08.05.2020

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, KARAR TV “CANLI YAYINI”NA KATILDI

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Karar TV canlı yayınında, Gazeteciler Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur’un sorularını yanıtladı, gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu:

Yıldıray OĞUR- Herkese iyi günler. Bir Karar TV özel yayınında daha karşınızdayız. Ahmet Taşgetiren ve Elif Çakır’la birlikte bugünkü konuğumuz Ankara’dan CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu. Merhaba Kemal Bey, hoş geldiniz yayınımıza.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Merhabalar efendim hoş bulduk, çok teşekkür ederim.
Yıldıray OĞUR- Tabi şu anda bütün Türkiye dolar kuruna bakıyor. Sizin de herhalde bir gözünüz de oradadır. Şu anda bakıyorum 7.25 civarında ve yükseliyor, düşüyor. Dün Sayın Hazine Bakanı finans çevreleriyle bir toplantı yaptı fakat o toplantıda bir takım güvenceler verdi Türkiye'de likidite sorunu olmadığını söyledi ama daha sonra Amerikan hazinesi Türkiye’ye swap kanalı açılmasına kırmızı ışık yakan bir açıklama yaptı, onun ardından da dolar yükselmeye devam ediyor. Biraz bunu konuşalım isterseniz. Şimdi Anadolu Ajansı da dün doların yükselmesi üzerine “Londra merkezli finans kuruluşlarının Türk lirasına saldırıları sürüyor” diyen bir haber yaptı. Siz ne diyorsunuz, dolar neden yükseliyor? Dış güçlerin ekonomiye bir saldırısı mı bu yine?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yıldıray Bey, işin gerçeğini konuşalım madem sordunuz oradan başlayalım. Hatırlar mısınız daha bundan birkaç yıl önce işte “kim doları bozdurursa bedava tıraş yapacağız, işte doları bozdurana yemekler bedava, Türk lirasına kesinlikle güvenin, dolar alanlar pişman olacak” diye pek çok açıklamalar yapıldı. Bu açıklamaların hiçbirisi gerçekçi değildi. Ama siyaset maalesef zaman zaman böyle vatandaşın duygularıyla oynayabiliyor. Bugün bir gerçek var onu ifade edeyim size; bizim bankalarımızda yani Türkiye Cumhuriyetinde faaliyette bulunan, BDDK tarafından izin verilen bankalarda vatandaşların mevduatının yüzde 53.9’u, yanlış hatırlamıyorsam küsuratında hata olabilir, yani yüzde 53’ü diyelim, yüzde 53’ü dolar bazında. Yani vatandaş kendi geleceğini, birikimlerini, tasarruflarını dolara yatırmış vaziyette.
Soru şu tabi, vatandaş neden dolara yatırır da Türk lirasından kaçar? Eğer Türk lirası güven veren bir para değilse o zaman doğal olarak ya altına, ya dövize yatıracaktır. Peki Türk lirasına güveni sağlayacak olan mekanizma nedir? Onun yolu da ekonomidir. Ekonomi iyiyse, ekonomi üretiyorsa, ekonomi istihdam yaratıyorsa, ekonomi vatandaşa güven veriyorsa, ekonomide ürettiğiniz malı dünyanın dört bir tarafına satabiliyorsanız, ithalatınızı değil de ihracatınızı arttırabiliyorsanız, dış cari açık az, hatta cari açık zaman zaman fazla verebiliyorsa o zaman Türk lirasına olan güven artar.
Şimdi şu söyleniyor, efendim işte “Türk lirasına karşı Londra’dakiler operasyon yaptılar” ya da “Türk lirasına karşı operasyon yapılıyor.” Akıl var, mantık var, bu Londra’da oturanlar niye dolara operasyon yapmıyorlar, niye yuana operasyon yapmıyorlar, niye avroya operasyon yapmıyorlar, niye sterline operasyon yapmıyorlar da Türk lirasına operasyon yapıyorlar? Ve Türk lirasını Londra’daki bir avuç tefecinin operasyon yapabileceği para birimi haline kim döndürdü? Biliyorum diyecekler, “Ce Ha Pe yaptı bunu” diyecekler. Şimdi bunu oturup düşünmek lazım, şimdi hepimizin düşünmeye ihtiyacı var gerçekten. Ben de evde oturuyorum, hatamız olabilir, eksiğimiz olabilir, yanlışımız olabilir ama oturup düşünüyoruz, bir yerde bir eksiğimiz mi var, bir hatamız mı var, bir yanlışımız mı var? Bizim hepimizin oturup düşünmesi lazım. Türk lirası neden bu hale geldi?
Şimdi diyorlar ki; işte Sayın Albayrak oturdu finans kuruluşlarıyla görüşmeler yaptı, çalışmalar yaptı, şunu yaptı, bunu yaptı vs. falan filan. Ne yaparlarsa yapsınlar Türkiye’nin gerçeğini bütün dünya biliyor. Ben de biliyorum, bütün dünya da biliyor. Merkez Bankasının rezervlerini bu işle ilgili olan bütün taraflar izliyorlar, bankaların durumunu izliyorlar, BDDK’nın müdahale ettiğini biliyorlar, Merkez Bankasının bağımsız olmadığını biliyorlar. Bütün bu gerçekler ortadayken ve bu tabloyu yaratanlar da iktidardayken Türk lirası değer kaybediyor. Müthiş bir devalüasyon yaşıyoruz aslında. Şimdi bu çerçevede baktığımız zaman işin sorumlusu kim ona bakmamız lazım. Şimdi sorumlu olarak biz Londra’daki bir avuç tefeciyi mi sorumlu tutacağız yoksa bizi tefeciye mahkum eden yönetimi mi sorumlu tutacağız? Ben her seferinde söylerim “Londra’daki bir avuç tefeciye 150 milyar doların üzerinde son 18 yılda faiz ödendi.” 150 milyar dolar bu çok ciddi bir rakam. Sadece faiz bakın. Peki ödüyorsunuz bu faizi ama Türkiye faiz ödedikçe, o faiz çemberinde her dönem biraz daha fazla faiz öder noktaya geliyor. Yani bir açmazın içinde, çıkmaz yolun içinde. Buradan çıkması lazım Türkiye’nin, bunun için de üretmesi lazım ama üretmeyi değil ithalatı özendirdik bu tablo çıktı ortaya.
Ben her şeye karşın Yıldıray Bey umutsuz bir insan değilim. Yani Türkiye düzelir ama iyi yönetilirse düzelir, doğru yönetilirse düzelir, kaynaklar yerli yerinde kullanılırsa düzelir, devlette israf sona ererse düzelir. Yoksa düzelmez diye bir kural yok. Yani Türk lirasına güven sağlamanın yolu, ekonomi güçlüyse Türk lirası da güçlüdür.
Elif ÇAKIR- Bu arada en önemli sorun sanırım dış kaynak sorunu var değil mi Türkiye’nin? 2008 krizi de bu yüzden çıkmıştı. Dolar da sanırım bu yüzden durdurulamıyor. Nerede duracağını bilemiyoruz herhalde. Bakan Berat Albayrak Amerikan bankası ile swap anlaşması yapmaya çalışıyor. Türkiye tabi ki dış kaynağa ihtiyacı olan bir ülke ama neden bu kadar böyle dış kaynağa ihtiyaç duyar hale geldik ve bu durumda ihtiyacımız olan dış kaynağı nasıl bulacağız?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elif Hanım, güzel bir soru. Ama izin verirseniz biraz dış kaynağa nasıl oldu da ihtiyacımız olur hale geldik onu anlatmak isterim sizlere. 79 yılda yani Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 79. yılında iç borç, dış borç, vergi vs. falan Türkiye Cumhuriyetinin bütün hükümetlerin rahmetli Özal’dan tutun Atatürk’e kadar, Menderes’iydi, Demirel’iydi, Tansu Hanım’ıydı bütün bunların hepsinin harcadıkları para 713 milyar dolar. Bütün Cumhuriyet döneminde harcanan para 713 milyar dolar. Bununla Telekom yapıldı, Keban Barajı yapıldı, Atatürk Barajı yapıldı, yollar yapıldı, fabrikalar kuruldu 713 milyar dolarla yapıldı bütün bunların tamamı. AK Partinin 17 yılda, 18 demiyorum 17 yılda kullandığı para 2 trilyon 346 milyar dolar. Bakın, 713 milyar dolar bütün Cumhuriyet döneminde, yapılanlar meydanda. Son 17 yılda 2 trilyon 346 milyar dolar para kullanıldı, hadi 346 milyar doları da bıraktım 2 trilyon dolar para kullanıldı 17 yılda. Yani Cumhuriyet döneminde kullanılan paraların yaklaşık 3,5 katı. Peki ne oldu? Asıl sormamız gereken soru bu. Parayı yerli yerinde kullanmazsanız ve parayı üretime yönlendirmezseniz Türkiye’yi güçlü kılamazsınız. Bize yollar yaptırdılar, tüneller yaptırdılar, köprüler yaptırdılar. Yapılmalı mı? Evet yapılmalı ama öncelik neydi, önceliği çok iyi belirlememiz gerekiyordu. Önceliklerimize göre paranın harcanması gerekiyordu. Ve parayı harcarken de harcadığımız paranın nerelerde ne kadar kullanıldığını da kamuoyunun bilgisine sunulması gerekiyor. Bunların hiçbirisi olmadı, bunların hiçbirisi yapılmadı.
Bakın Elif Hanım, normalde bütçe kanunu parlamentoda görüşülürken görüşülmeden önce Sayıştay’ın mali raporu gelir. Yani TBMM adına denetim yapan kurum yani Sayıştay Başkanlığı bir mali rapor gönderir der ki, geçen yılın bütçesi şöyle şöyle şöyle kullanıldı diye. Bu mali rapor parlamentoya gelmeden bütçe kanunu kabul edildi düşünebiliyor musunuz? Bunun üzerinde aslında medya da yeteri kadar durmadı. Sayıştay’ın, TBMM adına denetim yapan bir kurumun raporunun gelmesi gerekirken yasalara göre, örfe göre, adete göre, uygulamalara göre ama bu gelmedi. Gelmedi ama olsun gelmesin, biz kabul ettik gitti. Bu sadece bizim ülkemizde değil, ülkemizi yakından takip eden bütün finans çevrelerinde soru işareti yaratıyor. Neden gelmiyor, bir şey mi var, kaynaklar yeterli, doğru kullanılıyor mu, kullanılmıyor mu bu çerçevede bakılıyor. Türkiye’nin ihtiyacı var mı? Bugün Türkiye’nin dış kaynak olmadan yönetilmesi imkansız hale geldi. Yanlış buradan başlıyor. Siz kendi ülkenizi nasıl dış kaynağa mahkum edersiniz kendi iç dinamiklerinizde büyümek varken, kalkınmak vs varken? Uşak Şeker Fabrikası nasıl kuruldu Elif hanım biliyor musunuz? Yumurta satılarak. Cumhuriyetin o ilk yıllarında üzüm, incir bunlar satıldı. Bunlar satıldı, ihraç edildi buradan elde edilen gelirlerle o fabrikalar kuruldu. Şimdi bizim tabi o yıllara dönelim diye bir düşüncemiz yok tabi. Dünya değişti, biz değiştik, toplumlar değişti, ekonomiler daha fazla entegre oldu, iç içe girdi ama siz ekonominizi yönetirken başka bir ülkenin ekonomik anlamda hegemonyası altına girmemelisiniz. Hele hele Londra’daki bir avuç tefecinin hegemonyası altına girmemelisiniz. Şimdi gidecekler biliyorum Londra’ya gidecekler, oturacaklar, konuşacaklar, yalvaracaklar, yakaracaklar, para ver diyecekler. Para gelir mi gelmez mi onu bilmiyorum ama para gelmeden ekonominin yönetilemeyeceği gerçeği var önümüzde.
Ahmet TAŞGETİREN- Kemal Bey, şimdi bu korona günlerinden de esinlenerek ekonomiyle bağlantılı bir soru sormak istiyorum. Şimdi doların işte bu seviyeye yükselmesi, alıp başını gitmesi hani deyim yerindeyse bir tür semptom yani bir hastalık belirtisi. O zaman hastalığın adı ne? Yani ekonomide biz ne tür bir hastalığı yaşıyoruz ve bunun çaresi ne? Hani bir ana muhalefet lideri olarak, iktidara aday bir yapı olarak sanki toplumun önüne yani bakın şöyle bir hastalık yaşıyoruz ve bunun çaresi şudur, biz bunun üstünde çalıştık gibi bir şey koymak gerekiyor. Yani belirtileri konuşuyoruz ve onlar hakikaten insanları çok rahatsız ediyor, tedirgin ediyor, dolar nereye gidecek gibi müthiş bir kaygı söz konusu ve tırmanarak devam ediyor. Hastalığın çerçevesini nasıl tespit ettiniz ve bir çalışma yaptınız m? Mesela toplumun önüne bütüncül olarak koyabileceğimiz bir şey var mı?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sayın Taşgetiren, şimdi bu Covid-19 olayı ortaya çıkar çıkmaz biz bir kurul oluşturduk, orada sosyologlar da vardı, doktorlar da vardı. Güzel bir rapor hazırladık aslında.
Ahmet TAŞGETİREN- Affedersiniz, ben ekonomiyle bağlantılı…
Kemal KILIÇDAROĞLU- Geleceğim oraya. Dolayısıyla bir rapor hazırladık ve bu raporumuzu bütün taraflara gönderdik yani parlamentoda grubu olsun olmasın veya parlamentoda milletvekili olsun olmasın bütün siyasi parti Genel Başkanlarına gönderdik. Orada yapacağımız şeyleri de anlattık şunların yapılması lazım diye.
Şimdi ekonomide ne yapılabilir? Bunun için de bir kurul oluşturduk şu anda çalışıyorlar. Önce tarım, tarım konusunda, tarım raporu büyük ölçüde çıktı, bir iki yerden görüş bekliyoruz. Yani bu konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinden, meslek kuruluşlarından görüş bekliyoruz. Olur ya raporumuzun eksiği olabilir, yanlışı olabilir, düzeltilmesi gereken yerler olabilir, rakamları yanlış olabilir diye. O görüşler de geldikten sonra raporumuzu çıkaracağız.
Şimdi Türkiye buradan nasıl çıkar? Türkiye buradan şöyle çıkar:
Bir; çıkıp milletin önüne diyeceksiniz ki, ben bu ülkede israfı sonlandıracağım kardeşim. Bak benim 13 tane uçağım vardı, 13 uçağımdan vazgeçiyorum, bir uçak bana yeter, diğerlerini satıyorum ve ben kendi ülkemin çıkarları için kullanacağım bunu diyeceksiniz. İsraf, israftan bir sefer her alanda vazgeçeceksiniz, araba saltanatından vazgeçeceksiniz.
İki; ben kesinlikle rüşvet ve yolsuzluğa izin vermeyeceğim, nerede yolsuzluk, nerede rüşvet varsa en sert önlemleri alacağım.
Bakın Ahmet Bey, Serik Belediye Başkanı AK Partili, oturdular bir toplantı yaptılar. İki bakan, AK Parti milletvekilleri, MHP milletvekilleri bir arada. Bir yer var, halka açılması lazım ama halka açılacak deniz kenarındaki yeri halka açtırmak istemiyorlar. Turizm Bakanı diyor ki, “geçen sene halka açılmasın oteller kullansın diye 500 bin lira para verdiler.” Belediye Başkanı itiraz ediyor, “ben 13 aydır Belediye Başkanıyım, 500 bin lira para nereden çıktı?” Bakan müdahale ediyor, “senden önceki belediye aldı” diyor. 500 bin lira rüşveti kim aldı? Şimdi bakın, normalde 500 bin lira sıradan bir para olabilir, küçük bir para olabilir ama namuslu bir Belediye Başkanı, AK Partili bir Belediye Başkanı 500 bin liralık rüşvetin hesabını soruyor. Tık yok bakın, iktidardan tık yok. Normalde bakın 500 bin birisi olabilir, 1 milyon bir başka yerde olabilir. Yolsuzluk ve rüşvetin üzerine gideceksiniz.
Üç; diyeceksiniz ki ben vatandaşın parasını kullanıyorum, tüyü bitmemiş yetimin parasını kullanıyorum, kendi cebimden bu yatırımları yapmıyorum, dolayısıyla ben harcadığım her kuruşun hesabını millete vereceğim, sözüm söz. Nerede bir 1 lira harcanmışsa, hangi gerekçeyle harcanmışsa ben bunu yapacağım.
Dört; planlama yok, bizim eskiden bir Devlet Planlama Teşkilatımız vardı, şu anda planlama yok. Kaynakların nerede nasıl kullanılacağını planlama örgütü belirlerdi. Şuraya yatırım yapalım, önceliğimiz şu olmalı, önceliğimiz şu olmalı diye ve bölgesel kalkınmayı nasıl yapabiliriz, Doğu-Güneydoğuya, Orta Anadolu’ya, Karadeniz’e hangi yatırımları götürebiliriz, yatırımları nasıl dengeleyebiliriz, ülke bağlamında kalkınmayı nasıl geliştirebiliriz, bunu yapmanız lazım. Bu yapıldı mı? Devlet Planlama Teşkilatı kapatıldı. Bunun da sözünü vereceksiniz. Planlama yapacağım, planlamayı sivil toplum örgütleri katılacak mutlaka onlarında yeri olacak burada bunu birlikte yapacağız.
Ve hesap verme. Hesap verme kadar değerli bir şey yoktur. Bütün demokrasilerin özünde hesap verme vardır. Ben milletin parasını kullanıyorsam bunun hesabını vereceğim.
Beşincisi; Siyasi Ahlak Kanunu ya da Siyasi Etik Kanunu Meclise gelmek zorundadır. Parlamentoda vatandaşın sorununu dillendiren milletvekiline ihtiyacımız var. İhale peşinde koşan milletvekiline ihtiyacımız yoktur. Yolsuzluk yapan ya da yolsuzluk yapanları koruyan milletvekillerine ihtiyacımız yoktur. Dürüst, namuslu, ahlaklı, halkın çıkarlarını savunan milletvekillerine ihtiyacımız vardır, Siyasi Ahlak Kanununun mutlaka gelmesi lazım.
Bunlar gelirse her şey olur. Artı demokrasi olması lazım. Şimdi demokrasinin olmadığı yerde gazeteler korkudan yolsuzluk haberini yazamıyorlar başımız belaya girer diye. Gazetenin görevi nedir? Halk adına konuşmuyor mu gazeteci, halkın sesi değil mi, halkın gözü değil mi, halkın kulağı değil mi? Dolayısıyla halkın çıkarlarını gazeteci savunacaktır. Dördüncü güçtür demokrasilerde medya; yasama, yargı, yürütme ve medya. Medyaya özgür alan tanıyacaksınız. Hakaret, evet hakaret varsa gereğini yapın ama iktidarı rahatsız edecek haberler yaptı diye gazeteci hapse atılmaz, gazeteci tutuklanmaz bunlar yanlıştır.
Bakın, yasama, yargı ve yürütme eğer bunlar birbirlerini denetlerse yani o çek balans dediğimiz sistem tam oturursa, medya özgürlüğü de oturursa ve bu dediğimiz beş temel madde de uygulamaya konursa emin olun Türkiye’nin önünde hiçbir güç durmaz. Türkiye bölgesinin aslında en güçlü devletidir fakat kaynakları harcandığı için bu hale geliyor.
Yıldıray OĞUR- Şimdi bu ama korona virüs meselesi bütün dünyada büyük bir ekonomik krize neden oluyor yani bütün dünya durmuş durumda ve çeşitli büyük ekonomik paketler açıkladı pek çok ülke hazinelerinden işte direk yardımların içerdiği. Türkiye de böyle bir paket açıkladı fakat burada bütün ülkelerin dış kaynağa ihtiyacı var yani kendi kendilerine bu durumu finanse etmeleri çok zor, o yüzden swap anlaşmaları, döviz basıyorlar, dolar basıyor FED. Swap anlaşmalarıyla herkes birbirine bunları şey yapıyor. Şimdi Türkiye’nin şöyle bir sıkıntısı olduğu konuşuluyor. Yani hükümet çok fazla batı karşıtlığı yaptığı için, özellikle IMF’yle asla hiçbir şekilde ilişki kurulmayacağıyla ilgili çok keskin sözler söylediği için ve dünyayla da, batı ülkeleriyle de iyi ilişkileri olmadığı için bu kaynakları kullanamadığı ya da ideolojik olarak kullanmayı tercih etmediği de söyleniyor. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz? IMF meselesine mesela nasıl bakıyorsunuz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle ifade edeyim, aslında Türkiye’de para var. Ben para yok demiyorum Türkiye’de para var. Bakın ben size örnek vereyim, 2020’nin ilk üç ayında iktidarın kullandığı para 668 milyar lira. Eski parayla 668 katrilyon lira. Bunun 4.4 milyarını fakir fukaraya vereceğim dedi biner lira. 4.4 milyar lira. Bayram ikramiyesini öne çekti zaten bunu vermek zorunda herhangi bir şey yok. En düşük emekli aylığı da bin 500 lira olacak dedi. Peki fakir fukaraya 4.4 milyar lira verirken bu ilk üç ayda faize kaç lira ödedi biliyor musunuz? 38 milyar lira. Şu soruyu sormamız lazım, şu soruyu sorup cevabını alırsak emin olun her şeyi çözeriz. 668 milyar lira nereye harcandı? 68 milyarını bıraktım hadi faizi diyelim, fakir fukaraya yardımdı vs. 600 milyar lira nerede kullanıldı? Bizim var olan kaynakları sağlıklı sorgulamamız lazım. Efendim IMF’ye gider. IMF’nin zaten Türkiye yönetim kurulu üyesi var, IMF’de yani o yönetim kurulu üyeliğiyle orada temsil ediliyor Türkiye. Gider veya gitmez, o iktidarın tercihidir ama uluslararası bir kaynağı bugünkü süreçte ihtiyaç var, en düşük faizli kaynak nereden sağlanacaksa Türkiye’nin o kaynaktan yararlanması lazım. Biz bunu da söyledik. Bakın, bir önyargı yapmadık. Dedik ki, Türkiye’nin bundan yararlanması lazım. Şimdi bu 668 milyar lira az önce verdiğim rakamın içinde 56 milyar lira yeni basılan para var. Yani bildiğimiz kağıt maliyeti var, sadece parayı basıyorsunuz 56 milyar lira. 56 milyar lira nereye gitti? Fakir fukaraya gitse onlar dolar almazlar geçimini sağlarlar. Peki dolar mevduatı sürekli artıyor, parayı alan gidip yatırım yapmıyor dolara yatırım yapıyor ben geleceği güvence altına alayım diye, oradan kar elde ederim diye. Bu da kontrol edilemiyor. Yani ekonomi bir anlamda kontrolden çıkmış vaziyette. Toplumun önüne bakın, 2019 Pandemi Raporu Sağlık Bakanlığı yayınladı, tahmin ediyorum sizler de görmüşsünüzdür, 229 sayfalık bir rapor. Benzer bir olay yaşandığında Türkiye sağlıkta neler yapmalı orada hepsi yazılı, 229 sayfa, Dünya Sağlık Örgütünün talebi üzerine bu rapor yayınlandı, Sağlık Bakanlığının internet sitesinde de var. Ama unutulan bir şey var, böyle bir salgın olduğunda ekonomide ve sosyal hayatta hangi önlemler alınacak bu yok. Bunun yapılması lazım mı? Evet yapılması lazım. Yapıldı mı? Hayır yapılmadı. Çok hazırlıksız yakalandılar ve ekonomi de zaten bir alarm veriyordu bu çerçeve içinde ortaya çıktılar, kampanyalar açtılar biz bize yeteriz diye. Kaynak arayışına girdiler ama kaynak bulmanızın temel ölçüsü ne? Vereceğiniz güven. Geri dönecek mi bu para?
Elif ÇAKIR- Kemal Bey, bu bağlamda bu kamu özel işbirliği projelerine nasıl bakıyorsunuz? Yapılan yatırımlardan hani yollar, köprüler var. Belki bu bağlamda bunu da değerlendirmek istersiniz diye.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle söyleyeyim Elif Hanım, orada benim çok büyük bir yaram var. Vicdanım kanıyor gerçekten. Yani duyunca şimdi siz açtınız bütün tüylerim diken diken oldu. Bir memleket böyle feda edilemez. Bir beşli çeteye bir ülke feda edilemez. Yol yaptınız tamam, köprü yaptınız tamam, şehir hastaneleri yaptınız tamam. Şu soruyu 50 sefer sordum: “Bunları kaça yaptınız arkadaş?” Ben cevabını bilmiyorum.
En son bütçe görüşmelerinde AK Partili milletvekillerine dönerek şunu söyledim: “Sayın milletvekilleri; şehir hastanelerinin, yolların, köprülerin, havaalanlarının kaça yapıldığını biliyor musunuz? Bakın bu parlamentoda 600 milletvekili var, 600 milletvekili de bilmiyor. Hadi biz bilmiyoruz, muhalefetiz bize vermediniz, siz iktidarsınız bari siz sorun, siz öğrenin. Bu milletin parası. Benim torunumu borçlandırdılar, sizlerin de torunları borçlanacak ama bilmiyorlar kaça yapıldığını” dedim. Ben bunu söyledim diye kıyamet koptu malum. Sayın Erdoğan söylemedik söz bırakmadı. Vay efendim sen şuna karşısın, buna karşısın. Mecliste de söylüyorum biz bunlara karşı değiliz. Tek sorduğumuz şu: Kaça yaptınız?
Üstelik ben bunu kaç yıldır söylüyorum biliyor musunuz? 2018’de İstanbul’da mahalle temsilcileri toplantısında söyledim, 10 Aralık 2018’de bütçe görüşmelerinde söyledim, 16 Temmuz 2019’da mecliste grup toplantısında söyledim, Afyon’da belediye başkanları toplantısında söyledim, Rize Fındıklı’da bunu söyledim. Daha doğrusu her yerde söyledim bunu fakat olmuyor.
Bakın bir şey söyleyeyim, milletvekilinin denetleme yetkisi nedir? Soru önergesi. Balıkesir milletvekilimiz soru önergesi veriyor Sağlık Bakanlığına. Diyor ki, “bu şehir hastanelerini kaça yaptınız?” Oradan gelen cevap, efendim diyor “bu bizim alanımıza girmiyor bunu Hazine ve Maliye Bakanına soracaksınız.” Güzel, arkadaşımız alıyor aynı soruları bu sefer Hazine ve Maliye Bakanına soruyor. Hazine ve Maliye Bakanının verdiği cevap, “bu konularla Sağlık Bakanlığı ilgileniyor ona soracaksınız.” Bu mudur devlet yönetimi? Eğer kul hakkı yemek haramsa, günahsa ve bizim inancımıza göre kul hakkı yemek en büyük günahsa bunun hesabının verilmesi gerekmiyor mu? Bana hesap veremeyen bir siyasal iktidar, dışarıdan gelip borç aldığı zaman şu soruya muhatap olmayacak mı? Kardeşim sen parayı nereye harcadığını hiç kimseye söylemiyorsun, nereye gittiğini kimse bilmiyor, ben sana nasıl borç para verebilirim demeyecek mi? Diyecek.
Dolayısıyla bakın bu pandemi sürecinde Sayın Erdoğan güzel bir konuşma yaptı. Konuşmada dedi ki, “Zor günler bizi bekliyor” doğrudur.  “Hep beraber kilitlenmek zorundayız” doğrudur. “Birlikte mücadele etmek zorundayız” doğrudur. “Hep beraber fedakarlık yapma zamanıdır” doğrudur. Şimdi hep beraber fedakarlığı kim yapacak? Bakkal fedakarlık yaptı, kapattınız sesini çıkarmadı. Çiftçi fedakarlık yaptı, esnaf fedakarlık yaptı, sanayici fedakarlık yaptı, gazeteci fedakarlık yaptı, işçi fedakarlık yaptı, herkes fedakarlık yaptı. Fedakarlık yapmayan dolarla ihale alan bir avuç müteahhit. Ne fedakarlığı yaptılar? Bakın bu insanlar, az önce saydığım bu insanlar yani bu ülkenin temel taşı olan, bu ülkenin kilidini oluşturan bu insanlar her türlü fedakarlığı yaptılar. Evlerine kapan dediler, evlerine kapandılar. Bu insanlar fedakarlığı yaptı, bankalara borcu vardı dükkanı kapandığı için o borcu ertelendi ama faiz arttı, faiz artınca bunun oturduğu yerde borcu da arttı. Ama bu döviz garantili olanlar ne oldu? Dolar arttıkça oturdukları yerde gelirleri arttı. Birisinin borcu artıyor vatandaşın, bunların oturdukları yerde gelirleri artıyor. Şu çağrıyı yaptım, “Sayın Erdoğan, herkes fedakarlıkta bulunuyor, bunlara 2020 içinde vereceğiniz para yaklaşık 6 milyar liranın biraz üzerinde…” O zaman dolar düşüktü. Şimdi herhalde 8 veya 9 milyar olmuştur. “Bunlara deyin ki ya arkadaş Türkiye’de herkes fedakarlık yapıyor, siz de bir fedakarlık yapın 2020 yılında alacağınız parayı faizsiz olarak bir yıl sonraya erteleyelim.” Yani bunu yapalım. Siz de Türkiye için bu fedakarlığa katlanın. Yapmadılar. Onların bazıları bağış yaptı Biz Bize Yeteriz hesabına. O bağışların tamamını da verecekleri gelir vergisi veya kurumlar vergisi beyannamesinden indirecekler. Bu mudur Allah aşkına? Sonra vatandaşa diyorlar ki yardım et. Nasıl yardım etsin zaten batak içinde, zaten borç içinde!
Dolayısıyla şöyle bir tablo var bunu büyük bir samimiyetle söylüyorum. Yönetilemeyen ama savrulan bir Türkiye var. Çünkü kurumlar çürüdü, çünkü liyakat kayboldu, çünkü bir kişi tek başına ben devleti yöneteceğim ve devlete egemenim diye iradesini ortaya koydu ve dolayısıyla sistem yürümüyor. Fedakarlık yapması gerekenler fedakarlık yapmıyor, fedakarlık yapmaması gerekenden de biz fedakarlık bekliyoruz. Böyle bir de paradoks yaşıyoruz.
Ahmet TAŞGETİREN- Bu dış kaynak konusuyla S-400’ler arasında da bağlantılar kuruluyor. Yani Amerika’yla yapılan görüşmelerin bir de böyle bir boyutu olduğu. Bu konudaki size ulaşan bilgiler nedir, kanaatiniz ne?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sayın Taşgetiren, S-400’leri aktive etmezler, etmeyecekler. Bunu geçen gün ifade ettim böyle her sözüme yıldırım hızıyla cevap veren Erdoğan bu konuda hiç konuşmadı. Çevresi de hiç konuşmadı. Borca ihtiyaçları var, paraya ihtiyaçları var, dolayısıyla onlar da önüne S-400’ü koymuşlar, S-400’ü aktive etmezsen sana para veririz diyorlar. Yani şantaj, Türkiye bir şantajla karşı karşıya. Eğer S-400’ü aktive etmeyeceğim diye zaten dolaylı olarak bu sözün verildiği bilinen bir gerçek ama elin oğlu bunu sözle uymaz yani diyecek ki getir yazılı olarak bana ver, bunu aktive etmeyeceğim diye bu güvenceyi bana ver diyecek. O zaman ne olacak biliyor musunuz Sayın Taşgetiren? Türkiye Cumhuriyeti devleti dünyanın en pahalı, en modern hurdasına sahip olmuş olacak. 2,5 milyar dolar değerinde bir hurdamız olacak. 2,5 milyar dolar nedir Allah aşkına? Dışarıdan Dünya Bankası 100 milyon dolar kredi açtı diye neredeyse göbek atacağız 2,5 milyar dolar. Aktive edeceklerse efendim işte erteledik bunu Covid-19 oldu. Covid-19’la aktive etmenin ne ilgisi var? Hiçbir ilgisi yok. Aktive edersiniz. Ama edemezler, yapamazlar. Dolayısıyla 2,5 milyar dolar heba edilen bir paradır. Bu milletin fakir fukaranın ödediği bir paradır. Aktive ederlerse ben kendilerini kutlayacağım. Ve gerçekten de diyeceğim ki bir söz verdiniz, sözün gereğini yerine getirdiniz size yürekten teşekkür ediyorum. 2,5 milyar doları da boşuna harcamadınız. Ama etmezlerse 2,5 milyar doları o parayı veren 83 milyonun hakkını helal etmemesi lazım yazıktır günahtır.
Ahmet TAŞGETİREN- Buradan siyasete geçersek gündemde darbe tartışmaları var ve bu tartışmaların yani gündeme gelmesinde sizin iki mensubunuz İstanbul İl Başkanınızın bazı sözleri ve Grup Başkanvekilinizin bazı sözleri buna yol açtı. Şimdi yurtdışından bir yazar da bu tartışmanın tarafı haline geldi Menderes’le Erdoğan arasında irtibat kurarak. Yani nasıl buldunuz, bu darbe ihtimali nedir Türkiye’de? Sizin mensuplarınızın sözlerinin böyle bir tartışmaya yol açmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir şey aklınıza gelir miydi? Yani o sözlerden böyle bir darbe tartışması çıkması?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Hayır efendim mümkün değil. Yani mümkün değil. Bizim İstanbul İl Başkanının söylediği yani ya erken seçimle veya bir şekilde yani normal seçimle ikisinden birisinde eğer bu iktidar giderse işte biz başarılı olacağız diye bir açıklaması yani. Kaldı ki, İstanbul İl Başkanı. İstanbul İl Başkanı ne diyecek başka? Seçim erkene gelirse veya normalde de olursa bir halde erken değil de normal seçimde olursa bunlar bir şekliyle gidecek diye.
Özgür Bey’in söylediği de saray rejimi gidecek diye. Saray rejimi diyoruz zaten öteden beri, politik bir deyim bu zaten. Yani saray rejimi gidecek demek ne zamandan beri darbe çağırımı haline geldi? Bunlar doğru değil. Şunu söyleyeyim, eğer Türkiye geriye gitmişse, demokratik standartlar açısından da geriye gitmişse, ekonomi açısından da geriye gitmişse yaşadığı darbeler yüzündendir.
Bir de Sayın Taşgetiren şu da bir başka gerçektir, CHP’nin iktidara en yakın olduğu dönemlerin tamamında darbe olmuştur. Darbelerin arkasında da dünyanın egemen güçleri vardır.
Ahmet TAŞGETİREN- Sayın Ecevit istifa etmişti 12 Mart muhtırası verildiğinde.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet Sayın Ecevit rahmetli istifa etti ve üstelik Sayın Baykal, Ecevit Adana’ya doğru giderken yoldan geri dönüp geliyorlar, askerler bir bildiri veriyorlar. Diyor ki Sayın Baykal bizim bir özel MYK toplantısında, dördümüz ağlayarak geldik ve çıktık dedik ki sakın ola ki askerlere bakan vermeyin diye. Ama veriliyor, Ecevit istifa ediyor. O bizim parti olarak CHP’nin tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Biz o tarihte asla ve asla darbelerin Türkiye’ye yarar getirmeyeceğini o istifayla bir şekliyle ortaya koymuş durumdayız. Artı rahmetli Menderes’in idamı çok ciddi bir sonuç doğurmuştur bizim demokrasi tarihimizde, ciddi bir travmadır. Siyaseten bir insanın idam edilmesi kadar yanlış bir şey yoktur.
Sayın Taşgetiren, Sisi biliyorsunuz Mısır’da da bir darbe oldu. Mısır’a iki büyükelçimizi, iki partilimizi gönderdim, Sayın Osman Korutürk ve Faruk Loğoğlu’nu gönderdim. Dedim ki, gidin Mısırlı yetkililerle konuşun, sakin siyasi idam yapmasınlar, Menderes örneğini verin dedim. Bakın zamanında idam edildi, şimdi kendimizi aklamak için toplum olarak adına havaalanları yapıyoruz, okullar yapıyoruz. Bundan vazgeçsinler. Siyasi idamlar bir topluma hiçbir zaman hayır getirmemiştir. İnsanların düşünceleri dolayısıyla insanlar idam edilemezler. Düşüncelere katılmayabilirsiniz ama onların hayatını sonlandırmak, idam etmek doğru değildir. İki arkadaşım gittiler ve Mısırlı yetkililerle ve artı El Ezher Üniversitesinin de yetkilileriyle görüştüler ve bizim bu düşüncelerimizi aktardılar.
Bakın biz CHP olarak ta ne zamandan beri Mısır’daki darbenin bile siyasi idamlara yol açmamasını isteyen bir partiyiz. Türkiye’de de aynı şekilde. 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda ben İstanbul’da uçaktan indim ve arkadaşlar Genel Merkez’de toplanmışlardı, telefonda onlara ilk söylediğim hep beraber meclise gideceksiniz dedim ve hep beraber meclise gittiler. Meclisin kapısını ilk açanlar bizim milletvekilleridir. Sonra diğer partiler de geldiler hep beraber - ki geçen gün Sayın Oğur da güzel bir yazı yazmıştı, Özgür Özel darbeye karşı çıkarken yoldan dönmüştü ve ceketi yoktu, bir AK Parti milletvekilinin ceketini giyerek kürsüye çıkıp darbe girişimine karşı çıktı diye- dolayısıyla bu darbe söylemleri tümüyle yanlış yönetilen, kötü yönetilen bir ekonominin ortaya çıkardığı derin travmayı örtmeye yönelik bir şey. Ne darbesi? Bugün Özgür Özel gayet güzel demiş, “biz belediye zabıta memurlarıyla mı darbe yapacağız, ne darbesi, böyle bir saçmalık olur mu? ” demiş… Türkiye darbelerden çok çekti.
Ben Ahmet Bey şunu da söylüyorum, darbeye karşı olmak sözle olmaz, darbeye karşıysanız ben mecliste toplantıda 23 Nisan’da bir konuşma yaptım, eğer Türkiye Cumhuriyetinin hukuk sistemi anayasa başta olmak üzere hukuk sistemi darbe hukukundan arınırsa işte o zaman bu ülkeye demokrasi gelmiş olur. Şu anda parlamento vesayet altında, yargı vesayet altında, yürütme organı bir kişi, medya kontrol altında. Bu mudur demokrasi? Bunu yapan kim? Darbe hukuku. Darbe döneminde gelen yasalar. Dolayısıyla buradan Türkiye’yi ayırmamız lazım, Türkiye’yi buradan kurtarmamız lazım. Gelelim hep birlikte diyelim ki, 12 Mart’ta ne yapıldı, 12 Eylül’de ne yapıldı, 20 Temmuz’dan sonra ne yapıldı hep beraber oturalım kardeşim. Bu ülkeye demokrasi mi lazım evet demokrasi lazım. Herkesin kimliği, herkesin inancı, herkesin yaşam tarzı başımızın üstüne. Ben şu fırsatı düşünüyorum, şu fırsat Türkiye Cumhuriyetinin önüne çıkacak, milletimizin önüne çıkacak. Geçmişte çatışan ama demokrasiyi isteyen, ama birbirlerine mesafeli olan, inanç dolayısıyla, kimlik dolayısıyla veya yaşam tarzı dolayısıyla, bütün bu taraflar bakın emin olun kısa bir süre içinde bir araya gelecekler. Biz niye kendi anayasamızı yapmıyoruz? İlla birisi mi gelecek, darbeden sonra mı bir anayasa yapacağız? Oturalım beraber özgürlükçü bir anayasa yapalım, herkesin inancı olsun, herkesin kimliği olsun, herkesin yaşam tarzı olsun, beraber ve anayasayı da elimize aldığımızda bu benim anayasamdır desin 83 milyonun hepsi. O zaman bu ülkeye gerçek anlamda demokrasi gelir, huzur gelir, barış gelir. Ben bunu söyledim. Ben bunu Sayın Davutoğlu’na da söyledim, ben bunu Sayın Binali Bey’e de söyledim başbakanlık yaptıkları dönemde. Dedim ki, AB’den bekliyoruz fasıl açsın da gereğini yapalım. Bizim irademiz yok mu biz hepsini yapalım dönelim AB’ye diyelim ki, kardeşim biz hepsini zaten yaptık ne istiyorsunuz bizden? Biz bunu söyleyebilmeliyiz.
Dolayısıyla ben bu süreç içerisinde Türkiye’nin bir darbeyle karşı karşıya kalacağını asla düşünmüyorum. Türkiye’nin bütün demokratik güçleri, Türkiye’nin bütün siyasal partileri, Türkiye’nin bütün sivil toplum örgütleri darbeden çok çekti. İnsanlar öldürüldü, insanlar katledildi, insanlar idam edildi…
Ahmet TAŞGETİREN- Şöyle bir şey deniyor Sayın Başkan. Deniyor ki, 15 Temmuz öncesinde de yani darbe söylentileri vardı ama kimse ihtimal vermiyordu. Şimdi yani gene bu tarz söylentilere sadece söylenti deyip geçmemek lazım, ciddiye almak lazım falan gibi bu tarz yaklaşımlar da var. Her ne kadar Doğu Perinçek darbe falan kim yapacak gibi tepki göstermiş. Bu ihtimali değerlendirmeye ne dersiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yani samimi düşüncem böyle bir ihtimal olacağını düşünmüyorum, böyle bir ihtimal yoktur Türkiye’de. Türkiye’nin bu kadar derdi varken, sorunu varken, insanlar bu soruna kilitlenmişken darbenin Türkiye’ye çok daha ağır faturalar çıkacağı kanısındayım. Darbeyi yapacak olanları MİT saraya bağlı zaten Sayın Erdoğan MİT’i kontrol ediyor, MİT’e bakıyor, ordu zaten, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanı her hafta düzenli gidip bilgiler veriyorlar. Jandarma İçişleri Bakanlığı, polis zaten var. Yani darbeye kim yeltenecek bu süreç içinde? Ben bir darbe olasılığına ihtimal vermiyorum. Böyle bir şey olduğu takdirde yani böyle bir girişim olduğu takdirde de 83 milyonun ortak karşı çıkacağına inanıyorum. Dolayısıyla hani böyle bir atmosfer varmış gibi Amerika’daki bir sivil toplum kuruluşunun bir raporunu gerekçe göstererek, onun üzerinden Türkiye’de bir darbe olur düşüncesini kabul etmiyorum. Yani vicdanım da kabul etmiyor, ahlakım da kabul etmiyor.
Elif ÇAKIR- Peki hükümet neden bu kadar bu darbe söylentilerine sahip çıktı? Çünkü hashtagler filan açıldı.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Oradan medet umuyorlar. Ekonomide yanlış gidişi, ekonominin doğru dürüst yönetilemediğini bir anlamda örtmek istiyorlar. Neden o, başka ne olacak? Allah aşkına şimdi İstanbul İl Başkanı yani darbe olup olmayacağını bilir mi Allah aşkına? MİT’te mi görevli, Genelkurmay Başkanlığında mı görevli, orduda bir görevi mi var? Yok efendim, bildiğimiz bir doktor zaten. Yani Özgür Özel zaten darbe girişimine karşı çıkan birisidir, her türlü mücadeleyi yapan birisidir. Dolayısıyla Amerika’da böyle bir rapor yayınlandıysa, çıkarsınız Amerika’ya söyleyeceğinizi söylersiniz, asarsınız, kesersiniz. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde asla darbe girişimine izin vermeyiz iktidarıyla, muhalefetiyle darbenin karşısında oluruz. Söyleyeceksen oraya söyle, bizim İl Başkanından ne istiyorsun veya Grup Başkanvekilinden?
Yıldıray OĞUR- Kemal Bey tabi o sözlerden tabi o yorumların çıkarılması çok abartılı tabi.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet, evet.
Yıldıray OĞUR- Fakat şöyle bir şey var. Tabi bu kullanılıyor zaman zaman bu darbe korkusu. Fakat bunun bir tarihi var Türkiye’de biraz önce siz biraz bahsettiniz. Tarihsel bir takım travmalar var ve toplum bu söylentilerden endişe ediyor. 4 yıl önceki darbe girişimi zaten çok taze. Bir de bir 27 Mayıs tecrübesi var. Biraz önce siz konuştunuz. Aslında siz 27 Mayıs’la ilgili açılımlar yaptınız, Menderes’in anıt mezarını ziyaret etmiştiniz, darbe olduğunu söylemiştiniz fakat bu dönemdeki CHP’nin şimdi onun yıldönümü de yaklaşıyor muhtemelen bu tartışmalar yeniden çıkacaktır, o dönemde CHP o darbeye yakın durmuştu, daha doğrusu darbeyi yapanlar CHP’ye yakın duran insanlardı. Öyle bir tecrübesi var Türkiye’nin, çok da acı üç idam yaşandı. Belki o dönemdeki CHP’nin duruşunu o süreçle yeni açılım yapabilirsiniz.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi oradaki sıkıntı şu, Demokrat Parti ekonomiyi iyi yönetemeyince, Türkiye’yi iyi yönetemeyince çünkü o dönem gazeteciler yine tutuklandı, hapse atıldı, CHP’nin malvarlıklarına el konuldu, TBMM’de Tahkikat Komisyonları kuruldu, CHP’nin Genel Sekreteri Karadeniz’den gözaltına alınıp getirilip Ankara’da mahkemenin önüne çıkarıldı. Bütün bunların hepsi oldu. Fakat o ara tabi yeni bir çıkış nasıl olabilir diye İlk Hedefler Beyannamesi açıklandı. İşte bir anayasa mahkemesi kurulmalı, yargı bağımsızlığı olmalı vs. diye. 27 Mayıs darbesinden sonra İlk Hedefler Beyannamesinde yer alan düzenlemelerin büyük bir kısmı anayasaya ve hukuk sistemine girdi. Asıl özdeştirme buradan başlıyor. Ama darbeye her dönem, her zaman karşıyız, karşı olmak zorundayız. O dönem CHP iktidara en yakın dönemdi, bir askeri darbe oldu ve 60’ın faturası da var. Toplum ekonomik olarak da geriye gitti. Dolayısıyla demokratik yollardan bir seçimle bir siyasal iktidar göndermek varken halkın oylarıyla darbeyle eğer gönderiyorsanız bu yanlıştır. İkinci büyük bir yanlış getirildi üç kişi idam edildi. Ki o dönemde rahmetli İnönü’nün gösterdiği çabalar, Gürsel’e yazdığı mektuplar, yapmayın bu idamları demesi, Menderes ailesiyle buluşmaları, Menderes ailesinin talebi üzerine tekrar ikinci bir mektup yazması. Ama bunların hiçbirisi maalesef gerçekleşmedi ve üç idam toplumda derin bir travma yarattı, derin bir sarsıntı yarattı kabul etmek lazım. Ve biz 27 Mayıs’ı olduğu şekliyle oturup bütün ayrıntılarıyla yeteri kadar değerlendiremedik. Ki o dönem yapılan darbe genç subayların yaptığı bir darbeydi yanlış hatırlamıyorsam. Yani ordu kendi hiyerarşisi içinde bu darbeyi yapmış değildir. Cemal Gürsel sonradan getirilip devlet başkanlığı pozisyonuna oturtulmuştur 1960’lı yıllarda. Daha sonra arkadan başka darbe girişimleri de oldu malum. Harp okulu öğrencileri bir ara darbe yapmaya kalktılar. Onlardan da idamlar çıktı. Ama bütün bunların sonucunda şu gerçek hepimizin önünde duruyor. Darbe asla kabul edilemez, eğer demokrasiyi kabul ediyorsak burada mihenk taşı halkın kendisidir, vatandaşın kendisidir. Vatandaşın oyuna gitmek, vatandaşın tercihine gitmek en doğrusudur. Buraya gitmek lazım. Daha sonra gelenler darbeler yaptılar. Malum Amerika’da dönemin başkanı “bizim çocuklar yapmıştır” diye bu tür haberler, bu tür yorumlar pek çok bilim insanları tarafından, siyasetçiler tarafından, gazeteciler tarafından dile getirildi. Demokrasiyi güçlendirmek zorundayız.
Elif ÇAKIR- Belki orada merhum İnönü’ye yönelik olarak hani mektup değil de kamuoyunun önünde açıklama yapsaydı belki bir şeyler engellenebilirdi. Böyle bir kanaat bugüne kadar süregelen bir şey. Ben şunu sormak istiyorum, siz Cumhuriyet Gazetesinde…
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elif Hanım, şimdi hakkını yemeyim o dönem İnönü başta olmak üzere o dönem bazı siyasi parti Genel Başkanlarıyla beraber ortak bir basın açıklaması yapıyorlar zaten. Onun fotoğrafları da var idamların yapılmamasıyla ilgili olarak. Yani sadece İnönü değil İnönü’yle beraber şu anda hatırlayamıyorum o partilerin isimlerini yanlış söylemeyim diye onların fotoğrafları da var. Birlikte bir basın toplantısı yapıyorlar ve idamların doğru olmadığını da ifade ediyorlar.
Elif ÇAKIR- 22 Nisan’da siz Cumhuriyet Gazetesinde bir yazı kaleme aldınız Yeni Uygarlığa Çağrı diye. Tabi Covid’den bahsediyorsunuz. Bu salgın bütün dünyadaki dengeleri değiştirecek yani kartlar yeniden karılıyor. Siz burada bu süreçte yani salgın sonrasında da yeni bir dünya düzeninin oluşacağını söylüyorsunuz. Bu arada şöyle bir ifadeniz var ben bunu çok fazlasıyla önemsedim. “Biz demokratlar ne yapmalıyız bu süreçte” sorusuna cevap arıyorsunuz. Ben bu tanımlamayı çok sevdiğimi söylemeliyim. Çünkü demokrat tanımı aslında çok da kolay olmayan, ağır sorumlulukları beraberinde getiren bir kavram. 16 maddelik de bir öneriniz var. Ben şunu sormak istiyorum, Türkiye’de demokratlara pek çok görev düşüyor diyorsunuz, biraz bunu açabilir misiniz, anlatabilir misiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elif Hanım şöyle, tabi doğal olarak siz gazeteciler nasıl dünyanın hem siyasetçilerini, hem önemli yazarlarını yakından takip ediyorsanız, siyasetçi olarak bizler de hem dünyanın önemli siyasetçilerini, yazarlarını, çizerlerini, yorumcularını, akademisyenlerini dinliyoruz, onların yazılarını okuyoruz. Hele bu ara bir de fırsatımız var, uzun yazıları da okuma imkanımız da var. Şöyle bir ağırlıklı olarak hemen hemen ta Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün bu süreç içerisinde Covid-19 salgınının dünyada pek çok değişime yol açacağını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, dünyanın iki yöne doğru evrileceğini, daha doğrusu dünyanın otoriter bir rejime, otoriter bir yönetime doğru evrileceğini söyleyenler de var. Ekonomide ciddi sorunların çıkacağını, teknolojideki gelişmelerin farklı yöne kayacağını, pek çok düşünceler dile getiriliyor. Ben daha önce bir Avrupa Parlamentosunda çağırmışlardı oraya gittiğimde orada şu çağrıyı yapmıştım, Mark’sın hani “dünyanın bütün işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yoktur” diye bir söylemi vardı. Ben artık 21.yüzyılda otoriter rejimlerin ülkelerin başına bela olacağını, sadece kendi ülkelerinin değil dünyanın da başına bela olacaklarını dolayısıyla dünyanın bütün demokratlarının birleşmesi gerektiğini ifade etmiştim. Bu yazıda da aslında temel noktalardan birisi buydu. Çünkü sizin de ifade ettiğiniz gibi demokraside sağ – sol kavramı yoktur. Sağcısı da, solcusu da, ortacısı da eğer düşünceye saygılıysanız, inançlara, kimliklere saygılıysanız, siz demokratsınız yani insan haklarına saygılıysanız, medya özgürlüğünü savunuyorsanız demokratsınız zaten. Dolayısıyla şimdi bizim 21.yüzyılda otoriter rejimlerden, otoriter yapılardan kurtulmamız ve demokrasiyi içselleştirmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapabilirseki bir şekliyle ifade ettim. Orada Türkiye bağlamında anlattım.
Bir de gelişmiş ülkelerin sorumluluğunu da vurgu yaptım. Gelişmiş ülkelerin sorumluluğu neydi? Şimdi Almanya cari fazla veriyor. Cari fazla vermek ne demek? AB ülkelerine satıyorum ama onlardan gelir elde ediyorum dolayısıyla onların kaynaklarını Almanya’ya çekiyorum. Güzel yani AB kendi içinde böyle bir şey yapabilir. Ama az gelişmiş ülkeler ya da yoksul ülkeler ya da iç savaş içinde olan ülkeler ya da terörün yoğunlaştığı ülkelerde, bu fakir fukara ülkelerde insanlar kendi geleceklerini, ailelerinin, çocuklarının geleceğini gelişmiş ülkelerde arıyorlar. Türkiye üzerinden Afganistan’dan gelen var, Suriye’den gelen var, Irak’tan gelen var, buradan geçip Almanya’ya, Fransa’ya, İsveç’e, Norveç’e, Amerika’ya, Kanada’ya gitmek istiyorlar. Bu ülkelerin tamamı bir anlamda kişi başına gelirin 25 – 30 bin dolar veya üzerinde olduğu ülkeler. Artı insan haklarına bir anlamda saygı gösterilen ülkeler. Bu ülkeler, göçmenler kendi kapılarına dayandığı zaman itiraz etmeye başladılar. AB’de beni yine çağırmışlardı ben onlara şunu söylemiştim, “göçmenler sizin kapınıza dayanmadan önce siz Ortadoğu’da kan akarken sessiz kaldınız. Ne zamanki göçmenler geldi, bunlar niye geliyor dediniz. Nereye gidecekler bu insanlar? Sizin sorumluluğunuz var” demiştim, aynı şey bu yazıda da var. Onların sorumluluğu var yani onlar, onlarla beraber uluslararası kuruluşlar, o ülkelere de demokrasinin gelmesi için, standardın gelişmesi için, yatırımlar için o ülkelere de kaynak ayırmak zorundalar. BM’nin, ona bağlı kurumların, gelişmiş ülkelerin bu yönde daha geniş bir planlama yapmaları lazım. Eğer bunları yapabilirlerse o ülkelere de demokrasi gidecek. O ülkelerden hiç kimse gönüllü olarak göçmen olmak istemez. Yaşamak için oraya gidiyor veya iç kargaşadan veya kavgadan kaçınmak için oraya gidiyor. Bunu da yapmak gerekiyor.
Ve bunu söyledikten sonra da 16 madde halinde düşüncelerimizi de açıkladım.
Bunlardan birincisi, demokrasi ve güçlendirilmiş bir parlamenter sistemin olması gerektiğini, kuvvetler ayrılığı ilkesinin olması gerektiğini, medya özgürlüğünün olması gerektiğini söylemiştim. Yine aynı şekilde üreten Türkiye, Türkiye’nin üretmesi gerektiğini, kaynaklarını verimli kullanması. Diğer ülkelerinde bu bağlamda verimli kaynakları kullanmaları gerektiğini söylemiştim. Buna benzer 16 madde halinde bütün düşünceleri aktardım o yazıda. Sonra bu 16 maddeyi 23 Nisan’ın 100. yılında 2020’de açılış konuşmasında 16 maddeyi tek tek madde bir, madde iki, madde üç, madde 4 diye hepsini saydım. Saymamın gerekçesi de şuydu, 100 yıl önce biz parlamentoyu kurduk. 100 yıl önceki parlamento Mustafa Kemal Atatürk’e başkomutanlık yetkisini verirken bile o kadar titiz ki, 3 ay süreyle veriyor. Yoksa vermem diyor. 100 yıl önceki o onurlu, o kişilikli parlamentodan 100 yıl sonra geldiğimiz başka bir parlamentoya. Geçen gün yanlış hatırlamıyorsam Sayın Metiner “efendim biz o sözleşmeye el kaldırdık ama ne olduğunu bilmiyorduk grup başkanvekilleri el kaldırdı biz de el kaldırdık” dedi. Şimdi bu bir itiraf yani hayatın bir gerçeği ama yani bu gerçeği ben söylesem, vay işte gene bak muhalefet diyecekler, ama Metiner’in söylemesi çok değerli. Çünkü bir gerçeği ifade ediyor aslında. Gelen yasalar, gelen düzenlemeler nedir ne değildir onlar bilinmiyor. Onlarla ilgili yeteri kadar bilgi verilmiyor topluma.
Kuvvetler ayrılığı ilkesinden de söz ettim yani yasama, yargı, yürütmenin ve medyanın birbirini denetlemesi gerektiğini. Medya gücü denetler aslında, medya gücü pohpohlamaz ya da gücün yanında durmaz. Gücün hatası varsa gücü denetler, medyanın böyle bir özelliği vardır ve en etkili bana göre yargıdan da etkili bir güçtür medya. Çünkü hatayı gördüğü andan itibaren kişi, en azından medyada yer aldığı zaman kendisine çekidüzen vermek zorunda kalır.
Ben yine o 16 madde içinde yerel yönetimlerle merkezi hükümet arasındaki işbirliğinin ne kadar değerli olduğunu, kaynak tasarrufu sağlayacağını, hizmetlerde sinerji yaratacağını, bütün bunların hepsi yine orada bir şekliyle ifade edildi.
Liyakati ben özellikle vurguladım her yerde vurguluyorum. Devlet dediğiniz kurumlardır ve kurumlarla bir devlet güçlü olursa vardır. Amerika’da IRS vardır, Amerika’da CIA vardır, Pentagon vardır, FED vardır Merkez Bankası ve bu kurumların her birisinin de kültürü vardır aslında ve bu kurumlar siyasi partilerin verdikleri hedefler doğrultusunda ama görevlerini yerine getirirken de yasalara uyarlar, anayasaya uyarlar, kurallara uyarlar, yanlış varsa siyasi iktidarı uyarırlar. Bütün bunların hepsi olur. Ama bizde samimi söyleyeyim devlette ciddi bir çürüme var. Bütün kurumlarında ciddi bir çürüme var. Yasayı kimse tanımıyor, anayasayı kimse tanımıyor, yolsuzluk yapanların sırtı sıvazlanıyor. Buradan Türkiye’nin çekip çıkarılması lazım, Siyasi Ahlak Yasasını bu bağlamda söyledim.
Yine söyledim hem Cumhuriyetteki yazıda hem meclisteki konuşmamda söyledim. Siyasi Partiler Yasası değişmedikçe parlamentonun üzerindeki vesayet kalkmaz. Siyasi partiler dedim ki, “siz sanıyorsunuz ki millet bizi seçiyor. Hayır efendim millet sizi seçmiyor, sizi seçen Genel Başkanlar, listeyi yazıyoruz veriyoruz vatandaşın önüne bu listeye oy veriyor diyoruz. Vatandaş milletvekili seçmiyor. Genel Başkanın seçtiği milletvekili listesini onaylıyor o kadar. Milletin vekilini millet seçsin, Siyasi Partiler Yasası bakın darbe döneminde çıkan bir yasadır, bu yasanın değişmesi lazım.” Bunu söyledim.
Kamu kaynaklarının sağlıklı denetlenmesi gerekir, saydamlık olması gerekir, Sayıştay’a daha yeni yetkiler, evrensel uluslararası Sayıştay kurulu var bunların belirlediği kurallar var. O kuralları Türkiye’de kabul etmiş ama bunlar uygulanmıyor. Aynı şekilde Uluslararası Çalışma Örgütünün kabul ettiği 102 sayılı sözleşme var. Kişinin doğumundan ölümüne kadar bütün yaşamı güvence altındadır. İşte analık sigortasından tutun iş kazası, meslek hastalığı, işsizlik, emeklilik, yaşlılık, malullük diye. Son bir sigorta dalı var aile yardımları sigortası bir türlü çıkmıyor. Söyledim, mecliste de söyledim anayasa diyor ki “sosyal güvenlik herkesin hakkıdır.” Hak kavramı var hakkıdır diyor. Biz sosyal güvenliği hak olmaktan çıkarmışız bütün lütuf bağlamında değerlendiriyoruz. Ben fakire yardım yaptım. Kardeşim, fakire yardım yapmak zaten zorundasın çünkü anayasa diyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti devleti demokratik, laik sosyal hukuk devletidir. İşsiz kalıyorsan işsizliği giderecek olan siyasi iktidardır onlar senin işsizliğini giderecekler.” Dolayısıyla aile yardımları sigortası çıkarsa her ailenin asgari bir gelir güvencesi olur. Bana şunu söylüyorlar diyorlar ki, “her aileye para verirsek asgari ücret kadar buna bütçe yeter mi?” Yeter efendim. Şöyle yapacaksınız, devlete personel alma politikasını da bu sosyal politikanın bir gereği yapacaksınız. Bir ailede hiç sigortalı yoksa devlet işçi alacaksa, belediyeler işçi alacaksa diyeceksiniz ki önce şu ailenin çocuğunu alacaksın kardeşim. Ayrıcalık yapacaksın, pozitif ayrıcalık. Alacaksınız aileyi, aile düzenli bir gelire sahip olacak, onun dışında sosyal yardımlardan gerekirse yararlanmayacak.
Ahmet TAŞGETİREN- İzin verirseniz Sayın Kılıçdaroğlu, süre de sınırlı, farklı bir konuyu da gündemimize getirelim istiyorum. Malum bir Diyanet İşleri Başkanının okuduğu bir hutbeyle bağlantılı bir tartışma çıktı. Ankara Barosu bir açıklama yaptı ve o açıklamada hani Diyanet İşleri Başkanının yani çağlar öncesinden bir mesajı dile getirdiğini falan, bunu adeta yadırgayan bir dille konuştu ve o tartışma büyüdü, medyada büyüdü, siyaset zemininde büyüdü. Bir bu var, bir de dün Sayın Karamollaoğlu’yla görüştük, o bir çağrıda bulundu. Dedi ki, “sosyal demokratlar İslam inançlarına saygıyı ifade etmeliler” dedi. Ve sizinle bir görüşme yaptığını, görüşmede sizi son derece samimi bulduğunu vs. ifade etti, çok olumlu ifadeler kullandı. Şimdi bir şu, bu tür yani Ankara Barosunun açıklaması vs.de benim kanaatim CHP’yi de gölgeliyor. Yani sanki toplum yani iktidarın işte ya da muhafazakarlardan, dindarlardan beklenen bu tür konulardaki tepkiyi sizden de bekliyor. Yani o ifadeleri sizde yadırgatıcı buldunuz mu bir? İkincisi de Sayın Karamollaoğlu’nun bu sosyal demokratlar bu tolumun inanç değerlerine bağlılıklarını ifade etmelidir çağrısına katılıyor musunuz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle Sayın Taşgetiren, bizim partinin öteden beri bir geleneği var. Biz milletvekillerimize de aynı gelenek çerçevesinde uyarılar yaparız. İki alana sakın girmeyin. Bir Diyanet, iki Genelkurmay. İkisinin de siyasetin, özellikle sıcak siyasetin dışında kalması lazım. İki alana sıcak siyaset girerse iki alan toplumda ciddi kutuplaşmalara yol açar diye. Biz bunları her yerde, her ortamda söyledik ve Diyanet İşleri Başkanlığının da, askerlerin de sıcak siyasetin dışında kalması lazım. Benim bu konudaki düşüncelerimi ben birkaç yerde de ifade ettim, yine de aktarayım. Öncelikle şunu ifade edeyim, bu konuda bundan önce Sayın Ali Bardakoğlu’nun Eski Diyanet İşleri Bakanının yaptığı bir açıklama var. Sonra Sayın Mehmet Görmez’in yaptığı bir açıklama var. Sonra Ayşe Sucu Hanımın Sözcü Gazetesinde yazdığı bir açıklama. Bu üç açıklamaya da katılıyorum, aynen altlarına da imzamı atıyorum. Benim tek istediğim şu, Diyanet İşleri Başkanlığı sıcak siyasetin içine girmesin. Sıcak siyaset ayrı. Ankara Barosu, Ankara Barosu yaptığı yanlışı zaten fark etti. Sonra bir açıklama yaptı. Şimdi bakın şu çok önemlidir, ülkemizde insanların inançlarını hedef alıp politika üretmek kadar yanlış bir şey yoktur. İnançlara saygı insan olmamızın en temel unsurlarından birisidir. İnançlara saygı göstereceğiz, insanların inançlarına saygı göstereceğiz. Bizim değerlerimiz var, İslami değerlerimiz var, İslami değerlere de saygı göstereceğiz. Bu çerçevede benim herhangi bir şeyim yok. Bu tartışmaya girmememizin temel nedeni dediğim gibi Diyanet ve Genelkurmay alanına girmemeye öteden beri CHP olarak girmemeye özen gösteriyoruz. Ben daha önce Diyanet İşleri Başkanını bir ramazan günü ziyaret etmiştim, onların daveti üzerine bir ramazan iftarına katılmıştım. Samimi olarak bana söyledikleri oradaki kadrosundaki arkadaşlardan bazılarının samimi olarak söyledikleri Diyanet İşleri Başkanlığı ne zaman CHP’ye bağlı olduysa en rahat olduğumuz dönemlerdir çünkü kimse bize müdahale etmedi diye. Gerçekten de öyledir, yani Diyanet İşleri Başkanlığı çok önemli bir kurumdur, Genelkurmay Başkanlığıyla Diyanet Başkanlığı aynı tarihte 1924 yılında kurulmuştur. Dolayısıyla ikisi de cumhuriyetin kuruluşudur, ikisine de büyük saygı duymamız gerekiyor. İkisinin de sıcak siyasetin dışında olması gerekiyor.
Yıldıray OĞUR- Bu son Diyanet İşleri Başkanı mı bunu size söyledi? Çünkü bu onu şey yapabilir yani üzebilir.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Son Diyanet İşleri Başkanımız değil. Kendisiyle bir görüşmemiz olmadı telefon dışında ama daha önceki Diyanet İşleri Başkanlarıyla zaman zaman bir araya gelirdik. Bazen ben davet ederdim, bazen onlar davet ederlerdi. Dolayısıyla bakın Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığının güzel bir kitap satış yeri de vardır. Bürokratken bile o kitap satış yerini ziyaret edenlerden birisi benim.
Yıldıray OĞUR- Kocatepe Caminin altındaydı galiba.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Orada da vardı, bir de orduevinin hemen arkasında olan bir yer daha vardı. Yine aynı şekilde Diyanet Vakfının vergi muafiyeti alınması yıllarında ben Maliye Bakanlığında çalışıyordum ve o vergi muafiyeti alan kararnamenin hazırlanmasında benim imzam vardır. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığını biz toplumun aydınlatılması, topluma sevginin aşılanması, topluma huzurun aşılanması, musibetlerden uzak tutulması gibi bütün bunların tamamını Diyanet İşleri Başkanlığının dile getirmesini isteriz. Yani sevgiden, hoşgörüden… İslamiyet o kadar güzel bir din ki Allah aşkına yani sevgi var, hoşgörü var, kardeşlik var, beraber yaşama var, bilime saygı var, bilim insanına saygı var, alime saygı var. “Alimin ölümü alemin ölümüdür” diyen bir din var. “İlim Çin’de olsa bile gidin öğrenin” diyen bir din var. “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” diyen bir anlayış var. Dolayısıyla bir İslam dili var. Yani bu çerçevede baktığımız zaman diyanetin toplumun bütün kesimlerine sıcak mesajlar vermesi lazım. Diğer kesimlerin de bir şekliyle buna saygı duyması lazım. Eğer kendi aralarında bir tartışma olacaksa, din insanları arasında bir tartışma olacaksa ona da saygı duyarız. Çünkü sonuçta biz ilahiyatçı değiliz, biz siyasetçiyiz. Her kuruma saygı gösteririz, her kurumun yasal görevi vardır, yasalarla belirlenmiş görevleri vardır, o görevleri yaptığı sürece başımızın üstünde yeri vardır. Politik kurumlar olmasını istemeyiz yani bu iki kurumun. Mesela biz Merkez Bankasını eleştiririz çünkü Merkez Bankası farklı bir kuruluş. Maliye Bakanlığını eleştiririz, BDDK’yı eleştiririz, Sermaye Piyasası Kurumunu eleştiririz. Ama Diyanet ve Genelkurmay dediğim gibi yani cumhuriyetin kuruluşunda bile ikisine saygı gösterilmiş ve özel bir düzenlemeyle ikisi aynı gün yasalaştırılmıştır, aynı ağırlıktadır bize göre. Bu ikisine saygı duyarız. Bu çerçevede değerlendireyim.
Elif ÇAKIR- Kemal Bey, güncel bir konuyu sormak istiyorum. Bu YKS ve LGS tarihleri 10 gün önce bir ay ertelenmişti, sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı ve bir ay tekrar geriye aldı, erkene aldı tarihi.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elif Hanım bir şey daha söyleyeyim, Kur’an Araştırma Merkezi var İstanbul’da, ziyaret eden oldu mu bilmiyorum. Çok güzel yayınları var, çok iyi insanlar var orayı ben ziyaret ettim. Ama dediğim gibi bunları biz politik olarak kullanmayı doğru bulmayız. Çünkü bu bizim iç dünyamız, manevi dünyamız ve onun zenginliğini görmek isteriz. O zenginliği bize ifade edecek insanlarla oturup konuşmak isteriz. Dolayısıyla bu tür araştırmalara toplumun ihtiyacı var. Bu araştırmaların toplumun her kesimine bir şekliyle aktarılması lazım. Din çok güçlü bir unsurdur. Dediğim gibi insanların iç dünyasının zenginliğini oluşturur, hoşgörüyü, sevgiyi oluşturur. Tabi bizim gibi düşünmeyen insanlara da saygıyı oluşturur. Eğer insan Allah’ın yarattığı en değerli varlıksa ben ona saygı göstermek zorundayım. Sadece Müslümanlar değil yine aramızda Hristiyanlar da var, Museviler de var, Ezidiler de var, Ateistler de var. Dediğim gibi sonuçta herkes kendi iç dünyasını yaşayabilmeli sevgiyle, hoşgörüyle yaşayabilmeli. Eğer biz bunu yapabilirsek bana göre çok iyi olur.
Elif ÇAKIR- Bu YKS ve LGS tarihlerini sormuştum size. Yani 10 gün önce YÖK Başkanı bir ay geç bir tarih vermişti Temmuz’a vermişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir ay geriye çekti, erkene çekti tarihi. Bu tabi gençleri, özellikle sınava girecek olan gençlerin, ailelerin çünkü çok hassas bir konu tepkisini çekti. Siz de sanırım dün öğrencilerle bir böyle telekonferans yaptınız ve dinlediniz. Bu kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sınav tarihinin önce ileri bir tarihe atılmasını, sonra tekrar erkene alınmasını?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Elif Hanım, şimdi bu sınav dediğimiz olay aslında çok önemli bir olaydır. Çünkü o genç bir anlamda kendi yaşamının en önemli basamağını ya atlayacak ya da atlayamayacak. Şimdi sınavın ertelenmesini herkes şöyle veya böyle makul karşıladı çünkü salgın hastalık var, çocuklarımızı korumak zorundayız, bunların bir araya gelmeleri doğru değil ve dolayısıyla Temmuz ayına ertelendi. Temmuz ayına ertelenince de aileler planlarını ona göre yaptılar, çocuklar planlarını ona göre yaptılar, psikolojilerini ona göre oluşturdular, dersleri ona göre çalıştılar ve birden bire öne alınması tam bir sıkıntı yarattı. Dolayısıyla öğrencilerin tamamı ayağa kalktı, ailele rde ayağa kalktılar yanlış yapıyorsunuz diye. Çünkü aileler de planı ona göre yapmışlardı. Buradaki soru şu, az önce devlette liyakatten söz ettim. Kararı alması gereken kim? Öğretmenler yani hocalar, yani YÖK. YÖK böyle bir karar alıyor mu? Hayır almıyor. Ama ertelemeyi YÖK yapıyor, açıklamayı YÖK yapıyor, tarihin ertelenmesi lazım diyor, bütün hazırlıklar o tarihe göre yapılıyor, sınıflar, dersler vs. her şey ona göre hazırlık yapılıyor. Ama öne almaya kim karar veriyor? Üç kişi karar veriyor. Turizm Bakanı, Sağlık Bakanı ve Sayın Cumhurbaşkanı bir araya geliyorlar ikisi bildiğim kadarıyla Sağlık Bakanı doğru bulmuyor ama Turizm Bakanı turistlerin gelmesi açısından, otellerin bir an önce açılması açısından erkene alınmasıdır diye söylüyor ve Erdoğan da Turizm Bakanının talepleri bağlamında erkene alma açıklaması yapıyor. Doğru değil. Hiçbirisi eğitimci değil.
Bakın az önce Diyanetten söz ettik. Diyanet İşleri Başkanlığına kim gelir? Bir ilahiyatçı gelir. Doğru mudur? Doğrudur. Neden? Liyakat onu gerektirir. Maliye Bakanlığının başına kim gelir? Yine ekonomiyi en azından iyi bilen birisi gelir niçin? Liyakattir ekonomiyi bilen birisi gelir. Her alanda, Merkez Bankasını düşünün, Genelkurmay’ı düşünün yani liyakat dediğimiz bir kavram var. Şimdi üç kişi bir araya geliyor, üçünün çocuğu üniversite sınavlarına girmiyor bildiğim kadarıyla, üçü kalkıyorlar eğitimle ilgili karar alıyorlar. Allah aşkına devlet böyle yönetilir mi? O çocuğun psikolojisini biliyor musunuz? Çocuklar dert yanıyorlar bana. Biz diyor bütün çalışmayı bunun üzerine yaptık. Hatta şöyle, yanlış hatırlamıyorsam fen bilimlerinde puanları biraz düşürmüşler ya da soru sayısını düşürmüşler. Diyor ki bir öğrenci, ben diyor bütün ağırlığımı diyor bugüne kadar fene verdim diyor, şimdi bütün o çalışmalarım boşa gitti diyor. Çünkü fen sorusu az çıkacak diyor. Şimdi bakıldığı zaman devlet yönetiminde olması gereken kurallar yürümüyor. Kimse de kalkıp bu yanlıştır diyemiyor ya da demiyor ya da bir şeyler oluyor orada. Bilmediğimiz bir şeyler var orada. Dolayısıyla ben doğru bulmuyorum yanlış.
Yıldıray Bey, Sayın Karamollaoğlu’nun görüşü konusunda Sayın Taşgetiren sormuştu sizin programa katılmış ben de evet izleme imkanı buldum. Sayın Karamollaoğlu bizim siyaset dünyamızın gerçekten de olgun bir lideri. Son derece sağduyulu. Geçmişte belki CHP’nin veya diğer sol partilerin, ben diğer sol partilerle ilgili konuşma konusunda kendim yetkili değilim, CHP’nin belki bazı kararları, bazı düşünceleri, bazı uygulamaları doğru kabul edilemeyebilir ya da yanlış da olabilir. Bunun en tipik örneği başörtüsü olayıdır. Yani başörtüsü olayını Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline getirdik. Kardeşim size ne ya başörtüsünden, kadın nasıl istiyorsa giyinsin.
Dolayısıyla bu tablo yani Sayın Karamollaoğlu’nun beni samimi olarak görmesinden son derece mutlu olduğumu ifade etmek isterim. Gerçekten samimiyim. Çünkü şöyle, benim siyasetten öyle kişisel olarak hiçbir beklentim yok. Ben isterim ki bu memlekette herkes huzurlu olsun, herkes keyif içinde yaşasın. Yani ben bakın siyasete girdiğimde Bursa’ya gittim Bursa’da ilk ziyaret ettiğim yerlerden birisi neresiydi biliyor musunuz? Celal Bayar’ın mezarını ziyaret edip karanfil bıraktım. Dediler ki, bir CHP’li buraya gelip… Evet bir CHP’li kardeşim. Bu memlekete hizmet eden birisi, gittim ve karanfil bıraktım oraya. Yine aynı şekilde Adnan Menderes’in mezarına gittim karanfiller bıraktım, oradaki protokol defterine yazdım. Hala oradakiler böyle bir olay olduğunda beni ararlar. Yani bizim kavgadan bu memleket hiçbir fayda görmemiştir. Beraber olmak varken, birlikte yaşamak varken, birlikte sorunları çözmek için gücümüzü ortaklaştırmak varken kavgadan ne yarar geldi bugüne kadar Türkiye’ye. Ben dediğim gibi samimiyim. Bütün düşüncelerimi de samimi olarak anlatırım. 15 Temmuz sonrası saraya gittiğimde de bütün düşüncelerimi, eleştirilerimi samimi olarak yaptım. Hepsini tek tek not aldılar ama hiçbirisi olmadı. Samimiyet farklı bir şeydir. Sözünüzle, davranışınızla, konuşmanızla, taleplerinizle bunu yapmak zorundasınız.
Filistin olayı, Filistin olayı konusunda davet ettiler Sayın Karamollaoğlu bir miting yapıyoruz, gelir misiniz? Büyük bir keyifle gelirim dedim. Gittim, söz verirseniz konuşma da yaparım dedim. Daha önce TÜSES’in yaptığı, bir vakıfın yaptığı Filistin toplantısına da yine ben de katıldım, Temel Bey de katıldı, İYİ Parti ve HDP’den de o toplantıya katılanlar oldu. Filistin davası farklı bir davadır. Filistin davası Türk milletinin davasıdır. Yani birlikte orayı savunmak zorundayız, birlikte onların haklarını savunmak zorundayız. Ben bütün bunları samimi olarak söylüyorum. Dolayısıyla Sayın Karamollaoğlu’nun yaptığımız görüşmelerde beni samimi olarak görmesi, değerlendirmesi benim için sadece bir onurdur. Kendisine teşekkür ederim.
Yıldıray OĞUR- Kemal Bey, şimdi siz Dersimlisiniz, çözüm süreci döneminde biliyorsunuz bu dağlarda ne mutlu Türküm diyene yazıları vardı 12 Eylül’den kalma. Onlar ya yenilenmemişti ya da silinmişti bir kısmı. Yani halkın bir kısmı onlardan rencide olduğu için. Şimdi tekrar sizin memleketinizde Pülümür dağlarına bu yazıldı. TRT’de bunu bir haber olarak daha önce silinmesini haber yapan devlet kanalı şimdi yazılmasını haber yaptı. Siz nasıl karşılıyorsunuz bu toplumdan da özellikle tepkide aldı bazıları destekte veriyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu yazıların yeniden dağlara yazılması hakkında?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle, yani gerçekten de Tunceli’de insanlar büyük bir hoşgörü içinde yaşarlar. Mesela başörtülü bir öğretmen gittiği zaman oraya herkes herhalde Tunceliler tepki gösterecek demişler tam tersine herkes büyük bir keyifle, büyük bir hoşgörüyle karşıladılar, hiçbir sorun çıkmadı. Ben şöyle düşünüyorum, ben olsaydım şahsen eğer Atatürk’ün bir sözü dağa yazılacaksa diyelim Tuncelilere sorardım Atatürk’ün bir sürü güzel sözleri vardır, hangisini istiyorsanız biz onu yazalım diyebilirdim yani.
Ben bunları Türkiye’nin gerçek gündemi olarak da görmüyorum. Türkiye’nin gerçek gündemi farklı. Yani vatandaş bu işlerle çok fazla ilgilenmiyor. Vatandaş aş derdinde, iş derdinde, gerçekten çok ciddi sorunlar var Yıldıray Bey, telefon edip ağlayan, evime ekmek götüremiyorum diyen, çocuğuma yemek yediremiyorum diyen annelerden, babalardan, dedelerden, her gün ama… Bizim güzel bir Halkla İlişkiler telefon hattımız var oraya gelir ve biz Türkiye’nin neresinde olursa olsun bir şekliyle bunlara katkıda bulunmaya çalışırız. Bu bağlamda demokrasi dediğimiz şey çok güzeldir. Demokrasinin özünde yatan da dayatma kültürünün olmamasıdır. Eğer bu kültürden toplum çıkarsa çok mutlu oluruz tabi.
Elif ÇAKIR- Siz bu infaz yasasını Kemal Bey Anayasa Mahkemesine götürdünüz. Bu infaz yasası tabi gerek komisyonda görüşülürken gerek meclisten yasalaşmış olarak çıktığında da ceza hukukçuları bunun Anayasa Mahkemesinden döneceğini söylediler. Çünkü eşitlik ilkesine aykırı maddeler var düzenlemeler var içerisinde. Siz Anayasa Mahkemesinden nasıl bir karar bekliyorsunuz, umutlu musunuz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Doğrusunu isterseniz Anayasa Mahkemesinin benzer olaylar karşısında verdiği kararlar var yani iptal kararları var. Ama biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi bazen geçmişte verdiği kararların tam aksine de karar verebiliyor. Değişen koşullara göre anladığım kadarıyla böyle bir düşünceleri var. Ama her şeye rağmen ben Anayasa Mahkemesinin adaletten yana davranacağını ve adaletsiz olan bu yasayı iptal edeceğini düşünüyorum. Tabi sonuçta dediğim gibi biz sadece düşüncelerimizi, görüşlerimizi hukuk temelinde Anayasa Mahkemesine bildirdik, Anayasa Mahkemesi o çerçevede nasıl bir karar alır onu bilmiyorum tabi.
Yıldıray OĞUR- Yargıyla ilgili bir son haber var düşen onu da size sormak istiyorum. Biliyorsunuz 6 Mayıs’ta geçen sene YSK İstanbul seçimlerini iptal etmişti. Bu iptal kararını veren hakimlerden biri daha sonra Danıştay üyesi olmuştu. Şimdi gelen habere göre o Danıştay Başkanı seçilmiş o üye. Nasıl yorumluyorsunuz bunu?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Ben o dönem o kararı alanlara yargı çetesi demiştim ve çetenin ne olduğunu da yine sözlüklerdeki tanımıyla, yasadışı iş yapıp bir araya gelen kişiler çeteyi oluşturur diye anlatmıştım. Alınan karar tamamen yasadışı bir karardı. Dolayısıyla o kararı alanların hiçbirisi bana göre gerçek anlamda bir hukukçu değil. Ama bugün hukuk sisteminin çok ciddi anlamda yara aldığını, halka güven vermediğini, adalet kavramının en azından büyük değer yitirdiğini biliyoruz. Danıştay Başkanı olsa ne olur, olmasa ne olur? Yani dediğim gibi çok üzerinde normalde durulması gerekir ama bugünkü yapı içerisinde bir kişinin talimatıyla zaten başkanlar seçiliyor, bir kişinin göstermesiyle o kişi gelip koltuğuna oturabiliyor. Ve o çerçevede bakıldığı zaman ben Danıştay’ın içinde, Yargıtay’da, düz mahkemelerde, istinaf mahkemelerinde gerçek anlamda hakimlik yapan çok insan var onu da biliyorum ama bunun yanında tam tersine siyasi otoritenin emrinde olup sadece onların kararlarını yerine getiren yargıçları da biliyorum. Biz onlara yargıç demiyoruz artık onlar siyasal iktidarın bir anlamda düşünen insanlar üzerinde kullandığı sopa. Böyle değerlendiriyorum ben.
Yıldıray OĞUR- Çok teşekkür ediyoruz Kemal Bey katıldığınız için yayımıza.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Efendim ben de teşekkür ederim. Tabi sorular, Türkiye’nin gündemi çok yoğun. Bir şeyi unutmamanızı isterim. 500 bin liralık rüşveti kim aldı? Ben bunu doğrusunu isterseniz merak ediyorum. Geçen verilen 500 bin liralık rüşveti, Serik’te bu rüşveti kim aldı? Çünkü Başkan iki bakanı suçluyor açıkça.
Elif ÇAKIR- Çok teşekkürler Kemal Bey.
Ahmet TAŞGETİREN- Çok teşekkür ederiz Kemal Bey.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Efendim saygılar sunuyorum, sağ olun, var olun efendim.
Yıldıray OĞUR- Bir özel röportajın daha sonuna geldik. Başka röportajlarda görüşmek üzere herkese iyi günler diliyoruz. 

Gündem'den Öne Çıkan Haberler