neyi anlatacaksınız Allah aşkına ya, neyi anlatacaksınız?
Değerli arkadaşlarım, bağımsızlığı anlatmak isterim: Nedir bağımsızlık? Bir ülkenin bağımsızlığından ne anlıyoruz? Milli Kurtuluş Savaşını verenler ve Önderi, bağımsızlık konusunda iki temel ilkeyi getirmiştir; 2 temel ilke. Bunlardan biri siyasidir, diğeri ekonomiktir, iktisadidir. Siyasi bağımsızlığın ölçüsü nedir? "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Bayrağımın altında özgürce yaşarım. Hiçbir egemen gücün gölgesini bayrağımın üstünde görmek istemem, vatanımın üstünde görmek istemem. Özgürlük ve bağımsızlık, yani hürriyet ve istiklal, benim karakterimdir" diyor.
Ama Mustafa Kemal ikinci bir şey daha söylüyor. "Savaş meydanlarında kazanılan zaferler, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa, siyasi bağımsızlığınızı koruyamazsınız" diyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik bağımsızlığı açısından ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Tarihin en büyük sorunuyla karşı karşıyadır. Bütün vatandaşlarımın dikkatle dinlemelerini isterim: Para babaları, Erdoğan'ın deyimiyle faiz baronları, neyi istiyorlarsa alıyorlar. Neyi istiyorlarsa alıyorlar. "Faiz şu kadar olacak" deniyor. "Emredersiniz" diyorlar, faiz o kadar. Dünyada Almanya eksi faizle borçlanıyor. Yunanistan binde 9; bin lira için 9 lira faiz veriyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yüzde 6. Dünyadaki en yüksek faiz. Onların dayattıkları faizi ödüyorsunuz. Ekonomik bağımsızlığımız riski altındadır. Her şeyi sattılar, her şeyi. Dünyanın vergisini topladılar, hangi fabrikayı yaptılar? Bu soruyu sormak isterim.
Bütün vatandaşlara, 80 milyon kardeşime şu soruyu sormak isterim: 18 yılda devlet hangi fabrikayı yaptı? Öyle ya, ben bilmiyorum. Çünkü yok böyle bir şey. 18 yılda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, devlet olarak hangi fabrikayı yaptı? Hangi fabrikayı yaptı? Hadi öyle büyük fabrikalarda istemiyorum, bir çimento fabrikası, bir un fabrikası. Hangi fabrikayı yaptı? Değerli vatandaşlarım, bir iktidarın başarısı, onun ekonomik başarısı, yarattığı istihdamla ölçülür. Bir daha söylüyorum: Bir iktidarın başarısı, ekonomideki başarısı, yarattığı istihdamla ölçülür. Yani yaptığınız yatırım, izlediğiniz ekonomik politikalar sonucu memlekette işsizlik yoksa, o ekonomi politikası başarılıdır. İzlediğiniz ekonomi politikası işsizlik yaratıyorsa, siz bir avuç tefeciye ekonomiyi teslim etmişsiniz demektir. 10 milyonun üstünde işsizimiz var, 10 milyon...
Değerli arkadaşlarım; yine "Ey bu CHP'nin başındaki zat." Güzel. "Senin milletvekilin kalkacak, benim silahlı kuvvetlerime bu denli hakaret edecek, edepsizce, alçakça hakaret edecek ve sen bunu kapıya koyamayacaksın. Bak söylüyorum, bunun hesabını Mehmetçiğine, askerine bu denli sahip çıkan bu millet seni asla affetmeyecektir." Onları yaptıysam beni zaten affetmesine gerek yok, ben bu işleri bırakırım. Ben bu işleri bırakırım.
Değerli arkadaşlarım, size her hafta gelen raporlar var; bütün arkadaşlarımıza göndeririz. O raporların kapağında, Silahlı Kuvvetlerin, Genelkurmay'ın ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın siyaset konusu yapılmaması isteği vardır. Cümle olarak yazarız biz bunu. Bu nereden geliyor bu miras bize? Devleti kuran Milli Kurtuluş Savaşı geleneğinden gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarından geliyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı: "Ben milletvekili olmak istiyorum" dediği zaman, Atatürk ona şunu söylemiştir: "Ya Genelkurmay Başkanı olacaksın, ya milletvekili; ikisi beraber olmaz." Biz bu geleneğin çok iyi biliyoruz. Ordu bizim ordumuzdur, peygamber ocağıdır. Ordu aynı zamanda -hiç kimse unutmasın- Mustafa Kemal'in ordusudur.
Teşekkür ederim arkadaşlar. Şimdi bu kişiye hatırlatmak isterim, sormak isterim: Sen Başbakanken, 4 Temmuz 2003'te Süleymaniye'de, Irak'ta Süleymaniye'de biri binbaşı, 11 askerin başına çuval geçirilip, kelepçelenip, götürüldüğü zaman ne yaptın? Ne yaptın sen?
Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak tepki verdik, "nota ver" dedik Amerika'ya "kına" dedik bunu. Bunun verdiği cevap "ne notası, müzik notası mı?" Ahlaka bakın, ordu severe bakın. Bunu yapan adam orduyu sever mi? Bunu yapan adam vatan sever mi? Sen bize kalkacaksın ordu üzerinden ders vereceksin. Ya sen kim, ordu kim? Sen kim, ordu kim?
Bizim odumuzun kahraman askerleri, eksi 35 derecede, 25 derecede Allah'ın sıcağında terörle mücadele ederler. Onları bu ülkenin şerefi sayarız, namusu sayarız. Ama sen kalktın, onlara "kelle" dedin. Şehitlere "kelle" dedin. Şimdi sen de bana ordudan bahsedeceksin. Sen kim, ordu kim? Yine çıkıp bir konuşmada şikayetler geliyor. "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" dedi. Hiçbir asker yan gelip yatmadı. Onlar eksi 25-30 derecede terörle mücadele ettiler. Sen bu lafı ediyorsun, çocuklarını niye askere göndermedin? Niye paralı askerlik yaptırdın? Madem orduyu seviyorsun, madem peygamber ocağı; peygamber ocağında senin çocuğun da askerlik yapsın. Kalkmışsın, bana orduya anlatıyorsun. Sen kim, ordu kim? Sen kim, ordu kim? Ordu disiplini nedir, onu bile bilmezsin; ordu nedir, onu dahi bilmezsin. Orduyu da para gözüyle görürsün sen.
Balyoz, Ergenekon davaları oldu. Komutanlar hapse atıldı. En değerli, en kıymetli komutanlarımız, kara, deniz, hava. Kimle yaptı bunu? FETÖ ile yaptı; FETÖ ile işbirliği yaptı. Şimdi sen kalkmışsın bana: Ey Kılıçdaroğlu, ey şu, bu... Bırak sen gevezeliği, sen bırak gevezeliği. Sen FETÖ'yle işbirliği yapıp orduya kumpas kuran başbakan mısın, değil misin?
Bakın değerli arkadaşlar, bakın değerli arkadaşlar; kumpas yaptığını ben söylemiyorum, işbirliği yaptığını da ben söylemiyorum, onlar söylüyorlar. Onların milletvekili söylüyor, televizyona çıkıp söylüyor bunu biz. "Biz de ittifak yaptık. Yani FETÖ'yle biz de ittifak yaptık. Ben kendim bizzat birçok görüşmede oldum. Yani görüşmede bulundum" demek istiyorum. Aynen aldım konuşmayı, aynen aldığım için. "Ben de gidip bizzat görüşmelerde bulundum."
Sunucu soruyor: "Siz-Amerika Birleşik Devletleri-Cemaat üçünüz ortak askeri vesayeti yıktınız Türkiye'de, öyle mi? Yani orduya karşı kumpas kurdunuz ve sonuç aldınız, öyle mi?" Cevap veriyor. "Evet böyle. Aynen böyle de okuyabilirsiniz.” Kendi ordusuna, peygamber ocağına bir terör örgütüyle işbirliği yapıp kumpas kuran dünyada bir başbakan var mı? Bana ordudan bahsediyor. Sen kim, ordu kim ya? Sen orduya kumpas kuran bir başbakansın, kendi ordusuna kumpas kuran bir başbakansın sen.
Ayrıca daha da ileri gitti; o komutanların tamamı ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum oldular. O davaların savcılığını da bizzat kendisi üstlendi. Bana kalkmış ordudan bahsediyor. Emperyal güçlerin arzularını yerine getiren bir adam, kendi ordusuna karşı emperyal güçlerin arzularını ve taleplerini eksiksiz yerine getiren bir adam, bu ülkede- çok üzülerek ifade edeyim- başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Ağrıma giden budur.
Değerli arkadaşlarım; yanında bir kişi daha var: Hulusi Akar, Eski Genelkurmay Başkanı. Hemen o da Milli Savunma Bakanlığı olarak açıklamalar yaptı. Genelkurmay Başkanı ve erine kadar onları ayırıyorum, onlar bizim başımızın üstünde. Bunun altını özellikle çizmek isterim ama siyasete girdiği andan itibaren artık bizim muhatabımızdır onlar. Şimdi ben ona ve Erdoğan'a, ikisine beraber soruyorum: Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu topraklar bizim topraklarımız, o topraklar bizim topraklarımız. Orada bizim bayrağımız dalgalanıyordu. Orada Süleyman Şah'ın türbesi vardı. Sen Genel Kurmay Başkanıydın, Erdoğan Başbakandı. Kendi toprağında, kendi vatanında, terör örgütünün isteği üzerine kendi bayrağını indiriyorsun utanmadan; Süleyman Şah Türbesini kaçırıyorsun utanmadan, toprağı terk ediyorsun utanmadan. Sen bana ordudan mı bahsediyorsun ya? O talimatı kim verdi? Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilktir bakın: Kendi topraklarında, bütün dünyanın kabul ettiği kendi toprağından bayrağımı indiriyorum, Süleyman Şah Türbesi'ni kaçırıyorum; sonra da çıkıyorum: "Ey Kılıçdaroğlu, ordu, falan, falan, falan" bir sürü palavra. Ordu üzerinden bize saldıracak. Ordu üzerinden bize saldırmaz. O ordu, peygamber ocağıdır. Az önce de söyledim, o ordu Mustafa Kemal'in ordusudur, başka kimsenin değil.
Madem ordu konusunda bu kadar hassassın Sevgili Erdoğan; ordunun harem-i ismetini, kozmik odayı terör örgütüne sen açtırmadın mı? Devletin bütün sırlarını, devletin bütün sırlarını, terör örgütüne vermedin mi? Egemen güçlere tahsis etmedin mi? O sırların tamamı bugün egemen güçlerin elinde değil mi? Bunu yapana tarihte "hain" derler. Bugün de "hain" derler, yarın da "hain” diyeceklerdir.
Orduyu bu kadar seviyorsan Allah aşkına ya, ya sen başbakanken ordunun Genel Kurmay Başkanını, terörist diye hapse attırmadın mı? Hiç kimse ziyaretine gitmedi ama bu kardeşiniz 30 Ağustos'ta, tutuklu olan Genelkurmay Başkanı'nı ziyarete gitti. Neden? Ordumuza duyduğumuz saygı dolayısıyla. Ordu bizim baş tacımızdır. .
Orduyu büyüten silah değildir, silahlar değildir orduyu büyüten. Orduyu büyüten moral değerlerdir, maneviyattır, güçtür. Sen o moral değerlerin dibine dinamit koydun ya, dinamit koydun. Kalıkmışsın bana ordudan bahsediyorsun. Sen kim, ordu kim? Öyle bir noktaya getirdi ki orduyu, en önemli kritik noktalara FETÖ'nün bütün mensuplarını yerleştirdi. Bazılarını kanun değiştirerek yaptı, bazılarını kararnameyle yaptı.
Değerli arkadaşlarım, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında FETÖ'nün ne olduğuna dair askerler tarafından kendisine bilgi verildi. "Ya bu örgüt, bu cemaat böyledir" diye. "Bilgim yoktur" diyemezsin.
Başka? Yine göz bebeğimiz bir kurum daha var, Milli İstihbarat Teşkilatı. Her Milli Güvenlik Kurulu toplantısına FETO ile ilgili rapor getirdi. Sen orduyu darmadağın ettin. Sen mi ordudan bahsediyorsun? Devlete bu kadar ihanet eden bir kişi, hâlâ kalkıp ordudan bahsedip, bir de bizi suçlayacak. Sen kimsin ya, kimsin sen?
Suriye'de 36 askerimiz şehit oldu mu? Şehit oldu. Kim vurdu? Rusya vurdu. Erdoğan ne yaptı? Kınadı mı? Hayır. Katar katar gittiler, soluğu Moskova'da aldılar, Kremlin Sarayı'nda aldılar. Ne demek bu? "Ben ettim, sen etme." Hayatımda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tepe yöneticilerinin bu kadar aşağılandığına tanık olmamıştım. Bu kadar aşağılandığına tanık olmamıştım.
Putin aldı, kapının önünde dakikalarca bekletti. Erdoğan ayakta duramadı, sandalyeye oturdu. Ne oldu 36 askerimiz şehit oldu; ne oldu? Bu orduyu seven ne yapıyor? Putin'den aldılar dersi, katar katar Türkiye'ye döndüler. Bana kalkmış orduyu anlatıyor. Sen kim, ordu kim yahu? Sen ordudan bahsedemezsin.
Değerli arkadaşlarım; 15 Temmuz Darbesi oldu, askeri hastaneler kapatıldı. Niye kapatıldı? Dünyanın bütün ordularında askeri hastaneler var; dünyanın bütün ordularında, bizde yok. Niye kapalı? Neden kapalı? Erdoğan istemiyor diye. Kalkmış bana ordudan bahsediyor, vatanseverlikten bahsediyor. Vatanına ihanet edenler, vatanseverlikten söz edemezler.
Devletin harem-i ismetini terör örgütüne açanlar, vatanseverlikten bahsedemezler. Ordunun, devletin en büyük sırlarına vakıf olan genelkurmay başkanlarını, terör örgütünün isteği üzerine tutuklanıp aylarca hapiste tutanlar, vatanseverlikten söz edemez.
Tank Palet Fabrikası: Dile getiren biziz, ısrarla üzerinde duran biziz. Vatandaşlarıma seslenmek isterim: Tank Palet Fabrikası Sakarya'da, değeri 20 milyar dolar. Bir daha söylüyorum, değeri 20 milyar dolar. Avrupa'nın en büyük fabrikalarından birisi, bir entegre tesis. Ordunun elinden alındı, Katar ordusuna verildi. Kaça verildi? 50 Milyon dolar mı? 10 milyon dolar mı? 5 milyon dolar mı? 2 milyon dolar mı? 1 dolar mı? Bir sent mi? Sıfır, hiç para alınmadı. Sıfırla tahsis edildi. Bir daha söyleyeyim: Kuruş olarak 1 kuruş değil, sent olarak bir sent bile alınmış değil. Peki ne diye verildi? Katarlılar buna bir uçak verdiler, değil mi? O uçağın adı "Tank Palet'in rüşveti" olarak tanımlanmak zorundadır. Tank Palet'in bedava Katar ordusuna verilmesinin karşılığı alınan uçaktır. Bunu gündeme getirdik, defalarca gündeme getirdik. "Ordunun tank palet fabrikasını vermeyin yabancı bir orduya" dedik. "Dünyada örneği yoktur" dedik. Kendi ordusunun tank palet fabrikasını, gözbebeği gibi baktığı bir fabrikayı yabancı bir orduya neden teslim ediyorsun sen Ethem Sancak'la beraber? Efendim, 50 milyon dolarlık yatırım yapacaklarmış, gerekçe bu.
Şu çağrıyı yaptım: Katar'la imzaladığın sözleşmeyi iptal et. Ben bir hafta içinde 50 milyon doları bulup, sana getireceğim kardeşim. “Tank Palet'i tekrar ordumuza verelim.” Bu teklifi yaptım. Bir değil, defalarca yaptım. Bir haftada, bir haftada; çünkü bir haftada bu ordunun şerefini ve onurunu koruyacak çok sayıda işadamı var. 50 milyon dolar dediğiniz nedir Allah aşkına? Üstelik getirmezsem siyaseti bırakacağım. E sen bana kızıyorsun. Ver, de ki: "Getir hadi 50 milyon doları." Getirmezsem de kurtulacaksınız benden. Yapmadı, veremedi, söyleyemedi. Değerli arkadaşlarım; dolayısıyla yaptığı iş, kullandığı cümleler doğru değil. Ordu, Erdoğan'ın ordusu değildir. Ordu, kimsenin ordusu değildir. Ordu üzerinden siyaset yapmak doğru değildir.
Bakın değerli arkadaşlar, Akdeniz'de bir gemimiz arandı; Yunan komutan, Almanya, İtalya aradılar. "Arama yapacağız" diye Türkiye'ye bildiriyorlar. "Arama yapacağız, izin verin" diye bildiriyorlar. Dört saat geçiyor, cevap yok. Dört saat geçiyor, cevap yok. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden cevap yok, çünkü kimse Erdoğan'a ulaşamıyor. Bunun üzerine Roma'daki büyükelçiliği arıyorlar. Biz 4 saattir arıyoruz. Yani bir saat de oradan geçiyor. Beşinci saatin sonunda NATO'nun bir "sessizlik yöntemi" diye bir kuralı var. Yani cevap vermezseniz, kabul ediyor anlamına geliyor. Bunlar da iniyorlar gemiyi arıyorlar. Ne tepki geldi? Milletvekilimizin söyleminin çarpıtılarak kullanılması, bu olayın kapatılmasına yöneliktir. Hani sen devasa bir adamdın. Hani dünya lideriydin sen. Ya indiler Akdeniz'in ortasında, uluslararası sularda helikopterden indiler. Mürettebatı tutukladılar, kelepçelediler, aramayı yaptılar, kapının önüne koydular, senden tık yok, tık yok.
Ve özet: Bir ülkenin cumhurbaşkanının mal varlığı, bir ülkenin cumhurbaşkanının mal varlığı, bu mal varlığı dolayısıyla tehdit ediliyor ve sonuç alınıyorsa, o ülkede o cumhurbaşkanı milli güvenlik sorunudur. Milli güvenlik sorunudur.
Bir daha söylüyorum: Bir ülkenin cumhurbaşkanı mal varlığı dolayısıyla tehdit ediliyorsa, o tehdidin sonucu egemen güçlerin talebi karşılanıyorsa, o cumhurbaşkanı o ülke için artık milli güvenlik sorunudur. İşin özeti budur değerli arkadaşlar.
Önümüzde bir takoz var, Türkiye'nin önünde bir takoz var. O takozun adı Recep Tayyip Erdoğan'dır. O takozu Türkiye'nin önünden çekip çıkarmak bu milletin şerefli bir görevi olacaktır.