23.05.2017

23 Mayıs 2017 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU

-"19 Mayıs Bayramı’nı kutlamak ne zamandan beri suç olmaya başladı? Diğer belediyelere izin verirsin, hangi gerekçeyle Beşiktaş Belediyesine izin vermiyorsun? Valiysen valiliğini yapacaksın. Bize sarayın valisi değil devletin valisi lazım"

-"Herkesi FETÖ ile ilgili suçlarsın da Sözcü gazetesini suçlamak, aklın, vicdanın kabul edeceği bir şey değil. Sanıyorlar ki Cumhuriyet gazetesini susturacağız, Sözcü’yü de susturacağız. Ne Cumhuriyet’i ne de Sözcü’yü susturabilirsiniz. Sözcü için de sürekli savcı değiştirdiler, dosya boş, açamıyor. Sonunda bir savcı bulup getirdiler, davayı açtı, gözaltı kararı verdi. O savcıya seslenmek istiyorum: Savcı kardeşim, sen sarayın savcısısın. Sen cumhuriyet savcısı değilsin. Cumhuriyet savcısı dik durur, onurlu durur. Cumhuriyet savcısı saraydan talimat almaz."

-"Nerede bu darbenin siyasi ayağı? Siyasi ayağını gizliyorlar. Türkiye Büyük Millet Meclisinde hani komisyon kurulmuştu, neden o komisyona, darbeye bizzat tanıklık edenler insanlar gelip ifade vermiyorlar? Niye gelip bilgi vermiyorlar? Kontrollü darbe açığa çıkmasın diye. Bugün, ağır ağır ipuçları ortaya çıkıyor. Kimin ne yaptığını gayet iyi biliyoruz. 15 Temmuz, karşı darbe girişimidir."

-"Binali Bey ne diyor? “FETÖ’nün siyasi ayağı yok.” diyor. “Siyasi ayağı yok, evet gerçekten siyasi ayağı yok” diyor. Bunu söylerken sanıyor ki biz de buna inanacağız. Siyasi ayağı var kardeşim, Saraydan başlayarak AKP Grubuna kadar gelirsin, orada göreceksin bütün siyasi ayak orada."


-"Bir parti düşünün 2001’de kurulsun, programında demokrasiden söz etsin, şeffaflıktan söz etsin, ahlaktan söz etsin, kuvvetler ayrılığı ilkesinden söz etsin ve bugün 16’ncı yılın sonunda tam bir dikta yönetimi olarak ortaya çıksın." 

-"Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı İbn-i Haldun’dan bahsetmiş. Adım gibi eminim İbn-i Haldun’dan tek satır dahi okumamıştır, okusa İbn-i Haldun’un kitabını zaten yasaklar. İbn-i Haldun ne diyor? “İlme yasak koyanlar veya insanları yalanla meşgul edenler aklın ve insanlığın en büyük düşmanıdır.” İbni Haldun bunu söylüyor, okusa yasaklar bunu."
 

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:




Hepiniz hoş geldiniz; sağ olun var olun.
Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarıma da Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan en içten sevgilerimizi saygılarımızı ve muhabbetlerimizi gönderiyorum.

Terör konusunda Türkiye’nin çektiği acıyı emin olun dünyada çok az ülke çekmiştir. Bu sabah İngiltere’deki terör olayı karşımıza çıktı. Manchester’deki bombalı saldırıda 22 kişi hayatını kaybetti, 59 da yaralı var. Terör kimden gelirse gelsin, nereden gelirse gelsin, amacı ne olursa olsun insan olanların hep birlikte karşı çıkması gerekir. Haklı hiçbir gerekçesi olmaz terörün. O nedenle İngiltere’de olmuş, Türkiye’de olmuş veya dünyanın herhangi bir ülkesinde olmuş insanlığa karşı bir suç işlenmiştir ve biz, hep birlikte teröre durmak gibi bir görevi üstlenmek zorundayız. İngiltere’ye, İngiliz halkına başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz ve umuyorum terör bütün dünyadan silinmiş olur. Bu mücadeleyi ortak bir mücadele olarak, bir insanlık mücadelesi olarak hep birlikte sürdürmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, tarih acılarla, sevinçlerle doludur. Acıları insanoğlu kolay kolay unutmaz. 1864 yılı Rusya Kafkasya savaşlarının sona erdiği tarih. Bu savaş yaklaşık yüzyıl sürmüştür. Binlerce, milyonlarca Çerkez anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır ve bunların önemli bir kısmı Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da acılar içinde yaşamışlardır. Yaşadıkları acıları hiçbir zaman unutmamışlardır. Karadeniz’e, Karadeniz’in derin sularına babalarını, amcalarını, annelerini ve çocuklarını bırakmışlardır. O nedenle büyük Çerkez göçünün acıları hiç unutulmadı ve unutulmayacak. O göç sırasında hayatını kaybeden Çerkez büyüklerine Allah’tan rahmet diliyoruz ve şunu söylüyoruz: Nasıl İngiltere’deki bir terör olayı yüreğimizi yakıyorsa, insanlık tarihinde bu tür göçler ve acılar da yüreğimizi yakıyor. Biz, onları her zaman sevdik, her zaman andık ve anmaya da devam edeceğiz.

Kuşkusuz, güzel günler de var, kuşkusuz hepimizi sevince boğan güzel günler de var. Fenerbahçe’nin Avrupa Ligi Dörtlü Final Kupasını kazanması hepimizin gururu oldu. Hangi takımdan olursak olalım, ama Fenerbahçe eğer bir Avrupa şampiyonluğunu alıyorsa hepimiz o şampiyonluk bağlamında Fenerbahçeliyiz; Beşiktaş alırsa Beşiktaşlıyız; Trabzon alırsa Trabzonluyuz; Galatasaray alırsa Galatasaraylıyız, hiç kimsenin endişesi olmasın. Başarıyı paylaşmak, tasada ve kıvançta birlikte olmak bizim en büyük arzumuz. Elbette ki Aziz Yıldırım’ı, elbette ki takımın koçunu, elbette ki takımın oyuncularını yürekten kutluyoruz ve elbette ki bu sevince ortak olan her yurttaşımızı da yürekten kutluyoruz çünkü acılarımız kadar sevinçlerimizi de paylaşmak durumundayız. Bizi nasıl demokrasi konusunda hayır söyleyenler bir araya geldi ve kucaklaştıysa, Fenerbahçe’nin başarısı konusunda da hepimiz bir araya geldik ve Fenerbahçe’nin başarısını kutluyoruz.

TAŞERON İŞÇİSİ YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILIN KÖLESİDİR

Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisi Grubunun bir özelliği var. Toplumun en zayıf kesimlerini, toplumun en sorunlu kesimlerini ısrarla biz dile getiririz. Bazen CHP Grubunda, bazen Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda, bazen sivil toplum örgütlerinin olduğu ortamlarda, bazen de Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir Cumhuriyet Halk Partisinin milletvekili, il başkanı, ilçe başkanı, grup başkanvekilleri sürekli dile getirirler. Dile getirdiğimiz konulardan birisi de unutulan taşeron işçileri idi ve taşeron işçilerinin derdini biz dile getirdik. İlk kez, unutulan, hakkı var mı yok mu diye sorulmayan, sendikası var mı yok mu diye sorulmayan taşeron işçilerle ilk kez oturduk, onlarla konuştuk, sorunlarını saptadık ve seçim bildirgemize koyduk, dedik ki: Taşeron işçilerine sözümüz söz hepsine kadro vereceğiz dedik ve sözümüzün arkasındayız. Biz bunları söyledik, iktidardaki parti de aynı şeyi söylemeye başladı “Biz de taşeron işçilerine kadro vereceğiz” dediler. Düne kadar vermediniz, verirseniz seviniriz dedik, verirseniz vallahi gelir kutlarız dedik. Amaç ne? Amacın gerçekleşmesi, taşeron işçiye kadrolarının verilmesi. Oyları aldılar, taşeron işçileri unuttular. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisinin adaleti ve kalkınmayı içine sindiremediği bir gelenekten geliyor. Adı öyle ama kendisi öyle değil. O nedenle taşeron işçileri, size sesleniyorum kardeşlerim: Bakın 2002’de sayınız 387 bindi, bugün sayınız 1 milyon 700 binin üstünde. Sendikalı işçilerden daha fazla taşeron işçileri var. Peki, taşeron işçilerinin sorunları ne değerli arkadaşlar?

Birinci sorunları şu: İş güvencesi yok, tamamen işverenin iki dudağı arasında iş güvencesi. İşveren “İşine son verdim” dediği an kapının önüne koyar; bitti, o kadar, hiçbir güvencesi yok. Güvencesiz bir işte çalışmak çok zordur arkadaşlar. Neden zordur biliyor musunuz? Eve gidersiniz aklınızda hep “Ya, acaba işim devam edecek mi? İzinli olacağım, izin isteyeceğim, acaba bana izin verecekler mi? Acaba benim de bir kadrom olacak mı?” Ve korkudan, endişeden sesini bile çıkaramaz, iş güvencesi yoktur. Oysa yasalara göre, işçilerin iş güvencesinin olması lazım. Size iş güvencesi vermiyorlar ama unutmayın emekten yana olan, alın terinden yana olan, üretimden yana olan Cumhuriyet Halk Partisi sizin iş güvencenizin de güvencesi olacaktır.

Başka bir şey daha. Eğer aynı iş yerinde aynı işi yapan iki kişi; biri kadrolu, birisi taşeron işçisi ise o taşeron işçisi o işyerinde ikinci sınıf işçi olarak görülüyor. Öbürünün kadrosu var ama bunun kadrosu yok. Her türlü işi buna yaptırırlar, böyle bir açmazı var.

Sonra? Ömür boyu asgari ücrete mahkûm. Ücret de isteyemez. Toplu sözleşme hakkı zaten zinhar hiç yoktur, öbür boyu asgari ücrete mahkûm olacaksın hatta bazı yerlerde ücret ödenir ama ücretin bir kısmını geri alırlar. Derler ki “Sana fazla verdik, bir kısmını bize geri ver.” Taşeron işçi, işini kaybetmemek için sessiz sedasız ücretinin bir kısmını götürür yine kendi patronuna iade eder. Ama size şunu söyleyeyim: Cumhuriyet Halk Partili belediyelerde taşeron işçileri de dâhil her işçinin asgari ücreti en az net 1500 liradır. Bu sözü verdik ve sözümüzün arkasında durduk.

Sendika üyesi olma taşeron işçisinin hakkı değil. Bir sendikaya üye olmak ister misiniz diye anket yapıyorlar. Yüzde 80’ni diyor ki “Korkumuzdan ağzımıza sendika lafını bile alamıyoruz çünkü işten atılırız.” Eğer bir işçi sendikalı olamıyorsa zaten hakkını arayamaz çünkü çok zayıftır, iş güvencesi yoktur ve işinden her an atılabilir. Dolayısıyla böyle bir ortamda bir taşeron işçisini çalıştırmak yirmi birinci yüzyılın Türkiye’sine yakışmıyor.

Başka? Kıdem tazminatı. Taşeron işçilerinin kıdem tazminatı hakkı yoktur arkadaşlar. Kâğıt üzerinde kıdem tazminatı var ama taşeron işçisinin hiç haberi olmadan naylon pek çok girdi çıktı yapılır ve taşeron işçisi ayrıldığı zaman “Kıdemim ne oldu?” diye sorar. “Kıdem tazminatım var” demeye başladığında “Senin böyle bir hakkın yok ki çünkü bu firmada uzun süredir çalışmıyorsun” cevabıyla karşılaşıyor.

Başka? Doğru dürüst izin alamazlar, izin istemeye korkar taşeron işçisi. “Acaba izin istersem işime son verirler mi?” diye.

Başka? Normalde bir işçinin sekiz saat çalışması lazım ama taşeron işçisi “Ben sekiz saat çalışacağım. Sonra işimi bırakıp evime gideceğim” deme hakkına sahip değil. O, bazen on saat, bazen de zorla çalıştırılır. Çalışmazsa işine son verilir. Taşeron işçisinin dramı derindir ve fazladır değerli arkadaşlarım.

Bir başka sorun? Diyelim ki haksızlığa uğradı taşeron işçisi, avukat tutacak parası yoktur, onu destekleyecek sendika yoktur. Mahkemeye dava açacak, harç parasını ödeyemez. Onun için taşeron işçisi yirmi birinci yüzyılın kölesidir. sizin bu kölelik anlayışınıza, bu iktidarın sizin için öngördüğü kölelik anlayışına karşı çıkacağız, size kadro verilinceye kadar sizin haklarınızı her yerde ve her ortamda ve Türkiye’nin her coğrafyasında dile getireceğiz.

Değerli arkadaşlarım, önümüzdeki günlerde Ramazan. Ramazanın barış ve huzur getirmesini hepimiz isteriz. Ramazan ayında dualarımızı yaparız, oruçlarımızı tutarız, iftarlarımızı açarız; kardeşçe huzur ve barış içinde bir arada yaşamak isteriz, en büyük arzumuz da budur. Geçen gün Amasya’dan bir grup işçi geldi, 28 işçi. 28 işçinin işine son veriliyor. Tamamı işlerini en iyi bilen usta işçiler. Sendikalı. Deniyor ki “İşçi sayısı fazla, sizi işe almıyoruz” diye. “İşçi sayısı fazla” dedikten sonra ve bunların işine son verdikten sonra, değerli arkadaşlarım, 50 Çinli işçi işe alınıyor aynı maden ocağına, aynı firmada. Şimdi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına sormak isterim: Bu 28 işçi işinden edildikten sonra hangi gerekçeyle 50 Çinli işçi oraya alındı? Ve bu işverene seslenmek isterim: Ramazan geliyor, o işçilerin bütün günahları sizin boynunuza. Onlar evinde Ramazanı nasıl ama nasıl anacaklar? Oruçlarını nasıl tutacaklar, iftarlarını nasıl açacaklar? Bu işverene, saygıdeğer işverene bir teklifim var: Bakın Ramazan geliyor, 28 işçiyi işe al kardeşim, yeniden işe al. Bunların hepsi usta işçiler, hepsi işini bilen işçiler, hepsi alın teri döken işçiler. İşinden kaytarmıyor, yerin metrelerce altında çalışıyor bu işçiler. Bunların işine son vermek emin olun bir vicdanın kaldırabileceği bir şey değil. Bekliyorum, bu saygıdeğer iş adamından bekliyoruz, 28 işçinin işe alınmasını ve onların evlerine ekmek götürmelerine imkân vermesini bekliyoruz.

BİZE SARAYIN DEĞİL DEVLETİN VALİSİ LAZIM

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta 19 Mayıs’ı da kutladık. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı. 19 Mayıs bizim için çok önemli, Türkiye için çok önemli. 19 Mayıs olduğunda toplumun her kesimi 19 Mayısı kutlamak ister; belediyelerimiz, il başkanlarımız, ilçe başkanlarımız 19 Mayısı kutlarlar. 19 Mayıs ne kadar görkemli kutlanırsa birlikteliğimiz o kadar güçlenir, ana hedefimiz de zaten bu. Hangi görüşten olursak olalım, Türkiye’nin neresinde yaşıyorsak yaşayalım, Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı, kuruluşumuzun başlangıcı olan 19 Mayısı hep birlikte kutluyoruz. 19 Mayıs neden önemli? Çünkü 19 Mayıs, Kurtuluş Savaşının, kurtuluşumuzun kuruluşu ve kurtuluşu idi. Önsözü Çanakkale’de yazılmıştır ve Çanakkale’yi geçilmez kılan Gazi Mustafa Kemal’i bu toplum ve tarih asla unutmadı. 13 yaşında, 14 yaşında, 15 yaşında gençlerimizi toprağa verdik, her karışında şehitlerimiz var Çanakkale’de. Çanakkale’yi geçilmez kıldılar ama daha sonra bir adam çıktı, bir metne, bir anlaşmaya imza attı “Geçilmez” denilen Çanakkale, tek kurşun atılmadan aynı düşman gemileri tarafından geçildi, Marmara’ya gelindi ve Dolmabahçe’nin önünde demirlediler tek kurşun atmadan. Neden hep tek adam rejimine karşı çıktık? İşte bunun için. Her gittiğim yerde de Çanakkale’yi örnek verdim. Sonra, Gazi Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da o gemileri gördüğünde der ki “Geldikleri gibi gidecekler” ve geldikleri gibi göndermek için Samsun’a çıktı. 19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti’nde Milli Kurtuluş Savaşının başlangıcıdır. Nereye gitti? Amasya’ya gitti. Amasya’da “Milletin istiklalini milletin azim ve kararı kurtaracaktır” dedi. Sonra Erzurum Kongresi, sonra Sivas Kongresi sonra Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı. Biz bu töreni bütün bu duygularla ve tarihimizi hatırlayarak kutlamak istiyoruz. Beşiktaş Belediyemiz de bu çerçevede kutlamak istedi tüm belediyelerimizde olduğu gibi. Valilikten izin, valiliğe yazıyı yazdı, valilikten izin istedi. Valilik, Beşiktaş Belediyesinin 19 Mayıs kutlama törenlerine, yürüyüşüne izin vermedi. Bunun üzerine Belediye Başkanımız bütün gazetelere tam sayfa ilan verdi. Yaptıkları bütün hazırlıkları anlatarak “İstanbul Valiliği izin vermediği için 19 Mayıs törenleri iptal edilmiştir” dedi. Bunun üzerine, vay efendim sen, toplumu tahrik edici ve kamu düzenini bozan ilan verdiği için Belediye Başkanımız hakkında soruşturma açıldı. Sanıyorlar ki Belediye Başkanı hakkında soruşturma açılınca biz geri adım atacağız. Sen kim oluyorsun Vali Bey de bizim geri adım atacağımızı düşünüyorsun? Asıl toplumun huzurunu bozan sensin. 19 Mayıs Bayramını kutlamak ne zamandan beri suç olmaya başladı? Diğer belediyelere izin verirsin, Beşiktaş Belediyesine izin vermiyorsun, hangi gerekçeyle izin vermiyorsun? Valiysen valiliğini yapacaksın. Bize Sarayın valisi değil, bize devletin valisi lazım.

NE SÖZCÜ GAZETESİNİ, NE DE CUMHURİYET GAZETESİNİ SUSTURABİLİRSİNİZ

19 Mayısta törenler yapıldı, Ankara’da gençlik kollarımız yürüdü, İstanbul’da çok güzel parkın açılışını yaptık. Beşiktaş’ta ve Ataşehir’de 19 Mayısla ilgili törenlerimizi gerçekleştirdik. Ama 19 Mayıs sabahı bir uyandığımızda baktık ki Sözcü Gazetesine de operasyon yapılmaya başlandı. Gazetenin sahibi Burak Akbay, İnternet Sorumlu Müdürü Mediha Olgun, Mali İşler Müdürü Yonca Kuleli ve Muhabir Gökmen Ulu hakkında yapılan suçlamayı okuyorum: “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse iştirak ve FETÖ’ye üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” iddiasıyla gözaltı kararı alınıyor. Yani herkesi FETÖ ile suçlarsın da kardeşim, Sözcü Gazetesini suçlamak aklın kabul edeceği bir şey değil, aklın ve vicdanın kabul edeceği bir şey değil ve üstelik bunu 19 Mayısta yapıyorsun. Herkes törenlerde, herkes kutlamalarda sen bunu yapıyorsun. Peki, Sözcü Gazetesi nedir? Sözcü Gazetesi halkın sözcüsüdür arkadaşlar; halk adına yayın yapar. Halkın sesi, gözü ve kulağıdır Sözcü Gazetesi. Sözcü Gazetesi, Atatürkçülükten, demokrasiden, uygarlıktan ödün vermeyen bir gazetedir. Sözcü Gazetesinin yazarları kalemini satmayan, dik duran ve onurlu yazarlardır. Sözcü Gazetesinin sürekli denetlendiğini biliyoruz, sürekli denetlenir ama açığını bulamazlar. Sözcü Gazetesi yazarlarına sansür uygulamayan ender gazetelerden birisidir. Her yazar özgürce yazısını yazar. İhale peşinde koşmaz Sözcü Gazetesi. Acaba şu ihaleyi alabilir miyiz devletten, şu ihaleyi alıncaya kadar falan kişiyi öven yayınlar yapabilir miyiz diye böyle bir arayışta değildir Sözcü Gazetesi. İktidara, hükümete biraz yalakalık yapalım da biraz malı götürelim, Sözcü Gazetesinin bu kimliği ve bu kişiliği de yok; onurlu ve dik duran bir gazete Sözcü Gazetesi.
Burak Akbay diyor ki “Tek suçum Türkiye’de gazetecilik yapmak.” Türkiye’nin yarı açık bir cezaevi olduğunu hepimiz biliyoruz zaten; içeriyle dışarı arasında pek bir fark yok. Sözcü Gazetesi aynı zamanda iktidara dik durduğu için, onurlu durduğu için iktidarın hışmına uğrayan bir gazete. Bakın kamu bankaları bütün gazetelere, bütün uyduruk gazetelere ilan verirler ama Sözcü Gazetesine ve Cumhuriyet Gazetesine ilan vermezler. Türk Hava Yolları, seyahat eden bütün yolcularına okunamayan ne kadar havuz medyasının gazetesi varsa tomar tomar alır, onlar okunmaz ama Sözcü Gazetesini ve Cumhuriyet Gazetesini Türk Hava Yollarına bile sokmazlar. Bu, adalet midir? Bu, ahlak mıdır? Sanıyorlar ki Sözcü ve Cumhuriyet gazetelerini susturacağız; ne Cumhuriyet Gazetesini ne de Sözcü Gazetesini susturabilirsiniz.

SAVCI KARDEŞİM SEN FETÖ’CÜ ARIYORSAN SARAYA BAKACAKSIN


Cumhuriyet Gazetesi için bir FETÖ’cüyü buldular, bir savcı, davayı ona açtırdılar. Sözcü için de sürekli savcı değiştirdiler “Acaba hangi savcı dava açacak?” Fakat dosya boş, savcı dava açamıyor, neyi açacak? Sonunda bir savcı bulup getirdiler; savcı davayı açtı ve gözaltı kararını da verdi. O savcıya seslenmek isterim: Savcı kardeşim, sen Sarayım savcısısın, sen cumhuriyet savcısı değilsin. Cumhuriyet savcısı dik durur, onurlu durur. Cumhuriyet savcısı Saraydan talimat almaz. Cumhuriyet savcısı yasalara bakar. Savcı iktidarın maşası olmaz. Saraydan gelen talimata göre fezleke düzenlemez. Saraydan gelen talimata göre iddianame hazırlamaz. Cumhuriyetin savcısı onurludur, cumhuriyetin savcısı dik durur, cumhuriyetin savcısı cumhuriyetin ilkelerine bağlıdır, cumhuriyetin savcısı medya özgürlüğünden yanadır. Cumhuriyetin savcısı düşünce özgürlüğünden yanadır. Cumhuriyetin savcısı evrensel hukuktan yanadır. Cumhuriyet savcısı insan haklarından yanadır. Cumhuriyet savcısı iradesini Saraya teslim etmişse, o, cumhuriyetin değil Sarayın savcısıdır.

FETÖ’cü arıyorlar, Cumhuriyet’te bulamadılar, bu sefer acaba Sözcü’de bulur muyuz diye. Savcı kardeşim, sen FETÖ’cü arıyorsan Bakanlar Kuruluna bakacaksın, AK Parti Grubuna bakacaksın, Saraya bakacaksın sen. Bu savcı kardeşime küçük bir ipucu da verelim. Diğer gazetelerden değil havuz medyasından, Star Gazetesinden, 24 Kasım 2013, şöyle diyor: Erdoğan, bugüne kadar cemaatten gelen talepleri yerine getirdiklerini belirterek “Bizim bir birlikteliğimiz var” diyor. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi ile cemaat arasında bir birlikteliğimiz vardı, yani ben o örgütün üyesiyim diyor, daha ne desin. Sevgili savcı, sen bunu bilmiyor musun? Adım gibi biliyorum, sen bunu gayet iyi biliyorsun ama görmüyorsun. Neden? Sen, cumhuriyetin değil, sen Sarayın savcısı olduğun için görmüyorsun.
Ve yine söylüyor: Yine, Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı Tayyip Bey söylüyor. “Tayyip Erdoğan’a ne getirdiler de geri döndü? Dönen bir şey yok. Rabbim şahittir” dedi. Rabbimiz zaten şahit, biz de şahit olduğunu gayet iyi biliyoruz. Senin ne haltlar ettiğini biz gayet iyi biliyoruz. Türkiye’yi nasıl 15 Temmuz darbe girişimine teslim ettiğini gayet iyi biliyoruz. Peki, bunları soruşturacak yürekli bir savcı var mı? Böyle bir savcı arıyoruz, elde mumla arıyoruz; dürüst ve namuslu, yürekli bir cumhuriyet savcısı arıyoruz. Baksınlar, orada hepsini görecekler.

NEREDE BU DARBENİN SİYASİ AYAĞI

15 Temmuz darbe girişiminden sonra, kontrollü darbe girişiminden sonra… Bunun da ipliğini çıkaracağız yakında, herkes tanık olacak buna, herkes tanık olacak buna. Binlerce mağdur yarattılar, 1 milyonun üstünde mağdur aile var, gariban aileler var. FETÖ’cü diye baklavacı buldular, gerçekten baklavacı; çikolatacı buldular, gerçekten çikolata imal ediyor; esnaf buldular, sanayici buldular; er, erbaş, subay buldular; hâkim buldular, kaymakam buldular, savcı buldular, vali buldular, herkesi buldular ama ne hikmetse siyasetçiyi bulamıyorlar. Darbeyi niye yapıyorsun kardeşim sen? Memleketi yönetmek için değil mi? Peki, bu memleketi kimler yönetecekti? Nerede bu darbenin siyasi ayağı? Siyasi ayağını gizliyorlar. Türkiye Büyük Millet Meclisinde hani komisyon kurulmuştu, neden o komisyona, darbeye bizzat tanıklık edenler insanlar gelip ifade vermiyorlar? Niye gelip bilgi vermiyorlar? Kontrollü darbe açığa çıkmasın diye. Bugün, ağır ağır ipuçları ortaya çıkıyor. Kimin ne yaptığını gayet iyi biliyoruz. 15 Temmuz, karşı darbe girişimidir arkadaşlar, arkasından karşı darbe girişimidir. Herkes bunu çok iyi bilsin. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti bir karşı darbe girişimiyle karşı karşıyadır. Binali Bey ne diyor? “FETÖ’nün siyasi ayağı yok.” diyor. “Siyasi ayağı yok, evet gerçekten siyasi ayağı yok” diyor. Bunu söylerken sanıyor ki biz de buna inanacağız. Siyasi ayağı var kardeşim, Saraydan başlayarak AKP Grubuna kadar gelirsin, orada göreceksin bütün siyasi ayak orada.

SENSİN FETÖ’CÜ!

FETÖ’yü beslediler büyüttüler, “aynı menzile birlikte yürüyoruz” dediler, aynı menzile yürüdüler. “Ne istedin de vermedik” dediler, Türkiye Cumhuriyeti’ni teslim ettin. Şimdi, soruyorlar, Sözcüde FETÖ’cü var mı, Cumhuriyet Gazetesinde FETÖ’cü var mı? Ya, FETÖ’cünün en büyüğü zaten duruyor, sensin kardeşim, sensin FETÖ’cü. Bu işi senden daha iyi bilen birisi mi var? Kendi suçunu gizlemek için garibanların üstüne gidiyor. Bakın bir örnek vereceğim size değerli arkadaşlarım. Cezaevinden gelen bir mektupta şöyle deniyor: “Ömer Kara, 28. Mekanize Piyade Tugayında er olarak vatani görevimi yapmaktayım. 10 Temmuz 2016 Ankara Mamak, sevk tarihim. Daha 5 günlük erim. 15 Temmuz 2016 tarihinde tatbikat diye verilen alarm nedeniyle toplandık. Emri kimin verdiğini bilmiyorum. 5 günlük asker olduğum için komutanlarım dâhil hiç kimseyi tanımıyorum ve silah zimmetimde bulunmamaktadır. Kışladan çıkış yaptık. Olayın gerçekliğini halktan öğrendiğimiz zaman polise teslim olduk. Halka ve polise hiçbir şekilde zorluk çıkarmadım. 23 Temmuz 2016 tarihinde Yedinci Sulh Ceza Mahkemesine verdiler. Tutuklama kararıyla tutuklanarak Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna gönderildim. Er olarak emir sorgulama yetkim yoktur. Akabinde bana kanunsuz emir verilmedi. Ben vatani görevimi yapan er olarak FETÖ terör örgütüyle hiçbir ilgisi, bağlantısı olmayıp bazı askerî unsurların darbe girişimine kesinlikle destek vermeyip zorluk çıkartmadığımı belirtmek isterim. Hiçbir suçum yok iken üzerime atılan suçlama sebebiyle 290 gündür tutuklu olarak bulunmaktayım. İçinde bulunduğum durum beni ve ailemi maddi ve manevi olarak çok yıprattı. Sayın devlet büyüklerimden ben ve benim durumumda olan suçsuz, aynı zamanda vatanını ve milletini seven bir birey ve asker kişi olarak mağduriyetimin giderilmesini istiyorum. Bu dilekçe üzerine baktık, tahliye edilmişim ama 5 günlük asker 5 ay sorgusuz sualsiz hapishanelerde kaldım.” Ya, 5 günlük askerin nesi darbe yapacak? Beş günlük asker bu daha, etrafına bile bakmadı doğru dürüst.
Aynı şekilde, Harp Okulunda okuyan öğrencilerimizin anneleri burada. Bunlar öğrenci, bunların günahı ne? Ne günahı var bu öğrencilerin? Komutan “Dışarı çıkacaksın” diyor. Bunlar da çıkıyorlar. Askerliğin kuralı bu değil mi? Emir, asla ve asla sorgulanmaz. Bütün dünya ordularında kural budur. Almışsınız hapse atıyorsunuz, almışsınız okulunu kapatmışsınız, niçin? Karşı darbe yapmak için, karşı darbeyi güçlendirmek için. Ama hiç merak etmeyin, o öğrencilerin hakları verilinceye kadar onların yanında olacağız, hiç kimse endişe etmesin.

TERÖR ÖRGÜTÜNÜ, EYLEMLERİNİ, ADAM ÖLDÜRDÜĞÜNÜ BİLİYORSUN "SABREDİYORUZ" DİYORSUN!

Bunlar sadece terör örgütlerine sıcak davranmadılar, bazen onları beslediler. Bunlardan birisi de IŞİD terör örgütü. Değerli arkadaşlarım, 18 Mayıs 2017’de Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyine katılır ve orada bir konuşma yapar. Yaptığı konuşmada bir bölüm çok ama çok önemli ama bu bölümü gazeteler bilinçli olarak görmediler. Buradan merkez medyasında yazı yazan bütün yazarlara seslenmek istiyorum: Bunu görmedik diyemezsiniz. Gazetecilik refleksiyle zaten bu önünüze gelir sizin ve sizin dikkatinizi çeker. Ne söylüyor Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı? İşte Suriye. “Biz, Gaziantep’teki DEAŞ saldırısı olana kadar hep sabrettik.” Bir daha okuyorum: “Biz, Gaziantep’teki DEAŞ saldırısı olana kadar sabrettik. Orada 53 vatandaşımız; kadın, çocuk, onlar öldürüldükten sonra artık daha duramayız dedik.”
Değerli arkadaşlarım, terör örgütünü biliyorsun, eylemlerini biliyorsun, adam öldürdüğünü biliyorsun “sabrediyoruz” diyorsun. Ne zamana kadar? “Gaziantep’teki olaydan sonra artık sabrımız kalmadı” diyor. Ya, bir terör örgütüne sabır gösterilir mi? Evet, bir terör örgütüne sabır gösterilir mi? Peki, Gaziantep saldırısına kadar ne oldu, tarih tarih vereceğim değerli arkadaşlar.
-20 Mart 2014, Niğde’de çıkan çatışmada 2 polisimiz şehit edildi. IŞİD terör örgütü şehit etti ama IŞİD’a terör örgütü demedi bu Hükümet, demediler, diyemediler ama onlar şehit oldu.
-11 Haziran 2014, Musul Başkonsolosluğumuz basıldı, 49 kişi rehin alındı, yine IŞİD’e terör örgütü demediler. Sabırla beklediler, “buyur, ne yapıyorsan yap” dediler.
-6 Ocak 2015, Sultanahmet’te bir polisimizi şehit ettiler, yine IŞİD’e terör örgütü demediler.
-5 Haziran 2015, Diyarbakır mitingine yönelik saldırı yapıldı, 4 kişi hayatını kaybetti, yine terör örgütü demediler.
-20 Temmuz 2015, Suruç’ta 34 kişi hayatını kaybetti, yine IŞİD’e terör örgütü demediler
ve sabrettiler, üzerine dahi gitmediler. Bunlar İnternet sitelerini açtılar, bunlar toplu gösteriler yaptılar, bunlar işyerleri açtılar, yayın organları çıkardılar ve Türkiye sorumlusu da elini kolunu sallayarak hep gezdi.
-1 Eylül 2015, Kilis’te bir askerimizi şehit ettiler.
-10 Ekim 2015, Ankara Gar’ında katliam yaptılar, 103 çocuğumuz hayatını kaybetti. Ona da “kokteyl terör” dediler, yine IŞİD terörü demediler, dememeye dikkat ettiler.
-12 Ocak 2016, Sultanahmet’te 13 kişi hayatını kaybetti. Yine sabrettiler, yine IŞİD terör örgütü demiyorlar. Bekle, sen istediğin kadar yapabilirsin dediler.
-29 Ocak 2016, İstiklal Caddesinde 5 kişi hayatını kaybetti IŞİD terör örgütü saldırısıyla.
-1 Mayıs 2016, Gaziantep’te emniyete saldırdılar, 2 polisimizi şehit ettiler.
-28 Haziran 2016, Atatürk Hava Limanı, İstanbul’da 45 kişi hayatını kaybetti, yine seslerini çıkarmadılar.
Gaziantep saldırısına kadar 209 vatandaşımız IŞİD terör örgütü tarafından şehit edildi ve bunlar çıkıp IŞİD’e terör örgütü demediler. Şimdi kalkıyor, bu suçunu TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi toplantısında itiraf ediyor. "Gaziantep saldırısına kadar IŞİD’e sabrettik, sabır gösterdik" diyor. Bu mudur devlet yönetimi? Bu 209 kişinin günahı kimin boynuna? 209 kişi hayatını kaybederken seyrettik diyor. IŞİD terör örgütü faaliyet gösterirken seyrettik onları diyor. Ne zamana kadar? Gaziantep’teki saldırıya kadar.

İDEOLOJİK AKRABALIKLARI VAR

Peki, değerli arkadaşlarım, bu yüzlerce vatandaşın ölümünü niye beklediniz, hangi gerekçeyle beklediniz? Çünkü ideolojik akrabalıkları var bunların. Çünkü bunlar Suriye’ye silah gönderiyorlardı, IŞİD terör örgütüne, El Nusra terör örgütüne, bütün radikal gruplara uluslararası sözleşmelerin tam aksine tırlarla silah gönderiyorlar ve Türkiye’yi dünyaya rezil ettiler. Şimdi itiraf ediyorlar. Şimdi ben soruyorum: Sevgili savcı, Saraydan talimat almıyorsan, bu cümleyle ilgili olarak sen bir şey yapıyor musun? Hükümeti acaba çağırıyor musun? Gelin, kardeşim diye bir fezleke gönderiyor musun? Neden sen sabrettin kardeşim Türkiye Cumhuriyeti’nin 209 vatandaşı hayatını kaybedecek, IŞİD terör örgütü bunu yapacak ve sen sabredeceksin yıllar yılı, yıllar yılı sabredeceksin. Ve bunların bir belediye meclis üyesi var, şunu söylüyor: “IŞİD iyi ki varsın, Allah kurşununu azaltmasın.” Evet, evet, bir daha okuyorum: “IŞİD iyi ki varsın, Allah kurşununu azaltmasın.”
Şimdi, bu cumhuriyet savcısına sormak istiyorum: Senin ne işin var Sözcü’de, senin ne işin var Cumhuriyet Gazetesinde? Eğer sen gerçekten bu ülkenin bekasını düşünüyorsan asıl bunlar için soruşturma açacaksın, asıl bunların üzerine gideceksin. Çünkü bu harekete göz yummak bizatihi cumhuriyet düşmanlığı, cumhuriyete düşmanlık, barışımıza düşmanlık, kardeşliğimize düşmanlık.

BİR KARŞI DARBE SÜRECİYLE KARŞI KARŞIYA OLDUĞUMUZU DA HERKES BİLİYOR

Değerli arkadaşlarım, 15 Temmuz darbe girişimini hepimiz biliyoruz, kontrollü bir darbe girişimi olduğu konusunda kanaat giderek güçleniyor zaten. Herkes üç aşağı beş yukarı bunu gayet iyi biliyor. Bir karşı darbe süreciyle karşı karşıya olduğumuzu da herkes biliyor. OHAL’le bütün istediklerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar, olağanüstü hâl uygulamayla. Çıkardıkları kararnamelerle demokrasiyi falan tamamen askıya aldılar ve bu süre içinde 15 Temmuz darbe girişiminin getirdiği atmosferden de yararlanarak Anayasayı değiştirdiler. Bu anayasa mühürsüz bir anayasadır. Bu anayasa, mühürsüz bir seçimin ortaya çıkardığı mühürsüz bir anayasadır. Bu anayasanın Cumhurbaşkanlığının yemini bölümünü bir daha okumak isterim, son bölümünü okuyorum: “Üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için –yani cumhurbaşkanlığı görevini- bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk milleti ve tarih huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Şimdi ben merak ediyorum, tarafsızlık gidip bir partiye üye olduğunuz andan itibaren biter. Tarafsızlık, gidip bir partiye genel başkan olduktan sonra biter. O zaman şu soruyu sormadan edemiyorum: Arkadaş, bu namus ve şerefi nerede bıraktınız? Nerede bu namus, nerede bu şeref?

TAM BİR OLİGARK OLDU

Size kısaca bir partinin nerelerden nerelere savrulduğunu anlatacağım, bir partinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin nerelerden nerelere savrulduğunu anlatacağım sizlere ve bir siyasal partinin “demokrasi” diye yola çıkıp totaliter bir rejimi savunduğu noktaya nasıl geldiğini anlatacağım.
14 Ağustos 2001, Recep Tayyip Erdoğan partisinin kuruluşunda şu konuşmayı yapıyor: “Bugün, Türk siyaset hayatında lider oligarşisinin çöktüğü gün olarak, tekelci bir anlayışa dayanan liderlik anlayışı yerine kolektif aklın temsilcisi olan liderlik anlayışının yerleştiği gün olarak geçecek.” Tam tersi. Ne diyor? “Lider oligarşisinin çöktüğü” Ne demek “lider oligarşisinin çöktüğü?” Tam tersine ağzından çıkan her şeyin kendi partisinin grubu tarafından kanun olarak görüldüğü bir sürece geldik, oligarşinin çok daha ötesinde tam bir dikta yönetimi. Oligarşiyi çökertecekti, tam bir oligark oldu, partisinin oligarkı. Nereden çıkıyor bu? 2001-2017, kısa bir süre içinde bir partinin geldiği noktaya bakın.

ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DEYİNCE DÜNYADA HERKESİN AKLINA YOLSUZLUK GELİYOR

Sadece bu mu? Bir partiyi parti yapan bir partinin vaatlerini o partinin programından öğreniriz. Peki, Adalet ve Kalkınma Partisi, programıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına neyi vaat etti, okuyayım. Buna biraz güleceksiniz ama okuyayım. Programda şöyle diyor: “Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir özdeyişi partimizin temel ilkelerindendir. Partimiz bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli görevleri arasında sayar” diyor. Hangi parti söylüyor bunu programında? Adalet ve Kalkınma Partisi. Peki, bugün hapishanelerde kaç kişi var? 221 bin 607 kişi var ve hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok, bırakın vatandaşları üniversiteler dahi konuşamamaktadır. Hangi düşünce özgürlüğü, hangi demokrasi ve nereye geldik?
Devam ediyor program. “Toplumları ve devletleri tahrip eden yozlaşma, yolsuzluk, usulsüzlük, çıkarcılık, iltimas, hukuk önünde ve fırsat açısından eşitsizlik, ırkçılık, partizanlık, despotluk gibi olumsuzluklar partimizin en yoğun mücadele alanlarıdır.” Gülüyorsunuz değil mi? Yolsuzlukla mücadele edecekler! Bırakın arkadaşlar, artık yolsuzluklar sıradanlaştı. Adalet ve Kalkınma Partisi deyince dünyada herkesin aklına yolsuzluk geliyor. Öyle bir şey ki bir hükümetin bir devleti nasıl soyduğuna tanık olduk, bırakın bakanları bir hükümetin, başta dönemin başbakanı bir devleti nasıl soyduğuna hep beraber tanık olduk ve bütün dünya biliyor bunu. Bakın, programında ne yazıyor, geldikleri nokta ne? Bunları her yerde anlatmanız lazım.
Rıza Zarrab’ı kurtarmak için Amerika’ya sefer düzenliyorlar; Başbakan gidiyor, Cumhurbaşkanı gidiyor, efendim Adalet Bakanı gidiyor, heyetler gidiyor, “Rıza Zarrab’ı ne olursunuz serbest bırakın.” Vermeyecekleri ödün yok bunun için ama Amerikalılar diyor ki “Bizde yargı bağımsız, bir müdahale edemiyoruz.” El etek öpüyorlar, yalvarıyorlar yakarıyorlar ne olursunuz bırakın kirli çamaşırları ortaya çıkmasın diye. Tabii, Türkiye’ye rezil olduk, dünyaya rezil olmayalım diye. Haberleri yok, dünyaya rezil oldunuz da sizin haberiniz yok. Hiçbir saygın lider bunlarla aynı fotoğraf karesine girmek istemiyor.

DEMOKRASİ ŞU ANDA OKSİJEN ÇADIRINDA

Devam ediyor. “Kamusal yaşamın her alanında tam şeffaflık ve hesap verme anlayışı hâkim kılınacak.” Lafa bakın, hem tam şeffaflık olacak, bir de hesap verme anlayışı egemen olacak! Bırakın hesap vermeyi, hesap soran birisi çıktığı zaman kendisini zaten hapishanede buluyor. Şeffaflık, şu anda Türkiye Avrupa’nın en büyük kara para aklayıcısı ülke konumundadır. Bir daha söylüyorum. Türkiye şu anda Avrupa’nın en büyük kara para aklayıcısı ülke konumundadır. Yolsuzluk paralarını, rüşvet paralarını, fuhuş paralarını, uyuşturucu paralarını istediğiniz zaman Türkiye’ye getirin, istediğiniz zaman bankaya yatırın, istediğiniz zaman aklayabilirsiniz. Türkiye’nin içine düştüğü duruma bakın Allah aşkına. Merkez Bankası, Türkiye’ye gelen milyarlarca dolar var. “Nereden geldiğini ben de bilmiyorum” diyor. Nedir bu dolarların adı? “Net hata ve noksan!” o kadar. 12 milyar dolar para gelecek, nereden geldiği belli olmayacak. Türkiye’de aldığın rüşveti götürdün dışarıya, şimdi kanun çıkardın getirdin, rüşveti aklıyorsun, kara parayı aklıyorsun, yolsuzlukları aklıyorsun ve Türkiye Avrupa’nın en büyük kara para aklayıcısı ülkelerinden birisi.
Adalet ve Kalkınma Partisinin programı devam ediyor. “Düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek. Düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecekti.” Düşüncelerini özgürce ifade eden akademisyen kapının önüne kondu kanun hükmünde kararnamelerle, hangi düşünce özgürlüğünden söz ediyorsun? Programa koydukları cümleye bakın Türkiye’nin bugün geldiği noktaya bakın.
Devam ediyor. “Partimiz yani Adalet ve Kalkınma Partisi bütün vatandaşlarımızın özgür haber alma ve düşüncelerini yansıtma hakkını esas kabul eder.” Nasıl bir esassa! “Çağımız demokrasilerin vazgeçilmez koşullarından biri özgür medyanın varlığıdır.” Havuz medyası da diyebilirdi. “Başta Anayasa olmak üzere medyaya ilişkin tüm yasal çerçeve ele alınarak medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayan yasak ve cezalar kaldırılacaktır.” diyor. Yani 2001’de var olan medya ile ilgili var olan bütün yasaklar ve cezalar kaldırılacaktır diyor. “Yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri titizlikle korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır.” diyor. Bugün geldiğimiz nokta, 150’nin üzerinde gazeteci hapiste. Dünyada gazeteci hapiste sayısı itibarıyla, gazetecilerin hapiste olması sayısı itibarıyla Türkiye dünyada bir numara. Ne söylüyorlardı nereye geldik.
“Tekelleşme kaldırılacakmış!” Cemaatin bütün televizyonları, radyoları alındı Turkuaz Grubuna verildi bir tekelleşme yaratmak amacıyla.
Devam ediyor. “Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı bütün unsurlarıyla gerçekleştirilecektir. Tüm bireylerin hak arama yolları kolaylaştırılacaktır.” Ya, taşeron işçisi bile hak arayamıyor. Peki, Birleşmiş Milletlere bir dilekçe verdi “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin Bazı Maddelerini Türkiye’de uygulamayacağım” dedi, 15 maddesini. Neydi o? Adil yargılama, adil yargılama yapmayacağım diyor. Tutulanlara insanca davranma, tutulanlara insanca davranmayacağım, işkence yapacağım diyor. Ne zaman söylüyor? 15 Temmuzdan sonra Birleşmiş Milletlere verdiği dilekçeyle söylüyor.
Devam ediyor. “Parti içi demokrasi, bireyin ve azınlık görüş sahiplerinin hukuku ve demokratik yarışma hakları geliştirilecek.” Allah aşkına, Adalet ve Kalkınma Partisinde parti içi demokrasi var mı? Bir kişi var zaten, parti demek bir kişi. Hangi demokrasiden söz ediyorlar? Davutoğlu yüzde 49,5 oy aldı, 4 Mayıs 2016 darbesiyle kapının önüne konuldu Davutoğlu, Başbakanlıktan alındı. Hangi parti içi demokrasiden söz ediliyor?
Devam ediyor değerli arkadaşlarım. “Parti adaylarının tespitinde tüm üyelerin katılımıyla yapılacak önseçim sistemi esas alınacaktır.” Hiç uygulanmadı, hiç ama. Program bunu söylüyor, tam aksini yapıyorlar.
Yine devam ediyor. “Seçimle gelen herkesin kanunen vermek zorunda olduğu mal bildirimi şeffaf olarak kamuoyunun bilgi ve denetimine sunulacak.” Hiç kimse mal bildiriminde bulunmadı. Asla şeffaf olmadı. Aldıkları rüşvetleri nasıl koyacaklar mal bildirimine? Koyamazlar ki koyamadıkları için de zaten şeffaf değil. Ama, Davutoğlu’nun hakkını yemeyelim. Davutoğlu dedi ki “Ben siyasi etik kanununu çıkaracağım.” Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı “Buna gerek yok. Bu, büyük sorunlar yaratır bizim için” dedi. Doğru tabii, rüşveti nasıl göstereceksin orada? Hem de etik kanunu olacak, ahlaki değerleri yükselteceksin. Ahlaki değerlerin yerlerde süründüğü bir süreçte ahlaki değerleri yükseltmek için nasıl izin verecekler? Vermeyecekler. Vermedikleri içindir ki Davutoğlu’nu da kapının önüne koydular.
Devam ediyor. “Milletvekili ve bakanların yargılanmaları önündeki anayasal engeller kaldırılacak, dokunulmazlık tüm kamu görevlilerinin yargılanabilmeleri önündeki engeller ve ayrıcalıklarla birlikte ele alınacak ve milletvekilinin Meclis çalışmalarından oy ve sözlerine inhisar ettirilecektir.” Hiçbirisi yapılmadı. Yolsuzluk yaptığını Mısır’daki sağır sultanın bile duyduğu kişileri Anayasa Mahkemesinden kaçırdılar.
Ve devam ediyor. “Kuvvetler ayrımı ilkesi hassasiyetle uygulanacaktır. Yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında ve denge denetim sağlanacaktır” diyor. Tam tersi, bugün kuvvetlerin birliğinden söz ediliyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi yok, demokrasi de şu anda oksijen çadırında.

ADALET VE KALKINMA PARTİSİNİN GENEL BAŞKANI, İBN-İ HALDUN’UN KİTABINDAN TEK SATIR OKUSA ZATEN YASAKLAR

Değerli arkadaşlarım, bir parti düşünün 2001’de kurulsun, bir parti düşünün seçim bildirgesinde, bir parti düşünün kendi programında demokrasiden söz etsin, şeffaflıktan söz etsin, ahlaktan söz etsin, kuvvetler ayrılığı ilkesinden söz etsin ve bugün 16’ncı yılın sonunda tam bir dikta yönetimi olarak ortaya çıksın. Demokrasinin nereden nereye savrulduğunu, bir siyasal partinin nereden nereye savrulduğunu herkesin bilmesi lazım. Bunlar zulümden hoşlanırlar adaletten değil. Ahlaksızlıktan hoşlanırlar, ahlaktan değil. İbn-i Haldun’dan bahsediyorlar, Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı İbn-i Haldun’dan bahsetmiş. Adım gibi eminim İbn-i Haldun’dan tek satır dahi okumamıştır, okusa İbn-i Haldun’un kitabını zaten yasaklar. İbn-i Haldun ne diyor? “İlme yasak koyanlar veya insanları yalanla meşgul edenler aklın ve insanlığın en büyük düşmanıdır.” İbni Haldun bunu söylüyor, okusa yasaklar bunu.
Hatırlar mısınız, daha önceki yıllarda bir fıkra anlatmıştım. Adamın birisi ölmüş, öbür dünyaya gitmiş. Melekler gelmiş, karşılamışlar. Olağanüstü bir duvar, duvarın üzerinde milyarlarca saat var. “Nedir bu?” diye soruyor meleklere. “Bunlar dünyada kim öldüyse kim varsa onun saatidir. Bu saatler görülür duvarda, herkes bakar.” Bir bakıyor karşıda bir saat, akreple yelkovan tam 12’nin üzerinde durmuş. “Bu saat kimindir?” diyor. “Bu saat Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait çünkü hayatında hiç yalan söylemedi, onun için bunu en başa koyduk.” Melekler şunu söylüyor: “Bir insan yalan söyledikçe saat çalışır ama Gazi Mustafa Kemal hiç yalan söylemedi ve dolayısıyla akreple yelkovan 12’nin üzerinde duruyor.” “Ya, Gandi’nin saatini görebilir miyim?” Gösteriyorlar. “Churchıll’in saatini görebilir miyim?” Gösteriyorlar. “Marks’ın?” Onu da gösteriyorlar. Kim aklına geliyorsa, onun saatini gösteriyorlar. “Ya, bizim ülkemizde bir de Başbakan var, Recep Tayyip Erdoğan, Allah aşkına onun saati nerede?” diyor. “Onun saati cehennemde, zebaniler kullanıyor.” diyorlar. “O kadar hızlı dönüyor ki o sıcaklığı ancak öyle giderebiliyoruz” diyor. Dolayısıyla İbn-i Haldun’u okumadığını gayet iyi biliyoruz.
Hepinize saygılar sunuyorum.”