30.01.2018

30 Ocak 2018 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (30 OCAK 2018)


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

 

Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan hepinize en içten sevgilerimizi saygılarımızı gönderiyoruz.

Hayatın bir gerçeği var, herkesin bir derdi var. Ama bazı dertler var ki kalıcı ve onların çözülmesi lazım. Onlar için anneler ve babalar mücadele ederler; otizmli çocuğa sahip ailelerin sorunları gibi. Onlar sorunları çözmek için buraya geldiler, bize bir rapor verdiler. Onlara sözüm söz, sizin sorununuzu her zaman sıcak tutacağız, hiç endişeniz olmasın.

Tabii doğuştan gelen bir rahatsızlık, bir sağlık sorunu ve bunun aşılması lazım. Aşılması için de oturduk çalışılması lazım. Bakın, 1985 yılında her 2 bin 500 çocuktan birisi otizmliydi. Ama bugün her 68 çocuktan birisine otizm teşhisi konuyor. Bugün Türkiye’de 352 bin çocuğumuz var otizmli, ama eğitime ulaşan, eğitilen otizmli çocuk sayısı 26 bin 586. Çok çok az ve bir sorunumuz var. Bu çocukların eğitime ihtiyacı var. 26 bin 586 çocuğumuz eğitim görüyor, ama haftada iki saat. Oysa uluslararası standartlara göre otizmli bir çocuğun haftada en az 40 saat eğitim görmesi lazım, bu sorunu aşabilmesi için.

OTİZMLİ ÇOCUKLARIMIZ İÇİN VERDİĞİMİZ ARAŞTIRMA ÖNERGESİ AK PARTİ MİLLETVEKİLLERİ TARAFINDAN REDDEDİLDİ

Üç tane temel sorunumuz var, aileler dinlesin. Birincisi şu: Çocuklara yeterli eğitim verilmiyor, yani haftada en az 40 saat çocuklara eğitim verilmesi lazım. Bunun sözünü veriyorum, bunun mücadelesini de yapacağım. İki, nitelikli eğitimin verilebileceği fiziki mekânlar yok. Bu fiziki mekânların da olması lazım; sosyal devletin görevlerinden birisi, bu çocuklara iyi eğitim alacakları fiziki mekânları yaratmaktır. Bir üçüncüsü, yeterli öğretmen yok. Bugün 7 bin öğretmen açığımız var bu çocukları eğitmek için. Onun da sözünü veriyoruz, çocuklara hem fiziki imkân, hem nitelikli öğretmen getireceğiz bulacağız yetiştireceğiz ve çocuklarımızı hayata kavuşturacağız.

Ve bir şey daha değerli arkadaşlarım, bu sorun aslında yeni bir sorun değil. Bu sorun daha önce de bizim gündemimize geldi ve bu sorunu çözmek için arkadaşlarımız bir araştırma önergesi hazırladılar. Gönül isterdi ki, bütün partilerin ortak katkısıyla bu araştırma önergesi kabul edilsin ve otizmli ailelerin ve çocuklarımızın sorunları masaya yatırılsın, aileler dinlensin, öğretmenler dinlensin, Milli Eğitim dinlensin, bu konuda bütün taraflar bir şekliyle gelip bilgi versinler ve biz çözüm üretelim. Bizim verdiğimiz önerge, Adalet ve Kalkınma Partisi, yani AK Parti milletvekilleri tarafından reddedildi. Bunu da 352 bin ailenin takdirine sunuyorum. Biz konu araştırılsın, çözüm üretilsin derken, onlar konu araştırılmasın, çözüm de üretilmesin diye karar verdiler. Sizin bilginize ve takdirinize sunmak da benim görevimdir. Ama biz sonuna kadar bu sorunu çözmek için her türlü mücadeleyi yapacağız. Bunu tüm vatandaşlarımın bilgisine sunmak isterim.

ÖZGÜRLÜKTEN VE BARIŞÇIL BİR DÜNYA YARATMAKTAN KİM RAHATSIZ OLABİLİR

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, emin olun yarın sabah ne olacağını kimse bilmiyor. Türkiye dışında böyle bir ülke de yok. Her sabah gündem değişir, her gün insanlar gazeteleri ürkerek eline alırlar, televizyonları açarken bile “inşallah bir şey olmamıştır” diye televizyonları açarlar. Bir endişe, bir yılgınlık, bir kara bulut gibi toplumun üstüne konmak isteniyor ve toplum bundan müthiş rahatsız.

Bu sabah da bir baktık, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyine polis operasyon yapmış. Gözaltına almalar, mahkemeye çıkarmalar. Gözaltına alacaksanız yazı yazarsınız gelir, bu insanlar kaçacak insan değil, hepsi doktor, üniversitelerde hoca, hastanelerde görevli, yasal bir kuruluş, kanunu var, nasıl denetleneceği belli. Sabahın köründe baskın düzenliyorsunuz, gözaltına alıyorsunuz. Neymiş, bir bildiri yayınlamışlar! 

Sanırsınız ki bildiri zehir zemberek ve iktidar partisini en ağır şekilde eleştiren bir bildiri. Yok öyle bir şey, bildiriyi okuyorum arkadaşlar, emin olun bildiriyi okuyorum: “Biz hekimler uyarıyoruz.” Doktorlar diyorlar ki, biz uyarıyoruz. Herkes uyarabilir mi? Uyarabilir. Bizi uyaran yok mu? Var. İktidarı uyaran yok mu? Var. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, herkes şu veya bu şekilde görüşlerini dile getirir. “Savaş doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur.” Yanlış mı? Doğru. Bana söyleyin, hangi savaş doğada ve insanda tahribat yapmadı, hangi savaş? Toplumsal yaşamı tehdit ediyor mu savaş? Tehdit eder. İnsan eliyle mi yaratılıyor? Evet, insan olmazsa savaş olmaz zaten. Savaşı yaratanlar da insanlardır. Bunu söylüyor.

Sonra devam ediyor: “Her çatışma, her savaş fiziksel ruhsal sosyal ve çevresel sağlık açısından onarılmaz sorunlara yol açarak, büyük bir insani dramı da beraberinde getirir.” Yanlış mı? Her zaman insani dram getiriyor. Gözümüzün önünde Suriye var. Buyurun Suriye’ye bakın. Hadi Suriye’yi görmüyorsunuz diyelim, 3,5 milyon mülteci var Türkiye’de, 3,5 milyon! 30 Milyar Dolar harcadıklarını söylediler, emin olun 30 Milyar Dolar değil 3 Milyar Dolar bile harcamadılar. Onu da biliyoruz. Suriyeli çocukların sokaklarda nasıl dilendiklerini de biliyoruz. Bu dramı yaratan kim? Savaş değil mi? Suriye’nin iç savaşı değil mi? Suriye’deki kavga değil mi? Suriye’deki terör değil mi? Budur, buna dikkat çekiyorlar. Niye alınıyorsunuz?

Devam ediyor: “Yaşatmaya ant içmiş bir mesleğin mensupları olarak...” Doktorlar insanları yaşatmak için mücadele ederler. Hastalanırız gideriz. Bir de yemin ederler. Dünyanın her tarafında bütün doktorlar aynı yemini ederler. Hasta geldiği zaman hastanın kimliğine bakmaz, siyasi görüşüne bakmaz, yaşam tarzına bakmaz, hastaysa tedavi eder, doktorun görevi budur zaten. Doktorun başka hangi görevi var? “Yaşamı savunmanın, barış iklimine sahip olmanın birincil görevimiz olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz.” Doğru, yaşamı savunmak hepimizin görevi, ben de savunuyorum siz de savunuyorsunuz. Aklı başında hangi insan hayatı savunmaz, güzelliği savunmaz, birliği bütünlüğü savunmaz. Bunlar da bunu söylüyorlar. Devam ediyor: “Savaşla baş etmenin yolu, adil demokratik eşitlikçi özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.”

Arkadaşlar, adil düzenden, demokratikleşmeden, eşitlikçilikten, özgürlükten ve barışçıl bir dünya yaratmaktan kim rahatsız olabilir, kim? Demokrasi olsun deniyor, özgürlük olsun deniyor, huzur içinde yaşayalım deniyor, daha ne olsun? “Savaşa hayır, barış hemen şimdi” demişler. Vay sen misin bunu diyen, alın sabahın köründe basın tutuklayın, gözaltına alın.

BÜTÜN BUNLAR TÜRKİYE’NİN İTİBARINI ZEDELİYOR

Şimdi bakın, bu hareketler bu tür davranışlar sizin yaptığınız ve toplumun tümünün desteklediği Afrin operasyonuna gölge düşürür. Çünkü şu algıyı beslemiş olursunuz. Bir yerde bir hata yapıyoruz, bu hatayı kimse bilmesin, kimse görmesin diye. Ortada bir hata filan yok. Neden yapıyorsunuz bunu, insanlar düşüncelerini özgürce ifade edebilirler. Katılırsınız veya katılmazsınız. Birisini düşüncesini ifade etti diye hapse atmak, sabahın köründe evini basmak... Bu demokrasilerde olan bir şey değil. Emin olun bütün dünyanın ilgisini farklı bir noktaya çektik, bütün dünyanın ilgisini! Doktorların üzerine gidiyorlar.

Bakın, şu gerçeği hiç kimse unutmasın. Asker bile dağda terör örgütü mensubunu yaralı yakaladığında alıyor ekmek veriyor, su veriyor, helikopter tahsis ediliyor ve hastaneye götürülüyor. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu ordunun saygınlığı açısından çok, ama çok önemlidir. İnsan sağlığına ne kadar değer verildiği için çok, ama çok önemlidir. Siz doktorun düşüncesini açıklamasına tahammül edemiyorsunuz, baskı kuruyorsunuz. Doğru değil, Türkiye’nin itibarını zedeliyor bütün bunlar. Umarım hükümet bütün bunlardan ders çıkarmış olur.

MEHMETÇİK KANIYLA OY DEVŞİRMEYE ÇALIŞMAK BÜYÜK BİR AHLAKSIZLIKTIR

Değerli arkadaşlarım, daha önce pek çok çevrede ifade ettim, pek çok ortamda ifade ettim. Türkiye bulunduğu coğrafya itibariyle çok stratejik bir bölgede ve bu stratejik bölgede Türkiye’nin bütün bölgeye örnek olabilecek demokratik atılımları artması, kadın erkek eşitliğini sağlaması, bölgeye ve uluslara örnek olması, tıpkı cumhuriyetin kuruluşundaki gibi örnek olması, bizim dünyada saygınlık kazanmamız için çok, ama çok önemlidir.

Elbette ki hiçbir ülke kendi sınırında terör örgütlerinin yuvalanmasını istemez. Elbette ki hiçbir ülke teröre açıkça destek vermez, terörü sonlandırmak ister. Çünkü sınırdaki bir terör örgütü sadece bizim için değil, onu barındıran ülke için de gelecekte ciddi bir tehlikedir. İnsan haklarına evet, demokrasiye evet, bütün bunlara evet, ama teröre hep beraber hayır demek zorundayız. Bu insanlığın temel görevidir.

Bu bağlamda bizim Afrin’e yapılan operasyona desteğimiz tamdır. Ama bunun ÖSO’yla paralel adlandırılması, bizde büyük bir rahatsızlık yaratıyor. Giden ordumuz, mücadele eden ordumuz, şehit olan askerimiz, efendim bunu neredeyse ÖSO’ya bağlayacağız, ÖSO’nun kahramanlığına bağlayacağız. Ya bizim ordumuz, ya bizim erlerimiz, ya bizim şehitlerimiz... Neredeyse onlar ikinci sınıf. Ordunun kahramanlığını, ordunun haysiyetini ve onurunu korumak her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının en temel görevidir. Ayrıca Mehmetçik kanıyla oy devşirmeye çalışmak da, büyük bir ahlaksızlıktır. 

2011’DEN BU YANA ISRARLA DİLE GETİRDİK:“SURİYE’NİN İÇ İŞLERİNE BULAŞMAYIN”

Değerli arkadaşlarım, 26 Ocak 2011, Suriye’de iç ayaklanmalar başlar. 29 Nisan 2011, Suriye’den kaçanlar bizim sınırlara geldiler ve Türkiye’ye geldiler mülteci olarak. 31 Mayıs 2011, karşıt gruplar Antalya’da toplandılar. Esad’a karşı olan gruplar Antalya’da toplandılar ve hükümet bunlara destek verdi. IŞID, El Nusra gibi pek çok radikal grup bu süreç içinde oluşmaya başladı ve bunlara tırlarla silah gönderildi. Biz ısrarla dedik ki, “Sakın ola ki buraya silah göndermeyin, sakın ola ki Suriye’nin iç işlerine bulaşmayın, sakın ola ki Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemeyin.” 2011’den bu yana hemen hemen her grup toplantısında, her televizyon programında, her örgüt toplantısında bunları ısrarla, ama ısrarla dile getirdik. Ama bunların hiçbirisi iktidar tarafından kabul görmedi. Onlar her fırsatta bizi eleştirdiler, her fırsatta!

24 AĞUSTOS 2012’DE DÖNEMİN BAŞBAKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN’A BİR MEKTUP GÖNDERDİM

Bakın değerli arkadaşlar, Suriye karıştığı zaman, o zaman henüz Rusya ve Amerika bölgede ana aktör olarak bulunmuyordu. Türkiye’de zaman zaman toplantılar yapılıyordu. “İleride Türkiye’nin başına büyük felaketler açar” diye, 24 Ağustos 2012’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup gönderdim. Mektup bu değerli arkadaşlar, bir mektup gönderdim. 24 Ağustos 2012, bakın ne diyorum mektupta:

“Sayın Başbakan, komşu Suriye’deki gelişmeler ülkemizin başta güvenliği olmak üzere ekonomisi, sosyal huzuru, turizm ve taşımacılık alanları dahil çok geniş kapsamlı artarak, olumsuz etki yapmaya devam etmektedir.

Öte yandan Suriye’deki şiddet ve çatışmaların durdurulmaması halinde, ülkenin parçalanması, iç savaş boyutlarının genişleyerek bölgesel ve uluslararası bir ihtilafa dönüşmesi de dışlanamayacak bir olasılıktır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak Suriye’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunmasından yanayız. Türkiye barış ve uzlaşıdan yana bir politika izleyerek, öncelikle şiddete son verilmesini sağlamalıdır. Kardeş Suriye halkının insan onuru ve haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir rejim çerçevesinde güven ve huzura kavuşmasını istiyoruz.

Uluslararası toplumun çözüm gayretleri maalesef şu ana kadar istenilen sonuçları vermemiştir. Mevcut koşulları ve daha önce CHP olarak gündeme getirdiğimiz önerileri de dikkate alarak, bu sefer hazırladığımız Suriye için kapsamlı çözüm önerimizi ekte takdim ediyorum.

İnancımız odur ki, hükümetinizin bu öneriye sahip çıkması halinde, uluslararası toplumun çabaları yön ve etkinlik kazanabilecektir. Zira Suriye konusunda Türkiye’nin başka hiçbir ülkeyle kıyaslanamayacak kadar ağırlık ve etkisi vardır.

Saygılarımla,

Kemal Kılıçdaroğlu,

Genel Başkan.”

Evet, 2012’de bunları söylüyoruz, ama onlar bizi eleştirdiler ve silah göndermeye devam ettiler, bölgeye silah göndermeye devam ettiler. MİT tırlarıyla silah göndermeye devam ettiler.

BİZİM UYARIMIZI DİNLEMEDİLER

25 Ağustos 2012, Hürriyet Gazetesi soruyor ve gazeteye bir açıklama yapıyorum. Açıklama aynen şu: “Suriye politikası maalesef PKK’yı güçlendiren bir çizgide ilerliyor. Çok ciddi endişelerim var. Birincisi, Suriyeli muhaliflere verilen silahların, yarın PKK’nın eline geçmesidir. Bunu Irak’ta yaşadık. İkincisi, diğer komşularla da ilişkiler çok gerildi.”

İki yıl sonra, Hürriyet’e yaptığım bu açıklamadan tam iki yıl sonra Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış olan İsmail Hakkı Pekin şu açıklamayı yapıyor. Diyor ki; “Gönderilen silahların bir kısmının PKK’nın eline geçtiği iddia ediliyor.” Yani bizim uyarımızdan iki yıl sonra silahların terör örgütünün eline geçtiğini, dönemin İstihbarat Dairesi Başkanı ifade ediyor.

Ve 1 Temmuz 2015, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında sonra gazetelerde bir haber: “Milli Güvenlik Kurulunda görüşülen istihbarat raporlarına göre, Kobani’ye gönderilen ağır silahlar PKK’nın eline geçti.” Biz iki yıl önce uyardık, ama bizim uyarımızı dinlemediler. Onlar oturdular, sabah öğle akşam, hep CHP’yi suçladılar. “Siz Esad’tan yanasınız, siz şundan yanasınız, siz şöylesiniz, siz böylesiniz, siz Baasçısınız”  diye suçladılar.

ÜÇ ADIM ÖTESİNİ BİLE GÖRMEDİNİZ, HERKES SİZİ ALDATTI

Şimdi bütün vatandaşlarıma sesleniyorum. Dış politikada hamlenin üç adım ötesini görmezseniz, devleti sağlıklı yönetemezsiniz, üç adım ötesini! Siz üç adım ötesini bile görmediniz, herkes sizi aldattı. Obama aldattı, en son aldatan o oldu, PKK aldattı, IŞID aldattı, aldatmayan bir Allah’ın kulu kalmadı. Bir de beni dinle kardeşim, vallahi de billahi de ben seni aldatmıyorum, ben Türkiye’min çıkarlarını savunuyorum.

Ve yine öyle suçlanıyoruz ki, aklın mantığın alacağı şey değil. Eylül 2012’de yine konuşuyor beyefendi: “CHP yarın Şam’a gidecek, yüz bulamayacak göreceksiniz. Ama inşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. İnşallah Emevi Camiinde namazımızı da kılacağız.” Buyur git bakalım nasıl kılıyorsun! Kim doğruyu söylüyor? 80 milyon vatandaşıma sesleniyorum, vicdanı olan ahlak sahibi olan her vatandaşıma seslenmek istiyorum. Suriye konusunda en tutarlı politikaları kim söyledi, kim üretti? Oturun sorunu çözün dedik, komşuda yangın var, siz benzin bidonuyla gidiyorsunuz. O yangın size bulaşacak. Komşuda yangın varsa suyla gideceksiniz kardeşim, yangını söndürmeye gideceksiniz. Bunlar yangını büyütmeye gidiyorlar.

Sonra ne oldu? 11 Şubat 2013, Cilvegözü’nde bombalar patladı, 13 vatandaşımız hayatını kaybetti. Sonra ne oldu? 11 Mayıs 2013, Reyhanlı’da patlamalar oldu, 52 vatandaşımız hayatını kaybetti. IŞID bile diyemediler, terörü yapan örgütü bile dillendiremediler. Çünkü o dönem IŞID’a “yaramaz çocuklar bunlar” diyorlardı. 

Bakın 28 Mayıs 2013 yine, CHP grup toplantısında yaptığım konuşma: “Suriye politikasında hükümetin yanlıştan dönmesi için bütün iyi niyetimizle hükümete çağrıda bulunuyorum. Bir, Türkiye Cumhuriyeti artık Suriye’deki iç savaşın taraflarından biri olmamalıdır. İki, kendi topraklarında yabancı terör unsurlarını eğitmemeli, cebine para koymamalı, eline silah vermemelidir. Üç, sınırlarının güvenliğini sağlamalı ve dört, Cenevre süreci desteklenmeli ve Suriye’de kalıcı barış için katkı vermelidir.” Bunu söylüyoruz.

PYD’Yİ MEŞRULAŞTIRAN KİM?

Suriye’de yaşayanlar bizim kardeşlerimiz, Araplar bizim kardeşlerimiz, Kürtler bizim kardeşlerimiz, akrabalarımız. Ortak tarihimiz var, ortak kültürümüz var, ortak geçmişimiz var, ortak acılarımız var, ortak sevinçlerimiz var, ama Ortadoğu bataklığını Türkiye’nin mekânı haline getirdiler. Silahlarla orayı beslediler. Terör örgütlerine her türlü desteği verdiler. IŞID’a, El Nusra’ya, adını sayamayacağım bir sürü terör örgütüne her türlü desteği verdiler. 

Ve bu arada şimdi PYD’yi düşman ilan ediyorlar. Güzel, PKK’nın uzantısı diyorlar, doğru. Peki kardeşim, PYD’yi meşrulaştıran kim? Salih Müslim’i Ankara’ya defalarca çağırıp, altına kırmızı halılar serip, buyur hoş geldin diyen kim? Cumhuriyet Halk Partisi mi? Sen terör örgütü kabul etmedin, liderini davet ettin, kırmızı halılar serdin, en iyi yerlerde ağırladın. Sonra bir sabah kalktık, Esad nasıl düşman olmuşsa o da düşman olmuş. Ne oldu, ne değişti de düşman oldu? Düne kadar beraberdiniz, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyordu. Biz sizi uyardık, defalarca uyardık, yapma dedik, eyleme dedik, bak bu Türkiye’nin başına iş açar dedik. Ama gittin yine birileri seni kandırdı, sen yine tuzağa düştün. Peki, sana bir şey oldu mu? Hayır. Kime oldu? Bu ülkenin fakir fukara gariban çocuklarına oldu. 

BİR DAKİKA BEYEFENDİ, KİM SİZİN MEMURUNUZ?

Değerli arkadaşlarım, 10 Haziran 2014’te Musul Konsolosluğumuz basıldı, 49 çalışan kaçırıldı. Birisi de bizim Ardahan Milletvekilimiz, Öztürk Yılmaz. Bölgeyi en iyi bilen, terör örgütlerini tek tek en iyi bilen kişidir. Eski büyükelçi, bölgeyi biliyor, bölgede çalışmış ve bu kişi şimdi Adalet ve Kalkınma Partisinin hedef noktasında. Her türlü hakaret yapılıyor. Dışişleri Bakanı diyor, “bu benim memurumdu” diyor. Bir dakika beyefendi, kim sizin memurunuz? Yahu devletin memuru kardeşim, devletin memurunu kendi memurun diye kabul edersen, gelir böyle toslarsın.

BEYEFENDİ YİNE BÜYÜK BİR HIZLA YELPAZE GİBİ DÖNDÜ

Bakın değerli arkadaşlarım, 10 Şubat 2015 -bir başka çarpıklığı daha gündeme getireyim- ve grup toplantısında şu konuşmayı yapıyorum: “Cumhuriyet Halk Partisinin iktidarında Ortadoğu’ya barışı getireceğiz. Suriye’ye de Irak’a da her tarafa barışı getireceğiz. Suriyeli kardeşlerime diyeceğim ki, 1 milyon 700 bin kardeşim, git kardeşim baba ocağına geri dön, sana her türlü yardımı yapacağım. CHP iktidarında Suriye’ye huzur geldi, git kardeşim kendi ülkende çalış diyeceğim.” Ben bunu söyledim. Söyledim, ama ne AKP’nin kalemşorları, ne de AKP’nin yöneticileri beni affetmediler. Ne ırkçılığımız kaldı, ne başka bir şeyimiz kaldı, her türlü hakareti yaptılar. Vay efendim sen Suriyelilere nasıl geri dön dersin. Suriye’yi onaracağız, okulunu yapacağız, evini yapacağız, hastanesini yapacağız, yolunu yapacağız, baba ocağına geri dön diyorum ve kardeşim diyorum. Aradan zaman döndü, beyefendi yine büyük bir hızla yelpaze gibi döndü, şimdi konuşuyor ve iki yıl sonra: “Afrin’de huzur ve güven iklimi tesis edildiğinde, yüz binlerce Suriyeli kendi yurtlarında hayatlarını sürdürme imkânına kavuşacaklar.” Şimdi o kalemşorlara söylüyorum. Bir şey söylüyor musunuz? Söylemiyorlar. Erdoğan’ın kölesi konumunda olanlar ancak kalem oynatamazlar. Erdoğan’ın kölesi konumunda olanlar kalem oynatamazlar. Bana yaptığın eleştiriyi niye yapmıyorsun? Üstelik ben Suriyeli kardeşlerim diyorum, o Suriyeli kardeşlerim bile demiyor, onu bile ifade etmiyor. Biz bölge halkını kucaklıyoruz hiçbir ayrım yapmadan. Yöneticilerle terörle bölge halkını ayırıyoruz. Bölge halkı bizim akrabamızdır, oradaki Kürtler de Araplar da, Ezidiler de, Türkmenler de hepsi bizim akrabamızdır, hepsi. Her türlü desteği vereceğiz. 

BEYEFENDİ ORTALIKTA KAHRAMAN DİYE GEZİYOR, NE KAHRAMANI!

Biz şunu da yaptık. Dedik ki, “Bölgede huzuru sağlamak için Türkiye elinden gelen her türlü çabayı göstersin, çünkü Türkiye’nin bölge üzerinde ayrı bir etkinliği var, ayrı bir gücü var. Ortak tarihi var, kültürü var. Dolayısıyla Türkiye sözü dinlenilen bir devlet olabilir. Çağırabilir grupları, niye kavga ediyorsunuz, terör neden? Bunu yapabilir.” Öyle bir noktaya geldi ki Türkiye, kendi topraklarından kaçmak zorunda kaldılar. Bakın, kendi toprağımızdan, yani Türkiye Cumhuriyetinin tapulu malından, o malı terör örgütüne vererek kaçmak zorunda kaldılar. Malı terör örgütüne vererek, arazimizi arsamızı terör örgütüne teslim ederek kaçtılar. Kimden söz ediyorum? Süleyman Şah Türbesinden söz ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir toprak parçasını terör örgütüne teslim edip kaçanlarla karşı karşıyayız. Şimdi ortalıkta beyefendi kahraman diye geziyor. Ne kahramanı, terörden korkan... Ben olsaydım Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, 10 bin şehit gerekirse verirdik, bayrağımız orada dalgalanırdı, toprağımızdan asla ve asla taviz vermezdik. Şimdi kalkmış kahraman diye ortalıkta geziyor. Korkaktan kahraman olmaz, terör örgütlerine teslim olandan kahraman olmaz. Hele hele milliyetçiliğin kanını seçim meydanlarında, kendi partisinin il toplantılarında oya çevirmeye kalkanlardan insan da olmaz, ahlaklı adam da olmaz

TÜRKİYE NASIL YÖNETİLİR BİLMİYORLAR, TÜRKİYE’NİN TARİHİNİ BİLMİYORLAR

Biz elbette ki Türkiye’nin çıkarları her şeyin üstündedir. Bu ülkenin çıkarları her şeyin üstündedir, her şeyi göze alırız biz. Yeter ki bu ülkede çocuklarımıza güzel bir ülke bırakalım. Yeter ki biz hep beraber saygın bir Türkiye’nin kuruluşuna hep beraber yapalım, katkımız olsun ve inşa edelim. Biz bunları savunuruz her ortamda. Ama bugün geldiğimiz nokta, Ortadoğu bataklığının bir parçası olan Türkiye’dir. Bizi rahatsız eden budur. Eğer sözümüzü dinleselerdi, PKK’yı değil, Esad’ı değil, Obama’yı değil, Putin’i değil, bilmem şunu bunu değil, bizim sözümüzü dinleselerdi, bugün Türkiye bölgesinin hem en güçlü, hem en saygın ülkesi olacaktı. Ortadoğu bataklığının bir parçası olmayacaktı. Ben Ortadoğu bataklığı dediğim zaman, vay sen nasıl Suriye’ye Ortadoğu bataklığı dersin, efendim orası bataklık olmaz. Sonra kendileri de Ortadoğu bataklığı demek zorunda kaldılar. Çünkü bilmiyorlar, Türkiye nasıl yönetilir bilmiyorlar, Türkiye’nin tarihini bilmiyorlar. Bakın bir daha söylüyorum; Türkiye Cumhuriyetinin tarihini bilmiyorlar. Verilen mücadelelerin nasıl olduğunu bilmiyorlar. 

KENDİ TOPRAĞINDAN KAÇAN ADAMDAN HESABINI SORACAĞIZ

Değerli arkadaşlarım, bütün bunlar olurken, yine AK Parti ve kalemşorları CHP’yi suçluyorlar. Sanıyorlar ki biz geri adım atacağız da, onlar bizi suçluyor, onların yüzlerce televizyon kanalı var, çok sayıda gazeteleri var, biz geri adım atacağız sesimizi keseceğiz. Kiminle gelirseniz gelin, feriştahınızla gelin, bir milim geri adım atmayacağız, bir milim! Kendi toprağından kaçan adamdan hesabını soracağım, kendi toprağından kaçan! Kendi toprağını terör örgütlerine teslim eden adamdan hesabını soracağız. Kahraman diye geziyor, ne kahramanlığı?

NE EZEN NE EZİLEN, İNSANCA HAKÇA BİR DÜZEN İÇİN MÜCADELE EDECEĞİZ

Bütün bunlar olurken ekonomide ciddi sorunlar yaşıyoruz. Bakın değerli arkadaşlarım, 13 Ocak 2018 Türkiye Büyük Millet Meclisinin önünde gencecik bir çocuk kendisini yaktı. Hem televizyonlarda, hem de gazetelerde haber bile olmadı, korktular iktidardan. Erdoğan’dan korktular, ya haber yaparsak başımıza bir bela gelir mi? Ben dillendirdim, kıyamet koptu, en ağır eleştirileri aldım. Tabii gelsin eleştiriler, en azından o kişinin Meclisin önünde kendisini yaktığını artık herkes duydu.

Kimdi bu çocuk? Sıtkı Aydın. Kim bu Sıtkı Aydın?  Geçen gün Birgün Gazetesi çok güzel bir gazetecilik örneği yapıyor, Sıtkı Aydın’la bir röportaj yapmışlar. Bütün vatandaşlarımın beni dikkatle dinlemelerini, yani Sıtkı Aydın’ı dikkatle dinlemelerini isterim. Kim bu Sıtkı Aydın? “Öncelikle şunu söyleyeyim” diyor Sıtkı Aydın, “Ben tecrübesiz biri değilim, 21 yıldır inşaatlarda çalışıyorum. Son olarak da ana firma Simpaş Altınoran taşeron firma Delta İnşaat olan bir inşaat işinde çalışıyordum. O inşaatta tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, işçiler için platform olması lazım, ama yok. Çalıştığım alanda içeride kilit takılması lazım, ama takılmamış. Üçüncü katta çalıştığım için, altımda ağ olması lazım, ama ağ yok. İşin güvenli yapmamız için belli bir zaman lazım, ama o zaman da yok. Her zaman olduğu gibi o gün de bir tedbirsizlik ve bir aceleciliktir gidiyor ve ben o gün üçüncü kattan sırtüstü aşağıya düştüm. Kafatasım çatlamış, yedi kaburgam kırılmış, leğen kemiğim kırılmış, beyin travması geçirmişim, iç kanama tehlikesi atlatmışım, bütün vücudum darmadağın olmuş.” 

Ve Sıtkı kardeşimiz devam ediyor: “Apar topar hastaneye kaldırmışlar, üç gün yoğun bakımda yattım.” Şunu atlamadan okuyayım size: “Sonra beni hemen hastaneye kaldırmışlar” kendisinde değil, hastaneye kaldırmışlar. “Gözlerimi açtığımda Delta İnşaatın ortaklarından Tolga Zengin, korkudan panikten pervane gibi etrafımda dönüp duruyor öleceğim diye.” Ölürse çok ciddi sorumlu olacak çünkü. “Üç gün yoğun bakımda yattım ve sonra Tolga Zengin’den tek bir şey istedim.” Burayı dikkatle dinleyin “Tek bir şey istedim. Ayağa kalkıp çalışabilir vaziyete gelene kadar yevmiyemi istiyorum diyor. Hastayım yatıyorum para yok, ama ayağa kalkıp çalışıncaya kadar bana yevmiyemi verin diyor. O da karşılığında, sen bunları düşünme, iyileşmeye odaklan, biz ne gerekiyorsa sağlarız gibi vaatlerde bulundu.  Ardından polis ifademi almaya geldi. Bana verdiği söz nedeniyle o kişinin, sana yevmiyeni vereceğiz diye verdiği söz nedeniyle inşaat firmasından şikâyetçi olmadım.” Bu garibana bakın Allah aşkına. “Bir baktım ki benim başımda pervane olanlar bir anda yok olup gittiler.” Şikâyette bulunmadığı için ve devam ediyor değerli arkadaşlarım. “21 gün hastanede yattıktan sonra beni Çarşamba’da köydeki evime köpek ölüsü gibi sedyeyle bırakıp gittiler. Bir ay sonra duvara tutunarak yürümeye başladığımda, Delta’nın muhasebecisi arayıp, sana para gönderdik dedi. Kendimi zorlayıp evden çıktım. Santim santim adımlar atarak çarşıya kadar yürüdüm. Bankaya gittim ve bir baktım ki yatırdıkları para 300 lira.” Bir daha söylüyorum, yatırdıkları para 300 lira. “Düşünebiliyor musunuz, ben ölüm kalım savaşı vermişim, 21 gün hastanede yatmışım, köyde bir buçuk ay yataktan çıkmamışım, dört duvardan başka hiçbir şey görmemişim, ablam benim bebek gibi altımı temizlemiş, vücudumda ve kafatasımda hayatım boyunca kalacak hasarlar oluşmuş ve bunun suçlusu olan firma bana bütün bunların karşılığında 300 lira yatırmış ve olay kapanmış.” Ve devam ediyor değerli arkadaşlarım: “Düşünebiliyor musunuz, ben hayatım boyunca çalıştım, ama ceketimden başka hiçbir şeyim yok.” Ve devam ediyor: “Bir de dediğim gibi, kazadan sonra her şey değişti. Örneğin, ilkokuldayken çarpım tablosunu çarpa çarpa giderdim, şimdi bir telefon numarasını bile aklımda tutamıyorum.” Devam ediyor değerli arkadaşlar: “Kazanın bıraktığı kalıcı izlerin üzerine, hakkım olan adaleti de bulamayınca -Mahkemeye veriyor, çünkü sonuç alamıyor- ruhsal olarak ağır bir bunalıma girdim, hakkımı ararken köpek ölüsü gibi bir kenara bırakılmayı kendime yediremedim” diyor.

Sıtkı kardeşim, seni Türkiye Büyük Millet Meclisinde ilk dile getiren kişi bu kardeşin ve Cumhuriyet Halk Partisi. Biz garipten gurebadan yanayız. Bizim sözümüz lafla değil, işledir. Biz ezilenlerin yanındayız, biz emeğiyle geçinenlerin yanındayız, biz bu ülkede huzur isteyenlerin yanındayız, biz herkesin işi aşı olsun bunun yanındayız, bunun mücadelesini veriyoruz. Sana iş vermeyenler, sana 300 lirayla hayatı zehir edenleri biz de asla unutmayacağız, sana sözüm söz bunun takipçisi olacağız ayrıca. Sıtkı kardeşim, bir cümleyi sakın unutma, rahmet Ecevit’in dediği bir cümleyi, ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen için mücadele edeceğiz. 

YANDAŞLARIN ÇİFTE GARANTİLERİ VAR

Daha önce de İzmir’de 8 aydır İşkur’dan parasını alamayan bir vatandaş, çıplak soyundu ve protesto etti. Ve dün Balıkesir’de Muhterem Birgül, işsiz iş arıyor, kimse iş vermiyor, geçinemiyor aç ve o da üstüne benzin dökerek kendisini yakıyor. Bir bu tabloya bakın, bir de size şimdi örnek olarak vereceğim yandaşlara bakın. Halk işsiz, vatandaş işsiz, geçim derdi var, geçinemiyor, çoluk çocuğuna bakamıyor, ahlaki değerlerde büyük bir yozlaşma var. Uyuşturucu almış başını gidiyor. Bütün bunları bunlar seyrediyorlar. Bizim yüreğimizi dağlıyor, biz acıyoruz, biz vicdan azabı çekiyoruz, biz sorunu nasıl çözeriz diye kafa yoruyoruz, ama suçlanan biziz. Onlar yine şu veya bu şekilde zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya çalışıyorlar. 

Bakın Sıtkı kardeşimin de diğerlerinin de, ne iş güvencesi var ne de iş güvenliği var, ama yandaşların çifte garantileri var.  Nedir çifte garanti? Birincisi şu: Gidersin bankadan veya uluslararası kuruluşlardan borç alırsın. Hazine diyor ki, borç aldın ben senin garantini vereceğim. Yani ileride iflas edersen senin paranı ben ödeyeceğim onlara diyor. Yetiyor mu? Hayır. Eğer yaptığın yatırım karşılığında yeterli kâr elde edemezsen, kârın da sana garantisini veriyorum diyor; yani para alırken garanti, kâr elde ederken garanti, çifte garanti. Ya Sıtkı’ya hangi garanti, ya kendisini yakana hangi garanti? Hiçbir garanti yok. 

HARAM OLSUN, ZEHİR ZIKKIM OLSUN

Köprü yapmışlar, yol yapmışlar, efendim o kadar araç geçmedi, şimdi tüp geçit için 123 milyon lira parayı verecekler onlara, 123 milyon lira! Kimin sırtından? Sıtkı kardeşim gibilerinin sırtından. Haram olsun yetmez, zehir zıkkım olsun diyeceğiz, zehir zıkkım olsun!

Rüşvet alana, ayakkabı kutusunda rüşvet alana parasını iade ettiler, bir de faizini verdiler. Hem rüşvetin parasını vereceksin, hem faizini vereceksin. Haram olsun, zehir zıkkım olsun. Verenlere de haram olsun zehir zıkkım olsun, o kararı veren hâkimlere de zehir zıkkım olsun.

Benim paramla gidecekler, rüşvete faiz ödeyecekler ve bunun adı da adalet olacak. İşsizlikten kendisini yakacak vatandaş, gözlerine mil çekecekler ve görmeyecekler. Sokak sokak cadde cadde kahramanlık edebiyatı yapacaklar. Kimin üzerine? Şehit kanları üzerinden oy devşirmeye çalışacaklar. Sen önce Türkiye’nin sorunlarını çöz kardeşim, 15 yıldır memleketi ne hale getirdin, 15 yıldır! 

Altınıza uçaklar verdik, arabalar verdik, helikopterler verdik, maaşlar verdik, saraylar verdik, nedir bu milletin çektiği? Düşün bu milletin yakasından artık, düşün bu milletin yakasından!

HALKIN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKA BAKA YALAN SÖYLEYEN BAŞKA BİR İKTİDAR GÖRMEDİM

Bakın şimdi bir örnek daha vereyim. Diyelim ki herhangi bir vatandaşımız 25 yıl çalıştı. 25 yıl primini ödedi asgari ücret üzerinden ve gitti bugün öğleden sonra emekli olmak istedi. Kaç lira emekli aylığı alacak? 718 lira 69 kuruş. 25 yılın karşılığı, 25 yıl prim ödeyeceksiniz 718 lira 69 kuruş emekli maaşı. Şimdi bu Ankara’daki beylere soruyorum, 718 lirayla kim geçiniyor Allah aşkına, hangi emekli geçiniyor? Ama emekliler birlik olmadığı için, emekliler kendi haklarını savunmadıkları için, onlar diyorlar ki hiç merak etme kardeşim, ey Kılıçdaroğlu niye kendini zora sokuyorsun, niye bunların hakkı hukuku diyorsun. Ben ne kadar verirsem onlar da razı oluyorlar, hiç maaş vermesem de bana oylarını verirler diyor. Ben de emekliye soruyorum, emekli kardeşim madem öyle oy vermeye devam et, çünkü yarın bu aylığı da senin elinden alacaklar, onu da yandaşa verecekler. Sen iki maaşa, iki emekli maaşına ben layık değilim diyorsun, ben bu parayı almam diyorsun, ben geçinebiliyorum diyorsun, ben huzur içindeyim diyorsun. Kardeşim 718 liraya geçineceksin. Peki, -tam tarihi vereyim- 1 Ekim 2008’de onların reform dedikleri kanun çıkmasaydı, bu kişi 1822 lira emekli aylığı alacaktı. Şimdi reform yaptılar, emeklinin sırtına bindiler, 718 lira 69 kuruş. Ne güzel reform değil mi? Emeklinin sırtından reform yapıyorlar.

Bir de Bağ-Kur emeklisine değinelim, bu SSK emeklisi… Esnaf, o da 25 yıl çalıştı, 9 bin gün prim ödedi en alt düzeyde, emekli olduğu zaman eline 621 lira 81 kuruş geçecek. Bütün emekli kardeşlerime sesleniyorum, esnaf kardeşime sesleniyorum, ahilik geleneğinden gelen esnaf kardeşime sesleniyorum, Ankara’daki beylerin bir eli yağda bir eli balda, bütün çocukları en lüks yatlarda katlarda villalarda, sen açlığa mahkûm ediliyorsun, senin hakkını hukukunu ve adaletini biz savunuyoruz ve senin desteğini bekliyoruz. 

Bunların bir başka lafı daha vardı, “Efendim petrol geliyor, dışarıdan alıyoruz petrolü, dolar yükselince biz de mecburen zam yapıyoruz, dolar düşünce de petrolün fiyatını düşürüyoruz.” Bu kadar halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyen başka bir iktidar görmedim, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç görmedim. Şimdi bakın son hale bakın, dolar fiyatı düştü mü? Düştü. Gazeteler yazıyor mu? Yazıyor. Televizyonlar söylüyor mu? Söylüyor. Dolar fiyatı düşüyor, benzine ve mazota zam geliyor. Hani ithal ediyorsunuz siz bunları doğru, düşürsene. Benzinin litresi 6 lirayı aştı, mazotun litresi de 6 liraya yaklaştı. Çiftçi kardeşime böyle bir müjde verelim. Bu iktidar seni çok seviyor, mazotun litresi 10 lira olursa seni daha fazla sevecek. Ne kadar ekmezsek, ne kadar biçmezsen, ne kadar elini açıp dilenirsen, bunların o kadar hoşuna gidecek. Bunu sakın unutma kardeşim. 

ENİS BERBEROĞLU BİR ESİR OLARAK ORADA TUTULUYOR

Efendim bir milletvekilimiz var, Enis Berberoğlu, saygın bir milletvekili, şu anda hapiste. Neden hapiste, hangi gerekçeyle hapiste? Biraz bu konuya herkesin dikkatini çekmek isterim. 29 Mayıs 2015’te Cumhuriyet’te bir haber, “İşte Erdoğan’ın yok dediği silahlar” diye yayınlandı. Davalar açıldı, uzun bir ara geçti davalar açıldı, Enis Bey de tabii gitti mahkemeye, ifadesini verdi, ama tutuklandı, ömür boyu hapse mahkûm edildi. İyi hal dolayısıyla da 25 yıl hapse mahkum edildi, şu anda cezaevinde. Ben ve arkadaşlarım zaman zaman gidip kendisini ziyaret ediyoruz.

Bir gerçeğin altını özenle çizmek isterim. Olayın başlangıcı Can Dündar’ın bir kitabından kaynaklanıyor. “Tutuklandık” diye bir kitap yazıyor Can Dündar. Kitapta şöyle bir bölüm var. “MİT tırları haberinin flash disk içinde 27 Mayıs günü solcu bir milletvekili tarafından bana getirildi” diyor. 27 Mayıs günü flash diski kendisine getiren milletvekilinin ismini vermiyor, ama Enis Berberoğlu o tarihte milletvekili değil, bildiğimiz normal bir partili milletvekili değil. Buna rağmen illa Enis Berberoğlu verdi diye mahkemeye çağrılıyor.

Değerli arkadaşlarım, devlet sırrını ifşa etti diye, MİT tırları dolayısıyla devlet sırrını ifşa etti diye. HTS kayıtlarına bakılıyor, Enis Bey’in avukatları da istiyorlar HTS kayıtlarını, böyle bir görüşme olmadı. Telefon görüşmesi var doğru, o tarihte telefon görüşmesi var. Üç milletvekili ve Enis Beyle de konuşmuş. Enis Bey milletvekili değil, ama Enis Bey CHP milletvekili ve onun üzerine özel olarak odaklanılıyor. HTS kayıtları isteniyor, o tarihte o konuşmanın yapıldığı tarihte Can Dündar ayrı yerde, Enis Berberoğlu ayrı yerde, yani yan yana değiller. Hani yan yana olsalar, hadi dersiniz ki böyle bir iddia, orası yanlış, ama biz buradan tutturalım, bu da yok, öyle bir şey de yok. 

Şimdi değerli arkadaşlarım, ortada bir devlet sırrı var mı? Yargıtay 1942’den bu yana devlet sırrı tanımını koymuş ortaya. En son karar Yargıtay’ın 9’ncu Dairesinin bir kararı var. Diyor ki, “Devlet sırrında suçun oluşması için, bir gizliliğin daha önce ifşa edilmemiş olması lazım; iki, siyasi ve askeri casusluk maksadıyla bilginin temin edilmesi lazım; üç, bir başka ülke yararına ve Türkiye’nin zararına olması lazım; dört, başka ülkeyle ön anlaşmanın gerçekleşmesi lazım” diyor. Bunların hiçbirisi yok, zaten böyle bir şey yok. 

Yine geçiyorum başka bir konuya, aynı olayla bağlantılı. MİT tırları yakalandığında, savcı hâkim oradaki askeri görevliler hep beraber şu anda yargılanıyorlar Yargıtay’da, 16’ncı Ceza Dairesinde. Ne diye? Devlet sırrını açıkladınız diye. Devlet sırrını açıkladılarsa onlar açıkladılar, ifşanın ifşası olur mu? Onlar şu anda yargılanıyorlar, üstelik çok önceden yargılanıyorlar, başladı yargılamaları devam ediyor. Hangi devlet sırrı? 

Geçiyorum başka bir konuya, aynı olayla bağlantılı. 21 Ocak 2014 çok daha önceden, Aydınlık Gazetesi güzel bir gazetecilik çalışması yapıyor ve MİT tırlarıyla ilgili haberi ilk kez fotoğraflı olarak veriyor. Bu olay ortaya, Cumhuriyet yayınladıktan sonra da Aydınlık bir başyazı yazıyor diyor ki, “Evet MİT tırları haberini Cumhuriyet’ten önce yaptık, gelsinler tutuklasınlar.” Yani meydan okuyor, ben gazetecilik yaptım diyor, haberdi diyor bu, MİT tırları vardı ve biz yakaladık ve bu olayı haber yaptık.

Geçiyorum, 15 Ocak 2015, Almoniter internet sitesi ve BBC Türkçe yayına şöyle bir haber geçiyor, 19 Ocak 2014 günü diyor ki, “Tırlarda yapılan arama sonucu düzenlenen devlet sırrı niteliğinde olan belgelerin Hollanda Hıristiyan Demokrat Parti Milletvekilinde olduğuna ilişkin” haber veriyorlar. Yani Hollanda Milletvekilleri zaten bunu biliyor. Biz de bu olayı doğrulatmak istiyoruz. O dönem milletvekili olan Osman Korutürk bir soru önergesi veriyor. Diyor ki, BBC böyle söyledi, öbür internet sitesi de böyle söyledi, bu haber ne kadar doğru? Hollandalı milletvekilinin elinde bu belgeler var mı? Şu ana kadar bu soruya verilmiş hiçbir cevap yok. Ama biz Enis Bey tutuklandıktan sonra milletvekili arkadaşlarım, Hollanda’yla temasa geçtiler. Evet, bilgilerin onların elinde olduğu, görüntülü kayıtlarıyla, buradan yapılan telefon görüşmelerinin tamamı banda alındı. Yani uyduruk kaydırık değil, tamamı banda alındı ve bilgilerin ve belgelerin orada olduğu çıktı ortaya. Yani Hollanda’da bir milletvekilinin elinde olan bir bilgi, ne zamandan beri devlet sırrı olmaya başladı? 

Geçiyorum, Takvim Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergün Diler, 24 Haziran 2015’te “Tırlattılar” diye bir yazı yazıyor. O da diyor ki, malum yapıdan -yani FETÖ’cüleri kastediyor- AE -isimleri veriyor, baş harflerini veriyor- olarak belirttiği kişilerin, tırların aranmasına ilişkin belgeleri Hollanda’da filan milletvekillerine verdiklerini aktarmışlardır. Yani bu olaydan çok önce hükümetin havuz medyası da zaten bu bilgilerin Hollanda’nın elinde olduğunu yazıyor.

Geçiyorum, olayın hemen başlangıcına, 13 Ocak 2015 günü Adana Emniyet Müdürlüğü bir yazı yazıyor. Diyor ki, “19 Ocak 2014’te MİT tırlarında arama yapıldı, Twitter hesaplarında bunlar yayınlandı. Bunların bu bilgilere erişimi yasaklayın.” Adana 1’nci ve 5’nci sulh ceza hâkimlikleri erişime ulaşmayı kesmişler, yasaklamışlar. Yani bu olaydan dört ay önce 18 ayrı sosyal medya hesabından bunların tamamı zaten yayınlanmış. 

Başka bir konuya, Sayın Avni Özgüren, Cumhuriyet’te Hazal Özbarış’la yaptığı bir röportaj var. O röportajda diyor ki; “Tırlara ilişkin belgelerin tek bir DVD halinde bana, Hürriyet’e Milliyet’e ve Taraf gazetelerine zaten gönderildi, ama ben yayınlamadım” diyor; yani herkesin bildiği bir gerçek.

Başka bir şey daha var. Ceza Muhakemesi Kanunu 47 ve 125.maddeler diyor ki, “Devlet sırrı niteliğindeki bir belgeyi ancak hâkim ya da mahkeme heyeti inceleyebilir. Savcı, mübaşir, avukat bunlara bakamaz” diyor. Kim? Kanun söylüyor. MİT tırlarıyla ilgili tutanaklar var, ifadeler var, mübaşirin gözlemi var, savcısı var, avukatı var, herkesin elinde var ve Enis Berberoğlu bir esir olarak orada tutuluyor.

Enis Berberoğlu’nun hakkını ve hukukunu savunmak da benim görevim ve Enis Berberoğlu’yla ilgili mahkemenin verdiği bir kararı üst mahkeme bozdu, yanlıştır diyor. Anayasa Mahkemesinin kararı var yanlıştır diyor. Ne Anayasa Mahkemesinin kararı, ne üst mahkemenin kararı Enis Beyin serbest bırakılmasına imkân vermedi, bırakmıyorlar, esir diye tutuyorlar. Ve garip bir şey, mahkeme burada suç yoktur, siz boşu boşuna bunu yapıyorsunuz diyen mahkemenin iki hâkimi gece yarısı operasyonuyla değiştirildi. Şimdi o hâkimleri dikkatle izliyoruz, adaletle mi karar verecekler, birilerinin telkini üzerine mi karar verecekler? Bunu hep beraber dikkatle izleyeceğiz. Önyargılı olmak istemiyorum, peşinen birilerini de suçlamak istemiyorum, ama bütün bu veriler ortadayken, bütün bu bilgiler ortadayken bir milletvekilinin suçsuz yere aylardır hapiste yatmasını ben içime sindiremiyorum. Ne adına? Hukuk adına, hak adına, adalet adına içime sindiremiyorum.

Daha güzel, daha özgür bir Türkiye umuduyla, hepinize saygılar sunuyorum.