17.08.2016

17 Ağustos 2016 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU:
-KİMSE, 17-25 ARALIK OLAYLARINI AKLAMAYA YELTENMESİN


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Bütün olayları 17-25 Aralık’a endeksleyen bir anlayışla başladı. Şunu söyleyeyim: Kimse, 17-25 Aralık olaylarını aklamaya yeltenmesin, darbeyi de bunun için kullanmasın. 17-25 Aralık ayrı yerde duruyor zaten, o da yargılanacak. Darbeciler nasıl yargılanıyorsa, bu devleti soyanların da yargılanması lazım, kul hakkı yiyenlerin yargılanması lazım.” dedi.
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısındaki konuşması şöyle:

Hepinize en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Konulara gireceğiz, hiç kimse endişelenmesin. Öncelikle, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer vatandaşlarım, hepinize Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan en içten sevgilerimizi, saygılarımızı ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz.

17 AĞUSTOS DEPREMİ SONRASI TESPİT EDİLEN 493 TOPLANMA YERİNİN 300’Ü İMARA AÇILDI

Bundan 17 yıl önce yaşanan, bütün Marmara Bölgesini kapsayan ve bizim cumhuriyet tarihimizin en büyük depremini yaşayan arkadaşlarımız var içimizde, depremzedeler var. 17 yılda ne yaptık, 17 yılın sonunda ne yaptık? Şimdi, Türkiye’de ve yurt dışında değişik bilim insanları Türkiye’yi uyarıyorlar, Marmara’da büyük bir sorun olduğu söyleniyor bizlere, açıklıkla ifade ediliyor. Fay hatlarında yüksek bir basıncın olduğunu ifade ediyorlar. Türkiye tekrar bir depremle karşı karşıya kalabilir uyarısını yapıyorlar.
Bakın değerli arkadaşlarım, hep derim ya Türkiye iyi yönetilmiyor. İyi yönetimden ne anlıyoruz? İyi yönetim şudur sevgili vatandaşlarım: İyi yönetici yani ülkeyi yöneten adam, ülke yönetiminde söz sahibi olan kişi riskleri görür, o risklere göre önlemini bugünden alır, tedbirini bugünden alır. Risk gerçekleştiğinde de ya hiç kimse zarar görmez veya en az zararla o işten kurtulmuş olur, yönetici budur. Aklı başında olan yönetici budur, ülkeyi iyi yöneten yönetici budur ama biz ne yapıyoruz? Deprem olduktan sonra tedbir alıyoruz, deprem olmadan önce değil. Deprem olduktan sonra tedbir alıyoruz, arkasından ağlıyoruz, Allah rahmet eylesin diyoruz. Peki bu işin sorumlusu kim? Onu da Allah’a havale ediyoruz, diyoruz ki: Vallahi, işte Allah’tan geldi bu. Allah bize akıl vermiş, mantık vermiş. Diyor ki “Bak, risk olabilir.” Bilim var, teknik var, tedbirini al. Japonya’da 7 oranında deprem oldu. Değerli arkadaşlarım, sadece ve sadece 35 kişi hayatını kaybetti. Bizde 7,5 şiddetinde deprem oldu 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti. Peki, Japonya bunu nasıl yapıyor? Önlemini alıyor, tedbirini alıyor, deprem olursa en az zayiat nasıl olur bunun tedbirlerini alıyor, bilim var, teknik var, hepsi var. Bakın, Rahmetli Ecevit, depremden sonra –o rakamı da tam size vereyim değerli arkadaşlarım- tedbir aldılar, dediler ki: “Eğer bir deprem olursa şu kadar alan boş kalacak, yeşil alan olarak kalacak. Deprem anında buraya çadırlar kurulacak, orada vatandaşa yemek verilecek, vatandaş orada tedavi görecek, bütün bunların hepsini yaptılar. İstanbul’da 493 toplanma yeri tespit edildi. Ne oldu biliyor musunuz? 493 toplanma yerinin 300’ü imara açıldı, binalar, AVM’ler yapıldı. Şimdi yeni deprem olsa nereye gidecek? Hepsi binaların altında kalacak.

SEVGİLİ VATANDAŞIM, SENİN DE BURADA SORUMLULUĞUN VAR

Peki, yönetici böyle olması gerekiyor diyoruz, riski önceden görmesi ve önlem alması gerekir diyoruz, bürokrasiyi buna göre çalıştırması gerekir diyoruz ama o yöneticiyi iktidar yapan da sevgili vatandaşlarımız. Sevgili vatandaşlarım, senin de burada sorumluluğun var. Önlem almayan, gerekli tedbirleri almayan insanı iktidara getirmeyeceksin. Kendi riskini kendin doğuruyorsun. Şimdi sormamız gerekiyor: 493 toplanma yeri olarak ayrıldı, 300’den fazla yer imara açıldı, peki deprem olursa bu insanlar nerede toplanacak, bunlara nerede hizmet verilecek? O açıdan hepimizin düşünmeye ihtiyacı var. Yaptığımız temel eksiklik yeteri kadar düşünmemek. Düşünmek nedir biliyor musunuz? Düşünmek sorgulamaktır, niye böyle oldu, neden böyle oluyor, nasıl önlem alırız, budur. Çiftçi tarlayı sürerken, tohumunu ekerken bakar, düşünür, yağmur ne zaman yağacak üç aşağı beş yukarı tahmin eder, tarlayı ne zaman sulayacağına karar verir, ona göre yeri zamanı gelir tarlasını sular. Bunların tamamı düşünmeden kaynaklanıyor, düşüneceğiz, buna göre önlem alacağız. Sadece vatandaş olarak biz değil, siyasetçi de düşünmek zorundadır, önlemini ona göre almak zorundadır.

İNSAN HAYATINA DEĞİL, RANTA YATIRIM YAPILDI

Bakın değerli arkadaşlarım, deprem değil tedbirsizlik insanı öldürür. Japonya tedbirini alıyor mu? Alıyor. Deprem olduğunda ölüm yok. Biz, tedbir almadığımız için 18 bini aşkın vatandaşımız hayatını kaybetti. Şimdi uyarıyorlar, yeni bir depremle Türkiye karış karşıya kalabilir diyorlar. Sadece bizim bilim insanlarımız mı söylüyor? Hayır, Fransa’sı da diğerleri de öneriyorlar “Önlem alın” diyorlar. Aradan geçmiş 17 yıl, önlem almamışız. 2004’te Birinci Deprem Şûrasını toplamışız, 99’da deprem oluyor, 2004’te Birinci Deprem Şûrasını toplamışız. Sonra? 2009’da da Kentler Şûrasını toplamışız. Raporlar yazılmış, önlemler yazılmış –aslında hepimizin bildiği şeyler var- ama hiçbirisi yapılmamış. İnsanın hayatına değil, ranta yatırım yapılmış ve sonuçta İstanbul bugün, bütün Marmara Bölgesi ciddi bir deprem riskiyle karşı karşıya. Bunu söylemek zorunda mıyız? Evet, zorundayız. Vatandaşı uyarmak zorunda mıyız? Evet, vatandaşı uyarmak zorundayız. Ben bunu yapmazsam zaten politikacı olarak görevimi yapmamış olurum, ama bu önlemleri almayan kimlerdir? Yetkili oldukları hâlde yetkilerini kullanmayanlar kimlerdir, onun takdiri büyük millete ait, size aittir arkadaşlar, vatandaşlarımıza aittir. O takdirin çok iyi kullanılması lazım.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ 14 YILDIR KİM YÖNETİYOR?

Düşünmek dedik, hep düşünüyoruz ya, neyi düşünüyoruz aslında? Türkiye’nin bugün temel sorunları var. Bu temel sorunları çözmek için hepimiz düşünmeliyiz, kim çözebilir bu temel sorunu? Bu sorunlara kim çözüm üretebilir? Bu sorunları çözmek için neleri yapmamız lazım hep beraber? Bakınız 2002’de iktidarı devraldılar değil mi? Aldılar. Terör var mıydı? Yoktu, sıfır terör vardı. Bugün ülkenin bir bölgesi yanıyor, yeni şehitlerimiz geliyor. Ölen vatandaşlarımız bizim vatandaşlarımız, bizin kardeşlerimiz, polisler bizim polislerimiz, bizi koruyorlar ama hayatlarını kaybediyorlar. Soru şu: 2002’de sıfır terör varken niçin Türkiye şimdi bir terör batağının içinde? Bu soruyu hepimizin düşünmesi lazım ve şu sorunun arkasından şu soruyu kendimize ve vicdanımıza sormamız lazım: 14 yıldır bu ülkeyi kim yönetiyor, Türkiye Cumhuriyeti’ni 14 yıldır kim yönetiyor? Bunun soruyu hep beraber sormak zorundayız.

14 YILIN SONUNDA NASIL OLUYOR DA TÜRKİYE BİR DARBE GİRİŞİMİYLE KARŞI KARŞIYA KALIYOR?


Değerli arkadaşlarım, yine söyledim, dedim ki, Türkiye tarihinin en büyük krizlerinden birisini yaşıyor. Hep kulak tıkadılar ama bugün bütün gerçekler bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Türkiye, tarihinin en derin krizlerinin yaşamaya devam ediyor arkadaşlar, herkesin bu konuda son derece dikkatli olması lazım.
Tabii, düşünmek, insan olarak birinci görevimizdir düşünmek. Düşünmek, aynı zamanda hayatı sorgulamak demek, çevreyi sorgulamak demektir, siyaseti sorgulamak demektir; düşünmenin temel amacı budur. Düşüneceksiniz, sorgulamak için düşüneceksiniz. O zaman şu soruyu da kendimize soracağız: 14 yılın sonunda nasıl oluyor da Türkiye bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalıyor? Bu ortam nasıl oluşturuldu? Ve bu ortam Türkiye’nin başına nasıl bela edildi? Hepimizin düşünmesi gereken temel konulardan birisi de budur. 14 yıldır bu ülkeyi kim yönetiyor, kimler yönetiyor, kimler Türkiye’yi bu hâle getirdi? Ağlıyoruz, sızlıyoruz, insanlarımız öldü diyoruz, şehitlerimiz var diyoruz, iyi de niçin oldu, nasıl oldu? Kimler getirdi buraya?

GEÇMİŞİ İYİ ANALİZ EDERSENİZ GELECEĞİ DAHA SAĞLIKLI KURARSINIZ

Bu soruyu insan olarak kendimize soracağız. Niye soracağız? Eğer çocuklarımıza güzel bir Türkiye bırakacaksak bu soruyu sormak zorundayız. Aynı hataya, aynı yanlışa tekrar düşmemek zorundayız, tarihi tekerrür ettirmemek zorundayız. Eğer aynı hataları sürekli tekrar edersek farklı bir sonuç çıkmaz ortaya. Aynı hataların bedelini sadece ve sadece bu ülkenin güzel vatandaşları öder, hepimiz ödüyoruz. Bunun doğusu batısı, güneyi kuzeyi yok, bunun kimliği yok, bunun yaşam tarzı yok, hep beraber aynı ağır faturaları ödemek zorunda kalıyoruz. Ne diyoruz? Çağdaş ülkeler, demokrasisi gelişmiş ülkeler geçmişi iyi analiz ederler. Geçmişi iyi analiz ederseniz geleceği daha sağlıklı kurarsınız, geleceği daha güzel kurarsınız, aynı hataya Türkiye’yi düşürmezsiniz. Geçmişi iyi analiz etmek –deprem bağlamında söyledim- hiç de iyi analiz edilmedi, şu anda aynı riskle Türkiye, Marmara Bölgesi karşı karşıya. Demek ki geleceği iyi inşa edemedik. Umarım darbe sonrasında da öz eleştiri olur, güçlü bir öz eleştiri olur, hatalar bir daha tekrar edilmez ve Türkiye geleceğini daha sağlıklı inşa eder.

DARBE GİRİŞİMİNİN SİYASAL AYAĞININ ORTAYA ÇIKARILMASI LAZIM

Değerli arkadaşlarım, geçmişle hesaplaşalım, 15 Temmuz darbe girişimiyle de hesaplaşalım, hesabını soralım. Bakın bu süreçte en dik duran kurum Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. Darbe olduğunda burası bombalandı, tahribatlarını hâlâ hepimiz görüyoruz ama bu Parlamento sabaha kadar darbecilere karşı direndi, onurlu durdu, vatandaşın onurunu korudu, hep beraber. Grubu olan 4 siyasi parti de onurlu bir duruş sergiledi. 4 siyasi parti de darbeye karşı ortak bir metin hazırladı ve 4 siyasi partinin genel başkanları bu metinleri imzaladı. Dolayısıyla Parlamento bu bağlamda, darbeye karşı görevini yaptı. Ve bir şey daha yaptık. Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri bir araştırma önergesi verelim dediler. Bu darbe girişimini araştırmamız lazım. Bu nasıl oldu, bunu sorgulamamız lazım. Ben, bombalar altında eğer bu Parlamentonun onurunu koruyorsam bu işi araştırmak, soruşturmak da benim görevimdir dedi. 26 Temmuz’da Türkiye Büyük Millet Meclisinde oy birliğiyle karar alındı, evet bu konu araştırılsın, araştırma komisyonu kurulmasına karar verildi. Bugün 17 Ağustos, MHP, HDP ve CHP araştırma komisyonuna üyelerini verdiler, üye vermeyen sadece Adalet ve Kalkınma Partisi. Şimdi şu soruyu sormak zorundayım Binali Beye: Neden arkadaş, siz bu araştırma komisyonuna milletvekili görevlendirmiyorsunuz? Hangi gerekçeyle görevlendirmiyorsunuz? Bunu araştıracaksak, buyurun araştıralım. Bu darbe girişiminin siyasal ayağının ortaya çıkarılması lazım. Bu darbe girişiminin ana sorumlularının ortaya çıkması lazım. Parlamento bunu çıkaramazsa kim çıkaracak? Yargı, yargının ne olacağını bilmiyoruz ama bu Parlamento bombalandı, mahkemeler değil, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu olayı soruşturması, araştırması lazım. Pek çok kişiyi davet edip bu işi neydi, ne oldu, nasıl oldu, kimler destekledi bu FETÖ denen terör örgütüne, kimler yerleştirdi bunu devletin bütün kademelerine? Bunu herhâlde bu Parlamentonun sorgulaması lazım, araştırması lazım. Biz bunu araştırmazsak görevimizi yapmamış oluruz.

CAMİYE, KIŞLAYA, ADLİYEYE SİYASET SOKMAYIN


Bakın değerli arkadaşlar, Ne dedik, geçmişi iyi analiz edip geleceği iyi inşa edelim ki bir daha benzer olaylarla karşılaşmayalım, yani bir daha kimse darbeye tevessül etmesin. Bunun sorumlularını ortaya çıkarmak ve bu konuda kararlı bir duruş sergilemek Türkiye Büyük Millet Meclisinin temel görevidir. Bu bağlamda ne yapmamız gerekiyor? Parlamentoyu da güçlendirmemiz gerekiyor. Bakın yıllar yılı biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak F tipi örgütlenmeden söz ettik. Devletin bütün kademelerine bunlar yerleşiyor, yanlıştır dedik. Yargıtay’a atamalar yapıldı, bunların tamamı yanlıştır dedik. Bütün bunların hepsini söyledik, başımıza bu geldi. Bizim güzel bir sözümüz var “Bir musibet bin nasihatten evladır” diye. Şimdi bu musibet başımıza geldi. Demek ki bizim bir şeyler yapmamız lazım. Yapacağımız şeyler nedir arkadaşlar, ne yapmamız lazım? Eğer bunu düşünebilirsek, siyasetçiler olarak bunun gereğini yerine getirebilirsek emin olun bu ülkede bir daha darbe olmaz. Nedir birinci kuralı? Söyledim, yine söylüyorum. Birinci kuralı şudur, bütün siyasilere söylüyorum, il başkanlarına, ilçe başkanlarına, genel başkanlara, milletvekillerine hepsine söylüyorum: Camiye siyaset sokmayın, kışlaya siyaset sokmayın, adliyeye siyaset sokmayın. Camiye her siyasi görüşten vatandaşımız gidiyor. Cami, bir siyasi partinin arka bahçesine dönüşür mü? Böyle bir şey olur mu? Bu nedir? Vatandaşı ayrıştırmaktır, vatandaşı böldürmektir. Kışlaya siyaseti sokmayın dedik. Kışlaya siyaseti sokarsanız Türkiye darbeden kurtulamaz. Oraya da bakmamız lazım. Adalet mekanizması… Ben, adalet istiyorum, adaletin olması lazım. Eğer siz adliyeye siyaseti sokarsanız vatandaş bakacak, bu hâkim bizim partiden, beni beraat ettirir; bu hâkim bizim partiden değil beni mahkûm ettirir. Böyle adalet olmaz. Yargıtay’a 160 Yargıtay üyesi atandığında bu kürsüde dedim ki siz yanlış yapıyorsunuz, Yargıtay’a 160 militan atadınız dedim. Bağırdılar çağırdılar, üstüme geldiler, yanlış yapıyorsun dediler. Şimdi, o 160 militanın tamamını Yargıtay’dan çıkardılar. Biz ne söyledik? Adalete siyaseti bulaştırmayın, adliyeye siyaseti bulaştırmayın. Adliyede hâkim hukukun üstünlüğünü düşünerek karar verecek. Herkesi baştan kimse suçlu ilan edemez, buna göre karar vermemiz lazım. Bu ne anlama geliyor, camiye siyaseti sokmamak? Laikliğin önemini bize anlatıyor, laikliğin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Laikliğin din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olduğunu bize anlattı. Laikliğin insanın inancına saygının gereğini bize anlattı. Herkes inancında özgürdür. Her zaman söylerim, 79 milyon yurttaşın arasında bir Allah’ın kulu çıkıp da “Ben ibadetimi özgürce yerine getiremiyorum” diyorsa, gel kardeşim beni bul; vallahi de billahi de önüne düşeceğim ibadetini özgürce yerine getirinceye kadar senin yanında olacağım ve senin hakkını savunacağım.

ÇAĞRIM BÜTÜN SİYASİ PARTİLERE

Başka bir şey daha yapacağız. Demokrasi olmadan bir ülkede darbeyi önleyemezsiniz. Tam demokrasi istiyoruz, tam demokrasi. Herkesin düşüncesini özgürce açıkladığı bir demokrasi istiyoruz. Üçüncü sınıf bir demokrasi istemiyoruz. Üçüncü sınıf demokrasiyi bize layık görüyorlar. Niye üçüncü sınıf demokrasiyi bizim insanımıza layık görüyorsunuz? Niye birinci sınıf demokrasi olmasın? Birinci sınıf demokrasiyi yakalamanın yolu Türkiye’yi darbe hukukundan arındırmaktır, Türkiye’yi yüzde 10 seçim barajından arındırmaktır. Darbe hukukundan arındıralım dediğimiz zaman “Ya doğru, bu darbe hukukundan Türkiye’yi arındırmak lazım.” diyorlar. Gereğini yapalım. “Olmaz, bu bizim işimize yarıyor.” “Olmaz” dersen Türkiye’ye demokrasiyi getirme konusunda ikircikli davrandığın anlaşılır. Bakın gayet açık, net söylüyorum: Yüzde 10 seçim barajını kim getirdi? 12 Eylülde darbe yapanlar getirdi değil mi, onlar getirdi. Peki, darbeye karşı mıyız? Hepimiz diyoruz ki darbeye karşıyız. Darbeye karşıysak bu darbe hukukunu değiştirelim. “Yok. Bu kalsın, bun değiştirmeyelim, bu olmaz.” Adam gibi çıkacağız, insan gibi çıkacağız, mademki demokrasiyi savunuyoruz, madem diyoruz ki Türkiye darbe hukukundan arındırılsın bu seçim sistemini değiştireceğiz, bu yüzde 10 barajı ayıbından Türkiye demokrasisini kurtarmak lazım; çağrım bütün siyasi partilere.

SORU ÖNERGELERİNE CEVAP VERİLMEMESİ PARLAMENTONUN İTİBARINA GÖLGE DÜŞÜRMEKTİR

Tam demokrasinin kurallarından birisi de Parlamenter sistemi güçlendirmektir. Bu sistem yani Yasama Organını yani milli iradenin tecelli ettiği bu organı güçlendirmek. Bunu söyleyince hepsi “Çok iyi” diyorlar, “Evet, Meclisin güçlendirilmesi lazım” diyorlar. “Meclis çok güçlü” Meclis güçlü değil arkadaşlar. Buradan özellikle Sayın Meclis Başkanına bir çağrı yapmak istiyorum: Bakın milletvekilleri soru önergeleri veriyor. İç Tüzüğe göre soru önergelerinin bürokrasi tarafından, bakanlar tarafından 15 gün içinde cevaplandırılması lazım. Biz bıraktık 15 günü, bıraktık 15 ayı, 20 ay, üç yıl, dört yıl yanıtlanmayan, cevabı verilmeyen soru önergeleri var arkadaşlar. Bu, Parlamentonun itibarına gölge düşürmektir. Ne anlama geliyor, biliyor musunuz? Bir bakan diyor ki “Boş ver, milletvekilinin soru önergesine cevap mı verilir?” Ne demektir? Yasama Organını aşağılamak demektir ve Meclis Başkanı bu aşağılamaya aracı olmamalıdır. Eğer bir bakan, 15 gün içinde soru önergelerine cevap vermiyorsa Meclis Başkanının çıkıp şunu söylemesi lazım: Sayın Bakan, derhal o koltuktan istifa et. Sen bu Meclisten güvenoyu aldın gereğini yap demesi lazım.

BUGÜNE KADAR HİÇBİR BÜROKRAT GÜVENLİK VE İSTİHBARAT KOMİSYONU’NA BİLGİ VERMEDİ


İkinci konu, bu da temel bir konudur: Komisyonlar kuruluyor, bürokratlar komisyonlara davet ediliyor, bürokratlar Meclise gelip bilgi verecekler. Emin olun bürokratların çoğu hatta emekli olanlar bile “Ne Meclisi” diyorlar, adam yerine koyup gelip bilgi bile vermiyorlar. Bakın en son ne kuruldu biliyor musunuz? Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu kuruldu. Bugünler için çok hayati olan bir komisyon. Bugüne kadar hiçbir bürokrat gelip bu komisyona bilgi vermiş değil. Şimdi sormak istiyorum, Meclis Başkanına sormak istiyorum ve Sayın Binali Yıldırım’a sormak istiyorum: İstihbaratın başında olan bir kişi Türkiye Büyük Millet Meclisine gelip bilgi vermiyorsa, bilgi vermemenin güvencesi onu destekleyen bakan ve başbakandır. “Sen gitme Meclise” diyor. “Meclisi adam yerine koymayın” diyor. Siyasetçi “Gideceksin kardeşim” dediği andan itibaren Meclise gelir. Dolayısıyla, yasama organını güçlendirelim deyip kapıyı döndükten sonra “Boş verin” demek durumuna hiç kimse düşmemeli. Böyle bir tabloyu Türkiye’ye kimse yaşatmamalı. Biz, gayet açık, gayet net söylüyoruz: Amerikan Kongresi’ne nasıl gidiyorsa oranın bürokratları, Pentagon’un başındaki adam gidip her türlü soruya nasıl cevap veriyorsa bizim bürokratlar da gelmeli Türkiye Büyük Millet Meclisine, milletvekillerine her türlü sorunun cevabını vermeli, kaçamak cevap vermemeli.

TÜRKİYE BU NOKTAYA LİYAKAT SİSTEMİ ÇÖKTÜĞÜ İÇİN TAŞINMIŞTIR

Değerli arkadaşlarım, devleti yönetmek farklı bir şeydir. Devleti yönetmek devlet olmak değildir. Devlet bakidir, hükümet geçicidir. Hükümet dört yıl süreyle görevli, dördüncü yılın sonunda vatandaşın hakemliğine başvurulur, yeni hükümet kurulur. Yeni hükümet kurulur ve o hükümet güvenoyu alır. Dolayısıyla devletin özünde liyakat kuralı vardır yani işi ehline vermek vardır yani istişare vardır yani danışma vardır. Yani o işi en iyi bilen kişi gelir ve o işi yönetir. Eğer siyasetçi gerçekten Türkiye’yi düşünüyorsa ve Türkiye’nin geleceğini düşünüyorsa, demokrasiyi düşünüyorsa, insan haklarını düşünüyorsa, kadın erkek eşitliğini düşünüyorsa, vatandaşın taleplerine kulak kabartıyorsa liyakat sisteminin ne kadar önemli olduğunun da farkına varmak zorunda. Liyakat sistemi eğer yoksa orada devlet çökmüş demektir. Bakın liyakat sisteminin özünde şu vardır: Bilgi vardır, birikim vardır, deneyim vardır. Bizim cemaatten bunu getirelim, bizim tarikattan bunu getirelim, bizim mezhepten bunu getirelim, bu bizim akrabamız, amcamın oğlu, biz bunu getirelim. Hak ediyor mu? Hiç önemli değil, bizim cemaattense gelsin! Bu, devleti yok saymak demektir ve devleti çökertmek demektir. Bugün eğer Türkiye bu noktaya taşınmışsa liyakat sisteminin olmamasındandır. Liyakat sistemi çöktüğü için taşınmıştır. Bakın, şimdi tipik bir örnek vereceğim. Ben bunu defalarca dile getirdim, Hükümet sözcüsü Sayın Kurtulmuş kalktı dedi ki “Evet, devlette liyakat sistemi olacak, bilgi birikimi olacak, vatana, bayrağı saygı ve bağlılık olacak.” Eyvallah. Ama bugün, bir kanun hükmünde kararname yayınlandı. Efendim, “Özel Harekâtçı olarak alınacaklar KPSS sınavına girmeyecekler.” Niye girmeyecekler? Yani ayakkabı boyacısının oğlu giriyor, genel müdürün oğlu giriyor, diğerlerinin çocukları da giriyor, manavın, bakkalın, simitçinin çocukları da giriyor, Hakkârilinin de Şırnaklının da çocuğu KPSS sınavına giriyor. Başarılı olursam devlette iyi bir yere gelirim diyor. Ama diyorlar ki “Hayır, şimdi olağanüstü hâl var, biz bir yolunu bulalım, Özel Harekâtçı alacaksak bunlar sınavlara girmesinler.” Nasıl seçeceksin? “Bizim partililere sesleneceğim, gelin çocuklar, sizi Özal Harekâtçı yapıyorum.” Bu, doğru değildir. Bir adam, sözünün eri olmak zorundadır. Sayın Numan Kurtulmuş’a sesleniyorum: Sözünün eriysen ve bu sözün arkasında duruyorsan, Bakanlar Kurulu adına bu açıklamayı yapıyorsan bu uygulamayı ya değiştir ya da o görevden ayrıl arkadaş. İstifa et, onurlu bir tavır takın. Ben liyakati söyledim, bunlar liyakate uymadılar, benim bu hükümette görev yapmamın bir anlamı kalmadı de ve adam gibi istifa et, ben bunu istiyorum, liyakat budur.

DEVLET, LİYAKATLİ İNSANLARIN SAYESİNDE VARLIĞINI SÜREKLİ KILAR

Bakın, liyakat bu kadar kolay bir şey de değil, liyakatin bir başka özelliği vardır. Ne dedik? Hükümet olanlar devleti yönetirler. Devlet, liyakatli insanların sayesinde varlığını sürekli kılar. Bir bakan geldi diyelim, herhangi birimiz, herhangi bir vatandaşımız bir bakan oldu, ne oldu diyelim? Tarım Bakanı oldu, Tarım ve Köy İşleri Bakanı oldu. Hayatında hiç tarımla uğraşmamış, peki nasıl bilgi alacağız? Emrindeki bürokratlar bakana her türlü bilgiyi verirler. Hangi olay karşısında nasıl davranması gerektiğini, uygulanan politikaların artılarını ve eksilerini onlar bakana anlatırlar. Böylece, bakanların yani siyasin yani siyaset kurumunun yanlışa sürüklenmesini engellerler. Elbette ki son söz siyasetçinindir ama kamu görevlisi yani liyakatli olan, alınan bir siyasi kararın artısını eksisini bütün ayrıntılarıyla bakanına, siyaset kurumuna anlatır. Anlatır ki bakan ileride ya arkadaşlar, ben bu kararı alırken şu sakıncalar doğacak diye bana niye hatırlatmadınız demesin diye bunu yaparlar. Ve bizim memurlarla ilgili kanunun adı da Devlet Memurları Kanunu’dur, hükümet memurları kanunu değil, Devlet Memurları Kanunu, Anayasal güvencesi olan Devlet Memurları Kanunu, bunu da değiştiriyorlar.

EĞİTİM SİSTEMİ DEĞİŞMEDİĞİ SÜRECE, TÜRKİYE ASLA VE ASLA ÇAĞDAŞ UYGARLIĞI YAKALAYAMAZ

Değerli arkadaşlarım, liyakati nasıl sağlarız? Liyakatin özünde eğitim vardır. Eğer eğitim sorgulayan bir eğitimse, aklın özgürleşmesini sağlıyorsa oradan liyakatli insanlar çıkar. Niçin? Olayı soruşturacak, sorunu masaya yatıracak, nasıl düzeltiriz diye oturacak bütün ayrıntıları konuşacak. Bazen kendi bilgisi yetersiz olur diğerlerini yanına çağıracak, bir sorunu hep beraber çözmeye çalışacaklar. Nasıl olur bu? Eğitimle olur, bilgiyle olur, birikimle olur. Tek tip adam yetiştireceğiz biz! Tek tip adam olmaz. Akıl akıldan üstündür diyoruz, ortak aklı egemen kılalım diyoruz, düşünce özgürlüğü diyoruz, bunların temelinde aklın özgürleşmesi yani sorgulayan eğitim var. Bakın geçen gün Sayın Abdullah Gül çok önemli bir cümle kullandı –bana göre çok önemliydi- “Aklımızı fikrimizi bir kişiye teslim etmemeliyiz” diyor. Aklımızı fikrimizi bir kişiye teslim edersek biz aklımızı kullanmıyoruz anlamına gelir,0 çünkü oradan ne gelirse ben sadece ona uyacağım yani insanın robotlaşması demektir. Neden, aklımızı fikrimizi bir kişiye teslim etmeyelim? Çünkü aklımızı kullanalım. Yüce Yaratan da diyor “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” Aklımızı kullanacağız. Bunu eğitimle yapacağız, daha kaliteli, daha nitelikli sorgulama yapmak için.
Yine, bugünlerde çok sık kullanıldı, üst akıldan söz edilir “Üst akıl böyle dedi, üst akıl şöyle dedi.” Sende akıl yoksa üst akıldan söz edersin tabii, ama akıl varsa bunların tamamını yok sayarsın. Aklımızı kullanmanın yolu sorgulayıcı eğitimden geçer yani irfanı hür çocuklar, vicdanı hür çocuklar, fikri hür çocuklar yetiştirmek zorundayız. Bunlar oturmalılar, konuşmalılar, çocuklarımız dünyayı sorgulamalı. Elin oğlu Mars’a gidiyor, biz hâlâ aklımızı birisine kiraya veriyoruz. Türkiye nasıl büyüyecek, Türkiye nasıl gelişecek? Türkiye, bilimde, teknolojide nasıl önemli adımlar atacak? Bunun yolu eğitimden geçiyor. Söyledim, Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi bu eğitim sistemidir. Bu eğitim sistemi değişmediği sürece Türkiye asla ve asla çağdaş uygarlığı yakalayamaz.

TÜRKİYE’NİN BU ATMOSFERDEN SÜRATLE ÇIKMASI LAZIM

Bu arada dikkat etmemiz gereken bir nokta, yargı bağımsızlığı. Öyle bir atmosfer yaratıldı ki değerli arkadaşlarım, çok tehlikeli bir atmosfer. Hâkim, önüne gelen kişiyi, savcının gönderdiği kişiyi adeta tutuklamak zorunda hissediyor kendisini, tutuklamazsa FETÖ’cü diyecekler diyor bana. O açıdan kim geliyorsa atın hapse, kim geliyor atın hapse. Böyle bir yargı olmaz. Önce, Türkiye’nin bu atmosferden süratle kurtulması lazım, çıkması lazım. Yargı bağımsızdır, hukukun üstünlüğüne göre karar verir, delillere bakar, ona göre gereğini yapar, ama bunu yapmazsanız kurunun yanında yaşı da yakmış oluruz. Bir mazlumun hapse girmesi kolay değildir arkadaşlar. Denir ki, “Bir mazlumun hapse girmesinden bin suçlunun aramızda gezmesi daha evladır.” Çünkü mağdur yaratmak son derece ağır bir sorumluluk gerektirir, böyle bir sorumluluğun altına hiç kimsenin girmemesi lazım. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı bu açıdan çok önemlidir değerli arkadaşlar.

GAZETECİLERİN HAPSE ATILMASI ASLA DOĞRU DEĞİLDİR


Medyaya gelelim: Şimdi, darbe oldu, darbe girişiminde bulundular, hükümet olağanüstü hal yetkisi aldı. Biz, olağanüstü hal yetkisine karşı çıktığımızı her yerde, her ortamda söyledik. Mademki dört siyasi parti uzlaştılar. Dört siyasi parti darbeye karşı, dört siyasi parti bu konuda önlem alacak, getirin Meclise her türlü önlemi alırız. Kanunsa kanunu çıkarırız, ortak aklı egemen kılarız. Dolayısıyla, Parlamentoyu bu işin dışına çıkarmayın dedik ama Parlamento bu işin dışına çıktı. Şimdi, gazeteciler hapiste, gazeteler, televizyonlar kapatılıyor. Arkadaşlar, bunu demokratik dünyaya anlatamazsınız. Bir gazeteciyi niye hapse atıyorsunuz? Yazı yazdığı için, Gülen örgütünü savundu diye, yazılarıyla yardım etti diye. Ya arkadaş, bırak yazılarıyla yardım edeni, çıkıp Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden övgüler düzen adamlar var, peki bunlara ne yapacaksınız? Ne yapacaksınız bunları? Gazeteci, düşüncesini benimsemek bile, savunmasak bile, yanında olmasak bile özgürlüğün timsalidir, bütün demokrasilerde bu böyledir. Gazetecilerin hapse atılması asla doğru değildir. 60 yaşında, 70 yaşındaki gazeteciyi hapse atmak… Gazeteci yargılanmaz mı? Elbette yargılanabilir, tutuksuz yargılarsın. Yurt dışına çıkış yasağı koyarsın, pasaportuna el koyarsın, evinde oturur, kontrol edersin ki her gün gideceksin karakolda imza atacaksın, mesele yok, yargılarsın. Hapse atmanın mantığı yoktur arkadaşlar. Bir gazeteciyi hapse atmak, gazeteleri kapatmak, televizyonları kapatmak darbecilerle aynı çizgiye düşmek demektir. Eğer hukukun üstünlüğünü savunuyorsak medya özgürlüğünü sonuna kadar savunmak zorundayız. Kalemini kullanan, yazısını yazan bir gazeteciyi hapse atmayı asla doğru bulmuyoruz.

CADI AVI BAŞLATMAK ÇOK TEHLİKELİDİR, BU SÜREÇ DOĞRU DEĞİLDİR

Gelelim bir başka konuya: Darbe girişimi suç mu? Evet, suç. Darbe girişiminde bulunanlar hakkında soruşturma açılsın mı? Evet, açılsın. Peki, bunlar sanık oldukları ya da suçlu oldukları düşünülenler savcı tarafından mahkemeye sevk edilsin mi? Evet, sevk edilsin. Yargılansın mı? Evet, yargılansınlar. Soru şu: Nasıl yargılanacaklar? Hukukun üstünlüğü ilkesi içinde bütün sürecin yapılması lazım. Baskı, şiddet, işkence görürlerse bunlar bütün bu çabalar boşuna gitmiş olur. O nedenle hukukun üstünlüğü çok ama çok önemli. Cadı avı başlatmak, herkesi yakalamak, ihbar geliyor. Şimdi herkes birbirini, sevmediği adamları ihbar ediyorlar “Bu FETÖ’cü” diye. Hemen derhal derdest edelim, hâkimin önüne çıkaralım, hapse atalım, bunlar doğru değil arkadaşlar. Cadı avı başlatmak çok tehlikelidir ve bu süreç doğru değildir. OHAL sürecini bu nedenle doğru bulmadık zaten. Herkes birbirini ihbar ederse ortada kimse kalmayacak.

OHAL’İ FIRSAT BİLİP SANATÇIYI İŞİNDEN ETMEK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE YAKIŞIR MI?

Bakın, o kadar acıklı tablolar var ki değerli arkadaşlarım, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde Şehir Tiyatroları var. Bir teknisyen, bir teknik personel ve 6 sanatçı FETÖ’cü diye tebliğ edildi ve işlerinden kovuldular. Oysa bunların bütün hayatı demokrasi üzerine kurulu. Arkasından fırsat bulup 20 sanatçının işine daha son verdiler. Niçin? Efendim, bunların da performansı düşük! Nasıl ölçüyorsun sen kardeşim performansını? Bu sanatçıların tamamı ödül alan oyunlarda oynamışlar. Bütün oyunları kapalı gişe oynuyor. Nasıl oluyor da bunların performansı düşük. Performansını ölçecek olan sen misin, oyunun yönetmeni mi? Şimdi bakın, bir olayı fırsat bilip, OHAL’i fırsat bilip sanatçıyı, gazeteciyi hapse atmak, tutuklamak, işinden etmek, onun çoluk çocuğunu aç bırakmak Allah aşkına Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır mı? Onlar insan değil mi? Beğenirsin veya beğenmezsin, çoluk çocuğu var, ekmek götürecek bu adam evine. Bakın size bir örnek olay anlatayım. Bu İstanbul’daki sanatçıların takipçisiyiz. Buradan çağrı yapıyorum: Hiçbir siyasetçi sanatçıyla uğraşmasın arkadaşlar. Sanatçı özgür dünyanın adamıdır. Sanatçı herkesi eleştirir. Sorun, sanatçıya konu olmayacaksın siyasetçiysen. Eğer sanatçıya konu olursan sanatçı seni eleştirir.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KURALINA GÖLGE DÜŞÜREN UYGULAMALAR VAR

Erzurum’da 30 Temmuzda polisler bir evi basıyorlar gazeteciyi tutuklamak için. Gazeteci yok veya kaçmış, bilmiyoruz. Polisler eşini yakalıyorlar “Kocan gelene kadar bizimlesin” diyorlar. Ya kadının ne günahı var? Kocasını git yakala, sen polissin, gidersin yakalarsın, nerede olduğuna bakarsın. Şimdi, kadını alıyorsun, peki bunun çocukları varsa ne olacak? Bakın bu tür olaylar insanlık dramlarını asla ve asla göz ardı etmemeliyiz. Bunlar devletin üzerine gölge düşürüyor, hukukun üstünlüğü kuralına gölge düşüren uygulamalardır.
Yine başka bir olay: Gazi Üniversitesinden bir Prof. Betül Yazar Hocamız, profesörlüğünü bile FETÖ’cüleri mahkemeye vererek almış, FETÖ’cü diye bunu da açığa alıyorlar. Pes yani! Nasıl oluyor bu? Çünkü birisi ihbar etmiştir, bunlar da tak almışlardır. Bizim önceki genel başkanımızın kızını da FETÖ’cü diye gidip gözaltına almak istediler. Ya, akıl var mantık var değerli arkadaşlarım. Bakın, bir başka örnek: Sakarya’da öğretmen, şeker hastası, gözaltına alınıyor ve bu gözaltındayken ölüyor arkadaşlar. Babası cenazeyi alıyor, belediye ambulans vermiyor arkadaşlar. Daha bu yargılanmamış, suçlu olup olmadığı hiç kimse tarafından bilinmiyor, ambulans verilmiyor. Bir araba tutuyorlar, arabayla Konya’ya götürüyorlar. İmam namazını kılmıyor değerli arkadaşlarım. Sonra bir başka vatandaş buluyorlar, cenaze namazını kıldırıyorlar ve defnediyorlar. Bu, Türkiye’ye yakışır mı? İnsan haklarına yakışır mı? Suçlu olup olmadığı belli değil, nasıl olur da siz bu insana daha kafadan toptan suçlu ilan edersiniz? Bu tür uygulamalar can yakıcı uygulamalardır ve bu tür uygulamalar bir terör örgütüyle mücadelede gölge düşüren uygulamalardır. Başka bir olay daha, bugün Cumhuriyet Gazetesinin de manşetten verdiği bir olay: Bir yüzbaşıyı Akıncılar Üssü’ne çağırıyorlar. Yüzbaşı Özkan Pekin gidiyor, darbeye karşı çıkıyor, darbeye karşı çıktığı için arkadan vuruluyor ama bunu hain ilan ediyorlar. Olay yargılanıyor, sonra mahkeme, savcılık yazı yazıyor, diyor ki: “Bu hain falan değil, bu adam darbecilerle mücadele etti.” Ailesini düşünün. Sonra hakları iade edilecek. Bu tür olaylar doğru olaylar değildir ve bütün bunların üzerine hep beraber kararlılıkla gitmeliyiz.

17-25 AYRI YERDE DURUYOR, O DA YARGILANACAK

Şimdi bir de başka bir şey başladı. Efendim, bütün bu olayları 17-25’e endeksleyen bir anlayışla başladı. Şunu söyleyeyim: Kimse, 17-25 olaylarını aklamaya yeltenmesin, darbeyi de bunun için kullanmasın. 17-25 ayrı yerde duruyor zaten, o da yargılanacak; darbeciler nasıl yargılanıyorsa bu devleti soyanların da yargılanması lazım, kul hakkı yiyenlerin yargılanması lazım.

81 İLİMİZ VAR, 83 İLİMİZ OLSUN

Son olarak Hakkâri ve Şırnak’a geleyim, hoş geldiniz. Çok teşekkürler. Hakkâri, bizim kadim illerimizden birisidir. Hakkâri’yi, orada çevrilen filmlerle biliyoruz, hikâyeleriyle biliyoruz, romanlarıyla biliyoruz, Hakk’ın kentidir Hakkâri aslında, bir kadim kenttir Hakkâri. 1936 yılında il olmuştur Hakkâri, Şırnak 1990 yılında il olmuştur. Nuh’un gemisiyle anılır Şırnak. Dolayısıyla, ne Şırnak’ın ne Hakkâri’nin il kapsamı dışına çıkarılmasını parti olarak asla doğru bulmuyoruz ve bunun mücadelesini vereceğiz. Diyorlar ki “Efendim, iki ili güvenlik nedeniyle ilçe yapıyoruz ve yerine yeni iki il kuracağız.” Bunun kadar abes bir düşünce olamaz. Ne demek ya Türkiye Cumhuriyeti ilini mi koruyamıyor? Yani ben, Hakkâri’nin güvenliğini sağlayamıyorum, Şırnak’ın güvenliğini sağlayamıyorum. İyi de o zaman hükümette ne işin var kardeşim? Bırak, bu illerin güvenliğini sağlayan birileri gelsin o zaman. Eğer siz, güvenlik nedeniyle bunu yapıyorsanız, diyorsanız ki “Yüksekova ve Cizre il olsun” itirazımız yok; Yüksekova da il olsun, Cizre de il olsun, Hakkâri de il olsun, Şırnak da il olsun; 81 ilimiz var, 83 ilimiz olsun. Adalet ve Kalkınma Partisinden Grup Başkan Vekili ve Hükümetten bana bir bakan geldi, size burada anlattığım düşünceleri kendilerine de anlattım. Yani illa siz, Yüksekova ve Cizre il olsun diyebilirsiniz, biz buna itiraz etmeyiz ama bizim cumhuriyet tarihinde bir ilin il vasfından çıkarılması Osman Bölükbaşı’nın bir ilden milletvekili seçilmesiyle başlamıştır ve Kırşehir ilçe yapılmıştır. Bu ayıbı sonra demokrasi temizlemiştir, Kırşehir yeniden il yapılmıştır. Şırnak’ı neden il olmaktan çıkarıyorsunuz yani verdiğiniz bir hak geri alınmaz arkadaşlar, Hakkâri’yi neden bundan çıkarıyorsunuz? Umuyorum ve diliyorum, ortak aklı egemen kılarız. Grubu olan dört siyasi parti de 81 il değil, 83 il kararını alır Türkiye Büyük Millet Meclisinden, herkes memnun olur, kimseyi küstürmeyiz. Şırnak’ı da seviyoruz, Hakkâri’yi de seviyoruz, Cizre’yi de seviyoruz, Yüksekova’yı da seviyoruz, Türkiye’yi seviyoruz, bayrağımızı seviyoruz, vatanımızı seviyoruz, birlikte yaşamak istiyoruz, ayrılmak değil beraber olmak istiyoruz, omuz omuza beraber mücadele etmek istiyoruz.
Hepinize şükranlarımı sunuyorum; sağ olun var olun diyorum arkadaşlarım.

Gündem'den Öne Çıkan Haberler