CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Sayın Meclis Başkanına ve diğer siyasi partilerin liderlerine, ’imzanızı inkâr mı ediyorsunuz, imzanıza sahip mi çıkıyorsunuz?’ sorusunu sormak zorundayım. İmzaya sahip çıkıyorsanız, demokratik parlamenter sisteme de sahip çıkacaksınız; imzama sahip çıkmıyorum diyorsanız, demokratik parlamenter sistem kalkabilir diyorsanız, o zaman başkaları tarafından teslim alınmışsınız demektir. Başkalarının teslim aldığı bir kişi Türkiye’ye demokrasiyi getiremez." dedi.
CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Hepinize teşekkür ediyorum, hepiniz sağ olun, var olun. Gündemimiz oldukça yoğun, dolayısıyla konular üzerinde olabildiğince kısa, net görüşler bildirmeye çalışacağım.
Bugün, Azerbaycan’ın “Bağımsızlık Günü.” Azerbaycan 1991 yılında, bugün, özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuştu. Buradan bütün Azeri kardeşlerime, Azerbaycanlı kardeşlerime, bağımsızlık gününüz kutlu olsun, Cumhuriyet Halk Partisi her zaman her ortamda sizinle birliktedir. Bu vesileyle “Yükselen bayrak bir daha inmez” diyen Mehmet Emin Resulzade’yi, ilk Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’i, Haydar Aliyev’i ve İlham Aliyev’i yürekten kutluyor, saygıyla anıyoruz.
SENDİKAYA ÜYE OLMAK DEVLET MEMURİYETİNDEN ATILMANIN GEREKÇESİ OLAMAZ
Aramızda sendikacı arkadaşlarım var, öğretmenleri temsil eden arkadaşlarım var. Önce şunu ifade edeyim: Eğer bir toplum geleceğe güçlü hazırlanmak istiyorsa öğretmenini bütün sorunlardan arındırmalıdır. Öğretmen, bütün bilgisini, becerisini, birikimini öğrencilerine vermelidir. Ama öğretmenleri aşağılarsanız, işinden ederseniz, görevini yapmaz hâle getirirseniz “Ay sonunu nasıl getireceğim” diye düşünmeye iterseniz, mali zorlukların içine iterseniz, geleceğimizi köreltirsiniz. O nedenle, bütün öğretmen kardeşlerime söylüyorum: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen bir anlayışla hepinizi yürekten kutluyorum, hepinize selamlar, saygılar sunuyorum. Sizin sorunlarınız Cumhuriyet Halk Partisi’nin sorunlarıdır. Bütün öğretmen arkadaşlarımın bunu bilmesini isterim.
Darbe sonrası darbe fırsatçılığı yapıp sendikaya üye oldular diye öğretmenlerin görevine son vermeyi asla ve asla kabul etmiyorum. Sendika üyesi olmak bir anayasal haktır; benim de hakkımdır, öğretmenin de hakkıdır; işverenin de hakkıdır, işçinin de hakkıdır. Sivil toplum, sendikacılık bizim Anayasa’mızda güvence altına alınmış kurumlardır. Bu kurumlara üye olmak devlet memuriyetinden atılmanın gerekçesi olamaz. O nedenle biz, açığa alınan ve görevine son verilen bütün öğretmenlerin yanındayız, sonuna kadar sizin haklarınızı savunacağız.
BU TÜR İNSANLARI MİLLİ EĞİTİM CAMİASINDA BARINDIRMAYIN
Ama öğretmen var, öğretmen var; öğretmen var kendisini bu ülkenin çocuklarına adamış; öğretmen var istikbali için, sevgili Peygamber’imizi bile istismar eden öğretmen var. Burdur’da bir öğretmen şöyle bir mesaj atıyor: “Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse, o kadar erkeklerle zina yapmış sayılır” diyor. Bu öğretmenin öğretmenlikten alınması lazım. Sevgili Peygamber’imizin adını dahi… Diyanet İşleri Başkanlığı açıklama yaptı “Böyle bir hadisi şerif yoktur” dedi. Olmayan bir hadisi şerif üzerinden Sevgili Peygamber’imizi istismar eden bu adamın öğretmen olmaması lazım. Ne yaptılar? Tam tersine, vekildi asil olarak tayin ettiler. Şimdi buradan Milli Eğitim Bakanına seslenmek isterim: Milli Eğitim Bakanlığının, daha doğrusu Milli Eğitim Bakanının bürokratik deneyimi var. Kendisine sonsuz saygım var, bunu da ifade edeyim, ama ne olursunuz bu tür insanları Milli Eğitim camiasında barındırmayın. Ben herkesin inancına saygı gösteririm, herkesin kimliğine saygı gösteririm, herkesin yaşam tarzına saygı gösteririm ama birisinin, Sevgili Peygamber’imizi istismar etmesine tahammül edemem çünkü O, ulu bir makamdır, oraya her isteyenin istediği gibi konuşacağı bir alan değildir orası.
TÜRKİYE’Yİ ORTA ÇAĞ KUŞAĞINA GÖTÜRMEK İSTİYORLAR
Yine, değerli arkadaşlarım, okullar açıldı, kitaplar yok. Niye yok kitaplar? Efendim, eskiden kitaplar basılmış, onları FETÖ’cüler hazırlamış, o nedenle yeni kitaplar hazırlayacağız! Niye hazırlamadınız şimdiye kadar? Bakın o kitapların hazırlanmasına imkân veren, o kitapların hazırlanmasını sağlayan bürokratlar kadrolarında oturuyorlar ama öğretmenleri görevden alıyorsun. Ya, alacaksan önce o adamları görevden al, senin gücün öğretmenlere mi yetiyor? Eğitim sistemi çökmüş vaziyette. Hiçbir anne-baba, çocuğunun eğitiminden memnun değil. “Proje okulları” diye bir proje açıkladılar, güzel. Şimdi, veliler ve çocukları okullarına sahip çıkmak için eylem yapıyorlar. Bu da bizim eğitim sistemimizde bir ilk. Kendi okuluna sahip çıkıyor, kendi öğretmenine sahip çıkıyor, kim? Öğrenci sahip çıkıyor “Benim öğretmenimi alma” diyor; veli sahip çıkıyor “Okuluma dokunma” diyor. Hayır, bunları alacağız. Niçin? Çünkü bunların çağdaş uygarlıktan anladığı Orta Çağ uygarlığı, Türkiye’yi Orta Çağ kuşağına götürmek istiyorlar. Yapabilirler mi? Buna asla izin vermeyeceğiz.
BÜTÜN MAĞDURLARA SAHİP ÇIKACAĞIM
Sık sık darbe sonrası mağdurlardan söz ederim ve derler ki “Nereden çıkıyor bu mağdur edebiyatı, olur mu böyle bir şey? Ortada mağdur yok ki. Mağdur varsa millettir” diyor. Mağdur varsa milletse, ben de milletten söz ediyorum zaten yani kimden söz ediyorum, milletten söz ediyorum. Bütün mağdurlara sahip çıkacağım. Örnek vereceğim: Öğretmen, öğretmeni öğretmenlikten atıyorsunuz, lojmanından da atıyorsunuz… Hadi attın, sonra ne yapıyor? Bu öğretmen, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için Bursa’nın Kestel pazarında –yer de veriyorum- sivribiber satacak, ne yapsın, geçinemiyor. Belediye zabıtaları gelip tezgâhı kaldırıyorlar “Sen biber satamazsın” diyorlar. Neden? “Sen FETÖ’cüsün.”
BİR İNSANI AİLE BOYU AÇLIĞA MAHKUM ETMEK HANGİ VİCDANDA VAR?
Değerli arkadaşlarım, insanda biraz vicdan, biraz –ne diyeyim- insanlık olur. Bir kişi suç işledi diye bütün aileyi açlığa mahkûm etmek hangi dinde, hangi kitapta var? Allah rızası için çıkıp bunu bana birisi açıklasın, var mı böyle bir şey? Urfa’dan örnek vereceğim. Demet Fakiroğlu, kocası istihbarat kıdemli başçavuş. 15 Temmuz gecesi alarm veriliyor “Geleceksin.” Gidiyor. 16’sında tutukluyorlar, hapse atıyorlar ve görevinden de atıyorlar, lojmandan da çıkarıyorlar. Koşa koşa iktidar partisinin il başkanlığına gidiyorlar “Biz mağduruz, biz böyle bir şey yapmadık. Benim kocam emir-komuta zinciri içinde alarm geldi gitti. Bizim FETÖ’cülükle bir ilgimiz yok” diyor. Verdiği cevap: “Kocanızdan boşanacaksınız” diyor. Kim oluyorsun sen “Kocandan boşanacaksın” diye bu ifadeyi kullanıyorsun. Yetmiyor, bakın, bu annemiz aynı zamanda bir şehit ablası. Abisi Jandarma Komando Üstçavuş Muharrem Yanal Van Çatak’ta PKK’lı teröristlerle girdiği çatışmada şehit oluyor. Şehit olduğu için, şehit yakını diye bunu da işe alıyorlar. Kocasını hapse atıyorlar, bunun da işine son veriyorlar. Ya, Allah aşkına böyle bir şey olabilir mi? Hadi kocasını hapse attın, hadi yargılanacak, eyvallah, peki bu kadının günahı ne? Niye bunun işine son veriyorsun? Bunları kabul etmek mümkün değil. Mağduriyet var, darbe fırsatçılığı yapılıyor, onun farkındayız ama bütün mağdurlara sahip çıkmak da bizim insani görevimizdir.
HER ANNENİN DERDİNE DERMAN OLMAK BENİM GÖREVİMDİR
Ben bunları söyleyince üzülüyorlar “Vay efendim, bunları niye söylüyorsunuz siz.” Efendim bir ruh vardı, 3 kez vurunca gelecek olan ruh, neymiş? Yenikapı ruhu varmış! Yenikapı’da insanlar mağdur edilecek diye bir görüş birliği mi sağlandı? Öyle bir şey mi oldu? Hayır, böyle bir şey olmadı. Bir insanı aile boyu açlığa mahkûm etmek hangi vicdanda var? Böyle bir şey olamaz. Kanayan yara sadece bunlar değil, annelerin çocukları da işsiz, evlatları işsiz. Bakın üç örnek vereceğim, sadece üç örnek: Bitlis Mutki, küçük bir ilçe, 34 kişi okullarda temizlik işine bakacak 7-8 ay, bunun için ilan veriyorlar, “34 kişiye ihtiyacımız var” diye. Bitlis Mutki’de bu işe başvuranların sayısı 2 110, neredeyse ilçe nüfusu kadar, herkes gidip başvuruyor. Batman’da 380 kişi alınacak yine aynı iş için dolayısıyla, 2 500 kişi başvuruyor “Ben okullarda yedi-sekiz ay temizlik işi yapıp para kazanacağım” diye. Nevşehir -Hadi diyelim ki orası doğu, güneydoğu, orada işsizlik var, terör var, vesaire- hiçbir şey yok, okullarda temizlik işine bakacak diye 174 kişi alacağız diyorlar. Bunun için başvuran 13 192 kişi.
Değerli arkadaşlarım, bu tablonun Türkiye’de tartışılmasını istemiyorlar, bunun konuşulmasını istemiyorlar. Annelerin çocukları işsiz, bunların konuşulmasını istemiyorlar. Anneler çocuklarını askere göndermiş, anneler umutla bekliyor, evladım acaba evine sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi, bunların konuşulmasını istemiyorlar. Ama ben istiyorum, her annenin derdine derman olmak benim görevimdir.
TÜRKİYE İYİ YÖNETİLMİYOR, DAHA DOĞRUSU TÜRKİYE YÖNETİLMİYOR
Ekonomi iyi gitmiyor çünkü devleti kimin yönettiği belli değil. Bir Cumhurbaşkanı, 2 başbakan var; birisi asıl, birisi gölge. Cumhurbaşkanı, Başbakan bunların da arasında hiçbir uyum yok, kimin ne yaptığı belli değil, kimin ne söylediği belli değil. Soruyorlar, 34 vilayette 158 iş dünyasının önemli insanlarına soru soruyorlar. Soru şu: “Size göre orta ve uzun vadede yapılması gereken yapısal reformlar nelerdir?” Yüzde 75,3’i adaletin kalitesinin artırılması ve hızlandırılmasını istiyor yani yüzde 75’i diyor ki bu memlekette adalet yok, adaleti önce tesis edin. Adalet var mı? Adalet yok. Yüzde 68,4’ü eğitim sisteminin ekonomik ihtiyaçlara cevap verir hâle dönüştürülmesi gerekir diyor yani bu eğitim sistemiyle Türkiye iflah olmaz. Bizim istediğimiz nitelikte eleman bu eğitim sisteminde yetişmiyor diyor.
Üçüncüsü, yüzde 41,8’i adil bir vergi sistemi istiyor. Türkiye iyi yönetilmiyor, daha doğrusu Türkiye yönetilmiyor. Hep söz ediyorlar ya “Üst akıl, üst akıl, üst akıl…” Öyle anlaşılıyor ki bunlar değil, Türkiye’yi bir başka akıl yönetiyor. Bunlar? Bunlar ortalıkta geziyorlar.
BEN KÖPRÜYE KARŞI DEĞİLİM, HALKIN SÖMÜRÜLMESİNE KARŞIYIM
Değerli arkadaşlarım, yönetim şudur: Halkı mutlu etmektir, yönetimin temel anahtarı, memlekete huzuru getirmektir yönetimin asıl amacı. Niye yönetirsiniz? Hiç kimsenin derdi olmasın, adalet iyi çalışsın, herkesin işi gücü olsun, ülkede terör olmasın, sokakta tanımadığımız bir insana bile güler yüzle selam verebilmeliyiz, huzurlu bir Türkiye olsun, anneler gülsünler, çocukları iş gücü sahibi olsun, çiftçi memnun olsun hayatından, ürettiği ürünün karşılığını alsın. Yönetimin sihirli formülü değil, yönetimin asıl amacı budur. Ama yönetimi halkı soymak üzerine inşa ederseniz, o bu ülkeye huzur getirmez. Ben size kamyoncular “ısrarla dile getir, dile getir” dedikleri için kamyoncuların bir talebi üzerine konuyu araştırdık ve size dile getiriyorum. Osmangazi Köprüsü yaptılar. Eyvallah, çok mutluyuz. Hiçbir şikâyetimiz yok köprüden. Peki, diyeceksin ki neden dile getirdiniz, hangi gerekçeyle dile getiriyorsun? Köprü, yap-işlet-devret modeliyle yapıldı. Yani devletin cebinden 5 kuruş para çıkmadı. Ama yapılırken devlet garanti verdi. Köprü 790 milyon dolara mal oldu. Yani Türk parasıyla 2 milyar 355 milyon liraya mal oldu köprü. Devlet, bu köprüyü yapan firmalara garanti verdi. Yılda 40 bin araç geçecek, geçmezse de ben 40 bin araç üzerinden yılda 511 milyon dolar para vereceğim size, sözleşme böyle. Yani köprü, bir buçuk yılda kendi maliyetini kurtarıyor. Geriye kalan 17 yılda 27 milyar lira, eski parayla 27 katrilyon lira parayı bu firmalar kazanacak. Kim ödeyecek bunu? Buradaki gariban vatandaşlar ödeyecek, bunların cebinden ödenecek, bunlar ödeyecekler. Şimdi ben, esnaf kardeşime soruyorum, sanayici kardeşime soruyorum, tüccar kardeşime soruyorum: Allah aşkına 1 yatırıp 1 000 kazanan bir model size hiç sunuldu mu? Köprü yapıyorsunuz maliyeti bir buçuk yılda çıkıyor, 17 yılda 27 milyar lira para kazanıyor. Hangi anlayıştır bu değerli arkadaşlarım. Şimdi ben bunu söyleyince büyük bir ihtimalle koro hâlinde şunu söyleyecekler, havuz medyası, onların yazarları çizerleri, politikacıları: “Efendim, Kılıçdaroğlu köprüye karşı.” Hayır, ben köprüye karşı değilim, halkın sömürülmesine karşıyım.
Bakın devletin yaptığı köprüden örnek vereyim. İstanbul’da boğaz köprüleri var. Arabanızla gidiş-gelişte ödediğiniz para 4 lira 75 kuruş. Osmangazi Köprüsünden gider gelirseniz 4 lira 75 kuruş değil, 177 lira 50 kuruş. Aradaki farka bakın, 177 lira 50 kuruş. Adamlar ne diyor “Köprüden dolaşmayayım, feribotu kullanayım” Bakın, bir süre sonra göreceksiniz, feribotu da kaldıracaklar. İstanbul Anadolu yakasında oturan bir kişiyi düşünün, ayın 25 günü Rumeli yakasına işi dolayısıyla gidip geliyor. Bunun için ödediği para 118 lira 75 kuruş. Osmangazi Köprüsünden 25 gün, diyelim ki Gölcük’te, Karamürsel’de veya Yalova’da oturuyor ama Gebze’de veya Dilovası’nda Körfezde çalışıyor. Bu köprüden gidip gelecek, o da 25 gün gidip gelecek. Bunun için 118 lira değil arkadaşlar, 4 437 lira ödeyecek. Diyorlar ya biz hesap kitap biliyoruz. Ya, neyin hesap kitabını yapıyorsunuz siz? Milletin sırtından hesap kitap yapıyorlar. Bu parayı o yüzden biz ödeyeceğiz diyorlar. Vatandaş buradan geçmese de ben ödeyeceğim. Bu köprünün adı ne? Deli Dumrul Köprüsü, geçsen de geçmesen de parayı vatandaştan alacağım diyor. Yine söyleyecekler, Kılıçdaroğlu köprüye karşı. Bu CHP var ya CHP, her şeye karşı. CHP iyi şeylere karşı değil, halkın çıkarlarına aykırı olan her şeye karşıyız. Evet, halkın çıkarlarına aykırı olan her şeye karşıyız.
MECLİS BAŞKANI VE DİĞER SİYASİ PARTİLERİN LİDERLERİ, İMZANIZI İNKÂR MI EDİYORSUNUZ
Darbe yapıldı, darbe girişimi oldu 15 Temmuz akşamı, hep beraber karşı çıktık. Parlamento yani bu Meclis kendi tarihinde çok önemli bir gelişmeye imza attı. Grubu olan dört siyasi parti oturduk bir bildiri hazırladık. Dört siyasi partinin genel başkanları bu bildiriye imza attılar, yetmedi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı “Ben de imza atacağım” dedi. “Hay hay, buyurun siz de imza atın” dedik, o da imza attı. Bu bildiride ne vardı değerli arkadaşlarım? Okuyorum, sağır sultanlar duysun diye okuyorum: Bildirinin bir bölümünde diyor ki, “Unutulmamalıdır ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi Kurtuluş Savaşı’nı yöneten, Türkiye’nin demokrasiye geçişini gerçekleştiren, demokratik Parlamenter sistemi yıllar içinde geliştirmiş, bir milleti yokluk ve yoksulluktan alıp muasır medeniyet seviyesine çıkarmanın mücadelesini vermiş bir meclistir. Meclisimiz tek yürek, tek vücut olarak büyük bir cesaretle darbeye karşı haysiyetli bir duruş sergilemiştir. Darbecilere gereken cevabı, dünyaya da gereken mesajı vermiştir.” Doğru mu? Doğru. İmza? Hepimiz attık.
BAŞKALARININ TESLİM ALDIĞI BİR KİŞİ TÜRKİYE’YE DEMOKRASİYİ GETİREMEZ
Bakın altını çizdiğimiz bir şey var: “Demokratik parlamenter sistemi yıllar içinde geliştirmiş” diyor yani demokratik parlamenter sisteme sahip çıkan bir Türkiye Büyük Millet Meclisi var. Şimdi ben, Sayın Meclis Başkanına ve diğer siyasi partilerin liderlerine, imzanızı inkâr mı ediyorsunuz, imzanıza sahip mi çıkıyorsunuz sorusunu sormak zorundayım. İmzaya sahip çıkıyorsanız, demokratik parlamenter sisteme de sahip çıkacaksınız; imzama sahip çıkmıyorum diyorsanız, demokratik parlamenter sistem kalkabilir diyorsanız, o zaman başkaları tarafından teslim alınmışsınız demektir. Başkalarının teslim aldığı bir kişi Türkiye’ye demokrasiyi getiremez. Dolayısıyla bu imzayı attık, şimdi bu imzalar unutulmuş. Yenikapı diyorlar, Yenikapı’da bir imza yok ki, imza bu, kapı gibi imza. Üstelik bu metin, sadece bizim imzaladığımız bir metin değil, bu metin Birleşmiş Milletlere gönderildi, bunu gönderen hükümet; bütün yabancı elçiliklere gönderildi, gönderen yine hükümet.
REJİMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN FIRSAT KOLLUYORLAR
Şimdi, rejimi değiştirmek için fırsat kolluyorlar, OHAL’le biz bu düzeni nasıl değiştirebiliriz. Ya, işsizlik var, yoksulluk var, hapishanelerde binlerce insan var, eri var, erbaşı var, öğrencisi var, öğretmeni var, doktoru var, mağduru var. Şimdi bunları bırakmışlar, bir kişinin derdine düşmüşler; ona koltuğu nasıl ikram edeceğiz diye. Yine buradan siyasi partilerimizin saygıdeğer genel başkanlarına seslenmek isterim: Cumhurbaşkanı seçilen kişi, Türkiye Büyük Millet Meclisinde öngörülen yemini etmiştir. O yemine sadık kalacağına dair namus ve şeref sözü vermiştir. Dolayısıyla, eğer kuralın dışına çıktığı zaman bizim görevimiz kuralları hatırlatmaktır. Efendim, fiili durum var, bu fiili durumu yasal hâle getirelim. Niye fiili durumu yasal hâle getiriyoruz ve neden ona, sen neden yasalara uymuyorsun, Anayasa’ya uymuyorsun diye bir hatırlatma ihtiyacı duymuyoruz? Eğer onun isteğini yerine getireceksek, bir kişinin arzusunu yerine getireceksek, o zaman bu Parlamentonun iradesi ne oluyor? İmzaladığımız bu metin ne oluyor? Bu metne bağlı kalmak, imzamızın arkasında durmak namuslu olmanın birinci şartı değil midir? Onurlu olmanın birinci şartı değil midir? Ahlaklı olmanın birinci şartı değil midir?
BİRİLERİ KADINLARI AŞAĞILIYORSA ONA DERSİNİ VERMEK BÜTÜN KADINLARIN ORTAK GÖREVİDİR
Ben size, kadın kardeşlerim duysun diye bazı isimler söyleyeceğim. Asker Saime, Kılavuz Hatice, Tayyar Rahime, Senem Ayşe, Gül Hanım, Kara Fatma, Binbaşı Ayşe, Zekiye Hanım, Asiye Rıza, Ulviye Hanım, Melek Reşit Hanım, Halide Edip Hanım; bunlar Ulusal Kurtuluş Savaşında onurlarıyla ölüme giden kadınlardır. Evet, erkeğiyle beraber düşmana karşı, ülkenin bağımsızlığına karşı omuz omuza mücadele eden kadınlardır. Birileri kadınları aşağılıyorsa ona dersini vermek bütün kadınların ortak görevidir, nokta.
Hapishaneler tıka basa dolu; öğrencisi hapiste, hâkimi savcısı hapiste, eri erbaşı hapiste, çavuşu hapiste, öğretmeni hapiste, gazetecisi hapiste… Böyle bir yapıyı doğru bulmuyoruz, böyle bir anlayışı doğru bulmuyoruz. Yazarı çizeri de hapiste, gazetecisi de hapiste, bilim insanı da hapiste. Necmiye Alpay, sadece Türkiye çapında değil dünya çapında bir dil bilimci. Necmi Alpay, 12 Eylül Askeri Darbe döneminde 3 yıl Mamak Askeri Hapishanesinde kalan birisidir. Her darbe sonrası yargılanan ama onurunu ve dik başlılığını koruyan birisidir Necmiye Alpay. Aslı Erdoğan… Bir Fransız edebiyat dergisi diyor ki, 21. Yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 isim arasında gösterilen isim. Dünyada 50 isim arasında gösterilen isim. Nerede bu? Hapishanede. Niye hapishanede? Karşı darbe yüzünden hapishanede, darbe fırsatçılığı yüzünden hapishanede. Hem Aslı Erdoğan hem de Necmiye Alpay bana birer mektup gönderdiler. Sevgili dostlarım, o mektupları çerçevelettim, benim makam odamda duruyor. Onlar, bu ülkenin mazlumlarının sesi olduğu sürece hep orada kalacak. Aslı Erdoğan’dan Necmiye Alpay’a, Altan kardeşlerden tutun Murat Aksoy’a, Şahin Alpay’dan Ali Bulaç’a kadar bütün gazetecilerin, yazarların çizerlerin, düşünürlerin serbest bırakılmasını istiyoruz.
BİNALİ BEY, KOLTUĞUNUZUN HAKKINI KORUYUN
Değerli arkadaşlarım, dış politikaya kısaca değinmek isterim. Dış politika milli olmak zorundadır -Her yerde söyledim- çünkü dış politika ortak üretilmesi gereken ve ülkenin çıkarları üzerine inşa edilmesi gereken bir politikadır. Dış politikayı kapalı kapılar ardında oluşturamazsınız, iktidarıyla muhalefetiyle birlikte hareket etmek zorundasınız. Dış politika konusunda Türkiye’nin ortak ses çıkarması gerekir. Orta Doğu’daki gelişmeler konusunda, bugüne kadar hükümet yetkilileri Türkiye Büyük Millet Meclisini sağlıklı bilgilendirmemişlerdir, en büyük hatalardan birisi odur. Bir başka konu: Dış politikada konuşacaksa Başbakanın konuşması lazım, Dışişleri Bakanının konuşması lazım, Cumhurbaşkanı en son konuşacak adamdır ama önce o konuşuyor. Başbakan konuşmuyor, Dışişleri Bakanı arada bir şeyler söylemeye çalışıyor ve söyledikleri birbirlerinden farklı arkadaşlar. Bırakın Türkiye’nin ortak ses çıkarmasını, aynı iktidar ortak ses çıkarmıyor. En büyük sıkıntı da orada zaten. Bakın konuşmayı kim yapıyor, dış politikayla ilgili hedefleri kim belirliyor? Sayın Cumhurbaşkanı. Sayın Cumhurbaşkanının sorumluluğu var mı? Anayasa’ya göre yok. Sorumluluğu olmayan birisi sorumluluk üstlenilmesi gereken bir konuda konuşabilir mi? Demokrasilerde konuşamaz. Kim buna müdahale edecek? Sayın Binali Yıldırım. Sayın Binali Yıldırım’a aynı çağrıyı bir kez daha yapıyorum: Lütfen Sayın Yıldırım, Binali Bey, koltuğunuzun hakkını koruyun, başkaları sizin yetkilerinize müdahale etmesin. Hükümetiniz inisiyatif kullansın, konuşacaksa hükümet konuşsun. Niye başkaları konuşuyor?
Değerli arkadaşlarım, bakın Musul konusunda esip gürlüyorlardı değil mi? Dış politikanın özelliği var, esip gürleyemezsiniz. Akılla ve mantıkla çözeceksiniz, dünyayı bileceksiniz, dünya dengelerini bileceksiniz, kendi gücünüzü bileceksiniz, sözünüzün ağırlığını bileceksiniz. Eğer bunları bilmeden ben asarım, ben keserim, A planım var, B planım var, C planım var, Z planım var. Seni plansız programsız bir yere koyarlar, öyle olursun.
MUSUL KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN MASANIN DIŞINDA TUTULMASI DIŞ POLİTİKADAKİ EN BÜYÜK YENİLGİLERİMİZDEN BİRİSİDİR
Dubai merkezli Rotana TV’ye açıklama yaptı, mezhep endeksli bir açıklama yaptı. Kırılma orada başladı. Halbuki şunu söyleyebilirdi: Başika’da bizim askerlerimiz var. Orada olması son derece doğaldır. Biz sadece Başika’da asker bulundurmakla IŞİD’e karşı mücadele etmiyoruz, Irak’ın güvenliği ve toprak bütünlüğü için de biz oradayız. Biz yine uluslararası hukukun meşru olarak bize tanıdığı IŞİD terör örgütüyle mücadelede Irak yönetimiyle ortak hareket edebiliriz diyebilirdi. Bunu deseydi hiçbir sorun yoktu. Söyledi mi? Söylemedi. Niçin? Bilgi birikim ve kapasite yok ve Türkiye’yi Orta Doğu’da yalnızlaştırdı. Eskiden Orta Doğu’da kuş uçsa Türkiye’ye sorarlardı, şimdi kimse bile dikkate almıyor. Bu, benim ağrıma gidiyor. Binali Bey’in ağrına gidiyor mu gitmiyor mu bilmiyorum, benim ağrıma gidiyor bu. Musul konusunda Türkiye’nin masanın dışında tutulması dış politikadaki en büyük yenilgilerimizden birisidir.
Bakın ders olsun diye arada bir anlatayım. Mustafa Kemal Atatürk hastadır, Hatay’ın alınması lazım, Türkiye’ye katılması lazım. Öyle bağırma çağırma yok, söylediği şudur: Adana’da ve Mersin’de iki askeri tören yapılır. Bütün ağrılarına rağmen, hastalığına rağmen o askeri törene katılır. Önce kendi gücünü bütün dünyaya gösterir. Kimsenin burnu kanamadan Hatay Türkiye topraklarına dahil edilir ve kimse ses çıkaramaz. Şimdi kalkıp birileri bizim milliyetçiliğimizi de sorguluyor. Sen benim milliyetçiliğimi öğrenmek istiyorsan, Kıbrıs’ın Beşparmak Dağlarına bakacaksın arkadaş, Akdeniz’e bakacaksın sen. Birileri de yazıyor, efendim, işte AKP gitseydi CHP karşı çıkardı. Ya, siz bizim dediğimizi zaten duymuyorsunuz, kulaklarınızı zaten kapatıyorsunuz, bari haksızlık yapmayın veya yazarken bir bize sorun ya, biz gerçekten öyle mi düşünüyoruz. Sayın Bahçeli’nin Sayın Binali Yıldırım’a şu soruyu sormasını isterim, tabii aynı soruyu kendisine de sorabilir: Kerkük’ü siz kimlere teslim ettiniz? Kerkük’te katliamlar yapıldı niçin sesinizi çıkarmadınız? Peki, Kerkük’e kim gitti? Cumhuriyet Halk Partisi gitti. Kerkük’e iki sefer TIR’larla yardım götürdük biz, hiçbir ayrım yapmadık. Kerküklülere de biz sahip çıktık. Kerkük’ü birilerine teslim edeceksin, Musul’da ağlaşacaksın “Beni dahil etmediler” diye. Kimse kusura bakmasın ama eğer birileri kalkıp böyle istediği gibi eser, istediği gibi bağırır çağırırsa kimse de onu dikkate almaz, bu kadar basit. Kaybeden kim? Kaybeden Türkiye. Irak politikasına ve Suriye politikasına bakın, kaybeden bir ülke var, o da Türkiye; o bölgelerde yaşayanlardan da kaybeden sadece Türkmenler. Bütün vatandaşlarımın bu gerçeği bilmesini isterim.
Değerli arkadaşlar, dedim ya dış politikada bunların ne söylediği de belli değil. Dışişleri Bakanı Lozan’da bir toplantıya katıldı. Çıkışta şu açıklamayı yaptı: “Terörist El Nusra Halep’ten derhal ayrılmalı.” Doğru mu? Doğru. Peki, Cumhurbaşkanı ne diyor? Hemen bu açıklama üzerine Cumhurbaşkanın açıklaması: “Eğer dost olmak için IŞİD’e karşı olmak ölçüyse o zaman El Nusra’yla da dost ol çünkü El Nusra da şu anda IŞİD’le savaşıyor.” Birisi diyor El Nusra terörist örgüt, öbürü de diyor ki El Nusra ile dost olacaksın. Şimdi, böyle bir tabloya kim inanır? Türkiye’nin sağlıklı yönetildiğine kim karar verebilir? Kim bunu düşünebilir? El Nusra konusunda bile görüş birliği yok. Kim doğruyu söylüyor? Dışişleri Bakanı doğruyu söylüyor, altını çiziyorum ve Dışişleri Bakanını da kutluyorum. El Nusra o bölgeden derhal çekilmelidir.
Son bir konu, önemli: Darbe oldu, bunun siyasi ayağını arıyoruz siyasi ayağı kimdir diye. Siyasi ayağı hep şöyle yorumlanıyor: Efendim, işte darbe girişimi başarılı olsaydı kim başbakan, kim Cumhurbaşkanı olacaktı, bu darbenin siyasi ayağı. Hayır, arkadaşlar, o, darbenin sonucudur. Türkiye’yi darbeye hazırlayanlar kimlerdir, asıl bu. Bu kadar mağdurun oluşmasına kimler, nasıl yol açtı? 4 olay, dört soru soracağım:
DARBE GİRİŞİMİYLE İLGİLİ 4 SORU
Birinci olay şu değerli arkadaşlar: 2011 Temmuz ayında Genelkurmay Başkanı ve 4 kuvvet komutanı istifa etti. 2011 Temmuzunda Genelkurmay Başkanının gönderdiği mektup var. Hafızalar yenilensin diye o mektuptan bir bölümü okuyorum: “Tutuklu bulunan – o zaman Ergenekon, Balyoz tutukluydu- 14 general, amiral ile 58 albay hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şûrada değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.” 14 general, 58 albay tutuklu oldukları için Yüksek Askeri Şûrada bunların terfileri engellenmiştir. “Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, bir daha okuyorum, yetkili makamlar nezdinde –yani Cumhurbaşkanı, Başbakan nezdinde- dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânı ortadan kalkmıştır.” Geldim, “Yanlışı söyledim, yapmayın” dedim ama “Sen hayır, bunu yapacağım diyorsun, ben görevimi yapamıyorum, ordudaki bütün dengeler bozuluyor, ben istifa ediyorum” diyor. Soru şu: Şimdi, FETÖ kumpası olduğu AKP tarafından da ikrar edilen Balyoz iftirasında 14 general ve amiral ve 58 albayın tasfiyesine engel olmak için Genelkurmay Başkanı ve 3 kuvvet komutanının girişimlerini dikkate almayıp istifasına neden olan ve tasfiyenin önünü açan yetkili makamlar kimlerdir? Biliyoruz aslında kimler olduğunu ama bu sorunun cevabını bekleyeceğiz.
İki: Darbe girişiminin başındaki isimlerden meşhur birisi var, Tümgeneral Mehmet Dişli. 2011 yılında tuğgeneral olup kıta görevine gidiyor. Kıtada normalde iki yıl görev yapması lazım ama buna iki yıl görev yaptırmıyorlar, bununla ilgili özel bir uygulama yapıyorlar. Bir yılı dolunca 2012 yılında kıta görevinden Genelkurmay Başkanlığı Karargâhına alınıyor bu. Kendisi için Genelkurmay İkinci Başkanlığına bağlı “Proje Yönetim Daire Başkanlığı” adı altında özel bir daire kuruluyor bu orada olsun diye, karargâhta olsun diye ve onun başına daire başkanı olarak atanıyor. 2015 yılında tümgeneralliğe terfi ettiriliyor. Tümgeneral olarak kıta gönderilmesi gerekirken yine gönderilmiyor, işgal ettiği daire başkanlığının tuğgeneral rütbesi olan kadrosunu değiştiriyorlar ve tümgeneral yapıyorlar ve yine aynı dairede kalıyor. Soru şu: Mehmet Dişli’yi ısrarla Genelkurmay karargâhında tutan, bunun için yeni daireler ve rütbeler ihdas eden, darbe girişiminde Genelkurmay karargâhını içeriden teslim almasına imkân veren irade hangi iradedir?
Olay üç: 2013, 2014, 2015 Yüksek Askeri Şûra kararlarında albay rütbesinden general, amiral rütbesine terfi eden darbeden tutuklu subaylar var, FETÖ’cü diye suçlanan subaylar var. Kara Kuvvetleri Komutanlığından onları almıyorlar, içeride hapisler, terfi ettirmiyorlar ama generalliğe terfi eden albaylıktan 73 subayın 52’si şu anda cezaevinde. Hava Kuvvetleri Komutanlığından 26 subayın 15’i cezaevinde, Deniz Kuvvetleri Komutanlığından 25 subayın 15’i cezaevinde. Soru şu: Darbeden tutuklu FETÖ’cü bu 82 subayı albaylıktan generalliğe taşıyan irade hangi iradedir? Bu irade 2011 yılında Genelkurmay Başkanı ve 3 kuvvet komutanının istifasına aldırış etmeden Balyoz iftirasıyla 14 general, amiral ve 58 albayın tasfiyesine destek olurken FETÖ’cü subayların önünü açan irade hangi iradedir?
Olay dört: 2010 Yüksek Askeri Şûrasında Tümgeneral Gürbüz Kaya, Tümgeneral Halil Helvacıoğlu ve Tümamiral Abdullah Kavrenoğlu bir üst rütbeye terfi ettiriliyor ancak YAŞ kararına rağmen Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı bu 3 generalin terfi etmesini imzalamıyor. Olay tartışma konusu oluyor ve YAŞ Kanunu’nda bir değişiklik yapıyorlar. “Yüksek Askeri Şûra kararları Cumhurbaşkanının onayıyla tekemmül eder” diyor ve bu 3 general terfi ettirilmiyor ve ordudan ayrılıyorlar. Soru şu: 2010 yılında 3 generalin terfiini uygulamaya koymama konusunda bu kadar kararlı duran, 2013 yılında bunun için ayrıca YAŞ Kanunu’nda değişiklik yapan siyasi irade, 2013, 2014, 2015 yıllarında terfi ettirilen FETÖ’cü subaylar konusunda aynı hassasiyeti ve kararlılığı neden göstermemiştir, hangi gerekçeyle göstermemiştir?
TÜRKİYE’Yİ ADIM ADIM DARBEYE TAŞIYAN İRADE BU İRADEDİR
Efendim, siyasi irade nedir? Bugün OHAL’i kullanan irade işte o siyasi iradedir. Türkiye’yi adım adım darbeye taşıyan irade bu iradedir. Şimdi buradan bu konuyu soruşturan bütün savcılara sesleniyorum: Öğrencileri bırakın, öğretmenleri bırakın, garibanları bırakın, bunları bırakın. Eğer birini sorgulayacaksanız Türkiye’yi adım adım darbeye taşıyanları sorgulayacaksınız. Ve şunu söylüyorum: Benim bu anlattıklarımda bir cümleden söz etmiyorum, şu kelime yanlıştır diyorlarsa çıkıp özür dileyeceğim ama anlattıklarımın tamamı doğruysa –ki yüzde 100 doğru- o zaman onların vicdanlarına sesleniyorum: Sizin gücünüz garibana yetiyor, kendi yanındaki adama yetmiyor. Sen, Türkiye’yi bu noktaya taşıdın.