05.01.2016

5 Ocak 2016 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN; 05.01.2016 TARİHİNDE CHP TBMM GRUP TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

 

CHP Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU – Değerli milletvekilleri, saygıdeğer konuklarımız, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hepinizin yeni yılı kutlu olsun. Umuyorum 2016’da 2015’te yaşadığımız acıların hiçbirisini yaşamayız. 2016’ya umutla bakmak istiyoruz; anneler umutla bakmak istiyor, çocuklarımız umutla bakmak istiyor, babalar umutla bakmak istiyor ve dolayısıyla biz 2016’dan çok şey bekliyoruz. Bugün Sevgili Berkin Elvan’ın doğum günü. Onu da rahmetle ve sevgiyle anıyoruz.

2016 umutlarımızın yeşerdiği bir yıl olsun. Şu soruyu hiç aklımızdan çıkarmayalım: Eğer bir ülkede demokrasiyi kökleştirmek istiyorsak, eğer bir ülkede demokrasi herkes için eşit vatandaşlık kuralını getiriyor diyorsak mutlaka siyaseti sorgulamamız lazım. Siyasetin sorgulanmadığı bir alanda demokrasi yoktur arkadaşlar. Dört yılda bir veya beş yılda bir sandığa gidip oy kullanmak demokrasi değildir, demokrasinin sadece bir adımıdır. İlk adım, vatandaşın ülkeyi yönetenleri sorgulamasıdır. İkinci adım, muhalefeti sorgulamasıdır. Üçüncü adım, çevresini ve dünyayı sorgulamasıdır. Eğer bir vatandaş olarak biz sorgulama görevini yerine getirmiyorsak demokrasiye katkıda bulunmuyoruz demektir. Şimdi bakın aramızda çocuklarını güle oynaya askere gönderen fakat acı haber alan aileler var. Bir araya geldiler. Neden? Kafalarında çocuklarıyla ilgili soruları aydınlığa çıkarmak istiyorlar. Demokrasi budur işte. “Ne oldu benim çocuğuma?” diyor. “Askere gönderdim, ölümünün haber aldım, neden, neden oldu bu?” diyor. Bir anne ve babanın en doğal sorması gereken soru budur. Bu soruları sorduğumuz zaman umudumuzu yeşertiriz. Bu soruları sorduğumuz zaman demokrasiyi güçlendirmiş oluruz. Yoksa sadece birileri konuşacak, onun söylediğini yüzde yüz doğru kabul edeceğiz. O zaman aklımıza gerek yok. Allah’ın bize verdiği en güzel şey akıldır. Aklın doğası gereği zaten sorgulamak zorundayız. Çocuk dillendiği andan itibaren soru sorar. Neden soru sorar? Çevresini tanımak için, bilmediği olayları öğrenmek için. Bizim demokrasimizin en zaaf alınlarından birisi vatandaşın sorgulama hakkını yeterince kullanmaması. Eğer sorgulamayı yapabilirsek 2015’i ve 2016’yı çok daha iyi anlamış oluruz. 2015’teki felaketlerin kaynağı nedir? Bunu birilerinin sorması lazım, hepimizin sorması lazım. Bunları yaptığımız zaman umudu yeşertmiş oluruz, bunları yaptığımız zaman demokrasiyi güçlendirmiş oluruz. Bakın yılbaşı gecesi İstanbul’u kana bulayacak olan canlı bombalar yakalandı. Şu soruyu kendimize sormalıyız: O canlı bombalar hangi atmosferde bu noktaya geldi, o insanlar hangi atmosferde bu noktaya geldiler? Masum insanların ölmesi için kendi bedenini yok etmeyi göze alan bir kişi bu kişi. Bu atmosferi onlara kim sağladı? Olmayan bir olay, Orta Doğu geleneğinde olan bir olay nasıl oluyor da 21. Yüzyılın Türkiye’sinde yeşermeye başlıyor? Kim yapıyor bunu? Hangi siyasal ortam bunu hazırladı? Eğer biz bunu sormazsak demokrasiyi yeteri kadar yeşertemeyiz, umudumuzu yeşertemeyiz. Karamsarlığı yok etmek istiyorsak soru sormasını bileceğiz. Hiç kimseye sormuyorsak eşimizle konuşacağız, hiç kimseye sormuyorsak kahvede oturup konuşacağız ne oldu da böyle oldu diye. Ve kendimize sormalıyız: Türkiye’den 70 ilden, altını çiziyorum 70 ilden IŞİD terör örgütüne katılan gencecik fidan gibi çocuklarımız var. Anneyi düşünün, yanında iki çocukla “canlı bomba olmak istiyorum” diyor. Nasıl bir ruh hâlidir bu? Bu atmosferi kim yarattı? Kim yönetiyor bu ülkeyi? Eğer bu soruları sormazsak demokrasiye katkıda bulunamayız. Sorulması gereken dünya kadar soru var. Soru sorulduğu zaman bilim gelişir, soru sorulduğu zaman insanlık büyür ve gelişir. Soru sorulduğu zaman bilim yükselir. “İlim Çin’de bile olsa gidin öğrenin” diyor büyüğümüz, ilim Çin’de bile olsa gidip öğrenin. İlmi niye öğreneceğiz? Soru sormak için. Nasıl geliştireceğiz? Soru sorarak geliştireceğiz. Bunları yapmadığımız zaman demokrasiye katkıda bulunmuyoruz demektir değerli arkadaşlarım. Ve tabii şu soruyu da sormamız lazım: Bir inanç uğruna, Müslümanlık adına camiyi bombalıyorsun, türbeyi bombalıyorsun, canlı bomba oluyorsun, masum insanları öldürüyorsun ve kendini Müslüman olarak tanımlıyor. Bizim öğrendiğimiz Müslümanlıkta bunlar yok. Soru şu: Peki, Diyanet İşleri Başkanlığı ne yapıyor? 70 ilde taban tutan bir IŞİD terör örgütü var ve Diyanet İşleri Başkanlığı ne yapıyor? Binlerce camimiz var, orada görev yapan saygıdeğer imamlarımız var, biz kendi ülkemizde kendi vatandaşımıza Müslümanlığı anlatamamışsak kime anlatacağız? Nasıl oluyor bütün bunlar, nasıl gelişiyor bütün bunlar? Ben özellikle siyaseti sorgulamaktan uzak ama gidip benim partime oy vereceğim diyen vatandaşıma seslenmek istiyorum: Senin bir görevin var, çocuklarına karşı bir görevin var, ailene karşı görevin var. O çocukların geleceği için senin oturup düşünmen lazım ve siyaseti sorgulaman lazım. Siyaset bu noktaya gelmemeli. Sorgulanmadığı içindir ki siyaset kirlilikten arınmıyor. O kadar ki kirli siyaseti bile hayatımızın bir parçası olarak görmeye başladık. Bunlar yanlış. 2016’nın ilk grup toplantısında yurttaşlarımdan istirhamım: Sorgulayın, soru sorun, hiç kimseye sormuyorsanız vicdanınıza soru sorun. Bunu yaptığınız zaman demokrasiye en büyük katkıyı yapmış olacaksınız.

Ve tabii asgari ücretliler de kendilerine bir soru soracaklar. Milyonlarca asgari ücretlimiz var. Asgari ücret yıl başında 1300 liraya çıktı. Asgari ücretli kardeşim kendisine şu soruyu soracak: Ben bu 1300 lirayı kimin sayesinde aldım? 1 300 lirayı ilk kez kim dile getirdi? Ne dedik, siyaset bir sorgulama işidir. Belki bazıları diyebilir ki efendim hükümet verdi, AKP verdi. Şu soruyu kendine soracaksın asgari ücretli kardeşim: On üç yıldır sen onların aklında bile yoktun. Seni hiç hatırlamadılar bile. Sen nasıl geçiniyorsun onu bile sormadılar. 900 lira net asgari ücreti de benden öğrendiler bu iktidar sahipleri. Bu Ankara’daki beylerin çocukları senin gibi yaşamıyorlar. Sen de oturup sorgulayacaksın, beni kim düşündü, kim benim haklarımı savundu? Kim benim aldığım ücretin yetersiz olduğunu bütün miting meydanlarında dile getirdi? Soruyu vicdanına sorarsan eminim ki vicdanın sana şu cevabı verecektir: Cumhuriyet Halk Partisi, bu cevabı verecektir.

Ama soru bitmedi. Ne dedik? Soru soracağız kendimize, vicdanımıza soru soracağız, kahvedeki arkadaşımıza soru soracağız. 1 300 lira yeterli mi? Hayır, kesinlikle yeterli değil. Biz yeterli olmadığı için 1 500 lira demiştik. Bunlar 1 300 lira dediler. Ama iki kazık attılar sana. Bunlardan birincisinin sen hiç belki farkında bile olmayacaksın. Senin aylığından İşsizlik Sigortası Fonu’na para kesilir. Propagandanın bir kısmını senin o ödediğin İşsizlik Sigortası Fonu aracılığıyla yaptılar yani senin paranla sana propaganda yaptılar. Peki, bunun üzerinde düşünmesi gereken, buna itiraz etmesi gereken kim? Sendikalar. Bizim işçi sendikalarını biliyorsunuz zaten, onlar senin haklarına sahip çıkmak yerine Kamboçya’ya gezmeye gidiyorlar. Kamboçya derken doğruyu söylüyorum. Evet, senin haklarını savunmak yerine senden aldıkları paralarla Kamboçya’ya gezmeye gidiyorlar. Senin hakkını savunan yok. Senin hakkını emekten yana olan, alın terinden yana olan biz savunuyoruz biz, bunu unutma işçi kardeşim, bunu sakın unutma.

İkincisi ise daha sen asgari ücreti almadan mutfağında çıkan yangına bak. Başta elektrik olmak üzere iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Daha sen nefes almadın, daha 1 300 lira elime para geçecek diye düşünürken mutfağın yangın yerine döndü. Zam yaparak bir ülke yönetilmez. Şu soruyu da kendine soracaksın: Zam yaparak yönetilen dünyada bir ülke var mıdır? Eğer yoksa neden bunlar zam yapıyorlar? İğneden ipliğe elektrikten alın her şeye zam yaptılar. Daha 1 300 liranın cebini görmediği bir süre içinde mutfağında yangın çıkardılar. Bunu sen önümüzdeki günlerde bunu daha iyi göreceksin. Belki şunu diyeceksin: Keşke bu zammı yapmasalardı, mutfağımda da bu kadar yangın olmasaydı. Enflasyon yüzde 8-9, zam yüzde 40. Nasıl geçineceksin sen? Bu soruyu da sen kendine soracaksın. Benim hakkımı kim savunuyor, kim beni koruyor, kim benden yana politika üretiyor? Bunu sorduğun zaman demokrasiye en büyük katkıyı yapacaksın. Sandığa gidip oy kullanırken de vicdanınla oy kullanacaksın. Helal olsun diyeceksin, ben, beni savunan siyasi partiye oy verdim diyeceksin ve yeri geldiğinde de gelip bizden hesap soracaksın. Ben sana oy verdim, niye gereğini yapmıyorsun diye. Senin hesap sorman benim başımın üstüne yeter ki sen hesap sormayı dene. Hesap sorarsan zaten kirli siyaseti kesinlikle bitirir Türkiye.

Değerli arkadaşlarım, 2016’nın umut yılı olmasını istedim. 2015’te yaşadığımız acıların hiçbirisini yaşamayalım dedim. Biz belki evlerimizde huzur içinde televizyonları seyrettik ama biraz kaygıyla, biraz endişeyle. Güneydoğuda, Doğu’da ne oluyor? Binlerce insan, ben evimde otururken onlar nerelerde acaba? Bu soruyu soruyor muyuz kendimize? Bulunduğunuz şehri, bir Ankara’yı düşünün veya bir İstanbul’u veya bir İzmir’i, bir Muğla’yı, bir Trabzon’u, bir Rize’yi düşünün, on gün sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Rizeli kardeşim sen de düşün, on gün sokağa çıkma yasağı olursa önce sen isyan edersin “Ne oldu ya, niye sokağa çıkmıyoruz?” diye. Neden bu sokağa çıkma yasakları? Hukuki temeli nedir, hangi yasa böyle bir yetkiyi veriyor size?

Değerli arkadaşlarım, 2002’de iktidara geldiklerinde terör diye bir şey yoktu. Kendine şu soruyu soracaksın sevgili vatandaşım: 2002’de ben seni iktidara getirdim terör yoktu, 2016’da Türkiye yangın yeri. Kim yönetiyor bu ülkeyi? Efendim, kabahat PKK’da diyecekler, bizi kandırdı! Defalarca söyledim, kandırılan bir hükümetten bu ülkeye hayır gelmez. Ben sana elli sefer söyledim, dilimde tüy bitti, bu sorunu çözmek istiyorsan adres İmralı değil kardeşim, adres Türkiye Büyük Millet Meclisi dedim. “Hayır, biz oraya gideceğiz” dedi. Buyurun, gidin. Gittin de ne oldu. Şehirler, iller, ilçeler silah deposu hâline dönüştürülürken sen neredeydin kardeşim? Bu ülkeyi kim yönetiyordu? Ağır silahlar şehrin göbeğine konuşlanmış vaziyette, kim yönetiyor bu ülkeyi? Bunların istihbaratı yok muydu? Bunların polisi yok muydu? Bunların güvenlik güçleri yok muydu? Böyle bir ortamda faturayı kim ödüyor? Masum vatandaş ödüyor.

Değerli arkadaşlarım, elli sefer söyledik. Sorunun çözümü Türkiye Büyük Millet Meclisi dedik. Sayın Davutoğlu son geldiğinde de söyledik. Uzlaşma komisyonu Türkiye’nin çözmek istediği büyük toplumsal sorunlar varsa bu komisyon çözmelidir. Nasıl Anayasa Komisyonu için bir araya geliyorsak bu sorun için de bir araya gelmeliyiz. Oturup konuşmalıyız, nasıl çözüleceği üzerine kafa yormalıyız, Türkiye’yi bu beladan kurtarmalıyız. Bırakın PKK belasını bir de şimdi önümüze IŞİD belasını getirdiler. Siz getirdiniz. Defalarca söyledim, vatandaşlarım 2016’nın ilk grup toplantısında söylüyorum, bir daha dinlesinler. Dedim ki bu sorunu çözmek için yer Türkiye Büyük Millet Meclisi ama yetmez.

Bir: Bu sorunu çözmek için samimi ve dürüst olacaksınız. Ben bu sorunu çözerim diye oturacaksınız. Sorunun çözümünde samimi ve dürüst olacaksınız.

İki: Gizli kişisel bir ajandanız olmayacak. Masaya oturayım, sen bana başkanlığı ver, ben de sana şunu vereyim. Bu olmaz. Gizli kişisel bir ajandan olmayacak.

Üç: Millete hesabını vermediğin vaatlerin altına girmeyeceksin dedik. Millete hesabını veremeyeceğin vaatlerin altına girmeyeceksin. Sayın İdris Baluken açıklama yaptı “Bize özerklik sözü verdi” diyor. Daha önce de Milliyet Gazetesinde “Biz iki konuda anlaştık hükümetle, özerklik konusu bunlardan birisidir.” diyor. Hükümet kanadından hiçbir itiraz yok. Burada anlaşamadık diye bir laf da yok. Ne dedik, millete hesabını veremeyeceğin angajmanlara girmeyeceksin, vaatlerde bulunmayacaksın. Ama bulundun, şimdi onun belasını o bölgedeki insanlar çekiyor.

Dört: Millete bilgi vereceksin. Madem bir toplumsal uzlaşmayla bu sorunu çözeceğiz vatandaşı bilgilendireceksin, onun desteğini alacaksın. Bütün bunları yapmadın, kendi bildiğini okudun, faturayı bölge halkı çektirdin. Gelen yine iki mektubu okuyacağım size. Bunlardan ikisi de Diyarbakır’dan. Birisi Barış Demir diye bir arkadaşımız

“Merhaba Sayın Başkanım” diyor. Hani Erdoğan diyordu ya “Kılıçdaroğlu’na mektup yazın” vatandaş da yazıyor tabii, sağ olsun. “Merhaba Sayın Başkanım, Diyarbakır’dan yazıyorum ve konunun ne olduğunu söylememe gerek yok. Gözü kararmış hükümdar ve demokrasiyi yıllardır silahlarla isteyen bir örgüt. Açık ve dürüst olacağım. Daha önce HDP’liydim fakat insanın istem dışı bile olsa gözü açılıyor. Özgürüz, Kürtçe yasak değil, ülkenin bütün haklarından eşit yararlanıyoruz daha neyin isteği bu? Kürtçe yasak değil, ülkenin bütün haklarından eşit yararlanıyoruz. Mesela bir Laz, Lazca şarkı söylerse bütün ülke mutlu olur ama Kürtçe olursa düşman oldunuz. Bu önyargıyı benim görüşümce sadece siz yıkabilirsiniz. En çok da bu savaşın en kötü yanı ne biliyor musunuz? Kötüler savaşıyor masumlar ölüyor.”

Bu kardeşime şunu söylüyorum: Kürtçe anadil yasağı vardı. O yasağın kaldırılması konusunda ilk adımı atan Cumhuriyet Halk Partisidir. Sevgili kardeşim, Kürtçe oyun da oynayabilirsin, şarkı da söyleyebilirsin, Türkünü de söyleyebilirsin. Seni büyük bir zevkle ve büyük bir heyecanlı dinleriz. Laz arkadaşım sen de söyleyebilirsin, Lazcanı da söyleyebilirsin, türkünü de söyleyebilirsin. Biz kendi ülkemizde huzur içinde ve barış içinde yaşamak istiyoruz. Hiç kimseyi etnik kimliğinden ötürü, hiç kimseyi inancından ötürü, hiç kimseyi yaşam tarzından ötürü ötekileştirmedik, ötekileştirmeyeceğiz. Bütün vatandaşlarımı, 78 milyon vatandaşımı kucaklıyorum, hepinize selam gönderiyorum.

Bir başka mektup Şehmuz Hasan diye bir vatandaş göndermiş. “Allah aşkına bir şey yapın. Ailelerimiz, çocuklarımız açlıktın susuzluktan öldüler. Lütfen Allah aşkına bir şeyler yapın, dayanacak gücümüz kalmadı. Evde bir şey kalmadığından buğday kaynatıp yiyoruz. Kaç gündür süt olmadığından çocuklar ölecekler. Yalvarırım, bir şeyler yapın.” Bu da bunu söylüyor. Olay ne oldu biliyor musunuz? 7 Hazirandan sonra pim çekildi. Viranşehir’de 2 polisin öldürülmesi ki, nasıl öldürüldükleri hâlâ belli değil, kimin öldürdüğü de hâlâ çok net değil, işin pimi çekildi ve bölge bir ateş yumağına dönüştü. Neden 7 Hazirandan sonra? Dedik ya 2016’da kendimize soru soracağız. Daha önce değil de neden 7 Hazirandan sonra? “Bana 400 milletvekili verin sorunu çözeceğim.” İyi de sen sorunu çözdün de birisi engel mi oldu? Hayır. Sen sorunu bile kendi çıkarın için kullanıyorsun. Oradaki ölümleri bile kendi çıkarın için kullanıyorsun. Biz bunu biliyoruz. Bölgenin de bütün Türkiye’nin de bunu bilmesini isterim, annelerin de bunu bilmesini isterim. Onlar evlatlarını kaybediyorlar. Analara yalancı bir bahar yaşattılar çözüm süreciyle. Analar ağlamayacaktı, herkes kucaklaşacaktı, memlekete huzur gelecekti, buna itiraz eden mi oldu? Kimse itiraz etmedi. Sorunu çözeceğiz! Buyurun çözün.

Bakın değerli arkadaşlarım, 7 il ve yedi ile bağlı 17 ilçede sokağa çıkma yasağı var. Sokağa çıkma yasağından etkilenen nüfus sayısı 1 milyon 300 bin kişi. 200 bin kişi mülteci durumuna düştü, başka yerlere gittiler. 783 kamu kurumu ağır hasar gördü; bunun içinde hastaneler de var okullar da var. 19 okul yakıldı değerli arkadaşlar. 7 bin kişi uğradıkları zarar nedeniyle valiliğe başvurup yardım istediler. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın verilerine göre 151 sivil vatandaş hayatını kaybetti, 193 güvenlik görevlimiz şehit oldu. Soru şu: Bütün bunların sorumlusu kim? Bütün bunların sorumlusu ülkeyi yönetenlerdir. Ülkeyi yönetenler bunun hesabını vermek zorundalar. Bakın değerli arkadaşlarım, kahvaltıda öldürülen Melek anneyi düşünün. O kadının ne günahı var? Evinde oturmuş çoluk çocuğuyla sabah kahvaltıyı yapıyor. Duvar deliniyor, içeri silah düşüyor ve bu kadıncağız hayatını kaybediyor neden? Kim sorumlusu bunun? Yazık günah değil mi bu ülkeye? O kadına yazık günah değil mi? Onun çocuklarına yazık günah değil mi?

Değerli arkadaşlarım, bu çatışmalar PKK’nın ekmeğine yağ sürüyor. Terör örgütü kandan besleniyor, kimse unutmasın. Ne kadar çok kan akarsa onlar o kadar memnun olurlar. Size defalarca dedik. Kardeşim, yanlış adrese gidiyorsunuz. O adres sorunu çözmez. Biz çözeceğiz ve Türkiye’yi bir kan yumağının üstüne oturttular.

Değerli arkadaşlarım, devleti yönetenler yani iktidar sahipleri üç gün sonrasının hesabını yapmak zorundalar. Ben üç gün diyorum, elin oğlu elli yıl sonrasının hesabını yapıyor. Elli yıl sonra Amerika’da ne olacak, Fransa’da ne olacak, Japonya’da ne olacak. Biz elli yıldan vazgeçtik, üç gün sonrasını düşün ya, üç gün. Şehirler silah deposuna dönüşmüş, sen biliyorsun; terör örgütü mensupları oralara konuşlanmış, sen biliyorsun; vatandaşlara kapılarını açacaksın diye baskı kuruyorlar, sen biliyorsun; zorla hendek kazdırıyorlar, sen biliyorsun; kardeşim sen biliyorsan önce konut yaparsın, dersin ki prefabrik konutlar bölge halkı gelin kardeşim şurada oturun. Prefabrik konut yapmak o kadar zor değil arkadaşlar, bir ayda hepsi biter. Gelin buraya oturun, ben terör örgütü mensuplarını burada etkisiz hâle getireceğim. Tamam anlarım ben. Akıl da yok bunlarda, devleti nasıl yöneteceklerini de bilmiyorlar. Sonuçta fatura kimi çıkıyor? Bize e-posta gönderen vatandaşın dediği gibi masum insanlara çıkıyor fatura. Ve şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunlara soru soruyor. Emin olun benim ağrıma gidiyor. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti neden bu olay dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin sorularına muhatap olsun? Geldiğimiz nokta iç açıcı bir nokta değil ve hepimizin yeniden oturup düşünmesi lazım. Bunlar ülkeyi yönetemiyorlar. Ülkeyi yönetme güçleri, kapasiteleri, bilgileri maalesef yok, üzülerek söylüyorum yok.

Değerli arkadaşlarım, umuyoruz 2016’da Türkiye bütün bu sorunlarını aşmış olsun. Bakınız ana muhalefet partisinin genel başkanı olarak söylüyorum. Bu ülkeye huzuru getirmek için bizim üstümüze hangi görev düşüyorsa o görevi yerine getirmeye hazırız. Düne kadar diyorlardı ki “Biz sorunu çözeceğiz, CHP engel oluyor.” Hangi engeli çıkardık, nerede engel olduk size? Size akıl gösterdik ona siz oturup ona bile uymadınız, yol gösterdik ona bile uymadınız ve Türkiye’yi bir batağa sürüklediniz.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta ben TÜRGEV’den, affedersiniz GÖTÜRGEV’den bahsetmiştim nasıl malı götürüyorlar diye. Ve bir belge açıklamıştım. Belgeyi açıklama nedenim beni mahkemeye vermişti TÜRGEV. Ben de o belgenin resmî yollardan mahkemeye gelmesi için dilekçe vermiştik, avukat arkadaşımız dilekçe vermişti ve dilekçenin gereği yapıldı, Vakıfbank dedi ki “Evet, 99 milyon 990 bin 990 lira para TÜRGEV’in hesabına Kralın hesabından yatmıştır” diye resmî belgeyi gönderdi. Böylece biz de bütün gerçeği öğrendik. Şimdi bana diyorlar ki “Efendim, biz zaten onu biliyorduk.” Biliyorsan bizi niye mahkemeye verdin sen arkadaş? “Biz zaten onu açıklamıştık.” Niye belgesini yayınlamadın? TÜRGEV’e bağış yapan bütün şirketlerin ve kurumların listesini açıklayın, madem öyle buyurun açıklayın bakalım. Neden açıklayın diyorum? Bu kamu yararına bir vakıf. Kamu yararına ise milletten gizli neyiniz var, niye açıklamıyorsunuz? Bakın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği açıklıyor hepsini, gizli kapaklı hiçbir işi yok. Nereden, kimden ne kadar bağış aldı, zaten gelip bakıyorlar. Sen niye açıklamıyorsun? Ve sen neden birilerinin koruması altındasın? Bakın ben size hikâye anlatayım, hikâye biraz eski 1984’e dayanıyor. 1984’te Kral Abdullah’a İstanbul Boğazında Sevda Tepesini satıyorlar. Hani Yahya Kemal’in ünlü şiiri vardı ya “Dün sana bir tepeden baktım aziz İstanbul” diye başlayan. O tepeyi Kral Abdullah’a satıyor kendisine saray yapsın diye. Peki, tepenin özelliği ne? Birinci derece sit alanı, kazma bile vuramazsınız. Kanun çıkarıyorlar. Anayasa Mahkemesine gidiliyor “Olmaz” diye Anayasa Mahkemesi iptal ediyor. Birinci derece sit alanı, boğaz, siz buraya bina yapamazsınız diyor ve Anayasa Mahkemesi iptal ediyor. İptal edince uzun süre kalıyor burası. Sıra geliyor 2006’ya, 1984, 2006’ya kadar kalıyor böyle. 2006’da bizim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Suudi Arabistan’da arazileri var, onları satıp paralarını almak istiyorlar. Ama Kral diyor ki “Bir dakika, bana saray yapma izni vermediniz. Ben de 300 milyon doları size ödetmeyeceğim” diyor. Ve bizim vatandaşlarımıza bir anlamda ambargo koyuyor “Ödetmeyeceğim senin paranı” diyor. “Niye bana saray yaptırmadın.” Yine devam ediyor bu, 2012 yılına geliniyor. Dönemin Başbakanı Erdoğan Suudi Arabistan’a gidiyor. Kralla üç saat görüşüyorlar. O dönemin gazetelerine bakın -13 Nisan 2012- Sevda Tepesinin de gündeme geldiğini ve Kral Abdullah’ın yine saray yapmak istediğini söylüyor. Nisan ayı, unutmayın. Geliyoruz Nisan ayının 26’sına. Nisan ayında Kral Kraliyet Protokol Dairesi TÜRGEV’in hesabına 99 milyon 990 bin 900 doları yatırıyor. Nisan ayında görüşme yapılıyor, paralar geliyor. Geliyorum Mayın ayına. Mayıs ayında Çevre ve Şehircilik Bakanlığına Kral başvuruyor. “Ben oraya sarayımı yapmak istiyorum” diyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının özelliği ne? Biliyorsunuz bütün imar yetkilerini aldı; isterse bizim evimizdeki bahçenin imarını bile değiştirebilecek bakanın tek imzasıyla, böyle bir yetki sahibi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı alıyor bu yazıyı İstanbul Belediyesine “Alın, bakın ve buna yapılaşma izni verin” diyor. İstanbul Büyükşehir, 16 Haziran 2012’de AKP’lilerin oylarıyla yapılaşma izni veriyorlar. 23 Haziran 2012’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Erdoğan Bayraktar şu açıklamayı yapıyor: “Adam yirmi küsur yıl önce satın almış. Yazıktır.” diyor. “Sevda Tepesini yirmi küsur yıl almış, imar vermedik yazıktır” diyor. Kendi boğazına, kendi ülkesine acımıyor, Krala acıyor. “İmarı da çok verilmedi yani mütevazı bir imar verdik” diyor. “Süreç daha bitmedi. Büyükşehir onayladı, şimdi 6 bakan ile Başbakanın onayından geçecek. Yirmi beş yıllık sorun –bunu sorun olarak gören- çözülmüş olacak” diyor. Erdoğan Bayraktar ne diyordu? “Niye ben istifa ediyorum, talimatı Erdoğan verdi. Benim istifa etmeme gerek yok. İstifa edecekse onun istifa etmesi lazım.” O talimatlardan birisini böylece yerine getiriyor. Olay yine CHP’lilerin sayesinde yargıya götürülüyor. İstanbul’u korumak için, Sevda Tepesini korumak için, birilerine rüşvet karşılığı bir şeyler vermemek için yargıya götürülüyor ve 30.9.2015 tarihinde İstanbul Dördüncü İdare Mahkemesi oy birliğiyle bunu iptal ediyor. Daha önce yine bu kürsüde söylemiştim. AKP müzik kutusu gibidir, kim parayı atarsa onun müziğini çalar. Kral parayı attı, Kralın sözcüsü oldu hepsi. Bereket versin, hani yargıyı arada eleştiriyoruz ama dürüst hâkimler de var, dürüst yargı da var, izin vermiyor onlara, yanlıştır bu diyor.

Şimdi ben TÜRGEV’cilere soru sormak istiyorum: Bu yapılan ahlaki mi değil mi? Ahlaki midir değil midir? Bana mektup yazan onun başındaki bir avukat diyor ki “Siz de gelin TÜRGEV’e yardım yapın.” Zaten sizin başınızda başkaları var; onlar gak dedikçe para veriyorlar, guk dedikçe para veriyorlar. İhale alan önce zaten sizi ziyaret ediyor. İzin verin, biz de fakir fukara öğrenciye burs verelim, biz onlara burs veriyoruz. Kaldı ki talan bununla da bitmiyor. Eğer Bilal’in yakınıysan, ortağıysan zaten köşeyi dönüyorsun. En son gazetelerde 200 milyonluk yine bir vurgun yapıldı ve malı götürüyorlar. Büyük bir ihtimalle bir kısmını da TÜRGEV’e verecekler.

Değerli arkadaşlarım, Davutoğlu ne diyordu? “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler kardeşimiz bile olsa kollarını, ellerini kesiriz, koparırız” diyordu. “Kardeşimin” diyor, “Ağabeyimin” demiyor ama dikkat edin. Diğer adamların kolunu koparsan ne olur, baştaki adamın kolunu koparacaksın malı götüren o zaten. Ona gelince elini öpüyorsun, dizinin dibinden ayrılmıyorsun, yeri gelince de oturup konuşuyorsun kim inanır?

Değerli arkadaşlarım, Sayın Davutoğlu randevu aldı, geldi. Biz milletvekili arkadaşlarımla kendilerini karşıladık, çayımızı, kahvemizi ikram ettik. Söylemiştim bu grup toplantısında “Eğer gelir başkanlıkla ilgili bir açıklama yaparsa söz onu sizlerle paylaşacağım” demiştim. Geldi, oturduk, Anayasa konusunu görüştük. Başkanlıkla ilgili hiçbir ayrıntı vermedi. Biz parlamenter sistemin nasıl olması gerektiğini, aksayan yönlerinin nasıl düzeltilmesi gerektiğini bütün ayrıntılarıyla anlattık. O da başkanlıkla ilgili bir çalışma yapacaklarını ifade ettiler. Yaparlarsa görürüz yani neyi öneriyorlar doğrusunu isterseniz ben şu ana kadar anlamış değilim.

Değerli arkadaşlar, zaman zaman kamuoyundan bize değişik çevrelerden eleştiri geliyor. Hiç kimse şunu unutmasın: Cumhuriyet Halk Partisi demokrasiden ve insan haklarından yanadır. Hiçbir darbe yasasını savunmaz v e asla da savunmamıştır. Darbe yasalarının değişmesiyle ilgili elinden gelen her türlü çabayı Cumhuriyet Halk Partisi istisnasız her dönemde sergilemiştir. Sayın Davutoğlu ve arkadaşlarına şu soruyu sordum: Bu Anayasada sizin görev yapmanızı engelleyen bir hüküm var mı? Bu soruyu hiç beklemiyorlardı. Önce birbirlerine baktılar “Yok” dediler. Peki “Parlamenter sistem çalışmıyor “ diyorsun. Evet, doğru. Ben size darbe anayasasından örnekler vereceğim ve verdim. Verdiğim örnekleri aynen okuyorum: dedim ki bakın bu darbe anayasasının 28 inci maddesi diyor ki “Basın hürdür, sansür edilemez.” Devamını okuyorum: “Basımevi kurmak izin alma ve mali teminat şartına bağlanamaz.” Yani basımevi kurmak için bile hiçbir koşul getiremezsin diyor, bunu darbe anayasası diyor. Yine söylüyor: “Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır” diyor. Basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri kim alacak? Devlet alacak. Döndüm şu soruyu sordum: Peki, bugün Türkiye’de basın hür mü? 2 Gazeteci arkadaşımız doğru haber yaptı diye Silivri Cezaevinde. Bunun Anayasa ile ne ilgisi var? Bunu yapan ne? Darbe hukuku dedim. Anayasa darbe hukukunun bir parçasıdır zaten. Siz darbe hukukunu değiştirmediğiniz sürece bu ülkeye demokrasiyi getiremezsiniz.

Yine örnek verdim. Anayasanın 34’üncü maddesini okuyorum arkadaşlar: “Herkes, altını çiziyorum, önceden izin almadan silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Bunu söyleyen darbe anayasası. “Herkes silahsız ve saldırısız olmak kaydıyla önceden izin almaksızın her türlü gösteriyi yapabilir” diyor. Peki, döndüm yine şu soruyu sordum: 2 kişi bile yan yana yürüyemez hâlâ geldi, bu Anayasadan mı kaynaklanıyor? 2 kişi bile yan yana yürüyemez hâle geldi. İnsanlar, bir grup bir araya geldiği zaman biber gazı, TOMA’lar, sular hepsi var dedim. Bunu yapan ne? Anayasa değil, bunu yapan darbe hukuku dediğimiz yasalar. O yasalar değişmedikçe Türkiye’ye demokrasi gelmez. Sonra? O kadar ileri gittiler ki Cumhurbaşkanı gelecek, belli kişileri atıyorlar içeriye, onlar bir eylem yapacak diye. Neresi demokrasi bunun? Ve Sayın Davutoğlu’na Cumhurbaşkanının yetkilerinin fazla olduğunu, o yetkilerin Kenan Evren’e göre belirlendiğini, yetkilerin kısılması gerektiğini söyledim. Ve yine söyledik, eğer bir üniversite kendi rektörü seçemiyorsa oraya artık üniversite demeyelim. Bırakalım üniversiteler kendi rektörlerini seçsinler, neden Cumhurbaşkanı 3’den birisini atar? Kendileri seçsinler, kendileri yönetsinler. Ha, yapacaksanız bir rektör bir dönemden fazla rektörlük yapamaz diye bir kural getirirsiniz. Yine söyledim, Anayasanın 138’inci maddesini okuyorum: “Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar.” Çünkü “yargı bağımsız değil” diye kendisi de ifade etmişti. “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.” Anayasa bunu diyor, darbe anayasası. Yine diyor “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Bunu darbe anayasası söylüyor. Peki, ben burada Cumhurbaşkanının savcıya gizli yazı yazıp talimat verdiğini, “bunu yapacaksın ve sonuçtan da bana bilgi vereceksin” dediğini açıkladım. Anayasa bunu öngörüyor mu? Hayır. Ama onlar istediklerini yapıyorlar. Sayın Davutoğlu’na şu örneği de verdim yargı bağımsızlığını dile getirdiği zaman. Dedim ki bakın “Yargı bağımsızlığı” diyorsunuz. Ne kadar güzel bir ifade. Avukatlardan hâkim alıyorsunuz dedim. Nereden seçiyorsunuz o avukatları? AKP’nin il ve ilçe yönetiminde görev alan avukatları alıyorsunuz hâkim olarak atıyorsunuz, sonra da kalkıp burada bana yargı bağımsızlığından söz ediyorsunuz. Biz her şeyi samimi ve içten söyleriz. Bunları Sayın Davutoğlu’na söyledim.

Kuvvetler ayrılığı işlemez hâle geldi. Siyasi Partiler Yasası’nda lider sultanını egemen kılarsanız ve lider oturur bütün milletvekillerini kendisi belirlerse o milletvekili Mecliste nasıl iradesini ortaya koyacak? Şu cümleyi aynen kullandım: Milletin vekilini millet seçsin mi, seçmesin mi; siz buna evet mi, hayır mı diyorsunuz? Milletin vekilini millet seçecekse o darbe yasalarını değiştireceksiniz, lider sultasını kaldıracaksınız, yüzde 10 seçim barajını kaldıracaksınız, böyle rezalet olmaz. Parlamentoyu yürütmenin arka bahçesi hâline nasıl döndü, Anayasadan mı? Hayır. 12 Eylül darbe yasaları bu hâle getirdi. Hakkını yemeyeyim, Sayın Davutoğlu dedi ki “Haklısınız.” Bize bir söz de verdi. “12 Eylül hukukunu tarayacağız” dedi. Kendisine şunu söyledim: 12 Eylül darbe hukukunun değişmesi konusunda biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak bütün bunları tespit ettik, değişmesi için de kanun teklifi verdik. Kanun tekliflerimizi arzu ederseniz size, arzu ederseniz grup başkan vekillerine, arzu ederseniz istediğiniz kişiye veya Meclis Başkanlığına söyleyin size göndersin. Bizim ne kadar samimi, ne kadar içten ve ne kadar demokrasiyi savunduğumuzu bilsinler diye.

Değerli arkadaşlarım, şimdi onlar da bir darbe hukuku araştırması yapacaklar, bir liste çıkaracaklar. Çok memnun oluruz. Eğer bu listeyi çıkarırlarsa gerçek anlamda demokrasi o zaman oluşacaktır. Sayın Davutoğlu’na şu örneği de verdim: Bakın İngiltere’de yazılı Anayasa yok ama hiçbir kişi çıkıp da İngiltere’de demokrasi yoktur demiyor. Bizde anayasa var, darbe hukuku olmasına karşın güzel hükümleri de var, onlar çalışmıyor dedim. Bu arada dokunulmazlıklar konusu da geldi. Biliyorsunuz dokunulmazlıklar konusu da bir anayasa düzenlemesi. Görüşmede değil ama kamuoyunda tartışıldı. Dokunulmazlıklar konusunda CHP’nin tavrı çok açık, çok net. Programında da, bildirgelerinde de her yerde yazılı. Kürsü dokunulmazlığı hariç dokunulmazlıklar kalksın. Neden? İsterseniz şöyle bir kamuoyu yoklaması yapsınlar, hükümet yapsın. Vatandaşa sorsunlar: Siz yolsuzluklara adı bulaşan bir milletvekili istiyor musunuz? Adı hırsızlığa karışan bir milletvekili istiyor musunuz? Siz ihale takipçisi milletvekili istiyor musunuz? Siz halkı değil de cebini düşünen milletvekili istiyor musunuz? Bunlara “Hayır” diyorlarsa o zaman bu dokunulmazlıkları yeniden düzenleyeceğiz. Vatandaş “hayır” diyorsa dokunulmazlıkları düzenleyeceğiz. Diyorlar ya “Referandum, Referandum…” Gidelim soralım vatandaşa, vatandaş “Hayır, ben yolsuzluğa bulaşan adamın Mecliste ne işi var? İhale takipçisi bir adamın Mecliste ne işi var? Cebini düşünüp de fakir fukarayı düşünmeyen bir milletvekilinin Mecliste ne işi var diyorsa gereğini yapalım. Tabii, Allah büyüktür arkadaşlar. Başkan, başkan diye yanıp tutuşan en sonunda Başkanlık için Hitler örneğini verdi. Pes yani! Pes yani! Konuşuyor, hatırlar mısınız bir dönem de şöyle bir açıklama yapmıştı, diyorum ya Allah büyüktür. “Ben evlatlarıma bugüne kadar helal lokma yedirmedim” demişti. Doğru. Sen söyledin, ne söyleyeyim ben.

Hitler örneğini veriyor, sonra birileri uyarmış mutlaka. Bu örnek felaket oldu. Hadi, Türkiye’de idare ederiz de dünyaya nasıl anlatacağız. “Efendim, beni yanlış anladınız.” Hadi, biz yanlış anladık, ya bütün dünya da mı seni yanlış anladı? Çıktın, Hitler örneğini başkanlık modeli için verdin. Neden? İçinden o geçiyor da onun için. O kadar ki kendi cümlesini Cumhurbaşkanlığı İnternet sitesinde sansür ediyor, kendisine sansür uygulayan bir Cumhurbaşkanı. Diyorum ya Allah büyüktür, nerelere geldiler. Goebbels’in meşhur bir lafı var, Hitlerin propaganda bakanıydı Goebbels. Gazeteciler üzerine baskı, her türlü baskıyı yapıyor tabii Hitler, en temel özelliği o. Hiçbir karşıt görüşe izin vermiyor. Herkesi en acımasız şekilde susturuyor medya dahil olmak üzere. Bakın Türkiye’nin yaşadığı toplumsal travmaya bakın, o dönem Almanya’da yaşanan toplumsal travmaya bakın, büyük benzerlikler var. Gazeteciler için Goebbels ne diyor? “Gazeteciler bir piyanonun uçları gibi olmalı. Biz hangi tuşa basıyorsak o sesi çıkarmalı” diyor. Aynen bunların istediği gibi. Karşıt görüşlü bir gazeteci mi, aksini mi yazdı bir gazeteci yeri doğru hapishane veya patrona aç telefon işine son versin, Goebbels taktiği. Tabii, Hitlerin bir özelliği daha vardı. Hitler de milletin önüne çıkarken ben fakirim fukarayım diye edebiyat yapmıştı. Bu da yapmıştı edebiyat. “Benim yüzüğümden başka bir şeyim yoktu” demişti. Nikahta taktığı yüzükten başka zinhar bir şey yokmuş. Oysa dünyanın en zengin Cumhurbaşkanlarından birisi şu anda. Goebbels de ben yoksulum edebiyatı yapıyordu, öldüğünde 3,6 milyar sterlink serveti çıktı. Evet, benzerliklere bakın arkadaş. Boşuna telaffuz etmiyor. Hitlerin adalet müşaviri de vardı, o da güzel bir şey söylüyor, kendi rejimine uygun güzel bir şey söylüyor. Yargıyı nasıl baskıladıklarını gayet güzel anlatıyor. Şöyle diyor: “Verdiğiniz her kararda önce kendinize şu soruyu soracaksınız. Führer benim yerimde olsaydı nasıl karar veriyorsa sen de öyle karar vereceksin” Büyük bir benzerlik var değil mi? Ne istiyorsa ona uygun karar vereceksin. “Gazeteciler hapiste kalacak, hesabını verecekler” diyor. O hâkimler, Erdem’i ve Gül’ü tutuklayan hâkimler aynı felsefeyle yola çıkan hâkimler, doğru haber yaptı diye 21. İnci yüzyılın Türkiye’sinde 2 gazeteciyi hapse atan hâkim hâkim değildir; o, sarayın hâkimidir, milletin değil. Onun verdiği karar Türk milleti adına değildir. Tabii, bu diktatörlerin bir özelliği daha var, yalan söyleme konusunda olağanüstü becerileri var ve Goebbels yine diyor: “Ne kadar büyük yalan söylersen ve bunu ne kadar çok tekrarlarsan kitleleri o kadar etkilersin.” Aynı taktik bizde şu anda geçerli, aynı taktik. Açın kitaba, açın uygulamalara birebir örtüştüğünü görürsünüz. Başkanlık da başkanlık… Efendim, dünyanın en önemli ülkeleri başkanlık sistemiyle yönetiliyormuş. Ya, araştırdık, gerçekten böyle mi? Bakın Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksine göre ilk yirmi ülke, en gelişmiş ilk yirmi ülkenin on yedisi parlamenter sistemle yönetiliyor, ikisi başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Niye bu kadar yalan söylüyorsun? Peki, dönüyoruz en geriye yani İnsani Gelişmişlikte en sonda yer alan yirmi ülkeye. Orada da yirmi ülkenin on dördünde başkanlık sistemi, beşinde de yarı başkanlık sistemi. Başkanlık sisteminin özelliği nedir? Ülkeyi bölmek, parçalamak istiyorsan başkanlık sistemini getireceksin. Neyimiz eksik bizim? Parlamenter sistemde iki yüzlük bir tecrübemiz var. Bu iki yüz yılı çöpe atıyorsunuz. Varsa bir eksiğimiz giderelim. Hayır, illa ben başkanlık istiyorum. Ya, ülke ateş yerine dönmüş, gencecik fidan gibi çocuklar hayatını kaybediyor, her gün şehitlerimiz geliyor, yurt dışında zaten perişan vaziyetteyiz o tutturmuş illa başkanlık, illa ben başkan olacağım. Olamayacaksın kardeşim, olamayacaksın, bir sefer bunu bil.

Dış politikada tam bir açmazın içindeyiz. Elli sefer uyardık. Mezhep endeksli dış politika olmaz. Bunu yaparsanız bu doğru değildir. Bunu yaparsanız Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına sürüklersiniz, bırakınız sürüklemeyi Orta Doğu batağını ülkemize çektik. Şimdi Suudi Arabistan’la İran kavga ediyor. Eskiden olsaydı, Türkiye eski konumunda olsaydı sorunun çözümünde başvuru adresi olurdu Türkiye. Herkes derdi ki gidelim sorunumuzu çözmek için hakem devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni seçelim. Biz tarafsızlığımızı yitirdik ve Orta Doğu’da taraf olduk. Kimden yana taraf olduk? Katar ve Suudi Arabistan’dan yana taraf olduk şu Allah’ın hikmetine bak. Yılların yılı bir NATO ülkesi, Avrupa Birliğine üye olmak isteyen ülke gitti Suudi Arabistan’ın kuyruğuna takıldı. Ya, bu 99 milyon dolar içinse vallahi biz onu öderiz, vazgeçiniz ondan.

Erdoğan yeni gitti. Ben merak ediyorum. İdamları eğer gündeme gelmediyse idamları gündeme getirmesi gerekirdi. Siyasi idamların bir toplumda derin travmalar yarattığını anlatması gerekirdi, Türkiye’yi örnek göstermesi gerekirdi ve bu nedenle idamların kalktığını söyleyebilirdi. İdamlar konusunda hâlâ Dışişleri Bakanlığı sessizliğini koruyorsa orada bir soru işareti var. Sen o zaman idamdan yana tavır koyuyorsun. Yeri geldiğinde kıyameti koparıyordun, siyasi idamlar olur mu arkadaşlar? Bir insan düşüncesinden ötürü ikdam sehpasına gönderilir mi? Bir insan inancından ötürü idam sehpasına götürülür mü?

Değerli arkadaşlarım, İsrail’le Mavi Marmara dolayısıyla biliyorsunuz kanlı bıçaklı oldular. İsrail’i çocukları öldüren, terör devleti olarak tanımladı vesaire vesaire söyledi, astı kesti kıyameti kopardı, işte gelecek özür dileyecek, ablukayı kaldıracak, yoksa mümkün değil uzlaşamam dedi. Diyorum ya Allah büyüktür, şimdi diyor ki “İsrail’e ihtiyacımız var” diyor. Şu lafa bakar mısınız “İhtiyacımız var” yani muhtacız İsrail’e diyor. Bu, bir teslimiyet, bir mahkumiyetin ifadesidir değerli arkadaşlarım. Ben o bağırıp çağıran sözde İslamcılara da seslenmek istiyorum: Niye bu lafa tek cümle etmiyorsunuz? Neden konuşmuyorsunuz siz? Düne kadar asıp kesiyordunuz, mitingiler düzenliyordunuz, cami avlularında bilmem neler yapıyordunuz neden sesinizi çıkarmıyorsunuz? Vicdan yok mu sizde? Ahlak yok mu sizde? Ahlakın kırıntısı yok mu sizde? Şu soruyu kendine soracaksın: 21. Yüzyılın Türkiye’si neden İsrail’e muhtaç hâle geldi ve kim getirdi? Sen bu soruyu sormuyorsan adam değilsin, bu soruyu soracaksın. Bunları söylerken savaştan yana değiliz, bunları söylerken kavgadan yana değiliz. Savaşın ne olduğunu en iyi bilen savaşan komutanlardır. Rahmetli Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütün hayatı savaş meydanlarında geçen bir komutan ve savaşın sonunda söylediği şu cümle çok önemlidir: “Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” Çünkü savaşın neler getirdiğini çok iyi biliyor. Aynı şekilde rahmetli İsmet İnönü, savaşın ne olduğunu birisi, onun da bütün hayatı savaş meydanlarında geçti. Geçtiği içindir ki İkinci Dünya Savaşında hiçbir çocuğu yetim, babasız bırakmadı ve Türkiye’yi savaşa sokmadı. Savaşın ne olduğunu en iyi onlar biliyorlar. Savaş tamtamları çaldıkları zaman yapmayın diyen bizdik, yanlıştır diyen bizdik. Laikliği yıllar yılı gidip dinsizlik olarak bütün millete anlattılar. Bugün laikliğin önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’ye yaptıkları çok daha iyi anlaşılıyor. “Orta Doğu bataklığından uzak durun” demesi çok daha iyi anlaşılıyor. “Yurtta barış, dünyada barış” demesinin nedeni çok daha iyi anlaşılıyor. Bütün inançların güvencesinin laiklik olduğunu artık bütün dünyanın bilmesi, Türkiye’deki belli çevrelerin de bilmesi gerekir. Ülkemizi seveceksek bu felsefeden yola çıkacağız.

Değerli arkadaşlarım, şu soruyu 2016’nın ilk haftasında bütün vatandaşlarımın kendisine sormasını isterim: Türkiye’yi bu hâle kim getirdi? Türkiye’yi on üç yıldır kim yönetiyor, kimler yönetiyor? Bunun sorumlusu bulunmadan ülkenin sorunları çözüme kavuşmaz. Sorumlusunu kendi kafamızda bulacağız ve oluşturacağız. Bunu yaptığımız zaman göreceksiniz Türkiye gerçek anlamda demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olacak. Biz yine söyledik, Anayasanın ilk dört maddesi kırmızı çizgimizdir dedik. Kurucu iradenin iradesi başımızın üstünedir dedik, söylemeye de devam edeceğiz.

Hepinize saygılar sunuyorum.

Gündem'den Öne Çıkan Haberler