29.04.2018

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU “ANADOLU MEDYASI BULUŞUYOR” ETKİNLİĞİNDE KONUŞTU

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU “ANADOLU MEDYASI BULUŞUYOR” ETKİNLİĞİNDE KONUŞTU

(29 NİSAN 2018)

 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:

-“Medyanın güç kaybetmesi demokrasinin güç kaybetmesi demektir. Medyanın güç kaybetmesi halkın sorunlarının siyasal otoriteye aktarılmaması demektir, kanalların tıkanması demektir”

-“Bugün medyada geldiğimiz nokta şudur, medya sahipleri kendi güçleriyle, birikimleriyle değil atama yoluyla medya sahibi oluyorlar”

-“Cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışıldığı bir süreçte bir ülkenin Genelkurmay Başkanı, o ülkenin sarayının sözcüsü eğer kimsenin haberi olmadan Abdullah Gül’ü ziyaret ediyorsa, onunla konuşuyorsa bu dünyanın her tarafında haberdir”

-“Demokrasinin üzerinde vesayeti kabul etmiyorsanız Cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışıldığı bir süreçte Genelkurmay Başkanını ve sarayın sözcüsünü Sayın Abdullah Gül’e gönderemezsiniz. Gönderdiğiniz andan itibaren kendi iktidarınızı perçinlemek için baskı kuruyor, bir başka vesayeti oluşturuyorsunuz demektir ve bu bir demokrasi ayıbıdır”

-“Patron gazetecilik dışında başka bir faaliyetle uğraşmamalı. Bütün işi gazetecilik olmalı. İnterneti olabilir, yazılı medyası olabilir, dergileri olabilir ama sadece gazetecilik yapacak. Sadece gazetecilik yapmadığı zaman siyasal iktidarın baskısı altında kalıyor, bir süre sonra teslim oluyor”

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve Marmaris Belediyesi’nce düzenlenen "Anadolu Medyası Buluşuyor" etkinliğinde yaptığı konuşma şöyle:


Efendim hepinize bu toplantıya katıldığınız için, daveti kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bizi buluşturan belediye başkanımız bana göre güzel bir şey yapmış.

Ben burada gazeteci dostlarıma şunu açık yüreklilikle ifade etmek isterim. Bu konuşmayı bir siyasi partinin Genel Başkanı olarak yapmayacağım. Sizler gibi ülkesini seven, vatanını seven, bayrağını seven, bu ülkeye hizmet etmeyi kutsal bir görev olarak kabul eden sade bir vatandaş olarak yapacağım. Bunu bilmenizi isterim. Daha sonra siyasi parti olarak da gazetecilerle ilgili ne düşünüyoruz onları ifade edeceğim.

“Anadolu Medya Buluşması ve Yerel Medya Çalıştayı” diye bir çalıştay, ikinci günündeyiz. 60’dan fazla ilden 400’den fazla gazeteci arkadaşımızla beraberiz. Dolayısıyla bu beraberlik bizim için de gazeteci arkadaşlarım için de son derece değerli. Açılışta sadece gazetecilik yaptığı için hayatlarını kaybeden gazetecilerin fotoğrafları geldi. Hiçbirisinin günahı yoktu, kusuru da yoktu. Yaptıkları haber yanlış mıydı? Hayır hepsi doğruydu. Ama doğru haber yaptıkları için bedel ödediler, üstelik hayatlarını vererek bedel ödediler. Hayatım boyunca lehte ve aleyhte yorum yapan hiçbir gazeteci arkadaşımı suçlamadım. Dilediği gibi yazabilir, dilediği gibi düşüncelerini ifade edebilir. Zaten demokrasinin olmazsa olmazı da budur. Gazeteciliği nasıl görüyorum onu da ifade edeyim. Eğer bir ülkede demokrasi varsa kesinlikle gazetecilik de olmalıdır. Eğer bir ülkede demokrasi yoksa hayatın her alanında sorun var vardır, doğal olarak gazetecilikte de sorun vardır. Gazeteciliğin varlık nedeni nedir? Varlık nedeni halk adına gücü denetlemektir. Varlık nedeni budur. Yani bir güç var kamu kaynağını kullanıyor, o güç o kamu kaynağını doğru kullanıyor mu, kullanmıyor mu, insan haklarına saygı gösteriyor mu, göstermiyor mu, hukukun üstünlüğüne uyuyor mu, uymuyor mu? Bu çerçevede gazeteci halk adına sorgulama yapar. O açıdan çağdaş demokrasilerde medya dördüncü güç olarak ortaya çıkar. Yani egemenlik hakkını kullanan yasama, yargı ve yürütmenin dışında, egemenlik hakkını medya da kullanır. Halkın gözü, kulağı, sesi bir anlamda medyadır. Biz henüz anayasamıza medyayı egemenlik hakkını kullanan dördüncü güç olarak yazdırmadık. Bunu teklif ettim kabul etmediler. Ama hala aynı kanaatteyim. Yasama, yürütme, yargı ama birde medya egemenlik hakkının kullanılmasında güç olarak anayasal tanım içinde yer almalıdır. Ne diyor anayasa? Yanlış hatırlamıyorsam altıncı maddesi hemen süratle bilginize sunayım, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyor. Doğru egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. 1921 anayasasından beri bu cümle var. Ve devam ediyor, “Türk milleti egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır.” Yani yasama organıyla, yani yürütme organıyla, yani diğer organlarla, yani asıl üzerinde durduğumuz şimdi medya organıyla. Medya halkın bir anlamda temsilcisidir.  

Değerli arkadaşlarım, güçler ayrılığı ilkesi demokrasinin olmazsa olmazıysa güçler ayrılığı ilkesinin bugün içinde bulunduğu durumu sizin bilginize sunayım, siz daha iyi biliyorsunuz ama ben de kısmen düşüncelerimi ifade edeyim. Yasama organı, yani TBMM… Şöyle bir sorunumuz var, 12 Eylül darbe hukukunun getirdiği şöyle bir sorunumuz var, yasama organında, eğer yürütme organı parlamentoya bir yasa tasarısı getirmişse veya bir yasa teklifi vermişse iktidar kanadını oluşturan milletvekilleri kendi özgür iradelerini kullanıp o teklifi veya tasarıyı eleştiremiyorlar. Nedeni merkez yoklaması. Milletvekili bir dahaki seçimlerde beni aday göstermezler endişesiyle gelen her şeyi kabul ediyor. Yasama organının içinde bulunduğu en tehlikeli sorun bu sorundur. Oysa gelen yasanın ya da tasarının, ya da teklifin doğruluğu veya yanlışlığı oturulup özgürce tartışılmalı güç olarak. Mademki yasama organı egemenlik hakkını kullanıyor, halkın oylarıyla insanlar oraya seçildiler o zaman bu tekliflerin özgürce tartışılması lazım. Bu yapılmıyor. En büyük sorunlarımızdan birisi bu değerli arkadaşlarım.

Bir başka sorunumuz yargı organı. Anayasanın 138. maddesi olağanüstü güzel bir madde, her şey var bu maddede okuduğum zaman sizler de göreceksiniz. “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar” diyor. “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.” Asıl önemli madde şu, “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Ben bir grup toplantısında Hakimler Savcılar Kurulunun hakimlere nasıl talimat verdiğinin belgesini açıkladım. Anayasaya aykırı bir düzenleme. Yargı bağımsızlığı benim için de çok önemli, gazeteciler için çok daha önemli. Çünkü benim dokunulmazlığım var ama sizin dokunulmazlığınız yok. Her an mahkemenin karşısına çıkabiliyorsunuz, her an yargılanabiliyorsunuz. Eğer yargı bağımsız değilse adalet gerçekleşmez. Bir kişinin talimatıyla bir kişi mahkum olacaksa orada yargıç yoktur, orada bir siyasi otorite vardır ve yargı o siyasi otoritenin gereklerini yerine getirmek üzere görevlendirilmiştir. Asıl temel sorunlarımızdan birisi budur.

Bakın bir örnek vereyim, gazeteci Deniz Yücel Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, daha doğrusu Türk kökenli Alman vatandaşı. Deniz Yücel hapisteydi uzun süre. İddianamesi bir gecede hazırlandı. Ertesi gün yargılandı ve serbest bırakıldı, serbest bırakıldığında eline bir başka mahkemenin tutuklama kararı iliştirildi. Ama Deniz Yücel getirilen bir uçakla Almanya’ya götürüldü. Hangi yargıdan söz ediyoruz ve hangi yargı bağımsızlığından söz ediyoruz? Dolayısıyla gazetecilerin kendilerine oto sansür uyguladıkları bir süreci yaşıyoruz. Asıl temel sorunlarımızdan birisi budur değerli arkadaşlarım.

Başka bir örnek vereyim size o da ilginçtir. 15 Temmuz darbe girişimi oldu, hep beraber karşı çıktık. Darbeciler yargılansın mı? Elbette yargılansınlar. Nasıl? Hukukun üstünlüğü gereklerine göre yargılansınlar. Karar alındı 15 Temmuz FETÖ darbe girişimiyle ilgili yapılan bir yargılamada 33 ere, komutana değil 33 ere, anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs ve 6 kişiyi kasten öldürmekten 7 kez müebbet hapis cezası verildi. Bunlar er. Kadın kardeşlerim bilmezler ama bütün erkek gazeteciler çok iyi bilirler askerlik yaptılarsa, komutan talimat verir, erler onlara uymak zorundadır, uymazsanız zaten suç işlemiş olursunuz. Erlere, 33 ere 7 kez müebbet hapis veriyorsunuz. Bunlar komutan değil er. Ve sonra dönüp bana diyeceksiniz ki, bu ülkede adalet var. Hayır, bu ülkede adalet yok. Devlet kirleniyor, altını özenle çiziyorum devlet kirleniyor.

Bakın, bu erlerden birisinin son sözünü soruyor hakim verdiği cevap, “Aylardır içerdeyim, babam buraya gelmek için telefonu satmış, yoksul bir aile geliyor demek ki. Sadece askere geldim ve bunları hak edecek hiçbir şey yapmadım. Anlamıyorum neden ben? Aylardır bunun cevabını bulamıyorum.” Bir er bu. Ve o gece öldürülen bir erin annesi bu mahkemede gidiyor ve mahkeme sürecini izliyor. Şehit olan Muhammed Fazlı Demir’in annesi Saliha Demir gözyaşı dökerek bu erler için şunu söylüyor, ailelerin vicdanına tercüman olmak istiyorum. “Erler niye biz yargılanıyoruz diye soruyorlar. Buradaki erlerin kandırılmış olma ihtimalini niye kimse düşünmüyor. Buradaki erlerin aileleri için ciğerim yanıyor. Kendimi geçtim erlerin tahliye edilmesini istiyorum, vatan sağ olsun” diye konuşuyor. Oğlu şehit olan bir anne bu erler için ağlıyor. Yargıdaki ve adaletteki dibe vurmuşluğu gösteren bundan daha çarpıcı bir örnek veremezsiniz. Adalet var diyorlar. Hangi adalet? Söyledim bir siyasetçi olarak konuşmuyorum, sıradan bir vatandaşın vicdanına tercüman olmak için konuşuyorum ben, bunu hangi vicdan kaldırır.

Ve başka bir örnek vermek istiyorum yine adalet üzerinden. 21 Nisan 2018’de bir FETÖ operasyonu yapılır. Yapılır mı, yapılır. 18 kişi gözaltına alınır, gözaltına alınanlardan birisi Ankara İstihbarat Eski Şube Müdürü, o da gözaltına alınır. 14 Nisan 2018 tarihinde çıkarıldığı mahkemede suçları şu, resmi belgede sahtecilik, FETÖ yapılanmasına üye olmak ve yardım etmek. Bu suçlarla tutuklanıyor. İçerde sadece 4 gün kalıyor arkadaşlar. 4. gün serbest bırakılıyor. Ve daha ilginç olanı adli kontrol şartı aranmıyor. 33 er komutanın emrine uydu diye 7 kez müebbet hapisle yargılanıyor. Bana kimse bu ülkede adalet vardır, hak vardır, hukuk vardır, can ve mal güvenliği vardırı anlatamaz arkadaşlar. Somut, net, açık örnekler verdim.

Bülent Ecevit 60 yıl önce o da bir gazeteciydi, sizler gibiydi, onun da kalemiyle para kazandığı dönemler oldu. Siyasetçiyken hapse girdiği dönemler oldu, silahlı saldırılara uğradı, büyük acılar çekti. 60 yıl önce şunu söylüyor rahmetli Bülent Ecevit, “Hürriyetsizlik acı fakat haksızlık ondan da acı.” Biz bugün iki acıyı birden çekiyoruz. 60 yıl önce söylenmiş, 60 yıl sonra aynı tabloyu yaşıyoruz. Hem haksızlığı, hem hürriyetsizliği birlikte yaşıyoruz. Oysa tarihin tekerrür etmemesi için yöneticilerin geçmişte yapılan hatalardan ders çıkarması lazım. Türk siyasetinin üzülerek ifade edeyim böyle bir geleneği yok arkadaşlar. Hataları tekrar etme gibi bir geleneği var. Bu toplumda derin acılar yaratıyor.

Ve geliyorum medya dışındaki üçüncü güç. Yasama, yargı ve yürütme. Yani Başbakan, yani Bakanlar Kurulu, yani Cumhurbaşkanı. Acaba Türkiye’de yürütme organı gerçekten sağlıklı çalışıyor mu? Şöyle bir olayı düşünün demokrasisi gelişmiş bir ülke düşünün, bir Başbakan düşünün, seçimlere girmiş yüzde 49,5 oy almış tek başına iktidar oluyor, parlamentoda çoğunluğu sağlıyor. Hiçbir muhalefet partisine ihtiyaç duymadan arzu ettiği yasayı çıkarabilecek güce ulaşıyor. Ama bir sabah bu Başbakan davet ediliyor saraya, elinden bir istifa dilekçesi alınıyor ve kapının önüne konuyor. Bu darbe değil de nedir arkadaşlar? Yüzde 49,5 milli iradenin tecelligahı olan mecliste yüzde 49,5 oy alıyor, geliyor, kazanıyor elinden alınıyor sen oturacaksın deniyor, başka birisini Başbakan yapacağız deniyor.

Peki benim merak ettiğim nokta şu değerli arkadaşlarım, kaçımız buna sağlıklı tepki verdi? Kaçımız demokrasilerde böyle bir şey olmaz diye açık yüreklilikle çıkıp yazabildi? Kaçımız televizyonlarda bunu açık yüreklilikle oturup tartışabildi ve bu demokrasiyi katletmektir diyebildi. Ama benim gördüğüm televizyon kanallarının büyük bir kısmında çıkıldı bu olayın ne kadar önemli olduğu anlatıldı. Ve bugünkü noktalara o tartışmaları sağlıklı yapamadığımız için birlikte geldik. Bunları düşünmek lazım.

Bugün iki yürütme organı var. Bir Başbakanlık, bir de başka bir yerde Başbakanlık var. İki ayrı Başbakanlık var, iki ayrı Dışişleri Bakanlığı var. Paralel devlet yapılanması diye şikayet ediyorlar. Şu anda fiilen Türkiye’de paralel devlet var arkadaşlar. O zaman oturup gazeteciler olarak hangi devlet yapılanmasına biz onun telkiniyle biz ona uyacağız veya uymayacağız diye söylensin veya düşüncelerini ifade etsin arkadaşlarımız. En tipik örneğini son günlerden vereyim. Belki biraz mizah ağırlıklı olacak ama hayatın bir gerçeği. Sayın Binali Yıldırım soru üzerine bedelli askerlikle ilgili ona işte olumsuz bakmıyoruz diye bir cümle kullandı. Başbakan bu sıradan bir insan değil, kabinenin başındaki bir insan. Ama aynı mensubu olduğu partinin sözcüsü kalktı dedi ki, o Binali Yıldırım’ın şahsi görüşüdür dedi, kişisel görüşüdür dedi, bizi bağlamaz dedi. Siz böyle bir komediyi demokrasisi gelişmiş bir ülkede göremezseniz. Birisi kalkıp bunu söylediği andan itibaren Başbakanın koltuğunu bırakması lazım. Diyecek ki, benim sözüm, benim partimin sözcüsüne bile geçmiyor, o beni yalanlıyor ve kimse ona dokunamıyor ama ben havada kalıyorum. İstifa etmesi lazım ama etmiyor. Niçin? O oraya halkın iradesiyle gelmedi sarayın iradesiyle geldi. Halkın iradesiyle gelseydi tablo farklı olurdu ama sarayın iradesiyle geldiği için sarayın iradesiyle ben ancak giderim diyor, yoksa ben niye gideyim diyor. Maaşı alıyorum, güzel arabalara biniyorum, arada bir konuşuyorum, beni yalanlıyorlar hiç önemli değil. E mesele yok böyle idare edip gidiyoruz diyor. Demokraside geldiğimiz noktayı görmeniz açısından bu tipik örnekleri size sunma görevini üstlendim değerli arkadaşlarım.

Medya, gelelim benim ısrarla anayasada milli egemenlik maddesinden sonra yasama, yürütme ve yargıdan sonra medya diye istediğim ve arzu ettiğim dördüncü güç. Bu nasıl tanımlanmalı ve nasıl anlaşılmalı. Kendi görüşümü sizlere aktarayım değerli arkadaşlarım. Anayasada aslında çok güzel hükümler var medyayla ilgili hepimizin bir şekliyle kabul edeceği. “Basın hürdür sansür edilemez”, madde 28. Bir adım daha ileri gidiyor, “Basımevi kurma izni alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz.” Yani matbaa kuracaksanız teminat şartına dahi bağlayamazsınız diyor medya özgürlüğünü anayasanın verdiği önem açısından. Bu kadar önemli. Ve bir adım daha atıyor anayasa, “Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.” Yani basın özgürlüğünün önündeki bütün engelleri kaldırmak devletin görevidir diyor.

Peki değerli gazeteci arkadaşlarım, devlet dediğiniz kurum bu görevini yerine getiriyor mu? Sizin önünüzdeki engelleri kaldırıyor mu? Asıl sorunumuz bu. Bakın, anayasanın bu kadar açık hükmüne rağmen anayasa açıkça ihlal ediliyor. Kuralları, koyduğu ilkeler açıkça uygulanmıyor ve dolayısıyla böyle bir tablo içinde siz gerçekleri halka anlatma konusunda yetersiz kalıyorsunuz, güç kaybediyorsunuz. Medyanın güç kaybetmesi demokrasinin güç kaybetmesi demektir. Medyanın güç kaybetmesi halkın sorunlarının siyasal otoriteye aktarılmaması demektir, kanalların tıkanması demektir, bunların mutlaka bir şekliyle aşılması lazım.

Az önce söyledim konuşmamın başında. Medya halk adına gücü denetler gücü övmez, gücü denetler. Bir hata varsa hatayı toplumun önüne koyar. Bunu en iyi siz tanımlarsınız zaten gazeteciliğin ne olduğunu. Sizin çok sık tekrarladığınız bir cümle vardır, “Köpeğin insanı ısırması haber değildir, ama insanın köpeği ısırması haberdir.” Yani kurallara aykırı bir şey, doğaya aykırı bir şey olursa yağmurun yağması haber değildir ama yağmur yağar sel olursa, insanlar hayatını kaybederse bu bir haberdir. Şimdi gazeteciler haber yapamıyorlar sorunumuz o. Olay görülüyor, tanığı olunuyor haber yapılamıyor.

Örnek, gene son günlerden vereceğim çok uzaklara gitmeye gerek yok. Bu ülkenin Genelkurmay Başkanı ve bu ülkenin saray sözcüsü beraber Sayın Abdullah Gül’e gittiler ziyaret ettiler. Haber geldi, biz duyduk haberi. Ama bu haberin çek edilmesi lazımdı bizim açımızdan. Haberi çek ettik, evet olay doğru. Gazeteler yazamıyor, gazeteci arkadaşlarım da duymuşlar ama kimse yazamıyor. Bir internet sitesinin yöneticisi bunu haber olarak koydu, kısa bir süre sonra haberi çekti ve bir süre sonrada görevine son verildi. Demokraside geldiğimiz noktaya bakın arkadaşlar. Cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışıldığı bir süreçte bir ülkenin Genelkurmay Başkanı, o ülkenin sarayının sözcüsü eğer kimsenin haberi olmadan Abdullah Gül’ü ziyaret ediyorsa, onunla konuşuyorsa bu dünyanın her tarafında haberdir. Haber doğru mu? Doğru. Haber yapmak gerekiyor mu? Gerekiyor. Ne adına yapmak gerekiyor? Gazetecilik adına yapmak gerekiyor. Ne adına yapmak gerekiyor? Halkın bilgilenmesi amacıyla yapmak gerekiyor. Bedeli kim ödüyor? Bedeli gazeteci ödüyor. Geldiğimiz nokta budur. Bu dramatik tabloyu hiçbir gazetecinin unutmaması lazım, geldiğimiz nokta budur. Vesayetten söz ediyorlardı vesayet, efendim demokrasinin üzerinde vesayeti kabul etmiyoruz. Demokrasinin üzerinde vesayeti kabul etmiyorsanız Cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışıldığı bir süreçte Genelkurmay Başkanını ve sarayın sözcüsünü Sayın Abdullah Gül’e gönderemezsiniz, gönderdiğiniz andan itibaren kendi iktidarınızı perçinlemek için baskı kuruyorsunuz demektir. Bir başka vesayeti oluşturuyorsunuz demektir. Kendi gücünüzü güçlendirmek istiyorsunuz demektir. Ve bu bir demokrasi ayıbıdır. Bakın, şu ana kadar yapılan hiçbir açıklama da yok bekliyoruz. Efendim Suriye konusunu açıklamak için gönderdik diye bir haber geldi. Bu ülkenin Dışişleri Bakanı yok mu gitsin anlatsın, niye anlatmıyor. Hadi Suriye konusunu anlatmaya gitti diyelim Sayın Genelkurmay Başkanı, iyi de sarayın sözcüsünün ne ilgisi var orada, Suriye’yle onun ne ilgisi var? Kara Kuvvetleri Komutanı değil, İstihbarat Daire Başkanı değil, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı değil sarayın sözcüsü. Yani gerçek Dışişleri Bakanı, ne işi var orada?

Değerli arkadaşlarım, bunlar bizim demokrasiye zarar veriyor. Geldiğimiz noktada yine 20 Temmuz darbesi dedik; değerli arkadaşlarım kızıyorlar, ben 20 Temmuz darbesi dediğim için kızıyorlar. Bu ifadeyi inanarak dillendirdiğimi bilmenizi isterim. Ben 15 Temmuz darbesini en şiddetli eleştirenlerden birisiyim. Darbeye karşı çıkılması gerektiğini bilenlerden birisiyim. O gece ben İstanbul’dayken telefon edip milletvekillerimi ilk kez meclise gönderen bir partinin Genel Başkanıyım. Önce bizim milletvekilleri gittiler genel kurula girdiler. Biz bunları biliyoruz, darbenin püskürtüldüğünü de biliyorum, parlamento olağanüstü güzel bir görev yaptı bunu da biliyorum. Peki 20 Temmuz’a ne ihtiyacımız vardı, darbe püskürtülmüştü. FETÖ’cülerle mücadele edecekseniz getirin bütün yasaları oybirliğiyle çıkaralım hiçbir tereddüdümüz yok, bunu da söyledik kendilerine. Bugün geldiğimiz noktada 20 Temmuz darbesinden sonra 800 gazetecinin pasaportuna el konuldu. 800 gazetecinin sarı basın kartı iptal edildi. 173 medya kuruluşu kapatıldı. 3 bini aşkın gazeteci işsiz kaldı. 150 gazeteci cezaevinde, hapiste, 54 gazetecinin malvarlıklarına el kondu, sanki dünyanın malvarlığı varmış gibi. Gazetecinin ne malvarlığı olacak zaten. Ama el kondu. Yani sivil ölüme terk edildi, yani ailesi ve çocukları bir malvarlığı varsa diyelim, kirada bir evi varsa o kira gelirinden eğer geçimini sağlayacaksa o geçimine de engel oldular. Sivil ölüme terk edildi. Buna adalet denmez, buna demokrasi denmez, bu doğru değildir.

Ve yine sokaktaki bir vatandaş olarak gözlüyorum. Medya üzerinde olağanüstü baskılar var. Nasıl yapıyorlar baskıları? Bir, medya patronu eğer başka işi varsa adamı duman ediyorlar, her türlü cezayı kesiyorlar hiç önemli değil. Efendim yasalara uygunmuş, uygun değilmiş hiç önemli değil. En ağır cezalar kesiliyor, mahkeme zaten talimat bekliyor ve dolayısıyla patron bir adım, iki adım, üç adım, sonunda gazeteleri satmak zorunda kalıyor. Mali cezalar var, hapis cezası tehditleri de var.

İki; RTÜK üzerinden baskılar kuruluyor. Eğer iktidarı övüyorsanız günün 24 saatinde hiçbir sorununuz yok her şeyi yapabilirsiniz. Ama eleştiriyorsanız ödeyeceğiniz cezalar vardır. İktidarın kontrolündedir burası. Sendikalaşmaya engelleme evet, medyada sendikalaşma olmayacak deniyor gazetecilere, ne gerek var sendikalı olsun gazeteciler. Kapatın sendikaları ki gazetecilerin üzerinde rahatlıkla baskı kuralım. Gazeteciler haberleri istedikleri gibi özgürce yazamasınlar, yapamasınlar. Bu yapılıyor. Basın İlan Kurumu üzerinden baskılar kuruluyor ve kamu reklamları. Kamu bankalarının, kamu kuruluşlarının reklamları üzerinden medya üzerine baskılar kuruluyor.

Ve değerli arkadaşlarım bugün medyada geldiğimiz nokta şudur, medya sahipleri kendi güçleriyle, birikimleriyle değil atama yoluyla medya sahibi oluyorlar. Bir daha söylüyorum, atama yoluyla medya sahibi oluyorlar. Sen 6 ay süreyle, sen 6 yıl süreyle şu gazete ve şu televizyonların patronusun, sen bütün masraflarını karşılayacaksın. 6 yıl bitiyor bir başka dönem başlıyor, siz de 7 yıl süreyle yapacaksınız bunu. Artık gazete ve televizyonların patronları ağırlıklı olarak atama yoluyla geliyor. Bir başka gerçektir. Çok kanal var gibi görülüyor aslında hepsi tek kanal, çok kanal falan değil, isimleri çok ama içerikleri aynı. İsmi değiştiriyorsunuz ama içeriği olduğu gibi aynı. Bu bizim demokrasimize zarar veriyor ve iktidara yapılan en büyük kötülük de budur. Bir iktidar sağlıklı ve tutarlı eleştiri bekler. Çünkü sağlıklı ve tutarlı eleştiri iktidarı eğri yoldan alıp doğru yola doğru yönlendirebilir.

Değerli arkadaşlarım, 5 temel sorunumuz var bu ülkede. Birisi demokrasi, az önce medya üzerinden işledik bunları. İkincisi eğitim, hiçbir anne ve baba çocuğunun hangi sınava gireceğini doğru dürüst bilmiyor, hangi okula gideceğini de bilmiyor. 16 yılda 14 kez eğitim politikası değişti. Kendi çocuklarını denek olarak kullanan, kobay olarak kullanan tek devletiz. Hiçbir devlet böyle bir şey yapamaz, hiçbir hükümet de böyle bir şey yapamaz ama biz yapıyoruz. Dış politika zaten sizlerin ilgi alanındadır, sizler de çok iyi biliyorsunuz. Komşusu olmayan bir ülkeyiz, düşmanı çok, dostu olmayan bir ülke haline geldik dış politikada. Toplumsal barışımız, gerginlik giderek artıyor, gerginlik üreten bir siyaset anlayışı egemen. Bu hepimizi rahatsız ediyor ama gerçek böyle. Toplumsal barış bu bağlamda önemli. Ve ekonomi, bir şeyi çok iyi bilmenizi isterim değerli gazeteci arkadaşlarım, Türkiye ekonomisi şu anda tefecilere teslim edilmiş vaziyette. Bir daha ifade edeyim, belki çok yanlış böyle bir şey olabilir mi diye düşünebilirsiniz. Türkiye ekonomisi ve bu ekonomiyi yöneten hükümet şu anda tefecilere Türkiye ekonomisini teslim etmiş durumda. Son 15 yılda Londra’daki bir grup sermayedara ödedikleri faiz 150 milyar dolar. İçerde ise devlet tahvili, hazine bonosu alanlara ödenen para son 15 yılda 150 milyar doların dışında 675 milyar Türk lirası. Şu anda hükümet dünyanın en pahalı faiziyle borçlanmak zorundadır. Faizi düşüreceğiz dediler, komite kurduk dediler tam tersi oldu faiz yükseldi. Bunları bilmek zorundayız.

Ve bizim oturup düşünmemiz lazım, önümüzde bir seçim var. Bu 5 sorunu aşmak zorundayız ve sandığa giderken gazeteci arkadaşlarımdan istirhamım, hangi görüşü desteklerseniz siyaseten hepsine saygılıyım. Ama bir konuda ortak irade sergilemeliyiz. Demokrasimiz olmalı, birinci sınıf demokrasimiz olmalı. Bu ülkenin insanları üçüncü sınıf demokrasiye layık değil.

Çocuklarımız efendim okul nitelikli mi niteliksiz mi? Bütün anneler, babalar çocuklarının nitelikli okullarda okumasını isterler. Bu sorunu aşmalıyız.

Dış politika, bütün ülkelerle dost olmalıyız. Miraç Kandilinde Suriye’ye atılan bombaları yetersiz görmek, biraz daha fazla bomba atın, yani orada canlı insan bırakmayın tamamını öldürün, imha edin demek bu ülkenin tarihine ihanettir, bu ülkenin kültürüne de ihanettir, inancına da ihanettir. Egemen güçlerin burnumuzun dibinde vesayet savaşları yapmasına asla izin vermemeliyiz ve doğru bulmamalıyız, bu doğrudur dememeliyiz, bu yanlıştır demeliyiz. Türkiye, İran, Suriye, Irak bir araya gelmeli ve kendi sorununu çözebilmeli. Bunu yapmalıyız ve toplumsal barışımızı sağlamalıyız. Komşumuzun kimliğini sorgular hale geldik değerli arkadaşlarım. Komşumuzun inancını sorgulamaya başladık. Bundan daha büyük bir tehlike yoktur. Komşu komşudur, kimliği başımızın üstüne, inancı başımızın üstüne, yaşam tarzı başımızın üstüne. Ama ben onun külüne muhtaçsam, var ya güzel bir sözümüz komşu komşunun külüne muhtaçtır diye. Ben onun külüne muhtaçsam ben onu baş tacı yapmak zorundayım. Ama biz şimdi onunla ayrışma yollarını arıyoruz. Kimlik üzerinden siyaset, inanç üzerinden siyaset, yaşam tarzı üzerinden siyaset, bunlar doğru değil, bunları aşmak zorundayız.

Şu soruyu da bütün gazeteci arkadaşlarımın kendilerine sormasını isterim. Bu bölüm politik, diğerleri politik değildi hayatın gerçekleriydi. Size bütün gerçekleri söyledim, üstelik az söyledim ama şu soru politik. Bir siyasal iktidar düşünün, parlamentoda çoğunluğu var, istediği kanunu çıkarabiliyor, yargı üzerinde egemen, istediğini hapse attırıyor, istediğini hapisten çıkartabiliyor hiç önemli değil. Bütün bürokrasiye egemen, genel müdürdü, müsteşardı, daire başkanıydı istediğini tayin ediyor, istediğini görevden alabiliyor. Verdiği bir talimat dakikalar içinde yerine getiriliyor herhangi bir sorun yok. Medya üzerinde egemen, medyanın yüzde 90’ını kontrol ediyor, istediği kadar hata yapsın yüzde 10’u yazar diyor ama yüzde 90’ı bizim söylediğimizi dillendirir, bunu yapar diyor. Parlamentoda egemenliğine karşın bir de ayrıca kanun hükmünde kararname yetkisi var. Meclisten kanunu beklemeden istediği bütün yasal düzenlemeleri dakikalar içinde yapabiliyor. Soru şu, bütün bu yetkilere sahip olan bir iktidar neden seçim istiyor? Her şey var, her şeyiniz var. Yönetemiyorlar. Samimi düşüncem bu benim, buna katılırsınız veya katılmazsınız, yönetemiyorlar. Bir şekliyle bunun masaya yatırılması lazım. Demokrasi bağlamında bir araya gelmemiz lazım. İnsan hakları, özgürlükler bağlamında bir araya gelmemiz lazım. O kadar büyük gerginlikler yaratılıyor ki, çiftçi dünyanın en pahalı mazotunu kullanıyor ama şikayet edemiyor, korkuyor. Bunları aşmak zorundayız.

Ben bu toplantının çok verimli olduğuna inanıyorum. Son olarak biz medya konusunda neler düşünüyoruz? Onları böyle kısa maddeler halinde sizin bilginize sunacağım. Birincisi şu, gazeteci, patron gazetecilik dışında başka bir faaliyetle uğraşmamalı. Bütün işi gazetecilik olmalı. İnterneti olabilir, yazılı medyası olabilir, dergileri olabilir ama sadece gazetecilik yapacak. Sadece gazetecilik yapmadığı zaman siyasal iktidarın baskısı altında kalıyor, bir süre sonra teslim oluyor. Bu doğru değil. Birinci kuralımız, yetmiyor bu ama birinci kuralımız bu.

İkinci kuralımız şu, kesinlikle gazetelerin dağıtımı var, pek çok gazeteler basılıyor ve bunlar dağıtılıyor. Bütün medya organlarının ortak olduğu bir şirket tarafından bu yapılmalı. Yani bir gazetenin patronajına gazetelerin dağıtımını teslim etmemelisiniz. Bir özel yasa çıkar, bütün gazeteler belli oranda oraya ortak olurlar ve gazetelerin dağıtımı bir elden gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla bu sağlıklı bir zemine oturur.

Üç, gazetecilikte sendikalaşma zorunlu olmalı. Bakın ihtiyari değil zorunlu olmalı. Diyeceksiniz ki neden zorunlu olmalı neden? Gazeteci patronuna karşı da özgür olmalı. Haberinin arkasında durabilmeli. Eğer sendika yoksa patron diyecek ki yazma. Az önce örneğini verdim Genelkurmay Başkanı ve İbrahim Kalın’ın gitmesi ve haber yapılması, kısa süre kalıp geri çekilmesi vay işine son verdiler. Sen misin bunu haber yapan. Olması gereken şu, gazeteci sendikalı olmalı, dolayısıyla haberini özgürce yapmalı, yeri geldiğinde sendika patrona demeli ki bir dakika sen bunu atamazsın kardeşim. Bu haber doğrudur, namuslu bir haberdir, güzel bir haberdir, gerçekten de gazetecilik için olması gereken haberdir, sen gazeteciyi atamazsın. Yani patronuna karşı da gazeteci özgür olacak. Ama yeter mi? Hayır yetmez. Gazeteciliğin evrensel değerleri var. Bizim medya dünyamızın da bu etik değerleri ki var zaman zaman ilan ediliyor, söyleniyor, okunuyor, dillendiriliyor ama evrensel değerlerle uyumlu hale getirilmesi lazım.

Yetiyor mu? Hayır. RTÜK’ün yeniden yapılandırılması lazım. Sendikalaşmayla beraber hem Basın İlan Kurumunda, hem RTÜK’te gazeteci sendikalarının temsili gerekiyor. Medya mensuplarının temsili gerekiyor sadece milletvekillerinin değil. Medya mensuplarının da orada olması lazım, habere bakması lazım, değerlendirmesi lazım, ceza verilecekse cezayı hak edip etmediğine bakılması lazım. Siyasi otoritenin talimatı üzerine mi, medya üzerine baskı kurmak için mi bunlar yapılıyor bunlara bakılması lazım. Yani o alanında sağlıklı bir zemine oturması lazım. Yetiyor mu? Hayır.

Kamu ilanları, bir arkadaşım konuşurken söyledi zorunlu ilan var biliyorsunuz televizyonlarda. Efendim işte şu bakanlık şunu yaptı, işte şöyle oldu, şunu içerseniz iyi olur vs. diye kamu ilanları. Niye bedava, hangi gerekçeyle bedava? Yani siz o kamu spotlarını yayınlayan televizyon kanalının vergi ödemediğini mi düşünüyorsunuz? Vergi ödüyor, bedava bir şey yapmıyor ki. Siz eğer onu yapacaksanız bedelini ödeyeceksiniz. Vatandaş bilgilenecek, o da oradan gelir elde edecek. Elde ettiği gelir dolayısıyla gidip vergisini ödeyecek. Ama bedavacılık olmamalı. Basın İlan Kurumundaki rakamlarda şu veya bu şekilde sağlıklı bir endeks üzerine oturtulmalı. Örneğin enflasyon oranında her yıl artmalı veya gazetelere yapılan zam veya mürekkebe yapılan zam veya medyadaki zamlar neyse belli bir rakama oturtulmalı ve onun üzerinden yerel medyaya da, evrensel yani yaygın medyaya da bu şekliyle kaynaklar aktarılmalı diye düşünüyorum. Eğer biz bunları yapabilirsek o zaman medya gerçek anlamda özgür bir medya olur.

Ben bu niyetlerle hepinize şükranlarımı sunuyorum, hepinize teşekkür ediyorum, sağ olun, var olun diyorum.