08.05.2018

8 Mayıs 2018 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (08 MAYIS 2018)

Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:





Efendim hepinize en içten selamlarımı saygılarımı sunuyorum. Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarımı da muhabbetle kucaklıyorum. Güzel bir haftaya başlıyoruz. Umudumuz hiç eksik olmasın, neşemiz hiç eksik olmasın, huzurumuz hiç eksik olmasın. Umudumuzu neşemizi hep yaşamak istiyoruz. Emin olun siyasette varlık nedenim, sadece ve sadece bu ülkeye hizmet etmek. Görüşü ne olursa olsun her vatandaşın mutlu olduğu bir Türkiye’yi inşa etmek istiyorum; ben ve arkadaşlarımın temel hedefi bu. Güzel bir Türkiye, zengin bir Türkiye, huzurlu bir Türkiye, kendi içinde barışık bir Türkiye; böyle bir Türkiye’yi inşa etmek için siyasete girdim ve aynı azim ve kararlılıkla yoluma devam edeceğim.


Elbette bizi sevindiren pek çok olay var. Avrupa Şampiyonasında erkekler serbest stilde Taha Akgül ve Soner Demirtaş, grekoromende Rıza Kayaalp ve kadınlar kategorisinde de Yasemin Adar ve Elif Jale Yeşilırmak altın madalya kazandılar. Yani beş kez göndere Türk Bayrağı çekildi, beş kez İstiklâl Marşımız okundu. Bu sporculara yürekten teşekkür ediyoruz, uluslararası arenada bize güç kazandırdılar. Aynı şekilde Darüşşafaka biliyorsunuz, erkek basketbol takımı o da şampiyon oldu. Darüşşafaka aynı zamanda çok güzel bir eğitim kurumu. Bütün Darüşşafakalıları ve sporculara, teknik adamlara hepsine yürekten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Vakıfbank’ın kadınlar voleybol takımı da Bükreş’te şampiyon oldu. Bütün kadın sporculara yürekten teşekkürler. Rize Spor ve Ankara Gücü de süper lige çıktılar, onlara da teşekkür ederiz. İki takımın da ve bütün futbolcuların da bütün sporcuların, sporun bir centilmen işi olduğunu, sporun bir barış ve kardeşlik işi olduğunu, elbette sağlıklı tutarlı bir yarışmanın olabileceğini, ama centilmenliğin asla ve asla uzak tutulmaması gerektiğini hepimizin ve onların kabul etmesi gerekir. Umarız spora siyaset girmez. Nasıl diyoruz ya, camiye siyaset girmesin, kışlaya siyaset girmesin, adliyeye siyaset girmesin, spora da siyaset girmesin.


Efendim Cemil-Mukaddes Gezmiş, Beşir-Mediha Aslan, Hıdır-Selver İnan, bu altı güzel insan üç çocuğu Türkiye’ye emanet ettiler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı. 6 Mayıs 1972’de bu üç güzel fidanımızı darağacında kaybettik. Onları kalbimizdeki yerine havale ettik, onların yeri kalbimiz. Onlar idam sehpasına giderken ailelerine mektup yazdılar. Deniz Gezmiş babasına şunları yazdı: “Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir” ölüme direnen bir söylem, kendisine yakışan bir söylem. Yusuf Aslan babasına şunu yazıyor: “Yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlun bir günde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz.” Hüseyin İnan da babasına ailesine şunları yazar: “Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil. Candan selamlar” ve onlar 46 yıl önce darağacında hayatlarını kaybettiler. Siyasal idamların, toplumların belleğinde derin yer ettiğini artık kabul etmemiz gerekiyor. O nedenle rahmetli Bülent Ecevit’in, idamların kaldırılması konusundaki çabası çok, ama çok değerlidir. Bugün siyasal idamların olmaması, en azından toplumda geleceğe yönelik derin yarılmaların engellenmesi açısından önemlidir. Günlük kızgınlıklarımızla hareket edebiliriz, ama bir süre geçtikten sonra belli bir ara geçtikten sonra, yani yara soğuduktan sonra yapılan işin doğru mu eğri mi olduğunu daha sağlıklı düşünüp karar verebiliyoruz. O nedenle biz Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı asla unutmayacağız. Gençler de unutmayacaklar, onlar bu ülkenin bağımsızlığı için mücadele edenlerdi.


 


Ve dün bir gazetemiz 94.yılını kutladı, çınar gibi bir gazete, Cumhuriyet Gazetesi 94.yılını kutladı. 94 yıl, yani bir asra yaklaşan yıl bizim basın tarihimizde çok fazla rastlanan bir olay değildir. Cumhuriyetin adını Gazi Mustafa Kemal Atatürk koymuştur ve Cumhuriyet adına uygun olarak, demokrasiyi cumhuriyeti özgürlükleri kadın erkek eşitliğini ve çağdaş uygarlığı savunmuştur. Her dönemde baskılara karşı direnmiştir, darbelere karşı direnmiştir. Darbelere ve baskılara karşı direndiği için, ağır bedeller ödemiştir. Yazarları katledilmiştir, gazetecileri hapse atılmıştır, köşe yazarları hapse atılmıştır. 20 Temmuz darbesinden sonra olan olaylar Cumhuriyet bağlamında yaşanan olaylar, 12 Eylül ve 12 Mart askeri darbeler döneminde de aynen yaşandı. Ve bugün Cumhuriyet Gazetesi bütün baskılara rağmen yoluna devam etmektedir; bu ülkede demokrasiyi savunan, özgürlüğü savunan, kadın erkek eşitliğini savunan, parlamenter demokratik sistemi savunan, tek adam ve diktaya karşı olan her kesimin Cumhuriyet’e sahip çıkması lazım. 20 Temmuz darbesine karşı en dik duran, en onurlu duran gazetelerden birisidir. Gazeteciliğin yerlerde süründüğü bir süreçte, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarıyla beraber onurlu ve dik duruşunu hiç bozmamıştır. 20 Temmuz darbesine karşı en dik ve en onurlu duran gazetedir. Gazeteyi de yazarlarını da yürekten kutluyoruz.


Değerli arkadaşlarım, siyasetle dinin ayrılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. İnançların siyasete malzeme edilmemesi gerektiğini hepimiz de biliyoruz. Herkesin inancına saygı duymak insan olmanın bir gereğidir zaten. Kişilerin inancına saygı duymak bizim görevimizdir. Onları zorla belli bir inanç içinde tutmak veya baskılamak veya inancından vazgeçmek gibi bir düşünce, insanlığı da ahlaka da inancımıza da aykırıdır. Bunu şunun için söylüyorum. Fransa’da aralarında geçmişte devlet yöneticisi olanlar da dahil bir grup sanatçı, efendim Kuranı Kerim’den bazı ayetlerin çıkarılması gerektiğini söylüyorlar. Neymiş? Çağdışı kalmış o ayetler. Buradan açık ve net söylüyorum; çağdışı kalan Kuranı Kerim değil, çağdışı kalan sizlersiniz. Ve onlara bir kez daha sesleniyorum; sizin bu tavrınız, bu düşünceniz El Kaide, El Nusra, İŞİD düşüncesidir. Onlara destek veriyorsunuz siz. Bütün kitaplara saygımız vardır, bütün kitaplara! Son kitap Kuranı Kerim’dir. Eğer siz inançları kullanarak terör estiren IŞİD’e El Kaide’ye destek vermek istiyorsanız, bu söylemlerinize devam ediniz. İslamiyet’in bir barış dini olduğunu bütün dünya kabul ediyor. İslamiyet’te kavga yoktur, kin yoktur, öfke yoktur. Liyakat vardır İslamiyet’te, barış vardır, huzur vardır İslamiyet’te. Siz İslamiyet’i nasıl böyle tanımlarsınız? İnsanların inancına saygı göstermek, insanoğlunun bizatihi varlık nedenidir. Değerli arkadaşlarım, bunlara söylemek isterim. Öyle anlaşılıyor ki, bu açıklamayı yapanlar İslamiyet’in ne olduğunu bilmiyorlar. Onlara sadece bir tavsiyem var. Lütfen, ama lütfen Sevgili Peygamberimizin Veda Hutbe’ sini bulunuz, Veda Hutbe’ sini okuyunuz. Tarihte ilk insan hakları beyannamesi olarak kabul edilen Veda Hutbe’ sini okuyunuz.


Efendim geçtiğimiz cuma günü ezberleri yine bozduk. Cumhuriyet Halk Partisi olarak cumhurbaşkanı adayımızı açıkladık, Sayın Muharrem İnce’yi. Beklemiyorlardı, çünkü kendileri gibi sanıyorlar Cumhuriyet Halk Partisini de. Efendim orada yarış oldu, biri diğerini mahvedecek. Niye mahvedelim? Yıllardır beraberiz, aynı kavgayı veriyoruz aynı mücadeleyi yapıyoruz, aynı yolda yürüyoruz, aynı havayı teneffüs ediyoruz. Kaldı ki, Sayın Muharrem İnce hem Türkiye’nin sorunlarını çok iyi bilen, hem de sorunların kaynağını çok iyi bilen bir kişidir. Dolayısıyla bizim cumhurbaşkanı adayımız, onların düşündüğü gibi değil. Bizim cumhurbaşkanı adayımız, demokrasiye bağlı bir kişidir, insan haklarının ne olduğunu bilir. Sen-ben ayrımı yapmaz, 80 milyonu kucaklar. Nitekim kürsüye davet ettiğimde geldi, göğsündeki Cumhuriyet Halk Partisi rozetini çıkardı ve bana emanet etti. Ben de cebimdeki Türk Bayrağı rozetini çıkarıp onun göğsüne taktım. Yine akılları ermedi, vay efendim nasıl yaparlar bunu? Arkadaşlar, biz en başından beri cumhurbaşkanının tarafsız olması gerektiğini söyledik, en başından beri! “Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı, cumhurbaşkanı 80 milyonu kucaklamalı. Cumhurbaşkanı sadece CHP üyelerinin cumhurbaşkanı değil ve ya Cumhuriyet Halk Partisine sempati duyan vatandaşların cumhurbaşkanı değil. Cumhuriyet Halk Partisinin önerdiği kişi 80 milyonun cumhurbaşkanı olmalı, bu inançla ve görüşle yola çıkmalı” dedik.


Ve Muharrem İnce, hiçbir zaman ayrım yapmadı vatandaşlar arasında. Kimlik ayrımı yapmadı, inanç ayrımı yapmadı, yaşam tarzı ayrımı yapmadı, bölge ayrımı yapmadı. Sen bizdensin, sen bizden değilsin diye öyle bir cümle de kullanmadı. Peki, böyle bir kişi neyi hak ediyor? Cumhurbaşkanlığı makamını hak ediyor, 80 milyonun, yani cumhurun başı olacak.


Muharrem Bey’in başka ne özelliği var? Milleti bölmek istemiyor. “Bana oy verenler bizim millet, oy vermeyenler hain.” Bunu söyleyen adam cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal etmiş vaziyette; toplumu bölüyor, ayrıştırıyor. Biz ne yapıyoruz? Biz toplumu kucaklıyoruz ve birleştiriyoruz.


Muharrem İnce sadece “bizim milletimiz” diyor. Kim olursa olsun, hangi partiden olursa olsun herkesi kucaklıyor. “Bana oy verenler çok makbul, oy vermeyenler hain veya münafık…” Söylediği lafa bakın Allah aşkına ve bu adam cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyor. Ülkenin nüfusunun yarısını vatan haini, yarısını münafık addediyor. O nedenle diyorum, bu kişiden cumhurbaşkanı olmaz. Bir partinin genel başkanı olabilir, itirazım yok. Ama cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuyorsa, 80 milyonun cumhurbaşkanı olmak zorundadır. Eğer 80 milyonun cumhurbaşkanı değilsen, kimse kusura bakması5n sen cumhurbaşkanı değilsin kardeşim, değilsin.


Ne istiyor Muharrem İnce? Memleketinde huzur istiyor, herkes huzur içinde yaşasın istiyor. Kavga istemiyor, kavgadan uzak durmak istiyor. Buyurun gelin oturalım, uygar medeni insanlar gibi televizyonlarda tartışalım. Bak diyor randevu aldım, cumhurbaşkanı adaylarının tamamını ziyaret edeceğim diyor, düşüncelerimi anlatacağım diyor. Bu neyin işaretidir? Bu cumhurun işaretidir, ben 80 milyonu kucakladım, onun işaretidir. Ben kimseyi ötekileştirmiyorum, onun işaretidir. Gideceğim hepsini ziyaret edeceğim diyor. Randevu istedim diyor, ama Demirtaş’tan randevu isteme şansım yok diyor. Onun için de Adalet Bakanlığından izin isteyeceğiz, izin ver gidip onu da ziyaret edeceğim diyor.


Ne istiyor Muharrem İnce? Bu memlekette işsizlik olmasın istiyor, herkes çalışsın, herkesin işi gücü olsun, herkes alın teri döksün para kazansın, evine gelsin huzur içinde yaşasın istiyor.


Ne istiyor Muharrem İnce? Adalet istiyor. Adalet devletin temelidir. Adaleti sağlayacağım diyor, adalet neyli gerektiriyorsa tamamını yapacağım diyor. Ama onlar rahatsızlık duyuyorlar, vay efendim nasıl Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı adayı gösterirsiniz?


Efendim Muharrem İnce’nin bir başka özelliği daha var, Muharrem İnce bir öğretmen. Bu ülkenin binlerce çocuğunu okuttu, binlerce çocuğuna ders verdi. Hayatı öğretti onlara, geleceği öğretti onlara, ufku öğretti, umudu öğretti, demokrasiyi öğretti, fiziki matematiği kimyayı öğretti, Türkçeyi geometriyi öğretti. Üniversitelerde ve bürokraside çok sayıda yönetici ve akademisyen var onun yetiştirdiği. Dolayısıyla öğretmenliğin ve öğretmenin ne olduğunu en iyi bilen kişilerden birisidir, öğretmen çünkü bu. Ve dolayısıyla Muharrem İnce, öğretmenlerin çilesini en iyi bilen kişidir. Çocuğunu okula gönderen anne ve babanın çilesini de en iyi bilen kişidir. O nedenle bütün anne ve babalara ve bütün öğretmenlere sesleniyorum; siz Muharrem İnce’ye sahip çıkmak zorundasınız, Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmak zorundasınız. Çünkü Muharrem İnce şunu çok iyi biliyor. Mademki muasır medeniyetin, yani çağdaş uygarlığın ötesine geçeceğiz, bunun dünyada bilinen tek yolu var, ikinci yolu yok; eğitim. Eğitimle siz Türkiye’yi çağdaş uygarlığa taşıyacaksınız, bilim insanı yetiştireceksiniz, hâkim, savcı, kaymakam, vali, sanatçı yetiştireceksiniz. Kim yapacak bunları? Öğretmen yapacak, öğretmenler yapacak. Öğretmenleri baş tacı yapmayan bir toplumun geleceği karanlıktır bakın, öğretmenleri baş tacı yapmayan bir toplumun geleceği karanlıktır.  Muharrem İnce ne diyor? “Bütün öğretmenleri baş tacı yapacağım” diyor. “Toplumun en değerli kişileridir öğretmenler” diyor. Öğretmenine saygı duymayan bir toplumun geleceği yoktur. Muharrem ince bunları savunuyor ve savunacaktır da.


 


Aynı zamanda Muharrem İnce bir halk adamıdır. Milletvekili seçilmeden önce ben onu tanırım. Ben bürokrasiden ayrılmıştım, o da Yalova’daydı. Arkadaşlığımız siyaset öncesi bir arkadaşlıktır. Tanışmamız da milletvekili olmadan çok öncedir ve dolayısıyla kendisi bildiğimiz bir halk adamıdır. Milletvekili oldu, ne köyünden ne de köylüsünden vazgeçmedi. Köyüne de gitti, köylüsüne de gitti, kahvede oturdu, çay içti, onlarla oyun oynadı, fıkra anlattı, eğlendi vesaire vesaire. Dolayısıyla o aristokrat bir aileden gelen bir kişi değildir. Milletvekili olduktan sonra da, yani hayat standardı yükseldikten sonra da asla ve asla köyüne de köylüsüne de ihanet etmedi. Onlarla beraber gitti, onlarla beraber dertlendi, onlarla beraber sevindi ve dolayısıyla bir halk adamıdır. Yani birilerinin yaptığı gibi, “efendim yırtık ayakkabıyla siyasete girdim, sarayda oturuyorum, 3 bin kişi beni koruyor...” Muharrem İnce bunları reddeder ve bunu halka hakaret addeder. 3 bin kişiyle gezen cumhurbaşkanı mı olur? 3 bin kişiyle gezen cumhurun başkanı mı olur? Kendi halkından korkan cumhurbaşkanı, buyurun bakalım, kendi milletinden korkan cumhurbaşkanı. Kahveye gidemiyor, vatandaşın arasına giremiyor. Meclise geliyor, milletvekillerinden korkuyor. Bugün gelirken baktım, etraf polis kaynıyor. “Ne oldu bir şey mi oldu” dedim. “Yok, Erdoğan burada” dediler. Pes yahu, helikopterler havada, her taraf polis kaynıyor. Kimden korkuyorsun arkadaş, milletinden korkan cumhurbaşkanı olur mu? Muharrem İnce ne diyor? “3 bin kişilik polis ordusunu kaldıracağım” diyor. “Ben milletin arasına gireceğim” diyor, “ben halk adamıyım” diyor. Hiç kimse unutmasın, Muharrem İnce sarayların değil, Muharrem İnce milletin evladıdır, bu milletin evladıdır, bu halkın evladıdır Muharrem İnce.


Ayrıca Muharrem İnce tek adamlığa oynamıyor. Efendim geleceğim tek adam olacağım... Yok öyle bir şey. “Ben demokrasiye inanıyorum” diyor, “ben güçler ayrılığına inanıyorum” diyor, “ben güçlü bir parlamenter sisteme inanıyorum” diyor. “Demokrasisi gelişmiş bir Türkiye istiyorum” diyor. Böyle geleceğim tek adam olacağım, herkesin ensesine vuracağım, ağzından lokmasını alacağım, bir şey söylediği zaman da yakalayıp hapse atacağım. O bir öğretmen, bunları kabul etmez. O bir baba, bunları kabul etmez. O halkına inanıyor, milletine inanıyor o. Halkıyla milletiyle beraber yola çıkmak istiyor. Dolayısıyla Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı adayı seçtik, beyefendide şafak attı. Vay efendim nasıl olurmuş? Olur efendim bal gibi olur, senden çok çok çok çok daha iyi olur.


Efendim son zamanlarda biliyorsunuz, bunlar ne kadar başarısızlar, bütün millet görüyor aslında; fakat bir gerekçe bulmaları lazım. Eskiden bir başarısızlık olunca, efendim CHP yüzünden oldu bu diyorlardı. Baktılar ki CHP iktidarda değil, peki nasıl oldu da CHP yüzünden oldu? Yok öyle bir şey. Halk da buna inanmayınca, sordular da... CHP CHP diyorsun, Mecliste çoğunluğun var, istediğin kararı alıyorsun, kanun hükmünde kararname çıkarıyorsun, peki bu CHP’den ne istiyorsun? CHP senin neyine engel oldu? Plağı değiştirdiler, efendim dış güçler var, dış güçler yüzünden bunların tamamı oluyor diye. Türkiye’nin beka sorunu var, dış güçler bunları yapıyor. Sen dış güçlerin oyuncağı mısın? Dış güçlere karşı onurlu duramıyor musun, dik duramıyor musun? Devleti yönetiyorsun, sen dış güçlerin oyuncağı mısın? Hangi dış güçler geldi de ne yaptı? Çık millete bir anlat bakalım, biz de öğrenelim. Eğer dış güçler Türkiye’ye karşı bir oyun oynuyorlarsa, Kemal kardeşine haber ver, hemen yanında olacağım, hiç endişe etme.


15 yıl önce kimse Türkiye’de beka sorunu var filan demezdi. Niçin? Türkiye’nin bütün dünyayla ilişkileri iyiydi. Suriye’yle de, Mısır’la da, Amerika’yla da, Rusya’yla da, Irak’la da, Libya’yla da, Avrupa Birliğiyle bir sorunumuz yoktu, gayet güzel geçiniyorduk 15 yıl önce. Bir derdimiz mi vardı? Hayır, hiçbir derdimiz yoktu. Ekonomi... Ekonomi iyiydi. Şu veya bu şekilde kararları Ecevit Hükümeti almıştı, faturayı Ecevit Hükümeti ödedi. Bunlar geldiler hazıra kondular. Terör... O da bitmişti. Terör örgütünün liderini yakalamışlardı getirmişlerdi, hapse atmışlardı. Peki, ne oldu da 15 yılın sonuna Türkiye’de bir beka sorundan söz etmeye başladık?


 


Ben size sekiz madde halinde, beka sorununu yaratan nedenleri sayacağım, sekiz madde. Bakın bütün milletvekili arkadaşlarıma, bütün il başkanlarına, ilçe başkanlarına, bu sekiz maddeyi gideceksiniz her yerde oturacaksınız ve anlatacaksınız. Bu sekiz madde yüzünden, bu uygulamalar yüzünden Türkiye bu halde diyeceksiniz.


Nedir birincisi? Devlette liyakat sistemi yok edildi. Devlette liyakat sistemini dış güçler mi dedi yok edin? Hayır, kendi iradeleriyle yok ettiler. Ne demek devlette liyakat sistemi? Şu demek: Devlette en düşük rütbeli ya da üst sınıf diyelim şefliktir. Şef olmak için üniversiteyi bitirmek lazım, ayrıca sınava girmek lazım. Sınavı kazandıktan sonra şef oluyorsunuz. Ama başbakan olmak için bir ilkokul diploması lazım, başka da hiçbir şeye gerek yoktur. Devletle hükümet arasındaki farkı söylüyorum. Liyakat budur. Müsteşar olmak için üniversiteyi bitirmek veya profesör olmak yetmiyor, devlette en az 12 yıl çalışmak lazım ki müsteşar olabilesiniz. Daire başkanı olmak için belli bir süre çalışmak zorundasınız. Devlette liyakat budur, yani işi ehline vermek gerekiyor. Bunlar ne yaptılar? Liyakati bitirdiler, sadakat dediler. Kim bana sadıksa, ben ona müsteşarlığı veririm, daire başkanlığını veririm, büyükelçiliği veririm ve devlette liyakati bitirdiler ve devlet temellerinden derin bir sarsıntı geçirdi ve hâlâ da geçiriyor.


İkinci neden, liyakat sistemini yok edince ne oldu? Devlet yönetimi keyfileşti ve kişiselleştirildi. Saraya bakıyor millet ne yapacağım diye. Devlet yönetiminde keyfilik egemen oldu; çünkü oraya alın teriyle gelmiş değil, bileğinin gücüyle gelmiş değil, devletin liyakat sistemi içinde oraya gelmiş değil. Nasıl? Sarayın telkiniyle veya onun önerisiyle oraya gelmiş. Dolayısıyla tek belirleyici odak saray olarak ortaya çıktı. Böylece kanunlar çalışmadı, yönetmelikler çalışmadı, devletin temel organları görev yapamaz hale geldi. Ne Merkez Bankası, ne Bankacılık Düzenleme Denetleme Kurumu, bunların hiçbirisinin fonksiyonu büyük ölçüde kalmadı, ikinci neden bu.


Üçüncü neden, sarayın tek belirleyici olması,  bürokrasinin çalışma düzenini altüst etti. Eskiden bürokrasi kurallar içinde çalışırdı. Örneğin, Almanya’da dört ay beş ay hükümet kurulmadı, ama Almanya’da bürokrasi saat gibi çalışıyordu. Hiç kimse Almanya’nın beka sorunu var, aman hükümet kurulmadı, Almanya battı diye demedi. Liyakat var, bütün kurallar çalışıyor, herkes görevinin başında, yasalarla herkesin görevi tanımlanmış, herkes görevini yapıyor. Sarayın tek belirleyici olması, devlet hizmetlerini altüst etti. “TEOG sınavları kalkacak” Milli Eğitim Bakanı mı dedi? Hayır. Kim dedi? Saraydaki zat dedi. Neye dayanarak dedi? Eğitimci misin? Yok. Çocuk mu okuttun? Yok. Ders mi verdin? Yok. Milli Eğitim Bakanını çağırdın, bu sınav nedir diye soru mu sordun? Yok. Sabah kalktı, TEOG’u kaldırıyorum dedi. Devlette çürüme başladı böylece.


Dördüncü neden, sarayın aşırı yetkilendirilmesi sorunları çözmüyor arkadaşlar. Yetkilerin bir merkeze temerküz etmesi güçlenmesi, sorunları çözmüyor sorunlara kaynaklık yapıyor. Yani yasama yargı yürütme dediğimiz güçler ayrılığı ilkesi tümüyle yıkılmış oluyor. Bütün yetkileri bana verin, ben meseleleri çözerim. Dünyada böyle bir örnek yoktur, ama Türkiye bugün bu örneği yaşıyor. Bu örneği yaşadığı içindir ki, devletin temelleri derinden sarsılıyor. Bunu hiç kimse unutmasın değerli arkadaşlarım. Eğer bugün bir beka sorunu varsa, yetki fazlalığından, bir kişiye verilen yetki fazlalığından kaynaklanmaktadır. Bugün istese bir kişi Türkiye’yi ateşe atabilir. Oysa sağlıklı çalışan bir devlette bir kişinin evet düşüncesi önemli olabilir, ama devletin kurumları çağrılır, oturulur onlarla konuşulur. Bu sistem yok edildi, bu sistem tepeden tırnağa yok edildi.


Beşinci neden, devletin beka sorununa kaynaklık eden... Bizim dış politikada “Yurtta sulh cihanda sulh” diye bir kuralımız vardı. Bütün devletlerle barış içindeydik. Suriye’yle de, Irak’la da, Avrupa Birliği’yle de, Amerika’sıyla, Rusya’sıyla, Çin’iyle hiçbir derdimiz yoktu, hiçbir derdimiz yoktu. Türkiye saygın ve onurlu bir ülkeydi. Ortadoğu’da bir sorun çıktığı zaman, gelir Türkiye’nin kapısına vururlardı, bizim sorunumuzu çözme konusunda bize yardımcı olur musunuz diye. Ama bugün Türkiye Ortadoğu’nun şamar oğlanına döndü. Oradaki kabile reisleri bile Türkiye Cumhuriyetine kafa tutmaya başladılar. En ağır faturayı bu hükümet döneminde Türkiye ödedi. 30 milyar dolar Suriyelilere harcadı, 30 milyar dolar! Ne oldu? İtibar sahibi mi olduk biz, saygın bir ülke mi olduk biz? Ağlıyorlar, efendim para yok Suriyelilere bakmak için. O Suriyeliler Türkiye’ye niye geldi? Senin yanlış politikaların yüzünden! Bakan daha henüz başımız belaya tam girmiş değil. Bu Suriyelilerin bir kısmı yarın öbür gün yer altı dünyasına kayacaklardır. Geçinmek istiyorlar bunlar. Bugün görüyorsunuz çoğu yerlerde, saldırılar da başladı ve bizim vatandaşımız Suriyeliler karşısında ikinci sınıf vatandaş. Önce doktor onları muayene eder, sonra sıra bizim vatandaşımıza gelir. Bizim vatandaşımız vergi verir, o dükkân açar vergi ödemez. Ben bunları söylediğim zaman da bana kızıyorlar, niye bunları söylüyorsun diye. Gerçekleri söyleyeceğim, yanına ister doktorunu al, ister alma kardeşim, ben gerçekleri söyleyeceğim.


Altıncı neden, ihbar mekanizması; vatandaşla devlet arasında güven olursa, o ülkede huzur olur. Vatandaş devletine güvenir, devlet de vatandaşına güvenir. Eğer ihbar mekanizması izlenecek politikalarda belirleyici bir unsur olarak öne çıkmışsa, vay o devletin haline ve orada yaşayan milletin haline. Kimin kimi ihbar ettiği belli değil. İhbara göre karar alacaksınız, ihbarlara göre devleti yöneteceksiniz. Bakın ne diyordu cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden zat Ağustos 2016’a: “Bildiklerinizi ihbar edin, gerekeni yapalım.” İhbarcılıkla devlet yönetilir mi? Bütün vatandaşlarımın vicdanına sesleniyorum, benim bu söylediklerimden hangisi yanlış? İhbar üzerine devlet yönetilir mi? Şimdi herkes birbirinden korkuyor, ya beni ihbar ederse, ya bana FETÖ’cü derse, ya bana IŞİD’ci derse, ya bana şunu derse bunu derse. Bir dönem “ya bana komünist derse” diye korkuyorlardı, şimdi bana FETÖ’cü derlerse. Değerli arkadaşlarım, devletin saygınlığı vardır. Gider bakar devlet, varsa bir şey oturur hukukun üstünlüğü içinde inceler bakar. Ama devleti yöneten en tepedeki kişi, vatandaşlara ihbar gönderin bize, ihbarla biz devleti yöneteceğiz derse, orada beka sorunu çıkar. Devletle vatandaş arasında güven sorunu çıkar. Devlet vatandaşına, vatandaş da devlete güvenmez ve orada beka sorunu çıkar.


Yedinci unsur, devleti çürüten, temelden temele çürüten, ağır ağır çürüten yolsuzluklardır. Yolsuzluklar bu iktidarla beraber, yani AKP yöneticileriyle beraber gündeme geldi en ağır bir şekilde. Ben oy veren vatandaşlara, yani AK Partiye oy veren vatandaşlara saygım var. Onları asla yolsuzlukla suçlamıyorum, asla! Yolsuzluk yapanlar bunlar, devleti yönetenler. Eğer bir ülkede yolsuzluk kurumsal kimliğe kavuşmuşsa, orada devlet derin yaralar alır. O kadar ileri gittiler ki, bunlardan sözde bir din adamı, “efendim yolsuzluklardan devleti yönetenin de payı vardır” diye fetva verdi. Şu ahlaksızlığa bakın, şu ahlaksızlığa bakın! “Yolsuzluklardan devleti yönetenin de payı vardır” diye. Geldikleri nokta budur. Bu devleti temelden sarsar ve hiç denetlenmiyor.


Ve sekizinci unsur, medyanın kontrol altına alınması; halk doğru bilgilendirilmiyor. Medyanın görevi gücü eleştirmek gücü! Kim elinde güç tutuyorsa, onu halk adına doğru yönlendirmek ve onun yanlışlarını dillendirmek görevidir medyanın. Eğer medya bu görevi yapmazsa, o zaman vay halimize. Şu anda medyanın yüzde 90’ını iktidar kontrol ediyor. Bakın gazete manşetlerine; bakıyorsunuz havuz medyasının bütün manşetleri aynı. Bir merkezden deniyor ki, şu başlıkları atacaksınız, şu yazıları yazacaksınız. Satılık kalemler ve satılık patronlar var. Satılık patronların tamamı, bu milletin fakir fukarasının ödediği vergilerle besleniyor, devlet ihaleleriyle besleniyor.


Şimdi ben vatandaşlarıma açık ve net söylüyorum. Sekiz maddeyi saydım, Allah aşkına Allah aşkına, bunlardan hangisini dış güçler yaptı? Dış güçler mi size dedi yolsuzluk yapın? Dış güçler mi dedi, şu medyayı tutun tamamını kontrol edin? Dış güçler mi dedi size, şu devlette liyakati kaldırın? Dış güçler mi dedi, siyasi parti lideri hâkim tayin etsin diye? Kim söyledi bunu? Yönetiyorlar, kendi kabahatlerini örtmek için, efendim bunu dış güçler yapıyor diyorlar. Dış güçlerin yapacağı filan yok. Söyledim, dış güçler Türkiye’nin aleyhine bir şey yapıyorlarsa haber ver kardeşim, söz veriyorum hep beraber mücadele edeceğiz. Biz Kuvayi Milliyeciyiz, dış güçlere pabuç bırakacak halimiz mi var bizim?


Efendim, size kimse duymasın bir şey söyleyeyim. Erdoğan beni aslında dinliyor ve şunu çok iyi biliyor. Ona yalan söylemeyen tek kişi benim. Evet, vallahi de billahi de ona yalan söylemeyen tek kişi benim. O nedenle cumhurbaşkanlığı dolayısıyla bir ahitname, yani “ahtım olsun” diye başlayan cümlelerle bir konuşma yaptı. Nerede? AK Partinin İstanbul İl Kongresinde. Anladım ki, evet bu beni dinliyor. Çünkü şöyle; bugüne kadar bir sürü şey yaptık hiçbirisi olmadı, bu adam bir şeyler söylüyor, bir de onun söylediklerini bir tekrar edeyim, bakalım olur mu olmaz mı diye. Şimdi, ama kendisine güvenmiyorum, Erdoğan’a güvenmiyorum. Niye güvenmediğimi de anlatacağım size. Orada diyor ki, “ahtım olsun yeni dönemde” ne olacakmış? Enerji’de dışa bağımlılığı azaltacağız. Kardeşim, sevgili kardeşim... Bakın, şimdi buradan yine çağrı yapayım kendisine, bu sefer yanına doktoru değil, yanına danışmanını al, benim söylediklerimi not etsinler. Çünkü seni kandıran kişi ben değilim, ben hep sana doğruları söyledim, doğruları söylemeye de devam edeceğim. “Enerjide dışa bağımlılığı azaltacağız” tam tersi artacak. Niçin? Doğalgazı kimden alıyoruz? Rusya’dan. Bağlı mıyız? Bağlıyız. Peki, nükleer santrali kime yaptırdık? Ruslara. Bağlı olacak mıyız? Bağlı olacağız. Yüzde kaç? Belki yüzde 60 yüzde 70’e çıkacak. Sen doğruları söylemiyorsun millete. Şimdi söyle bakayım, Kılıçdaroğlu mu doğru söylüyor, sen mi doğruyu söylüyorsun? Bu milletin vicdanına sesleniyorum, ben mi doğruyu söylüyorum sen mi doğruyu söylüyorsun? Ve bir soru daha, dünya enerji konusunda bu kadar bu oranda başka bir ülkeye bağlı olan bir devlet var mı? Türkiye dışında bir devlet var mı? Yok. Bir devlete enerji konusunda bu kadar yüksek oranda bağlı olan Türkiye dışında bir devlet yok.


İki, diyor ki; “Bölge ve sektör bazlı teşviklerle istihdam artışı sağlanacak, yani fabrikaların önü açılacak.” Ben demiyor muydum üreten Türkiye? Sen de diyordun ki, yok şantiye. Ben diyorum fabrikalar, sen diyordun bina. Fabrikalar... Neye inanıyorum biliyor musunuz? Şeker fabrikalarını sanki ben sattım da, o da fabrikaları savunuyor. Bitlis’in sigara fabrikasını niye sattın kardeşim? Senin Bitlislilerden alıp vereceğin neydi? Üç-beş kişi orada ekmek yiyordu, kapattı orayı. Bütün fabrikaları kapattılar, yabancılara peşkeş çektiler. Şimdi benim söylediklerimi söylüyor. Efendim neymiş, teşvikler yapılacakmış, bölge bazlı fabrikaların önü açılacakmış. Bakın, işsizlik azalacakmış. Şu Kilis’teki işsizlerin sırası, bu da Trabzon’da... Bunlar iş arıyorlar. Ne kadar süre? Altı ay süreyle. Seçimlerden önce altı aylık iş için kampanya açılır, insanlar gelirler başvururlar. Altı ay, altı ay sonra seçim biter, hepsinin işine son verir kapının önüne koyarlar. Bu Trabzon... Trabzonlulara sesleniyorum, Trabzonlu kadınlara sesleniyorum; sana bu düzeni getiren adama oy verme oy verme! Oy verirsen hakkımı helal etmem sana. Kilislilere sesleniyorum Kilis! Seni ikinci sınıf, Suriyeliyi birinci sınıf adam yapana oy verme kardeşim, oy verme, uyan artık uyan!


Efendim devam ediyor, “Herkesin mal güvenliği ve ticaret yapma özgürlüğü, hukuk devletinin güvencesi altında olacak.” Ben demiyor muydum, bu memlekette hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok. O da itiraf ediyor. Bundan sonra güvenlik diyor evet, hukuk devletinin güvencesi altında olacak. Beni tasdik ediyor. Peki, düne kadar ben mi bu memleketi yönetiyordum, sen mi yönetiyordun? Sen yönetiyordun. Ben bu memlekette hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur dediğim zaman, sen havuz medyasının yazarları, milletvekillerin sözcülerin hep beraber üstüme gelmediniz mi? Geldiniz. Şimdi ne diyorsun? Benim söylediğimi söylüyorsun. Kim doğruyu söylüyor? Ben söylüyorum. Kim sana yalan söylemiyor? Ben söylemiyorum. Kim sana doğruları söylüyor? Ben söylüyorum, bu kadar basit.


Efendim galiba başına taş düşmüş, “faizler düşecek” demiş. Doğru, 15 yıldır dış güçler memleketi yönetiyordu, bu gelecek yeni dönemde ve faizleri düşürecek. Ama nasıl düşürecek? O belli değil. Niçin? Kılıçdaroğlu demiş ya faizleri düşür, o da ders alacak. Not almış oraya, Kılıçdaroğlu dediğine göre mutlaka haklıdır, faizler düşecek diyeceğim diyor. Ama faizleri düşüremedin.


 


Bakın, geçen hafta diyordum ki, ödenen faizler 150 milyar dolar yabancılara, içeride ödenen faizler de 675 milyar lira demiştim; bu tefeci takımına ödenen faiz. Yeni rakamlar çıktı, devletin yeni rakamları çıktı. Dışarıya ödenen faiz 151 milyar 35 milyon dolar. 150 milyar dolardı, arttı 151 milyar dolara çıktı. Merkez Bankası 75 baz puan artırdı faizleri. Yani düşüremiyor, yani düşüremezler. Bugün Yeni Şafak güzel bir başlık atmış. Diyor ki; “İndir o zaman faizi” diyor Bankalar Birliği Başkanına. İndir faizi o zaman diyor, mademki faiz geliri düşük diyor bankaların. İyi de, manşet atacağına, o manşeti götür sarayın önünde at kardeşim, sarayın önünde atacaksın, saray indirecek onu, ben indireceğim diyor. İndiremiyor, beceremiyor, yetkisi yok, gücü yok, bilgisi yok, birikimi yok. Ekonomiyi yönetemiyor, Türkiye’yi yönetemiyor. Tefecilere teslim olan bir Türkiye yönetilemez ve beka sorunu çıkar ortaya. İşte budur beka sorunu. Kime ödüyorsunuz bu 151 milyar dolar faizi? Londra’da bir grup tefeciye, sermayedara! Elinde viski bardağı oturmuş masaya, keyfine bakıyor. Türkiye faiz yükseltti, doları gönderiyor, paralar tıkır tıkır geliyor. Alın teri yok, emek yok, kim ödüyor? Bu ülkenin garibanları ödüyor. Kimler götürüp o parayı onlara veriyor? Efendim ben bu memleketi iyi yönetiyorum diyen adamlar, bu diyen adamlar. Bunu diyen adamlar, bu memlekete hayır getirmezler. Bunu diyen adamlardan bu memlekete hayır gelmez. 151 milyar doları götürdün sen ödedin yabancılara. İçeride ödediği para 687 milyar lira, 675’ten 687 milyar liraya çıktı.


Efendim “enflasyon düşecek”, bunu da söylüyor. Enflasyon yükseldi. Ama demiş ya Kılıçdaroğlu, yükseldi enflasyon düşmesi lazım diye, enflasyon düşecek diyor. Git pazara bir bak bakalım, domatesin fiyatı kaç lira? Ekmeği ne hale getirdiğine git bak bakalım, nedir neyin nesidir? Dışarıdan ithal ettiğin samana bir bakalım kardeşim. Ve “cari açık düşecek” demiş Erdoğan. Düne kadar ne diyordu? “Cari açık bizi ürkütmüyor” diyordu. Ne oldu da, kafana taş mı düştü, birdenbire ürkütmeye başladı seni. Ne oldu? Cari açık seni ürkütmüyordu, ben değil sen söylüyordun. Ama bunun tehlikeli olduğunu, doğru olmadığını, cari açığın azalması gerektiğini dilimizde tüy bitti anlat anlat, sonunda o da anlamış. Kılıçdaroğlu doğruyu söylüyor, cari açık düşecek diye açıklama yapmış.


Daha önemli bir açıklaması var, manifestosu... “Dar gelirli vatandaşlarımızın hayat standartları mutlaka artacak” demiş.  Çok şükür, demek ki dar gelirli vatandaş var, saraydan fark etmiş bunu. Emin olun saraydan fark etmiyor, Kılıçdaroğlu’nu dinlediği için fark ediyor. Doğru, fakir fukara var bu memlekette demek. 14 milyon 400 bin vatandaş sosyal güvenlik primini ödeyemiyor; yoksulluk bu boyutlara. Saraya oturduğu için Türkiye’yi bilmiyor, Türkiye’yi tanımıyor. Badem sütüyle beslenirsen, fakirin fukaranın halinden anlayamazsın kardeşim, anlayamazsın.


Devam ediyor, “dar gelirli vatandaşların üstündeki vergi yükü düşecek.” Ne demek bu? Vergi yükünü ödeyen dar gelirli vatandaştır demek. Sen 16 yıldır yönetiyorsun bu memleketi, dar gelirli vatandaşın sırtına bu kadar vergi yükünü nasıl sen yıktın, vicdan yok mu sende? Yıktın sırtına. Ama şunu söyleyemiyor bakın, asgari ücret üzerinde vergiyi kaldıracağız diyemiyor. Onu kim söylüyor? Biz söylüyoruz. Havuzcuların vergilerini ve vergi cezalarını kaldırdı; hem vergilerini, hem vergi cezalarını kaldırdı. Şimdi efendim fakir fukaranın ödediği vergiyi azaltacağız diyor. Azaltamazsın kardeşim sen. Söylersin, benim söylediklerimi söylersin, ama yapamazsın. 


Devam ediyor, “Tek bir vatandaşımızın dahi adalet dairesinin dışında kalmaması için, her türlü çabayı göstereceğiz.” Yani adalet olacak memlekette diyor. Ne demek? Adalet yok, bundan sonra yeni dönemde adaleti getireceğim demek. Ben demiyor muydum, bu memlekette adalet kalmadı diye. Demek ki beni dinlemiş. Ben söylüyorum kimse duymasın beni dinliyor diye, vallahi de billahi de dinliyor.


 


Devam ediyor, “Hakkındaki suçlama ne olursa olsun, kişi adil yargılanacak” diyor. Büyük laf, onun için büyük laf, bizim için sıradan ve olması gereken bir laf. Erdoğan söylediği için çok önemli. Neden? Bu da benim inanacağım türden bir laf değil. Bunu söyleyen kişinin, önce Türkiye’yi Birleşmiş Milletlere ihbar ettiği dilekçesini geri çekmesi lazım. Türkiye’yi Birleşmiş Milletlere ihbar ettiği dilekçeyi çekmesi lazım. Ne diyor o dilekçede? Diyor ki, ben Türkiye’de adil yargılama yapmayacağım, ben Türkiye’de işkence yapacağım ve ben tutulanlara insanca davranmayacağım diyor. Altındaki imza, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına atılmış bir imza. Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına götürdü dilekçeyi verdi. Kardeşim, adil yargılama yapmayacağım diye dilekçe vermişsin, çeksene dilekçeyi. Ben o dilekçeyi çektim, vallahi de billahi de adil yargılama yapacağım demen lazım, ben kimseye işkence yapmayacağım bak dilekçeyi geri çektim demen lazım. Diyor mu? Diyemiyor.


Ve yine boyundan büyük bir laf ediyor. Efendim “yüksek teknoloji ürünlerde yerlilik oranı artmalı” demiş. Biz diyorduk ya üreten Türkiye, katma değeri yüksek ürün üreten bir Türkiye, dünyada saygın olan bir ülke olmalı, katma değeri yüksek ürün üretirsek saygınlığı olan bir ülke konumuna gelebiliriz diye. Şimdi değerli arkadaşlarım, bunu söylüyor, ama daha önce de buzdolabı televizyondan söz ediyordu. Demiştim ki, buzdolabı televizyon 18.yüzyılın ürünleri bunlar, 19.yüzyılın ürünleri. Bunlarla bir ülkenin başbakanı övünmez ayıptır, yapma etme. Neyse sesini kesti, anladı ki... Sormuş, “bunlar gerçekten 18’nci 17’ci yüzyılın ürünleri mi?” Evet demişler. “O zaman niye bana bunu yazdırdınız, niye bana söylettiniz?” demiş.


Bugün konuşma yapmış, efenim işte “Muharrem İnce gelince asfaltları mı sökecek?” demiş. Buyur. Çünkü kendisi ancak asfalttır, dünyası o kadar, asfalt. “Köprü yaptık yol yaptık”, o kadar.


Bakın bütün vatandaşlarım dinlesin, dünyada hiçbir ülkenin başbakanı çıkıp da, biz köprü yaptık yol yaptık diye övünmez, bunu ayıp sayar, ayıptır. Neden? Köprü yapmayan hükümet mi var, yol yapmayan devlet mi var? Yol da yapılır, köprü de yapılır. Onlar neyle övünüyorlar? Onlar şununla övünüyorlar: Biz uzaya araç göndereceğiz, oradan altın ve platin madenlerini kendi ülkemize getireceğiz. Bakın hedefe bakın, hedef o. Biz... Yol yaptık köprü yaptık. Peki, bilimsel olarak ne yaptın kardeşim sen? Senin üniversitelerin bilgi mi üretti? İran Üniversitelerinin ürettiği bilgi sayısı Türk üniversitelerini geçti. Bu ayıp bile sana yeter.


Ve bütün bu söylediklerine aslında inanmadığını bir cümleyle gösteriyor. Şöyle diyor; “Yolsuzlukla, yoksullukla, yasaklarla mücadele etmek en önemli hedeflerimiz arasında olmaya devam edecektir.” Maşallah maşallah, gerçekten olacak şey değil. Yolsuzlukla mücadele edecek... Keşke bunu söylemeseydin Recep Bey, keşke söylemeseydin. Çünkü bütün daha önce söylediklerinin tamamını yalanladın bununla. Yolsuzlukla sen mücadele edebilir misin? Mümkün değil. Devleti soyan adam yolsuzlukla mücadele eder mi? Aile boyu yolsuzluk yapan adam yolsuzlukla mücadele eder mi? Akıl alacak şey değil.


Ama size bir sır daha vereyim, kimse duymasın. Üç M’den yararlanıyor. Birinci M şu, mahkeme. Adliye elinde ya, birisine kızdı mı atın içeri diyor, tık içeriye atılıyor. Suçu var mı yok mu, delil var mı yok mu hiç önemli değil, alın atın içeri. İkinci M, maliye. İşadamı sen ha, hele bir de CHP’lisin. Gel buraya kardeşim, yaz Maliyeci kardeşim, dünyanın cezasını yaz, efendim ben mahvoldum, zaten amacımız o diyor, sesini keseceksin oturacaksın. Üçüncü M, medya. Kızdın mı? Linç kampanyasını başlatacağım, hiç doğru yanlış bakmadan. Üç M’ye sığınmış bir iktidar var.


Üç M’yi ortadan kaldırmak, devlette liyakat esasını getirmek, bu ülkeye huzuru barışı kardeşliği getirmek benim namus borcumdur, ben bunu yapacağım.


Hepinize saygılar sunuyorum.”