CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN; 19.07.2016 TARİHİNDE GRUP GENEL KURULU TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Hepinize teşekkür ederim.
Başkan kadar heyecanlı olmasa bile, yaşadığım olayı kısaca aktarmak isterim.
Evet, 15 Temmuz günü saat 21.50 uçağıyla yani Türk Hava Yollarının ona on kala uçağıyla Esenboğa’dan İstanbul’a gittik. Amacımız, dış politikayla ilgili Cumhuriyet Halk Partisinin Strateji Belgesi’ni açıklamaktı. Çünkü ilk kez bir siyasal parti dış politikayla ilgili bir strateji belgesi açıklayacaktı. Bir gün önce Parti Meclisimizde bunu görüştük, orada dış politika yazarlarıyla, bir grup akademisyenle bir araya gelip bu belgeyi tartışacaktık. Saat 22.00 civarında uçağımız kalktı, 11’i geçe de biz İstanbul’a indik. İstanbul’a inince arkadaşlar cep telefonlarını açtılar, cep telefonlarından darbe yapıldığı, köprülerin kapatıldığı gibi haberler… Ben önce tabii bunu herhalde bir mizah konusu falan diye düşündüm ama çok ciddi olduğunu ve İstanbul’da da, Ankara’da da tankların sokağa çıktığı ifade edildi. İlk tepkim şu oldu: Biz darbeye karşıyız. Yanımda eski bakan Sayın Hayati Yazıcı vardı. Hayati Bey’le uçağa binerken birbirimize iyi yolculuklar diledik, kısa bir konuşmamız oldu. Sonra ben Strateji Belgesi’ne son bir kez daha bakmıştım. Fakat bu haber gelince Hayati Bey de inanmadı, tabii “Ya böyle şey olur mu? Ne var yani böyle bir darbe…” Karşı çıktığımızı ifade ettik. Uçaktan indik, dışarı çıkmamızın güvenlik açısından doğru olmadığı ifade edildi. Ben hemen İstanbul İl Başkanımıza ve diğer arkadaşlara “Ankara’ya dönmemiz gerekiyor” dedim. Bakın, ilk uçakla Ankara’ya dönelim... Havaalanının kapalı olduğunu söylediler. “Acaba Sabiha Gökçen’den uçma imkânımız var mı?” Gerçekten de köprülerin kapalı olduğu, tankların kapattığı, dolayısıyla mümkün olmadığı ifade edildi.
“Peki, buradan çıkabilir miyiz?” Buradan çıkmanın yani İstanbul’da VIP salonundan çıkmanın güvenlik açısından çok sağlıklı olmadığı ifade edildi. Ancak koruma arkadaşlar dedi ki “Biz gidelim, bir ön çalışma yapalım ama bu ön çalışma içinde eğer sizi sağlıklı olarak buradan çıkarabileceksek gelip sizi buradan alalım.”
Sonra bilgi geldi. Hayati Bey de bir an önce Ankara’ya dönmek için o da çaba harcamış. Koruma arkadaşlar gittiler, bir süre sonra geldiler, dediler ki “Güvenlik açısından bir sorunumuz olmayacak, sizi buradan çıkaracağız.” Bir süre sonra oradan çıktık, gerçekten biraz ilerlediğimizde tankların beklediğini gördük. Yine arkadaşlar dediler ki “Sizinle ilgili otele gider, rezervasyonun gereğini yaparsak bu sorun olabilir, güvenlik açısından sorun yaşayabilirsiniz. Bir arkadaşımızın evine gideceğiz” dediler ve biz o akşam Bakırköy Belediye Başkanımızın evine gittik. O ara Genel Başkan Yardımcımız Bülent Bey’den telefon geldi, Tekin Bey’den telefon geldi, grup başkan vekillerimizden telefon geldi, ilk bilgileri onlardan aldım. Arkadaşlar, bir grup arkadaş zaten Meclisteydi, “Odadayız, kimse yok” diyorlardı. Orada kalın, Bülent Bey de “Biz de gidiyoruz oraya” dedi ve hep beraber ağırlıklı olarak buraya geldiler, Mecliste hep beraber bulundular.
Ankara’da Genel Merkezdeki arkadaşlar da orada oldular ve sürekli haberleştik. O arada ben Sayın Başbakanı aradım, “Durum nedir?” diye öğrenmek istedik. Sayın Başbakana ulaşma şansımız olmadı. Bunun üzerine darbeye karşı olduğumuza dair kısa bir metni süratle hazırlayıp medyaya geçtik.
Medya bizim o kısa metnin, 15-20 cümleden oluşan metnin belli cümlelerini, her gazete, televizyon kendine göre verdi ama bizim metnimizin başlangıcı “Darbeden çok çektik, artık bu darbelerden Türkiye’nin kurtulması gerekir” gibi bir cümleydi zaten. Arkası da devam eden açıklamalarımızdı.
Değerli arkadaşlarım, bu girişi şunun için anlatıyorum: 21. Yüzyıldayız, 21. Yüzyılda. Hangi gerekçeyle siz darbe yapıyorsunuz? Eğer bir sorun varsa, parlamenter rejim içinde biz bu sorunu çözmeye hazırız, bu sorunu çözmeliyiz, Parlamentonun iradesi ortaya çıkabilmeli ve kendi sorununu kendisi çözebilmeli. Demokrasi, görüşü ne olursa olsun, inancı ne olursa olsun, yaşam tarzı ne olursa olsun hepimizin ortak paydası olmak zorundadır. Demokrasi, sadece benim için değil, çöpte kâğıt toplayan vatandaş için de geçerlidir, Adıyaman’daki, Hakkâri’deki, Edirne’deki, Tekirdağ’daki vatandaş için de geçerlidir. Esnaf için de geçerlidir demokrasi. Bu kadar değerlidir demokrasi kavramı. Demokrasiyi askıya alacağız! Niçin? Hangi gerekçeyle? Buna açık ve net karşı çıktık arkadaşlar. Parlamenter sisteme, parlamenter demokratik sisteme yönelik bir darbe girişimi olmuştur. Hiçbir endişemiz yok. Parlamenter demokratik sistemi yaşatmak için mücadele ederken bu sistemi çökertmek için yola çıkanlar hayal kırıklığına uğramışlardır.
Değerli arkadaşlarım, ordu içindeki bir cunta bu darbeyi yapmaya yeltendi. Ben önce Parlamentoya gelip Genel Kurulun açılışına katılan milletvekillerimize, Genel Başkan Yardımcılarımıza, yine grubumuzun bütün bilgilerini medyayla paylaşan Grup Başkan Vekillerime ve milletvekillerimize yürekten teşekkür ediyorum demokrasi konusunda verdikleri güzel sınav için.
Demokrasiyi savunmak bizim temel görevimizdir. Neden bizim temel görevimizdir? Değerli arkadaşlarım, bizi televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; biz cumhuriyeti acıyla kurduk, kanla kurduk, gözyaşıyla kurduk. Cumhuriyet birileri tarafından bize altın tepsi içinde sunulmadı. Cumhuriyetin kuruluşunda bu ülkenin alın teri var, bu ülkenin insanlarının alın teri var, gözyaşı var. Cumhuriyeti kuranların en büyük hedefi, bize vasiyeti, “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırın” demişlerdi. Hani Gazi Mustafa Kemal diyor ya “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.” Neden? “Artık hiçbir vatandaş padişahın kulu, kölesi olmayacak, özgür cumhuriyetin bireyi olacak” diyor; özgür cumhuriyetin bireyi… Bunu demokrasiyle taçlandıracağız. Bize mirastır, bize vasiyettir bu. Ama demokrasiyi gün geçtikçe derinleştireceğiz ve geliştireceğiz. Ana hedeflerimizden birisi de budur.
Cumhuriyet kurulduğu zaman sanmayın ki sadece Türkiye bunu yaptı, bütün mazlum ülkelere örnek oldu, bütün mazlum ülkeler. Mustafa Kemal’in cumhuriyet mücadelesini, demokrasi mücadelesini örnek aldılar. Bugün yine aynı şekilde bütün mazlum ülkeler ve bütün Müslüman dünyası Türkiye’deki cumhuriyet ve demokrasinin gelişmesini bekliyor. Ne kadar gelişirse, insan hakları bağlamında ne kadar büyürse bütün bu ülkelerin tamamına genç Türkiye Cumhuriyeti örnek olacaktır.
Değerli arkadaşlarım, cumhuriyeti ve demokrasiyi kolay kurmadık. Belki çoğu vatandaşımız bilmez, zaman zaman derler ya “Neden demokrasi hemen olmadı, neden seçimler hemen olmadı?” O vatandaşlarıma şu bilgiyi vermek isterim: Cumhuriyet kurulduğunda okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 7, 100 erkekten sadece 7’si okuma yazma biliyor. Kadınlarda binde 8, 1.000 kadından 8’i okuma yazma biliyor. Yani siz seçim sandığını koysanız başına okuma yazma bilen adam koyamayacaksınız. Yok çünkü. Yani cumhuriyet kolay kurulmadı ve o insanlar Millet Mektepleri’ni açtılar. Okuma yazma seferberliği başlattılar. Çünkü demokrasi, ancak okuyarak, bilinçli yurttaş olarak geliştirebileceğimiz bir kurumdur ve bunun yolunu açtılar.
Değerli arkadaşlarım, demokrat denmekle demokrat olunmuyor. Demokrasi demekle de demokrasi gelmiyor. Önce evinizde demokrat olacaksınız, sokakta demokrat olacaksınız. Dayatmayı değil, dinlemesini bileceksiniz. “Her şeyi ben bilirim” değil, istişareyi bileceksiniz, danışmayı bileceksiniz. Yani demokrasi kültürünüzü geliştireceksiniz. Bu da okumayla olur, bilgi sahibi olmakla olur, insanı sevmekle olur, karşı düşünceye saygıyla olur. Demokrasi kültürü budur. Demokrasi, sıradan bir olay değildir, hemen bulunmuş bir olay da değildir, insanlar yaşamı boyunca demokrasi tarihine baktığınız zaman, insanlığın ağır bedeller ödediği bir sürece görürsünüz; ağır bedeller ödediği. Diktaya karşı, padişaha karşı, sultana karşı, her dönemde baskı yapanlara karşı özgürlük mücadelesini verenler demokrasiyi büyütmüşlerdir ve demokrasiyi geliştirmişlerdir. Bu mücadele bir anlamda insanlık tarihi mücadelesidir. Dünyanın demokrasi mücadelesi insanlık tarihi mücadelesidir. Çünkü demokrat olmak, aynı zamanda insan olmak demektir. İnsansanız karşıdaki kişiyi bilirsiniz ancak.
Türkiye Cumhuriyeti de demokrasi yolunda ağır bedeller ödemiştir. İdam sehpaları kurulmuştur. Her darbe sonrası en büyük zararı Cumhuriyet Halk Partisi görmüştür. Evet, bir daha söyleyeyim: Her darbe sonrası en büyük zararı Cumhuriyet Halk Partisi görmüştür. Bizim partimizin genel başkanları tutuklanıp hapse atılmıştır. Bizim bütün arşivlerimize el konulmuştur. Bizim mal varlıklarımıza el konulmuştur. İl başkanlarımız, ilçe başkanlarımız hapse atılmıştır. Bu kadar ağır bedeli ödeyen Cumhuriyet Halk Partisi nasıl demokrasi mücadelesi vermeyecek? Diyorlar ki: “CHP’ye teşekkür ediyoruz.” Ya, teşekkür değil, bu zaten bizim görevimiz. Eğer cumhuriyete sahip çıkacaksak zaten görevimiz bu bizim. Demokrasiyi savunmayacaksak, cumhuriyeti savunmayacaksak neyi savunacağız o zaman, neyi savunacağız? Dilimizde tüy bitti. Hatırlarsınız, son üç dört yıldır parlamenter demokrasi diyoruz. Niye diyoruz biz bunu? Hangi gerekçeyle söylüyoruz? Özgürlükçü demokrasi diyoruz, Hangi gerekçeyle söylüyoruz? Bütün bu olayların önüne geçmek için söylüyoruz.
Değerli arkadaşlarım, biz o kadar ağır bedeller ödedik ki ama bütün bunlara rağmen cumhuriyet sevdasından, demokrasi sevdasından ve tarihimizin birikiminin bize verdiği bilgilerden asla ödün vermedik. Her dönem bunları savunduk, her dönem savunduk. O kadar ki, bu ülkenin Anayasa’sına değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddeyi koyduk, madde konuldu: Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal hukuk devletidir. Değiştirilmesi dahi teklif edilemez…
Değerli arkadaşlarım, demokrasiyi getirme ve geliştirme sözü verdik. Değerli bir kavramdır demokrasi. Herkesin üzerinde titremesi gereken bir kavramdır demokrasi. Hepimizin savunması gereken bir kavramdır demokrasi. Eğer çağdaş uygarlığı yakalayacaksak, uygar dünyanın, medeni dünyanın bir parçası olacaksak, medeni dünyayı yakalayamayan ülkeler Türkiye Cumhuriyeti’ne gıptayla bakacaklarsa bunun tek yolu var, demokrasiden geçiyor. Demokrasi varsa bütün bunların tamamı vardır arkadaşlar. Bir ülkede demokrasi yoksa bir kişinin sözü geçer; bir kişinin hukuk anlayışı geçer; bir kişinin düşüncesi topluma dayatılır. O nedenle demokraside çok seslilik esastır. Herkes düşüncesini özgürce ifade eder. Demokrasinin temeli budur. O nedenle biz ısrarla ama ısrarla diyoruz ki: Türkiye Cumhuriyeti üçüncü sınıf demokrasiye değil, birinci sınıf demokrasiye, tam demokrasiye layıktır…
Demokrasi, bir kurallar bütünüdür değerli arkadaşlarım, bir kurallar bütünüdür. Demokrasi, bir ahlaki yapıdır, çünkü karşıdaki kişiyi dinleyeceksiniz, kendi düşüncenizi dayatmayacaksınız, dinleyeceksiniz. Bu, ahlakın getirdiği temel bir kuraldır. Eğer uygar dünyanın bir parçası olacaksanız demokrasiyi kendi ülkenize getirmek zorundasınız. Demokrasi, sadece seçim dönemlerinde gidip oy kullanmak değildir. Bütün yurttaşlarıma sesleniyorum: Seçimden seçime sandığa gidip oy kullanmak demokrasinin sadece bir parçasıdır ama demokrasinin tamamı değildir. Demokrasi, hukukun üstünlüğü demektir. Ne demek? Üstünlerin hukuku değil, bir adamın hukuku değil, bir grubun hukuku değil, bir partinin hukuku değil, evrensel hukuk demektir; hukukun üstünlüğü demektir, herkesin hukuka, yasalara uyması demektir. Ayrıca, demokrasi, aynı zamanda düşünce özgürlüğü demektir. Fikirleri açıkça ifade özgürlüğü demektir demokrasi. Demokrasi, aynı zamanda kadın erkek eşitliği demektir. Demokrasi budur. Demokrasi, aynı zamanda eşit yurttaş demektir. Vatandaşların bir kısmı eşit değil, bir kısmı eşit; asla bunu kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bütün vatandaşlar eşit haklara sahip yurttaşlardır. Kimsenin özel bir ayrıcalığının olmadığı, hiçbir gruba, sınıfa, aileye imtiyazın tanınmadığı bir rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi, aynı zamanda Anayasa’ya ve ettiğimiz yemine bağlılık demektir. Anayasa ve ettiğin yemine bağlı değilsen demokrat sayılamazsın sen. Demokrasi, aynı zamanda medya özgürlüğü demektir. Medya oturacak istediğini yazacak. Medyanın özgürlüğünün kısıtlandığı bir yerde demokrasiden söz edemezsiniz. Demokrasi, aynı zamanda tarafsız ve bağımsız yargı demektir. Adaletle karar veren yargı demektir aynı zamanda. Demokrasi, aynı zamanda güçler ayrılığı demektir. Yasama, yargı ve yürütmenin eşit dengede olduğu ve birbirini denetlediği bir dengeler rejimi demektir demokrasi aynı zamanda. Demokrasi aynı zamanda, din ve vicdan özgürlüğü demektir. Kimsenin inancına müdahale etmeyeceksin demektir. Kimsenin vicdanını sorgulamayacaksın demektir. “Sen farklı görüştensin, farklı inançtansın, seni ikinci sınıf vatandaş yapıyorum” demeyeceksin. Demokrasi budur; din ve vicdan özgürlüğü demektir. Demokrasi, aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkını kullanmak demektir, direnme hakkını kullanmak demektir.
Daha önce hatırlarsınız, direnme hakkından söz ettiğimde, belli çevreler itiraz etmişti: “Vaay, ne demek direnme hakkı!” İşte direnme hakkı budur. Hukuku katledersen, demokrasiyi katledersen vatandaş, bütün çağdaş demokrasilerde olduğu gibi, direnme hakkını kullanmak için sokaklara çıkabilir. Direnme hakkı budur. Bir darbe engellenmişse, o darbeyi engelleyen özgürlükçü parlamenter rejimdir. Sabaha kadar burada milletvekillerinin görev yapmasıdır, Parlamentoyu terk etmemeleridir. Ben boşuna mı arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ölümü bile göze alıp burada görev yapıyorlarsa, demokrasiye olan bağlılığımızın nedenidir bu. Demokrasiyi savunuyoruz biz.
Sevgili vatandaşlarım, farklı görüşlerimiz olabilir. Benim görüşlerimi, dünya görüşümü benimsemeyebilirsiniz, benim ekonomiyle ilgili, siyasetle ilgili görüşlerimi beğenmeyebilirsiniz ama hepimiz demokrasi paydasında bir arada olmak zorundayız. Bu ülke bizim ülkemiz. Biz çocuklarımıza yaşanacak bir Türkiye bırakmak zorundayız; sokaklarında, caddelerinde, evinde, fabrikasında, parklarında yaşanacak bir Türkiye’de çocuklarımız özgürce gezebilmeli. Bunun tek bir yolu var: Tam demokrasinin olduğu Türkiye, özgürlükçü demokrasinin olduğu bir Türkiye, herkesin düşüncesini özgürce açıkladığı bir Türkiye. En büyük arzumuz budur. Ve biz çocuklarımıza yaşanacak bir Türkiye bırakmak zorundayız. Bu bizim namus borcumuzdur, namus borcu…
Değerli arkadaşlarım, herhalde 15 Temmuz darbesinin de bir gün tarihi yazılacaktır, çok uzun bir süre değil. O tarihi yazanlar bir şeyin altını özenle çizeceklerdir: Bütün baskılara rağmen özgürlüğünü korumaya çalışan medya halkın direnme hakkını kullanması için en önemli unsur olarak ortaya çıktı. Düne kadar medyaya her türlü hakareti, her türlü baskıyı yapanlar medyaya el uzatmak zorunda kaldılar “Aman bizi buradan çıkar, aman bizim sesimiz ol” diye. Evet, bu özgür medya demokrasinin sesi oldu, özgürlüğün sesi oldu. O nedenle biz medyaya da şükran borçluyuz. Neden çağdaş demokrasilerde medya dördüncü güç olarak ele alınır? Yasama, yargı ve yürütme dışında dördüncü güç de medyadır. Sayın Davutoğlu’na teklif etmiştim Anayasa değişiklikleri için geldiğinde, demiştim ki “Anayasa’da yasama, yargı, yürütme millî irade bunlar tarafından kullanılır diyor. Gelin, dördüncü güç olarak da medyayı yazalım.” Madem çağdaş bir ülke olacağız, madem demokrasiyi savunuyoruz. Medya bizi eleştirir, elbette eleştirecek. Tehlikeli olan medyanın siyasal iktidarı övmesidir. Çünkü o zaman doğru yolu bulamaz. Doğru olan da yanlışları yazmasıdır ve bizim yanlışları görmemizdir, eksiğimizi görmemizdir. Bunu ancak bağımsız ve özgür bir medya yapabilir. Daha düne kadar bir gazeteye bir milletvekilinin eşliğinde saldırıları herhalde unutmadık. Şimdi merak ediyorum, o saldırıyı yapanlar bugün acaba bir vicdan sorgulaması yapıyorlar mı? “Ya, biz boşu boşuna gitmişiz oraya, boşuna medyaya bu kadar baskı uygulamışız. Medyanın da eleştirmeye hakkı var…” Acaba diyecekler mi? Demiyorlarsa vicdani sorumluluklarını onlara hatırlatmak isterim.
Değerli arkadaşlarım, hep söyledim, belki yüz sefer, belki yüz elli sefer, demiştim ki: “Türkiye tarihinin en derin krizlerinden birisini yaşıyor. Yönetim sorunu var Türkiye’de.” Toplumsal barışımız sorunlu, ekonomimiz sorunlu, dış politikamız sorunlu, eğitim sistemimiz sorunlu, hukuk sistemimiz sorunlu. Bu sorunlu alanların çözülmesi lazım. Bu sorunları çözmenin yolu demokrasiden geçiyor. Bu sorunların çözüm yolu özgürce tartışmaktan geçiyor. Bu sorunları çözmenin yolu, uygar dünyayı izlemekten geçiyor. “Benim dediğim olur, en iyisini ben düşünürüm, ben yaparım, ben hayata geçiririm” dediğiniz andan itibaren Türkiye’de en tehlikeli yönetim sorununu ortaya koymuş olursunuz. Bir adamın “Ben tek başıma ülkeyi yöneteceğim” demesi, bir demokrasi için bir felakettir. O nedenle diyoruz: Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. Neden? Her siyasi görüşten insan önce demokrasiyi savunacak, sonra görüşlerini ifade edecektir. İşin özü budur değerli arkadaşlarım.
Türkiye neden bu sorunları yaşadı? Öyle ya, bu sorunları yaşamanın bir temel nedeni var. Devlet dediğimiz kavramı hepimizin çok iyi anlaması gerekiyor. Devlet farklı bir kavramdır. Devletle siyaset farklıdır. Devlet dediğimiz kavram, ahlak ve liyakat üzerine inşa edilir. Örneğini çok verdim, yine aynı örneği vereceğim: Bakan olmanız için tek bir şart var, ilkokul diplomasına sahip olmanız. Ama devlette en düşük kademe, şef olabilmeniz için ilkokul diploması değil, lise de değil, üniversite mezunu olmanız lazım ve dört yıllık üniversite mezunu olmanız lazım. Devlet budur. Devletle siyasetin farkı budur. Eğer siyaset devleti bilmezse, “Ben istediğimi yaparım veya dayatırım” derse, liyakat sistemini çökertirse bu iş baştan yok olur arkadaşlar. Türkiye’nin 14 yılda geldiği nokta budur, liyakat sisteminin çökmesidir. Neden liyakat sistemi diyoruz? Bunun için diyoruz değerli arkadaşlar, bunun için söylüyoruz.
Bakın, size bir örnek daha vereyim değerli arkadaşlarım: Devlet yönetiminde kin olmaz, öfke olmaz, ön yargı olmaz devlet yönetiminde. Çünkü devlet liyakat ve hukuk sistemi üzerine inşa edildiğine göre, sağduyulu olmak lazım, bilgili olmak lazım, birikimli olmak lazım ve devleti yönetirken bilginizle ve birikiminizle, sağduyunuzla devleti yöneteceksiniz. Devlet yönetimi bir şirket yönetimine benzemez. Kâr esasına göre devlet yönetilmez. Her vatandaşın sesine kulak veren bir devlet olması lazım, vatandaşları arasında ayrım yapmaz.
Bakın değerli arkadaşlarım, eğer siz belli bir inanç grubunu, belli bir cemaati sadece o cemaate veya sadece o inanç grubuna mensuptur diye devlete alırsanız liyakat sistemini çökertirsiniz. Sadece bu mu? Hayır. Belli bir etnik gruptan insanları, sadece onları alırsanız liyakat sistemini çökertirsiniz. Liyakat sisteminin başlangıcı nedir biliyor musunuz: KPSS sınavlarıdır, Kamu Personeli Seçme Sınavlarıdır. Çünkü liyakatin başlangıcı bilgidir arkadaşlar. Kim bilgiliyse o gelmelidir. Bunu kim getirdi? Rahmetli Ecevit. Niçin getirdi? Devlette liyakat sistemi olsun, önüne gelen istediği adamı “Bu bizim partilidir” diye alıp bir yerlere getirmesin. Batı’daki bütün çağdaş devletler liyakat sistemine göre yönetilirler. Örnek, diyelim Almanya: Bakana bakıyorsunuz Hristiyan Demokrat Partiden, Müsteşarına bakıyorsunuz –orada siyasi partilere üye serbest- Sosyal Demokrat Partiden. “O bizim partiden değil, bunu atalım, yerine şunu getirelim” asla demiyor. Çünkü biliyor ki liyakat sisteminin geçerli olduğu bir düzende, bir cumhuriyette, bir demokraside o kendi görevini yapacaktır, ben de siyasetçi olarak kendi görevimi yapacağım. “Ben oraya yandaşımı getireceğim” dediğiniz andan itibaren devlette liyakat sistemini tüketmiş oluyorsunuz.
Bakın değerli arkadaşlarım, bu, aynı zamanda bizim inancımızın da bir gereğidir. Bırakın çağdaş devlet yönetmenin bir gereği, “İşi ehline vereceksin” diyor. Ne demek ehline vereceksin? O işi en iyi bilen insana vereceksin diyor. En iyi bilen insana verdiğin zaman kaynaklar çarçur edilmez. Adamına göre işlem yapılmaz. Herkese eşit davranılır. Bütün vatandaşlar kucaklanır. İşi en iyi yaptığı için kısa süre içinde gerçekleşir. Yolsuzluk olmaz, talan olmaz. Her kuruşun hesabı vatandaşa verilir. Liyakat sisteminin özü budur değerli arkadaşlar. “Hem inançlıyım hem liyakat sistemine uymayacağım” dediğiniz andan itibaren, kimse kusura bakmasın, o kişi inançlı değil, o kişi her şeyi kendi kişisel çıkarı için kullanıyor demektir. Size bir örnek vereceğim: Liyakat sistemi bilgidir dedim, başlangıcı ama liyakat sistemi aynı zamanda bir olgunluk göstergesidir, devlette bir olgunluk vardır. “Bugün memur oldum ertesi gün müsteşar olacağım…” devlette bu yoktur, devlette bu yoktur. Siyasete girmek için sınav yoktur. Ama devlete memur olmanız için sınava girmek zorundasınız. Neden olgunluk? Çünkü hemen yükselemezsiniz, her yere gelemezsiniz. Şube müdürü olmanız için 10 yıl devlette çalışmanız lazım, 10 yıl ve iyi sicil almanız lazım. Müsteşar olmanız için uzun süre çalışmanız lazım, belli kademeleri görmeniz lazım. Çünkü siz devleti yönetiyorsunuz. Bu kadar önemli değerli arkadaşlar.
Bakın, liyakat sisteminin nasıl altüst edildiğine dair çok tipik bir örnek vereceğim: Bir vatandaşımız Anayasa Mahkemesinde raportör. Anayasa üyesi olması mümkün değil. Üyesi olması için yasada belli kurallar var. Ama o kurallara uydurmak için o kişiyi alıyorsunuz, bir yere müsteşar yardımcısı yapıyorsunuz, Denizcilik Müsteşarlığına Müsteşar Yardımcısı yapıyorsunuz. Üç beş gün orada kalıyor, arkasından diyorlar ki “E, bu Müsteşar Yardımcısı” Otomatik pilota bağlanmış gibi doğrudan Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine atıyorsunuz. Sonra? Bir süre sonra asıl üye yapıyorsunuz ve 43 yaşında bu kişi, Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili oluyor.
Değerli arkadaşlarım, ben bunu eleştirmiştim, altı yıl önce. “Doğru değildir” demiştim, “Yargıyla bu kadar uğraşılmaz” demiştim, “Liyakat esasıyla bu kadar uğraşılmaz, liyakat esası bu kadar yozlaştırılmaz” demiştim. O gün yaptığım konuşmayı aynen okuyorum arkadaşlar… “Bu sayın üye yani otomatik pilota bağlı olarak atanan bu sayın üye eğer onur ve ayıp denen iki kavramı biliyorsa bu kavramların gereği olarak görevinden derhal çekilmek zorundadır. Acaba yarın kendisi Anayasa Mahkemesi üyesi olduğunda –ki sonradan oldu- kendisine Müsteşar Yardımcılığı koltuğunu ikram eden Sayın Binali Yıldırım’ın davası geldiğinde nasıl tarafsız kalabilir? Anayasa Mahkemesi Başkanını, üyelerini etik dışı uygulamaya son vermelere için göreve davet ediyorum” demişim. Değerli arkadaşlarım, altı yıl önce, altı yıl önce. Devlet işte böyle yönetilirse çivisi çıkar. Çivisi çıkarsa devletin, devleti yönetemezsiniz.
Bir darbe girişimi oldu, hep beraber karşı çıktık, olağanüstü güzel bir olay. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Meclis Başkanı, artı dört siyasal partinin genel başkanları ortak bir metin imzaladılar. Biz buna “Demokrasi manifestosu” diyoruz ve bu bildiriye sonuna kadar sahip çıkacağız. Bu bildiriden en ufak bir sapmayı da kamuoyuyla paylaşacağız. Parlamenter demokratik sistemimize hep sahip çıkacağız.
Az önce söylemiştim, devlet adaletle yönetilir, hukukun üstünlüğü ilkeleri içinde yönetilir. Darbe yapanlar suç işlediler mi? Suç işlediler. Yargılanacaklar mı? Elbette yargılanacaklar ama hukuk içinde kalınarak bu yargılamaların yapılması lazım. Az önce Sayın Başbakanla görüşürken emir alan askerler var, er ve erbaşlar… Askerlik yapan herkes şunu çok iyi bilir: Komutan talimat verir, siz itiraz edemezsiniz, gereğini yapmak zorundasınız. Talimat verilmiş, dışarı çıkmışlar, siz eri ve erbaşı linç edemezsiniz, öldüremezsiniz. Ne günahı var onun! O çocuklarımızı biz ellerine kına yakarak askere gönderdik. Anneleri hangi şeylerle gönderdiler. Bırakıyorsun rütbelileri, gariban askere gidiyorsun linç ediyorsun. Darbecilerden ne farkı var onların, ne farkı var onların? Ne farkı var? Böyle bir şey olamaz, yazıktır günahtır. Arkadaşlarıma talimat verdim, kesinlikle bu aileleri bulun, bu ailelere sahip çıkacağız, o ailelerin çocuklarına sahip çıkacağız. Sayın Başbakandan da istirham ettim, “Linç girişimine katılanlara kesinlikle izin vermeyin, yakalayın ve onları da adaletin önüne çıkarın” diye. Böyle bir şey olabilir mi?
Ayrıca, bir şeyden de özenle kaçınmamız lazım: Ordu düşmanlığı. Orduya biz Peygamber Ocağı diyoruz, Peygamber Ocağı diyoruz… Bir grup cuntacı orada var diye bütün bir orduyu hedef tahtasına koymak asla doğru değil. Türkiye’nin bulunduğu bölgeyi ve durumu hepimiz çok iyi biliyoruz. Eğer Türkiye’nin bu bölgede gücü olacaksa, ancak güçlü bir orduya sahip olmasıyla olur. Ordumuza da sahip çıkacağız. Elbette polisimize de sahip çıkacağız. Çok sayıda polis kardeşimiz hayatını kaybetti, demokrasi mücadelesi verdiler onlar da. Bu bağlamda hepimizin sağduyuyla hareket etmesi lazım, özellikle ülkeyi yönetenlerin kışkırtıcı beyanlardan özellikle kaçınılması lazım. Birisi kalkıp diyor ki “Vatandaşa silah vereceğiz” ne demek, olur mu böyle şey arkadaşlar! Biz kendi ülkemizin güvenliğini sağlayamıyor muyuz? Bizim polisimiz, bizim askerimiz yok mu? Demokrasi içinde kalarak, hukukun üstünlüğü içinde kalarak kararlar almalıyız, sağduyuyla almalıyız, dikkatle almalıyız, hukukun üstünlüğüne göre almalıyız. Bakın, vatandaşlarım belki unutmuş olabilirler, hatırlatmak isterim: Herhangi bir vatandaş diyelim ki suç işledi, alırlar, sorgularlar, ifadesini alırlar, mahkemeye çıkarırlar. Avukat tutacak parası yoksa devlet ona avukat tutar, parasını da devlet öder. Neden? Herkesin savunma hakkı vardır diye. Dolayısıyla hukuk içinde kalınarak eğer sorunları çözersek Türkiye’nin dünyadaki itibarı artmış olur. Hukukun dışına çıktığımız zaman şu soruya muhatap oluruz: Sizin darbecilerden ne farkınız var? Onlar da yasa dışı işlem yapıyordu, siz de yasa dışı işlem yapıyorsunuz. Yasalara sadık kalmak devlete saygınlık kazandırır.
Cezayı kişiler tayin edemez, cezayı ancak ve ancak mahkemeler tayin eder. Bütün demokrasilerde ve bütün tarih boyunca bu böyledir. Bakın, bütün tarih boyunca; alın Sümerleri, alın Etileri, alın Osmanlı’yı, alın Selçukluları; her yerde cezayı yargıçla görevlendirilmiş kişiler tayin ederler. Padişah bile cezayı tayin edemez. Cumhurbaşkanı, Başbakan cezayı tayin edemez, devlet başkanları cezayı tayin edemez. Onu mahkeme, adalet teslim eder ve cezasını verir. Verecek ki hepimiz onun üzerinden sağlıklı bir süreci yaşamış olalım.
Değerli arkadaşlarım, yaralar henüz çok sıcaktır. Sokağa çıkan vatandaşlarıma sağduyuyla hareket etmelerini, taşkınlık yapmamalarını özellikle istirham ediyorum. Bütün siyasi partiler darbeye karşı ortak tavır sergilediğine göre ve bu demokrasi ideali hepimizin ortak ideali olduğuna göre, provokatif eylemlerden özenle kaçınılması gerekiyor. Birileri provokasyon yapabilir. Sayın Başbakana da söyledim, geçen bir video izledim, elinde silah birisi “Şunları şunları öldüreceğiz” diye yola çıkıyor. Bu bir provokasyon… “Evet, bu bir provokasyon ama sizin göreviniz o provokasyon yapan adamı da yakalayıp adaletin önüne çıkarmaktır, onu yakalayıp adaletin önüne çıkaracaksın. Çünkü o yarın çok daha büyük felaketlere yol açabilir.”
Asıl üzerinde durmamız gereken nokta, öz eleştiri; bütün siyasi partilerin oturup samimi bir öz eleştiri yapmaları gerekiyor. Ne oldu da Türkiye bu noktaya adım adım geldi? Yanlışlar neydi ve o yanlışlardaki ısrar neydi? Samimi bir öz eleştiriye ihtiyacımız var, bunu da bekliyoruz. Önümüzdeki süreçte bu konudaki düşüncelerimi yine sevgili vatandaşlarımla paylaşacağım.
Hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.