13.07.2010

13 Temmuz 2010 tarihli TBMM Grup Konuşması

Genel Başkan Kılıçdaroğlu:

-”Bir Başbakan dokunulmazlıkların arkasına sığınıyorsa, hesap veremeyeceği konular var demektir. Halkına hesap vermekten korkan bir siyasetçinin bu ülkede Başbakan olmasına ihtiyaç yok

-“Bir dönem Başbakanlığın önünde yazar kasa atıldı ve Türkiye çalkalandı. Bugün yaşananlar, ekonomik çıkmazın getirdiği intiharlar var ama aynı tepkileri kamuoyundan göremiyoruz. Neden acaba? İzlenen politikalarla insanları intihar edebilecek noktaya sürüklemişseniz birilerinin de bu karamsar tabloyu halka anlatması lazım. Ama anlatılmıyor. Üç maymunları oynuyorlar. Üç maymunları oynamak Türkiye’nin sorunlarını çözmüyor.”

-“Başbakan olağanüstü büyüdük, büyüme rakamlarını iyi yakaladık, neredeyse Çin’i geçtik’ diyeceğine dönüp bir Anadolu’ya baksın. Anadolu kan ağlıyor. İşsizliğin bu kadar yoğun olduğu, fabrikaların icra yoluyla satıldığı bir ortamda siz parlak nutuklar atamazsınız…”

-“Başbakan 2002 yılında mazot fiyatlarını ucuzlatma sözü verdi, Ancak diğer sözleri gibi bu sözünü de yerine getirmedi. Biz daha önce de söyledik, yine söz veriyoruz mazotta kesinlikle özel tüketim vergisini kaldıracağız”

-”Kamuda 53 bin engelli kadrosu boş. Buraya engellileri atamak için anayasa değişikliği şart mı? Sadece idari karara ihtiyaç var, niye atamıyorsunuz?”

Bağımsız Eskişehir Milletvekili Tayfun İçli, DSP’li Hatay Yaylıca Belediye Başkanı Nadir Aslan, Manisa İğdecik Belediye Başkanı İbrahim Bayır, Kahramanmaraş Narlı Belediye Başkanı Metin Ergüven ve Edirne Enez Belediye Başkanı Ahmet Çayır ile DSP’den 20, DP’den 3 ve MHP’den 1 olmak üzere toplam 24 belediye meclis üyesi ve 1 il genel meclisi üyesi de CHP’ye katıldı. Genel Başkan Kılıçdaroğlu, CHP’nin bir çekim merkezi olmaya başladığını ve bu özelliğini genişleterek sürdüreceğini söyledi.

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu CHP’ye katılımların devam ettiği ve CHP rozetlerinin yakalara takıldığı Grup Genel Kurulu’nda güncel olayları değerlendirerek şunları söyledi:

Değerli milletvekilleri, değerli arkadaşlarım; Cumhuriyet Halk Partisi bu süreçte gittikçe güçleniyor, hem parlamentodaki kadrolarını hem yerel kadrolarını güçlendiriyor. Bir çekim merkezi olmaya başladık, çekim merkezi olmayı da sürdüreceğiz. Aramıza katılan değerli belediye başkanlarımızı ve Tayfun İçli’yi yürekten kutluyorum, onlar bize güç ve destek vereceklerdir.

Sayın Başkanlarımız adına da Sayın İçli, kısa bir konuşma yapacak. Buyurun Sayın İçli.

Tayfun İÇLİ (Eskişehir) – Çok teşekkür ediyorum.

Sayın Genel Başkanım, çok değerli arkadaşlarım; sizleri saygıyla selamlıyorum.  Aranızda bulunmaktan gerçekten çok büyük mutluluk duyuyorum. Bazen insanlar çok şey konuşur bir şey ifade edemez, ama bazen bir bakış, bazen dik bir duruş, bazen mevzide bir çömelme çok farklı şeyler de ifade edebilir.  Aranızdan olmaktan, bir kez daha ifade ediyorum, çok büyük mutluluk duyuyorum ve bunun benim için çok büyük bir önemi var.  Umut ediyorum ki, Sayın Genel Başkanımın da ifade ettiği üzere, bu birlikteliğin Türk halkı üzerinde çok olumlu ve etkili olur diyorum. Tekrar sizlere saygılar sunuyorum.

CHP Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU – Değerli milletvekilleri, geçen hafta sonu Balıkesir’deydik ama ondan önce Ankara’da il başkanlarımız, belediye başkanlarımız ve il genel meclisi grup başkanlarıyla da bir toplantı yaptık. O toplantıda hem başkanlarımız kendi yaşadıkları hem bizim sorunlara bakış açımızı karşılıklı görüşme ve tartışma olanağını bulduk, bu açıdan güzel bir toplantı. Bu toplantıları daha sıklıkla sürdüreceğiz.

Balıkesir ve ilçelerini gezdik bu arada hafta sonu, cumartesi ve pazar günü. Edremit, Burhaniye, Altınoluk, Zeytinli, Pelitköy, İvrindi, Balyan, Savaştepe, Altınova’yı gezdik ve her gittiğimiz yerde miting yapma olanağı bulduk, yurttaşların büyük ilgisi vardı. Ayrıca Balıkesir merkeze geldik, orada da oldukça güzel, halkın çok sıcak ilgisiyle karşılaştık ve orada da bir miting gerçekleştirdik. Gezdiğimiz yerlerde gördüğümüz sorunlar aslında Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşanan sorunlardan çok farklı değil. O bölgede zeytin üreticileri ağırlıklı olarak var. Zeytin üreticilerinin de şikâyetleri var ama o şikâyetler bu iktidar döneminde giderilmiş değil.

Tabii tarımda yaşanan sorunlar gerçekten de çiftçiyi bunaltmış vaziyette. İcra daireleri adeta çiftçiler için çalışıyor konumuna gelmiş. Bu açıdan çok ciddi sorunları var çiftçilerin, hayvan üreticilerinin ve tarımda çalışanların. Balıkesir’de konuşurken Sayın Başbakanın 2002’de yaptığı bir konuşmadan alıntı yaparak başladım. İzniniz olursa o alıntıyı yine burada yapmak isterim. 27/10/2002 tarihinde Sayın Başbakan Balıkesirlilere şöyle sesleniyor:

“Mazot fiyatlarınızı, endirekt vergileri, akaryakıt tüketim vergisi gibi bunları kaldırmak suretiyle ucuzlatacağız.” Balıkesirlilere sordum: Sayın Başbakan, 2002’de verdiği bu sözü 2010 tarihine kadar tuttu mu? “Hayır” diye oldukça yüksek bir ses geldi, Sayın Başbakan verdiği sözü tutmamıştı. Biz, daha önce de söz verdik, yine de söz veriyoruz. Mazotta kesinlikle özel tüketim vergisini kaldıracağız, ÖTV mazotta olmayacak.

Sayın Başbakan bunu söylese diyeceğiz ki hadi, ÖTV kaldırılmadı, mazotta pahalılık giderilemedi ama Sayın Başbakan Balıkesirlilere bazı vaatlerde daha bulunuyor. Diyor ki “Üzerinizdeki faiz yükünü azaltacağız ve sadece anaparayı sizlerden tahsil edeceğiz.” Oysa AKP iktidar olduğundan bu yana hiçbir zaman faizlerden vazgeçmedi hem anaparayı hem yüksek faizleri almaya devam ettiler yani Sayın Başbakan verdiği sözü tutmadı.

Yine karşılaştığımız sorun Balıkesir’de farklı değil, işsizlik oldukça ciddi bir sorun, hemen hemen her karşılaştığımız yerde tarım ve işsizlik eş zamanlı olarak bütün yurttaşlarımız tarafından dile getirildi.

Değerli milletvekilleri, Sayın Başbakan Türkiye’nin olağanüstü büyüdüğünden, büyümeden, iyi bir büyüme rakamını yakaladıklarından söz etmiş. Sayın Başbakan rakamlara bakıp diyebilir, evet büyüme var. O rakamlar doğru mu söylüyor, eğri mi söylüyor onun takdiri vatandaşa ait ama bizim gördüğümüz bir şey var. Bu büyüme şu anda vatandaşa yansımış değil. Büyümenin muhatabı AKP ve onun yandaşları olabilir ama vatandaşın bu büyümeden nasibini almadığını biliyoruz.  Türkiye’nin çok saygın bir ekonomi gazetesi var, adı Referans, belki çoğunuz okuyorsunuzdur. Gazetenin başlığı çok ilginç aslında, yüzlerce fabrika icra yoluyla satılığa çıkarılmış ama bu fabrikalar sıradan fabrika değil, “bir zamanların ünlü fabrikaları icradan satılık” diyor. Bir zamanların ünlü fabrikaları hangi ekonomik politikanın sonucu bugün icra yoluyla satılığa çıkarılıyor? Bu fabrikalarda çalışan işçiler ne oldu? 100’ün üstünde bu fabrikalar ve Türkiye’nin bir dönem televizyonlarda reklamlarını izlediğimiz fabrikalar bunlar. Borç batağı içinde çıkış yolu arayan fabrikalar ve icradalar. Bu tabloya bakıp Sayın Başbakanın “Olağanüstü büyüdük, büyüme rakamlarını iyi yakaladık, neredeyse Çin’i geçtik” diye eğer bir kıyaslama yapıyorsa Sayın Başbakan önce dönüp bir Anadolu’ya bakması lazım, Anadolu kan ağlıyor.

Sayın Başbakanın aslında şunu yapması lazım: Ya böyle parlak nutuklar atacak ya da başını iki elinin arasına koyup, acaba biz nerede hata yaptık diye düşünmesi lazım. Ben ikinci yolu öneririm, doğru olan ikinci yol. Nasıl oluyor da bu büyüme halka yansımıyor, emekliye yansımıyor, köylüye yansımıyor, sanayiciye yansımıyor ne oluyor bu büyüme? Ve Sayın Başbakan şunu da düşünmeli: Nasıl oluyor da istihdam yaratmayan büyüme kavramı AKP döneminde temel kavram hâline geliyor. İşsizliğin bu kadar yoğun olduğu, fabrikaların icra yoluyla satıldığı bir ortamda siz parlak nutuklar atacaksınız; oysa düşünmeniz ve çıkış yolu aramanız lazım, nasıl çıkış yolunu yakalamamız lazım, bunu düşünmeniz lazım. Ben, bu tabloyu ifade ederken bir acı gerçeği daha sizlerin dikkatine sunmak isterim. Hatırlarsınız, Denizli’de bir iş adamı intihar etmişti. İçinde bulunduğu ekonomik koşullar bir dönem parlak bir iş adamıyken onun intiharına yol açacak bir süreç ekonomide izlenen politikalar sonucu oluşmuştu. Türkiye’yi gezerken bir vatandaşımız bana bir not verdi. “Kardeşim, Recep Tayyip Erdoğan’ın izlediği politikadan ötürü intihar etti, şikâyeti de Söke Savcılığındadır” diye. Ben de merak ettim. Aradık, araştırdık ve dilekçeyi bulduk. Ali Hamza Karadağ, intihar etmeden önce bir mektup yazıyor ve yazdığı mektupta diyor ki “Ben, iyi bir ticaret adamıydım. Yaşanan kriz beni ciğerimden vurdu. Ne çocuklarıma doydum, ne torunlarıma. İntihar ediyorum, intiharın sorumlusu ve suçlusu da Recep Tayyip Erdoğan’dır” Bu acı tablo, bir savcının önünde duruyorsa ve bu acı tabloyu, hayatını yaşamak isteyen bir kişinin yaşadığı zor ekonomik koşullar sonucu hayatına son veren noktaya getirebiliyorsa bunu Sayın Başbakanın da düşünmesi lazım. Bir dönem kasa atılırdı. Hatırlarsınız, Başbakanlığın önünde bir yazarkasa atıldı ve Türkiye çalkalandı. Bugün, intiharlar var, yaşanan ekonomik çıkmazın getirdiği intiharlar var ama aynı tepkileri kamuoyundan göremiyoruz neden acaba, bunun da sorgulanması lazım.

Değerli milletvekilleri, kuşkusuz, biz karamsar bir tablo çizmek istemiyoruz. Gönül ister ki ekonomisi gelişmiş, insanları mutlu bir Türkiye’yi yaratalım. Bunu iktidar yapar, muhalefet yapar önemli değil, önemli olan ülkenin kalkınmasına herkesin katkı vermesidir. Ama izlediğimiz politikalarla insanları intihar edebilecek noktaya sürüklemişseniz birilerinin de bu karamsar tabloyu halka anlatması lazım. Bize düşen görev bu, bunu anlatmak zorundayız. Anlatalım ki duysunlar, anlatalım ki bilsinler, anlatalım ki dar çevrelerinin dışında farklı bir dünyanın olduğunu bilsinler, orada mutsuz insanların olduğunu bilsinler, orada yatağa aç giren çocukların olduğunu bilsinler ama onlar duymuyorlar, üç maymunları oynuyorlar. Türkiye’nin sorunlarını üç maymunları oynamak çözmüyor.

Değerli milletvekilleri, bir konu hakkında daha size bilgi vermek isterim. Tarih 17 Mayıs 2010, yer Zonguldak, saat 13.28. Bir grizu patlaması ve 30 yurttaşımız yaşamını yitiriyor. Bu grizu patlaması sadece o ailelerin ocağına bir ateş gibi düşmüyor. 30 yurttaşımızın yaşamını yitirmesi bütün gazetelerimizde manşet oluyor ve Türkiye bu acıyı tümüyle paylaşıyor ve Zonguldak yas ilan ediyor ve bizler de bu acıyı paylaşıyoruz. Sonuçta bu insanlar alın teriyle ekmek kazanmak istiyorlar, sonuçta bu insanlar denizin 540 metre altında yaşam savaşı veriyorlar, ekmek kavgası veriyorlar, alın teri döküyorlar. Bunlar hayali ihracat yapmıyor, bunlar köşe dönme hevesi içinde değiller, bunlar alın teriyle emeği birleştirip gelir elde etmek istiyorlar ve bunlar yaşamını yitirdiği zaman tabii tüm Türkiye yasa boğuldu, Sayın Başbakan da Zonguldak’a gitti. Sayın Başbakan Zonguldak’ta şu açıklamaları yaptı, izninizle onları tekrar hatırlatmak isterim.

“Bu mesleğin -yani yeraltındaki maden işçiliğinin- kaderinde maalesef bu var. Bu yörenin insanları aslında bu tür olaylara alışık. Bu mesleğe giren kardeşlerim bunu bilerek giriyorlar.” İmza, Recep Tayyip Erdoğan.

Şimdi, düşünün arkadaşlar, Sayın Başbakan diyor ki, zaten siz ölüme gidiyorsunuz. Bunu bilerek de yapıyorsunuz. Bu işin sonunun ölüm olduğunu da zaten biliyordunuz. O nedenle aslında yapacak bir şey yok demektir. Bu anlayış, bizim asla kabul etmediğimiz bir anlayıştır. Eğer biz, bunu kader olarak algılıyorsak doğal olarak şu soruyu soracağız: Niçin biz, ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisiyiz ve dünya üçüncüsüyüz? Diğer ülkelerde yeraltında çalışan maden işçileri için kader olmayan bir şey neden bizim işçilerimiz için kader oluyor? Orada ölümlü kazalar çok ama çok azken niçin bizde 30, 40 kişi birdenbire yaşamını yitirebiliyor? Bunun da sorgulanması lazım.

Biz, bu konuyu konuştuk, konuyu tartıştık ve unuttuk ama Cumhuriyet Halk Partisi unutmadı. Bu konuda ne oldu dedik, raporları çıktı mı çıkmadı mı? Arkadaşlarımız gittiler, konuyu fikri takip yaptılar, raporları buldular ve getirdiler. Şimdi bu raporları sizinle paylaşacağız. Sayın Başbakan, tabii bunu kader olarak söylerse işçilere “bilerek zaten bu işe giriyorlar” derse, doğal olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da bu işçilerimiz için “Güzel öldüler” diyecektir ve öyle söyledi. Değerli arkadaşlar raporu bulduk. Rapor gerçekten içler acısı. Ortaya çıkan tablo şu değerli arkadaşlar. Resmi rapora göre patlamada yüzde 30 oranında Türkiye Taş Kurumunun kabahati var, yüzde 70 oranında da alt işverenin kabahati var, yani ölen hiçbir işçinin kabahati yok. Sayın Başbakana o zaman sormamız lazım. Kabahatler başkasındayken, ölüme başkaları yol açarken, alınmayan önlemler nedeniyle 30 işçi yaşamını yitirirken siz bunları görmeden ve bilmeden ve bunları araştırmadan soruşturmadan bu işçileri bilerek ölüme gönderenler için ne yaptınız? Bunu herhalde soracağız. Herhalde Sayın Başbakan, sorumlu bir devlet adamıysa, sorumlu bir başbakansa herhalde bunun yanıtını verecektir. Sayın Başbakan ne diyordu? “Ben yürütmenin başıyım” diyordu, değil mi? Bizim anladığımız yürütmeyle onların anladığı yürütme farklı değilse, o zaman bu soruya Sayın Başbakanın cevap vermesi lazım.  Biz yürütmeden şunu anlıyoruz, yani icra: İşçiyi maden ocağına gönderirken yasaların ve yönetmeliklerin öngördüğü bütün önlemleri alacaksın. Sen yürütmenin başısın, sana bağlı bakanlar var, bürokratlar var, yaptın mı yapmadın mı? Ama yürütmeyi böyle değil de başka türlü anlıyorsan zaten bunları yapamazsın. Ortaya çıkan tablo, o yürütmenin AKP tarafından başka türlü algılandığı tablosudur. Şimdi, ortaya çıkan rapordan belli cümleleri okuyorum arkadaşlar. Şöyle diyor: “Sistemdeki hava kapılarının güvenli olmadığı…” Denizin 540 metre altında çalışıyorsunuz, sistemdeki havalandırma kapıları güvenli değil ve önlem almamışsınız. “Kullanılmakta olan pervanelerin gücünün ana havalandırmadan gelen hava miktarına göre uygun olmadığı…” Yeterli hava bile gelse pervanelerin gücü yetersiz diye yeteri kadar hava vermiyor. “Kontrol ve degaj sondajlarının güvenliğinin yeterli düzeyde yapılmadığı, kontrol sondajlarının sonuçları değerlendirilerek gerekli önlemlerin alınmadığı.” Saptama var ama gerekli önlemler alınmamış. “Ocak içerisinde metan gazı oranının yüzde 1,5’uğu geçmesine rağmen kesicilerin enerjiyi kesmediği.” Oysa metan gazı 1,5’uğu geçtiği andan itibaren otomatikman devreye girmesi ve kesmesi lazım. 1,5’uğu geçiyor ama aygıtlar çalışmıyor. “Düzenli olarak gaz ölçümlerinin yapılmadığı ve ölçüm sonuçlarının düzenli olarak kayıt altına alınmadığı, metan gazı tehlikeli düzeye çıkmasına rağmen gerekli ve yetkili kişilere haber verilmediği öğreniliyor, yine haber verilmiyor.

“Çalışma alanlarına yerleştirilen sensörlerin yerlerinin değiştirildiği, ayarlarının değiştirildiği ve donanımlarının amaçları dışında kullanıldığı…” Düşünün, sensör koyuyorsunuz tehlikeyi önlemek için, ayarını değiştiriyorsunuz, yerini değiştiriyorsunuz ve kazaya neden oluyorsunuz. “Olay günü kaza vardiyasında Türkiye Taş Kömürü Karadon Müessesesi kablo döşeme aracılığıyla devre dışı bırakıldığı ve durumun kafesin acil bir durumda kullanılmasını ortadan kaldırdığı…” Patlama sonucu kafesin derhal inmesi lazım, ama maalesef bunu da yaptığınız bir çalışma sonucu devre dışı bırakmışsınız ve daha önemlisi değerli milletvekilleri, bu yerin 540 metre altında çalışan işçilerin 23’ünün mesleki eğitim bilgilerinin olmadığı tespit edilmiş. Şimdi, toplam 15 kişi, ben size sadece 7 – 8’ini okudum. Bütün bunların ortaya çıkardığı sonuç ölen işçinin hiçbir kabahati yok. Ana işverenin ve alt işverenin birisinin yüzde 30, birisinin yüzde 70 kabahati var.

Ölen işçiler için ne yapıldı? Sadece, İs Kazası Sigortasından ailelerine sembolik bir aylık bağlandı. Başka? Hiçbir şey yapılmadı. Şimdi merak ediyorum; Sayın Başbakan bu rapordan sonra Türkiye Taş Kömürü Kurumu yetkililerine, bu alt işveren olan şirkete acaba ne tür bir yaptırım uygulayacak onu hep beraber izleyeceğiz. Biz fikri takip yapacağız ve o işçilerin haklarına sahip çıkacağız. Zonguldak’ta da yine, avukatlar aracılığıyla, bu işçilerin karşılaştıkları mağduriyet mutlaka sorgulanacak, yargıya intikal ettirilecek ve ailelerine gerekli güven verilecektir.


Buradaki sorun şu değerli arkadaşlar: Ölen işçileri ölümlerini kader diye tanımlıyorsunuz, Sayın Başbakan diyor ki “Ölen işçiler, işte kaderleriydi, gittiler, öldüler, zaten biliyorlardı öleceklerini.” Acaba gerçek böyle mi? Gerçek, hükümetin kendi kabahatlerini gizlemek için kader sözcüğüne sığınmasıdır. Kabahat bellidir, resmi raporlarla ortaya çıkmıştır. Ortada kader falan yoktur, ortada doğrudan doğruya hükümetin aymazlığı vardır.

Bu olay, aslında tipik bir Gazze olayı. Gidecekler belli idi, uyarılar belliydi, gönderdiler 9 yurttaşımız yaşamını yitirdiler. Ne oldu? Estiler, gürlediler, bağırdılar, çağırdılar, kıyameti kopardılar ne oldu? Hiçbir şey olmadı, hepsinin kanı yerde kaldı. Efendim, böbürleniyorlar “ölenlerin cenazelerini getirdik” diye. O da Amerika devreye girdiği için, yoksa onu da getiremeyecekler ve AKP hükümetiyle alay eder gibi “Mavi Marmara Gemisini de turistik gemi olarak kullanacağız” diyorlar ve burada çok önemli bir şey var. Değerli milletvekilleri, Dışişleri bakanları bir kabinede, bir bakanlar kurulunda ağırlığı olan bakanlardır. Dışişleri bakanları sözlerini özenle seçer ve kullanırlar çünkü Dışişleri bakanları sadece kendi toplumuna değil, Türkiye’nin dışarıdaki aynasıdır, söylemlerinde o açıdan çok önemlidir ve dışişleri bakanları özellikle parlamentoda milletvekillerine doğru bilgi vermek zorundadırlar. Geçen, Sayın Dışişleri Bakanı, Türkiye Büyük Millet Meclisinde kürsüye çıkıyor ve 550 milletvekilinin gözlerinin içine bakarak doğruları söylemiyor. Diyor ki Gazze olayında “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kınama kararı aldı.” İyi de biz niye bu kararı görmüyoruz? Niçin Birleşmiş Milletlerin internet sitesinde yok? Bir Dışişleri Bakanı, Parlamentoda doğruları söylemezse, o Dışişleri Bakanına nasıl güveneceksiniz?  Ve bu Dışişleri Bakanı, bir de sözde entelektüel birikimi olan, kitap yazan bir Dışişleri Bakanı. O zaman onun yazdığı kitaplara da biz kuşkuyla bakacağız, onun aldığı eğitime de biz kuşkuyla bakacağız. Ahlaki değerleri gelişmemiş bir Dışişleri Bakanı, 21 inci Yüzyılda Türkiye Cumhuriyetine Dışişleri Bakanlığı yapabilir mi?  Çıkacaksınız Mecliste yalan söyleyeceksiniz, bunun Türkçesi bu. İnsanın vicdanı rahatsız oluyor, böyle bir anlayış olabilir mi? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin kararı ayrı, başkanın yayınladığı bildiri ayrı. Yani bizi bunu bilmeyecek kadar cahil mi sanıyor bu Dışişleri bakanı. Böyle bir anlayış olabilir mi?

Değerli milletvekilleri, konuşmamın başında Sayın Başbakanın Balıkesir’de verdiği sözleri tutmadığını Balıkesirlilere hatırlatmıştım, ÖTV’yi kaldıramadığını söylemiştim. Belki Sayın Başbakan şunu gerekçe gösterebilir: Efendim, biz kaldıracaktık ama bizim bütçe koşulları pek uygun olmadı, o nedenle zamana bırakıyoruz (belki zaman içinde kaldırabiliriz) diye bir gerekçenin arkasına sığınabilir. Ama şimdi gündemde Anayasa ile ilgili referandum var ve Sayın Başbakanın verdiği ama tutmadığı bir sözü daha hatırlatmak isterim. Sayın Başbakan, 1 Ekim 2002’de Amasya’da bir nutuk düzenliyor ve şunu söylüyor: “Dokunulmazlık zırhına aday olmayan tek lider benim.” Yani “benim dokunulmazlığa ihtiyacım yok” demektir. Teşekkür ediyoruz. 20 gün sonra 20 Ekim 2002’de Mersin mitinginde konuşuyor, “Kürsü dokunulmazlığı dışındaki diğer dokunulmazlıkların kaldırılmasından yanayız.” Tam CHP söylemi, Halk Partisinin söylemi. Diyor ki “Kürsü dokunulmazlığı dışında bütün dokunulmazlıkları kaldıracağız.” Geçiyor, 5 gün sonra, 25 Ekim 2002’de, Uğur Dündar’ın programı, önceki genel başkanımız Deniz Baykal’la beraber televizyonda bütün millete söz veriyorlar, “dokunulmazlıkları kaldıracağız” diye. Sayın Başbakanın ifadesi şöyle. “İktidara geldiğimizde dokunulmazlıkları kaldıracağımıza milletin önünde söz verdik.” Ve seçimler oluyor, Sayın Başbakan seçimlerde birinci parti oluyor ve Başbakan olarak gelip koltuğa oturuyor. Gazeteciler, 24 Kasım 2002’de Sayın Başbakana hatırlatıyorlar “Dokunulmazlık konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye. Sayın Başbakan diyor ki “Bu konuyu ilk birinci yılda düşünmüyoruz.”  Bugün ne arkadaşlar? 13 Temmuz 2010, kaç bir yıl geçti. Şimdi soru şu: Eğer çağdaş bir ülkede, halkın demokrasiyi sağlıklı sorguladığı bir ülkede bir başbakan verdiği sözü tutmazsa seçimlerde o başbakan mahkûm edilir, demokratik yollarla sandığa gömülür.  Şimdi, bir değil, iki değil, üç değil, dört değil, başbakan oluncaya kadar gittiği her yerde söz veriyor “dokunulmazlıkları kaldıracağız” diyor. Hadi geldin bir yıl tamam, dikkate almadık, ona da razıyız. Aradan bunca yıl geçti neden bir başbakan dokunulmazlıkların arkasına saklanma ihtiyacı duyar? Anayasa kaç kez değişti? Sayın Başbakana kaç kez söyledik, verdiğin söz var, millete verdiğin söz var, bari bu sözü tut. Tutmuyorlar. Bir başbakan dokunulmazlıkların arkasına sığınıyorsa hesap veremeyeceği konular var demektir, hesap vermekten korkuyor demektir. Halkına hesap vermekten korkan bir siyasetçinin bu ülkede başbakan olmasına ihtiyaç yoktur.  Dokunulmazlıkları kaldırmayacaksınız, referanduma meraklı bu hükümet, gelin referanduma gidelim, halka soralım bakalım dokunulmazlıklar kalsın mı, yoksa kalksın mı diyorlar, soralım bakalım.  Sayın Başbakan buna cesaret edemez. Bu nedir biliyor musunuz? Sayın Başbakan bu halka güvenmiyor demektir. “Bu halkı ben rahat aldatırım” demektir. Bu halka “yalan” söylerim, yalan söylerim ve halk da bana oy verir demektir. Biz bu anlayışı yıkmalıyız.

Şimdi bir anayasa değişikliği yaptılar, ”yapmayın” dedik. 2 maddeyi kaldırın, getirin biz de oy verelim geçsin. Türkiye’nin zaten kaynağa ihtiyacı var, boşu boşuna para harcamayalım dedik. Tasarrufa en çok senin hükümetinin ihtiyacı var, ama biz bildiğimizi okuruz dediler. Anayasa değişikliği geldi önümüze ve bunlar samimi değiller. Neden samimi değiller? Bakın şimdi bunların samimiyetsizliğini ortaya koyuyoruz. Yaptıkları düzenlemede engellilere pozitif ayırımcılık getiriyorlar. Güzel, yani kim engellilere pozitif ayrımcılık gelmesin der? Ama dönüp Sayın Başbakana şu soruyu sormadan edemiyorum: 53 bin engelli kadrosu kamuda boş. Buraya engellileri atamak için Anayasa değişikliği şart mı? Hayır, değil, sadece idari karara ihtiyaç var. Niye atamıyorsunuz?  Ama sanıyorlar ki engellileri kandırarak engellilerin de oyunu alacaklar. Engelliler bu oyuna gelmezler. Sizin koyduğunuz engeli de engelliler aşacaktır, buna inanıyorum.

Çocuklar için pozitif ayrımcılık getirmişler. Zaten yasalar var. Bizim anayasamızda da zaten belli hükümler var. Ama şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: 220 bin çocuk okula gitmiyor. 220 bin çocuğu okula kazandırmak için anayasa mı engeldi? Bunu niye yapmadınız? Elinizden kim tuttu? Muhalefet mi engel oldu? Hayır. İşlerine gelmiyor, başka işlerle uğraşıyorlar bunlar. Peki, binlerce çocuk sokaklarda çalışıyor. Sokaklarda çalışan çocuklar sizin izlediğiniz ekonomik politikanın bir sonucu değil mi? Anayasa mı engel sokakta çalışan çocuklara? Hayır. Ama sanıyorlar ki, biz bunu yaptığımız zaman okula gitmeyen çocukların aileleri, sokakta çalışan aileleri çocukların sorunu çözülecek, bunlar da koşa koşa gidip anayasaya evet diyecekler. Bu tuzağa kimse düşmemeli.

Bir şey daha var. Efendim, kişisel verilerin gizliliği, bunu anayasa hükmü hâline getiriyorlar. Kişisel veriler zaten gizli, bunun yasası zaten var. Açıklanması da suç ama merak ediyorum. Tekel işçilerinin banka hesaplarını bu Sayın Başbakan açıklamadı mı? Bu veriler gizli değil mi? Sizin banka hesaplarınızı Başbakan nasıl açıklar? Şimdi diyorlar ki anayasaya getiriyoruz ve bizi kandırmaya çalışıyorlar. Eğer kişisel verilerin gizliliğine bu hükümet saygı duysaydı Tekel işçilerinin banka hesaplarını açıklamazlardı.

Bir şey daha var. Özel yaşamın gizliliğiyle ilgili olarak. Allah aşkına bu hükümetten önce biz telefonlarla rahat konuşmuyor muyduk? Bu hükümetin Ulaştırma Bakanı çıkıp kürsüye “Telefonlarınızın dinlenmesini istemiyorsanız telefonla konuşmayın” demedi mi? Anayasa hükmü hâline getirseniz, getirmeseniz ne olur, siz zaten dinliyorsunuz, dinletiyorsunuz, dinleyenlere kucak açıyorsunuz, onların sırtını sıvazlıyorsunuz ama işinize gelmeyenleri de Silivri’ye gönderiyorsunuz, bu çifte standarda isyan edeceğiz.

Bilgi edinme hakkıyla ilgili düzenleme de geliyor. Zaten yasası var, Anayasada olsa ne olur olmasa ne olur. Yasa var. Burada da ikiyüzlü bir politika izliyorlar. Bakınız bırakın vatandaşları, milletvekillerinin sordukları sorular var, hükümete soruyorlar ve 15 gün içinde hükümetin cevap vermesi lazım. Bu sekiz yıl içinde 7 037 soru önergesine ya cevap verilmemiş veya süresinden sonra verilmiş. Benim bildiğim, sekiz yıldır cevap verilmeyen soru önergeleri var, anayasada hüküm olsa ne olur, olmasa ne olur, siz zaten istediğinize cevap veriyorsunuz, istediğinize vermiyorsunuz, üstelik cevap verirken de eksik cevap veriyorsunuz ve ondan sonra dönüp millete diyeceksiniz ki, efendim, biz bilgi edinmeyi de bir anayasal hüküm hâline getirdik.

İkiyüzlülüğe bir örnek daha, Ekonomik Sosyal Konsey, Ekonomik Sosyal Konsey kurulacak diye anayasaya getiriliyor, güzel, zaten var, kanunu da var. Yasasına göre, çıkardıkları yönetmeliğe göre ekonomik sosyal konseyin üç ayda bir toplanması lazım. İnsaf, neredeyse üç yıl geçiyor, toplanmadılar. Sen, kanunu uygulamıyorsun, çıkardığın yasaya saygılı değilsin, çıkardığın yasaya uymuyorsun, senin anayasaya uymanı kim bekler. Halkın gözünü boyamak.

Bir düzenleme daha yapıyorlar. Efendim, şehit ailelerine pozitif ayrımcılık. Allah aşkına şehit aileleri Türk bayrağıyla Meclise gelirken kapıları bunlar kapatmadılar mı? Şehit aileleri Türk bayrağıyla içeri girmez diye bunlar engel olmadılar mı?

Memurlara toplu sözleşme hakkı geliyormuş, toplu görüşme vardı, toplu sözleşme. Peki, toplu sözleşme yaptık, çağırdık memurları konuşuyoruz. Memurlar dediler ki az ne olacak? Heyete gidecek. Heyet ne derse kesin, bitti. Grev hakkı? Grev hakkı yok, “çünkü memurlar grev hakkına layık değil” diyorlar. Ve siz bir de diyorsunuz ki, biz Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bir üyesiyiz. O örgütün yapmış olduğu düzenlemeleri biz kabul edeceğiz. Avrupa Birliğine adayız, biz memurlara grev hakkı vereceğiz. Vermiyorsunuz ve insanları kandırıyorsunuz.

Efendim, disiplin kararlarına yargı yolunu açıyorlarmış. Allah aşkına bu hükümetin bakanları, bürokratları yargı kararlarına uymadılar diye dünyanın tazminatına mahkûm olmadılar mı? Oldular. Hangi kararı açıyorsunuz siz? Mahkeme kararını uygulamıyorsunuz siz. Yağma düzeni hâline getirdiğiniz özelleştirmelerden iptal edilen yüzlerce karar var, çoğunu uygulamadınız, Balıkesir SEKA dâhil, böyle bir anlayış olabilir mi? Peşkeş düzeni yaratıyorsunuz, ondan sonra dönüp diyorsunuz ki biz anayasada hakları, demokrasiyi, özgürlükleri genişleteceğiz. Bunlar AKP’nin ikiyüzlü politikalarıdır. Bunların temel amacı öyle hak, özgürlük, demokrasi değil, Yüce Divan’dan kurtulmanın yolu olarak yargıyı ele geçirmektir, bunların amacı budur.  Dokunulmazlıkları söz verdiğin halde kaldırmayacaksın, yargıyı ele geçirmek için özel düzenlemeler yapacaksın sonra diyeceksin ki “Biz bunu hap gibi yaptık.” Bu millet bu hapı yutmaz, hapı yutmamalı, hapı yuttu deyimine mutlaka muhatap olmamalı. Bizim vatandaşımız bilinçli, sandığa gitmeli, eğriyi doğruyu ölçmeli ve ona göre oyunu kullanmalı. AKP’nin ikiyüzlü politikaları çok açık ve net ortada, bu politikalara halkımız tutsak olmamalı. Doğrusu neyse o bağlamda düşünmeli ve kararını vermeli.

Bu hükümet özgürlükleri getiren bir hükümet değildir. Bu hükümet hakları genişleten bir hükümet değildir hatta bu anayasal düzenlemeyle bazı haklar da vatandaşların elinden alınmaktadır. Şikâyet etme hakkı elinden alınmaktadır, yargıya başvurma hakkı elinden alınmaktadır ve siz bunu anayasayla yapıyorsunuz. O nedenle daha dikkatli, daha tutarlı, olayları sorgulayan, Türkiye’nin geleceğini düşünen bir anlayışla sandığa gidip AKP’ye, 12 Eylül’de, 12 Eylül uzantısı olan bu anayasaya, yani sivil dikta heveslisi olan bu anayasaya, 12 Eylül anayasasına nasıl hayır diyorsak, sivil dikta anayasasına da aynı gerekçelere hayır demeliyiz.

Teşekkür eder, saygılar sunuyorum.