11.01.2011

11 Ocak 2011 tarihli TBMM Grup Konuşması

Genel Başkan Kılıçdaroğlu:

-“Oktay Ekşi geniş kitleleri kalemiyle aydınlattı. Onun gelmesinden gurur ve onur duyuyoruz. Kuşkusuz CHP’li olmanın ne demek olduğunu çok güzel anlattı. Kalemini satmadı, kalemini bağımsız kullandı. Yeri geldi CHP’yi de eleştirdi. Ama AKP iktidarıyla beraber kalemi askıya alındı. O kalemi askıya almayacağız. Burada yazacaksınız, söyleyeceksiniz, bağımsızsınız.”

-“Dün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ydü. Adı ne kadar güzel. Ama yüzlerce gazeteci çalışmıyor işsiz. Pek çok mağduriyetle birlikte çalışıyorlar. Onların yıpranma hakları AKP hükümeti tarafından ellerinden alındı. Halkın iktidarında o kaybettiğiniz hakları vereceğiz, hiç endişe etmeyin.”

-“5 askerimiz yaşamlarını yitirdiler. Onlara Allah’tan rahmet diliyoruz. Onlar bizim gönlümüzde hep olacaklardır.”

-“Kıvırcık Ali hepimizin tanıdığı bir sanatçı. Trafik kazasıyla yaşamını yitirmiş. Bundan sonra o türküleriyle hep aramızda olacak. O bir halk ozanı. Kendisine tekrar Allahtan rahmet diliyoruz.”

-“Muhtarlar demokrasinin en saf yaşandığı yerdir. Onlar mahalledeki köydeki yurttaşta kendi muhtarını seçer. O açıdan, muhtarları bulundukları bölgede sorun çözen kısımda olmak istiyorlar. Muhtarlar, aldıkları aylıkları hak etmediklerini düşünüyorlar. Haklılar. Muhtarların sosyal güvenlik primini halkın iktidarı ödeyecektir. 53 bin muhtarımız var. Onların ortak ses çıkarmasını isterim. Bizim sorunumuzu hangi siyasal iktidar ele alıyor ve bize anlatıyor. Kim sizin sorununuzu çözüyorsa onun yanında olun.”

-“Ne zaman Başbakan çıksa kürsüye Türkiye’nin nasıl büyüdüğünü anlatır. İhracatı anlatır. Anlatır da anlatır. Onu dinleyenler, Türkiye büyüyor diye düşünür. Hiç kimsenin sorunu yok onu dinlediğiniz zaman. Ama sorunlar o kadar acı ki, devletin kurumları bile gizleyemiyor.”

-“En son TÜİK’in bir araştırması yayınlandı ve 2008’den 2009’da 818 bin yoksul sayısı arttı. 2008’de 11 milyonken, 2009’da bu sayı 12 milyon 700 bine çıktı. Ben merak ediyorum. Sayın Başbakan buna nasıl yanıt verecek. Siz hiçbir AKP yöneticisinin, ben yoksullaştım diye bir lafını duydunuz mu? Hepsi köşeyi döndüler. 818 bin kişilik yoksul sayısı AKP’nin yarattığı tablodur. Bunu bilmemiz lazım. Bunlar sadece kendilerini düşünüyorlar. Sadece yandaşlarını düşünüyorlar. Halk yoksullaşmış, bunların amacı bunu yoksulluğu önlemek değil. Yoksulları yönetmek. Bütün yoksul kardeşlerime sesleniyorum. Sizi bu hale getiren Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıdır. Bunu unutmayın, bir köşeye yazın. Bir şey daha. Yoksulluğu en ağır yaşayan kadınlar ve çocuklar.”

-“Bunlar 3Y ile mücadele için gelmişlerdi. Bunu devletin resmi kurumu söylüyor. Yoksulluk sayısı arttı. Yolsuzluk sayısı orada artık sayı mayı kalmadı. Artık yolsuzluk sıradanlaştı. Elazığ’da dönen dolapları gazetelerden okuyoruz. Yolsuzluk var burada diyorlar. İçişleri Bakanı hayır yoktur diyor. Yürekli bir savcı hayır var deyip, Danıştay’a başvuruyor. Danıştay araştırabilirsin diyor.”

-“Üçüncü neydi? Yasaklarla mücadele. Geçen hafta RTÜK yasası görüşüldü. Başbakan artık istediği televizyon kanalı kapatacak. Padişah mısın sen kardeşim? Bu yetkiyi nasıl alıyorsun sen. Bu yetkiyi veren vekiller hiç düşünmüyorlar mı? Siz yasaklar için geldiniz. Başbakan işi gücü bırakacak artık, televizyon kanallarını izleyecek. 4. Murat’ta bile böyle yetki yoktu.”

-“Sözlü sınavda torpil yapıldığı tespit edildi. Danıştay kamera konulsun dedi. Şimdi bir yasa getiriyorlar. Kamerayı kaldıracağız. Niçin? Özel hayatın gizliliğiymiş. Sınava ben itiraz etmiyorum. O sınava girenler itiraz ediyor.”

-“Delille oynamak, delil karartmak bir Adli Tıp Kurumu’nun görevi olabilir mi? Hizbullah davasında 5 yıl dosya bekledi Adli Tıp’ta. Bunlardan biri çıktı da neden 5 yıl bekledi diye sorduklarını duydunuz mu? Sormazlar. Ama Danıştay’a, Yargıtay’a yüklendiler.”

Sayın Oktay Ekşi bir kalem ustası, yıllarını verdi, aynı zamanda bir medya duayeni. Emek harcadı, geniş kitleleri kalemiyle aydınlattı. Şimdi, o görevi Cumhuriyet Halk Partisinin çatısı altında yapacak, onun gelmesinden onur ve mutluluk duyuyoruz. Hoş geldiniz diyorum.

Kuşkusuz, Cumhuriyet Halk Partili olmanın ne olduğunu çok güzel anlattı. “Bağımsızlık benim karakterimdir” dedi her Cumhuriyet Halk Partilinin söylediği gibi. Kalemini satmadı, kalemini bağımsız kullandı, yeri geldi Cumhuriyet Halk Partisini de eleştirdi, yeri geldi doğruları söylemekten çekinmedi ama AKP İktidarıyla beraber kalemi askıya alındı. O kalemi askıya almayacağız, burada yazacaksınız, burada söyleyeceksiniz, burada özgürsünüz ve bağımsızsınız. Hoş geldiniz diyorum.

Dün 10 Ocak, Çalışan Gazeteciler Günü idi. Adı ne kadar güzel, Çalışan Gazeteciler Günü, ama yüzlerce gazeteci çalışmıyor, işsiz; yüzlerce gazeteci çalışmamanın ötesinde pek çok mağduriyetle birlikte yaşıyorlar. Onların yasalardan kaynaklanan yıpranma hakları AKP Hükümeti tarafından ellerinden alındı. Buradan söz veriyorum. Halkın iktidarında o kaybettiğiniz hakları size fazlasıyla vereceğiz, hiç endişe etmeyin.

Değerli milletvekilleri, 5 askerimiz, gece eğitim uçuşu sırasında yaşamlarını yitirdiler. Onlara Allah’tan rahmet diliyoruz, ailelerine, kahraman ordumuza da başsağlığı diliyoruz. Onlar bizim gönlümüzde hep olacaklardır.

Değerli milletvekilleri, hafta sonu iki ayrı bölgeye gittik, Erzin, Dörtyol ve İskenderun’a, daha sonra Germencik ve Kuşadası’na gittik. Erzin ve Dörtyol narenciyenin başkenti aslında. Narenciyeyi üreten, büyük ölçüde ihraç eden, ekmeğini buradan kazanan bir bölge ama sorunları çok olan bir bölge. Narenciye üreticilerinin sorunlarından çok daha önemli bölgenin başka sorunları da var. Termik santral kuruluyor, bütün Erzin karşı bu güzel doğayı yok etmeyin diye. Onların mücadelesinde onların yanında olacağımızı söyledik. Dörtyol’da dördüncü partiydik son yerel seçimlerde ama hayat kıpır kıpır, insanlar heyecanlı, parti belli bir dinamizm kazanmış, önümüzdeki seçimlerde Dörtyol’da da inşallah halkın iktidarını kuracağız. Onu da sizlere söylemeyi görev biliyorum.

Kuşadası’nda Roman kardeşlerimizin bir toplantısı vardı. Biz onları ayağımıza çağırmadık, gelin bakalım sizin derdiniz nedir bize anlatın demedik, biz onlara gittik, sizin derdiniz nedir bize anlatın. Üstelik sadece Genel Başkan olarak sadece ben gitmedim, Genel Başkan Yardımcısı arkadaşlarım, Grup Başkan Vekili arkadaşlarım, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili arkadaşım da oradaydı. Sorunlarını dinledik. Sorunlarının nasıl çözülmesi gerektiğini de onlara söyledik. Onlar aslında çok şey istemiyorlar. Onların istedikleri kendi yerlerinde, bölgelerinde insan gibi yaşamak istiyorlar. Çocuklarını okutmak istiyorlar, nüfus cüzdanı sahibi olmak istiyorlar, oy kullanmak istiyorlar. Seçmek seçilmek istiyorlar. Bütün bunları her yurttaşın istediği gibi onlar da istiyorlar ama çoğu zaman görülmemiş, çoğu zaman görmezden gelinmiş. “Roman açılımı” dediler, Allah aşkına yaptıkları açılıma bakın, gittiler onların oturdukları Sultan Mahallesinden onları çıkardılar, milyarlık rantları birilerine peşkeş çektiler, onları da 30-40 kilometre şehrin dışına taşıdılar. Biz bu tür kurtuluş reçetelerini yazmıyoruz. Kişiler oturdukları yerde, oturdukları topluluklarda mutlu iseler onlara o olanağı sağlamak bizim görevimiz olacaktır. Biz, toplumun her kesimine ulaşacağız, toplumun her kesimiyle sağlıklı, sıcak diyaloglar kuracağız, bunda da kararlıyız.

Değerli milletvekilleri, Grup Başkan Vekilimiz söyledi “Aramızda çok sayıda muhtar var” diye. Muhtarları biliyorum, muhtarların sorunlarını da biliyoruz aslında. Muhtarlar, demokrasinin en saf, en duru yaşandığı alanlardır. Çünkü aday çıkar, mahallesinde bütün adaylarla, daha doğrusu oy verecek seçmen kitlesiyle muhatap olur, onları ziyaret eder, onlardan oy ister ve mahalledeki, köydeki yurttaşla doğrudan gelip kendi muhtarını seçer. Hani, bizim bir hedefimiz vardı ya kurultayda söylemiştik her seçmen kendi milletvekilini kendisi seçmelidir diye, bunu yapmalıyız diye söylemiştik. O açıdan muhtarlık demokrasinin en saf yaşandığı alanlardır. Muhtarlar bulundukları bölgede sorun çözen konumda olmak istiyorlar. Muhtarlar bulundukları bölgede devletin onlara saygı göstermesini istiyorlar. Muhtarlar aldıkları aylıkları hak etmediklerini düşünüyorlar ki, haklılar. Milletvekili seçilirsiniz aylık alırsınız, aylığınızın belli bir miktarı üzerinden devlet prim öder. Belediye başkanı seçilirsiniz aynı işlem yapılır. Peki, muhtarın günahı ne? Muhtarın sosyal güvenlik primini niçin devlet yatırmaz? Bizim daha önceki seçim bildirgelerimizde, seçim broşürlerimizde de vardı, programımızda da var, bizim yeni düşüncemiz de aynen devam ediyor. Muhtarların sosyal güvenlik primlerini halkın iktidarında devletin kendisi ödeyecektir. Kayıt dışı çalışmaya son.

53 bin muhtarımız var. 53 muhtarımızın ortak ses çıkarmasını isterim. 53 bin muhtarımız şunu düşünsün: Bizim sorunumuzu hangi siyasal iktidar ele alıyor ve bizim sorunumuzu nasıl çözmek istediğini bize anlatıyor. Kim anlatıyorsa, kim sizin sorunlarınızı çözüyorsa onun yanında olun. Onun yapında olun ki bu ülkede demokrasinin güçlenmesine sizler de katkı veresiniz.

Değerli milletvekilleri, bir arkadaşımız bir not iletti. Kıvırcık Ali, hepimizin tanıdığı bir sanatçı. Sazıyla, sözüyle bir usta. Trafik kazasında yaşamını yitirmiş. Allah’tan rahmet diliyoruz. Bundan sonra o türküleriyle bizimle aramızda hep olacak. O bir sanatçı dediğim gibi, bir halk ozanı. Kendisine tekrar Allah’tan rahmet diliyoruz.

Değerli milletvekilleri, ne zaman Başbakan çıksa kürsüye veya herhangi bir yere gitse Türkiye’nin nasıl büyüdüğünü anlatır, borsanın nasıl patladığını anlatır, ihracatın nasıl yükseldiğini anlatır, anlatırda anlatır. Onu dinleyenler ülkede hiçbir sorun yok, Türkiye sadece yukarıya doğru tırmanın bir çizgi paralelinde büyüyor diye düşünüyor. Hiç kimsenin sorunu yok Sayın Başbakanı dinlediğiniz zaman ama sorunlar bazen o kadar acı ki, o sorunları devletin kurumları da istese gizleyemiyorlar. En son Türkiye İstatistik Kurumunun bir araştırması yayınlandı, Türkiye’de yoksulluk araştırması ve tamı tamamına 2008’den 2009’a 818 bin kişi yoksulluk sayısı arttı. Hani bir vazo var ya pırıl pırıl parlayan, ama cilaları döküldüğü zaman gerçeği görünen, işte o vazo kırıldı. 818 bin yoksul yoksullar sınıfına dâhil oldu. Peki, diyeceksiniz ki bu ülkede yoksul sayısı kaç? Onu da yine Türkiye İstatistik Kurumu rakamlarından verelim. 2008’de 11 milyon 900 binken, bu sayı 2009’da 12 milyon 700 bine çıktı, 12 milyon 700 bin kişi bu ülkede yoksul. Şimdi ben merak ediyorum, gerçekten de merak ediyorum. Sayın Başbakan buna nasıl bir yanıt verecek. Türkiye büyüyordu! Kalkınıyordu! Kişi başına gelir 10 bin dolarları buluyordu! Dolar milyarderi sayımız Japonya’yı geçti, nasıl oluyor da yoksul sayısı 818 bin kişi artıyor. Belki, AKP yöneticilerinin de bunu düşünmesi lazım. Siz, hiçbir AKP yöneticisinin seçimlere giriyorum diye veya il başkanı oldum, ilçe oldum cebimden harcamalar oldu, ben yoksullaştım diyen bir sözünü, lafını duydunuz mu? Hepsi köşeyi döndüler. Fatura kime çıktı? Halka çıktı, yoksullara çıktı. 818 bin kişilik yoksul sayısı AKP’nin yarattığı tablodur. Onun izlediği ekonomi politikasının yarattığı tablodur, bunu bilmemiz lazım. Bunlar sadece kendilerini düşünüyorlar, sadece yandaşlarını düşünüyorlar, halkı falan düşündükleri yok. Halk yoksullaşmış, bunların amacı yoksulluğu önlemek değil, 12 milyonluk kitleyi biraz daha büyütüp yoksulluğu yönetmek, bunların amacı o. Çünkü yoksulluk kurumsallaştı. Yoksulluk kurumsallaşırsa bir ülkede artık siz yoksulluğu giderecek reçete üretemezsiniz ve bütün yoksul kardeşlerime sesleniyorum. Yoksulluğu iliklerine kadar hisseden bütün yurttaşlarımıza, kadınlarımıza sesleniyorum, sizi bu hâle getiren sekiz yıldır bu ülkeyi yönetin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıdır. Bunu unutmayın ve bir köşeye yazın, sandığa giderken de bunu düşünün. Ve bir şey daha, değerli arkadaşlar, yoksulluğu en ağır yaşayan kadınlar ve çocuklar. Yine Türkiye İstatistik Kurumunun rakamlarını vereyim size. Kırsalda 6 yaşından küçük çocukların yoksulluk oranı yüzde 48,69’a çıkmış durumda. Ciddi bir rakam, hafızalara kazılması gereken bir rakam. Eğer yoksulluk bu boyutlarda ise bu ülkede, daha göreceğimiz çok şey var demektir. Bu tablonun getirdiği sonucu görmek açısından bir iki rakam vermek isterim. Yunanistan’ın nüfusu 10,5 milyon, Bulgaristan’ın nüfusu 7,5 milyon; bizim yoksul sayımız 12 milyon 751 bin. Hani, o parlak demeçlerle Türkiye büyüyor, Türkiye kalkınıyor, Türkiye’de gelir dağılımı düzeliyor, Türkiye’de kişi başına gelir 10 bin dolar denen Türkiye’de 12 bin 751 bin kişi yoksulluk sınırının altında ve daha da acısı köylerimizde açlık sınırının altında yaşayan nüfus sayımız 310 bin kişi. Yani bu ülkede her akşam 310 bin kişi, bu ülkenin köylerinde yatağa aç giriyor. İki gün önce Anadolu Ajansından bir haber düştü arkadaşlar, 9 Ocakta. Bir sivil toplum kuruluşu, Türkiye’nin yedi ilinde yoksulluk araştırması yapıyor. O haberi bulup herkesin okumasını isterim. Çadırda yaşayanlar hangi koşullarda yaşadıklarını anlatıyorlar. Küçük çocuğunu hastaneye götüremeyenler, moraran çocuğunu tedavi ettiremeyen, doktorlar “çocuk için et yiyecek, vitamin alması lazım” diyorlar ve şunu söylüyor: “Ben bunları nasıl alacağım” diye. Bu tablolar bizim görmemiz gereken tablolardır, çözüm üretmemiz gereken tablolardır. Onun için bunların üzerinde biraz daha ayrıntılı, Türkiye genelinde ortak çıkararak, hepimizin durması gerekiyor.

Ve yine bir olay Konya’dan, o da 9 Ocakta düştü Anadolu Ajansına. Kredi kartından batan bir vatandaş kurtarmak için kendisini tefecilere başvuruyor. Tefecilerden para alarak kredi kardı borçlarını ödemeye çalışıyor. Konya, Adalet ve Kalkınma Partisinin oylarının en yüksek olduğu il ve tefecilerin sayısı o kadar fazla ki polis operasyon yapıyor bunları yakalamak için. Eğer bir ülkede yurttaşı, Adalet ve Kalkınma Partisinin izlediği politikalar kredi kartı borcundan ötürü tefecinin kucağına itiyorsa o zaman bu izlenen ekonomi politikasını da bizim sorgulamamız gerekiyor.

Değerli milletvekilleri, bunlar 3Y ile mücadele edeceklerini söylemişlerdi ve iktidara bunun için geldiler; yoksullukla mücadele, yoksul sayısı arttı. Biz söylesek diyeceklerdi ki, bunlar muhalefet, zaten her şeye itiraz ediyorlar. Bu devletin resmî kurumu söylüyor, Türkiye İstatistik Kurumu söylüyor, yoksul sayısı arttı. Demek ki birinci Y’de sınıfta kaldılar. Yolsuzluk sayısı. Orada artık sayı mayı kalmadı, artık yolsuzluk sıradanlaştı. Elazığ’da yapılan, dönen dolapları gazetelerden okuyoruz. Yolsuzluk var diyorlar burada. İçişleri Bakanı diyor ki “Hayır, yolsuzluk yoktur, soruşturmaya gerek yoktur.” Yürekli bir savcı çıkıyor “Hayır, burada yolsuzluk var, ben soruşturmak istiyorum” Danıştay’a başvuruyor ve Danıştay diyor ki “Soruşturabilirsin.” Şimdi ben merak ediyorum. Bu Bakan acaba hiç utanıyor mu? Sıkılıyor mu acaba bu Bakan? Ve o Bakana şunu sormak isterim: Kayseri olayını kapattılar çünkü orada bir şeytan üçgeni vardı, Elazığ’da o şeytan üçgenini kuramadılar. Bir savcı çıktı “Ben soruşturacağım” dedi. Şimdi itiraflar başladı, herkes itiraf ediyor, dönen dolapları anlatıyor. Ben Sayın Bakana sormak isterim. Ayın 4’ünde, hani o Kayseri valiliği koltuğunda oturup da Ankara’da müsteşarlığa atanan vali, onayı imzalıyor, dosyayı kapatıyor. Ayın 4’ünde geliyor Ankara’ya müsteşarlık koltuğuna oturuyor. Ama yine ayın 4’ünde aynı dosya hangi hızla nasıl Ankara’ya geldiyse, dosyayı kapatıyor. Şimdi, bu İçişleri Bakanına sormak isterim. Aynı gün sabah dosyayı onaylayan, dosyayı kapatan vali öğleden sonra müsteşarlık koltuğuna oturdu, aynı gün bu dosya Kayseri’den Ankara’ya nasıl geldi, nasıl geldi bir öğrenelim. Hadi, Ulaştırma Bakanı olsa deriz ki Ulaştırma Bakanıdır, PTT özel bir torpil yaptı, dosyayı getirdi, sen İçişleri Bakanısın, bu dosya Kayseri’den postaya verilecek, orada evraktan çıkacak, gelecek Adalet Bakanlığının evrakına girecek, ondan sonra ilgili daireye gönderilecek, ilgili daire onay hazırlayacak, onay müsteşara gidecek, müsteşar da bakanı görecek ve dosya kapatılacak. Nasıl? Kayseri Ankara hattı 24 saat bile değil, birkaç saat içinde hepsi halloluyor. Bu dosyayı Kayseri’den Ankara’ya kim getirdi? Birisi koltuğuna mı alıp geldi? Birisi koltuğuna alıp geldi.

İkinci soru: Bir yolsuzluk dosyasını kapatmak için bu acele, bu telaş niye? Biz bunları soruyoruz sanıyorlar ki bu dosya kapanacak, biz bu dosyayı kapattık. Bu dosyayı açmak için sonuna kadar mücadele edeceğiz.

Üçüncü Y neydi? Yasaklarla mücadele. Geçen hafta Parlamentoda RTÜK Yasası görüşüldü. Başbakana bir yetki verildi. Başbakan artık istediği televizyon kanalında istediği programı yasaklatabilecek. Padişah mısın sen kardeşim? Bu yetkiyi nereden alıyorsun sen? Ve bu yetkiye sebep olan Adalet ve Kalkınma Partinin milletvekilleri hiç düşünmüyorlar mı, siz yasaklarla mücadele etmek için buraya geldiniz, şimdi yasağı savunan yasakçı başı çıktı karşımıza. Böyle bir anlayış olabilir mi? Başbakan işi gücü bırakacak artık, zaten bırakmıştı, televizyon kanallarını izleyecek, beğenmediği için açacak telefonu şunu iptal edin kardeşim, şu programı yasaklayın. Dördüncü Murat da bile böyle yetki yoktu. Sözde yasaklarla mücadele edip Türkiye’yi yasaklar ülkesi hâline getirdiler. Telefonla konuşamıyorsunuz yasak, bir şey söyleyemiyorsunuz yasak, sanayici bir şey mi söyledi hemen iki denetim elemanı, hemen cezalar. Medyada bir şey mi oldu, gönderin denetim elemanlarını yükleyin cezaları nefes alamasın bunlar diye. Şimdi, biz yolsuzlukları dile getirdik, onlarca tazminat davası açılmış. Sanıyorlar biz korkacağız. Bizim yüreğimiz var, biz korkmayız, biz mücadele edeceğiz.

Değerli milletvekilleri, hayatın her alanı sorgulanır. Hayatın her alanını sorgulayan eğitim düzeninden sorun normal yaşama kadar eğer sorguluyorsanız ülkeyi büyütürsünüz, ülkeyi kalkındırırsınız, ülkede gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlarsınız, eğitimin kalitesini artırırsınız, bilimi, teknolojiyi geliştirirsiniz eğitim budur, sorgulama budur, yaşamın her alanını sorgulayacaksınız. Yaşamın her alanı sorgulanırken elbette yargı da sorgulanacaktır ama bütün demokrasilerde, bütün gelişmiş ekonomilerde yargı sorgulanırken belli bir özen gösterilir. Bunun temelinde yatan amaç da şudur, daha doğrusu yatan etmen de şudur: Yargıç konuşmaz, zorunlu olmadıkça yargıç konuşmaz. O nedenle yargıcın konuşabileceği, yargıcın ona haksız eleştirilerin yöneltilebileceği bir pozisyona yargıcı düşürmemek gerekiyor. O nedenle siyasiler de, akademik çevreler de, barolar da yargıyı sorgularken veya eleştirirken bu özene dikkat ederler. Yargı sadece binalardan ibaret değildir. O binaların içinde yargıçlar var, savcılar var, diğer çalışanlar var, avukatlar var, donanım var, yargı bir bütündür. Yargıyı bir bütün olarak ele alıp sorguladığınız zaman sorunlara sağlıklı teşhis koyabilirsiniz. Ama bir ucundan yakalayıp ben bunu düzeltirim derseniz öbür ucundan olayın fire verdiğini görürsünüz. O nedenle yargıyı sorgularken bu bütünlüğü görmemiz gerekiyor. Elbette ki yargıyı sorgulayacağız, yargının sorunlarını saptayacağız, ama çözüm de üreteceğiz. Çözümü kim üretir? Çözümü iktidar ve muhalefet partileri, siyasal partiler üretir, kendi programlarını koyarlar çözüme. Barolar çözüm üretirler, avukatlar otururlar yargının sorunlarını masaya yatırır çözüm üretirler. Yargının kendisi üretir, çünkü bizzat olayın içinde yaşıyor, sorunları bizzat yaşıyor. Oturur kendi sorunlarını saptar ve çözümler de üretir. Akademik çevreler, üniversiteler yaparlar, sorgularlar, otururlar konuşurlar çözümleri üretirler. Sorunların çözülmesinde en tehlikeli olan ön yargıyla yaklaşmaktır. Eğer sorunun çözümüne ön yargıyla yaklaşırsanız sorunu çözmezsiniz, tam aksine var olan sorunları derinleştirir ya da yeni sorunlar üretirsiniz. Her kurumun olduğu gibi tabii doğal olarak yargının da sorunları var. Çözüldü mü yargının sorunları? Hayır, çözülmedi. Görmemezlikten gelindi, yargıyı eleştirdik davalar bitmiyor diye. Yargıyı eleştirdik, efendim, biz yakalıyoruz hâkim serbest bırakıyor diye. Sormadık, bu yargıç tutuklanan kişiyi niye serbest bıraktı diye. Sormadık bu yargıcın derdi nedir, sormadık bu savcının derdi nedir, sen niye doğru dürüst bir araştırma, bir soruşturma yapmıyorsun diye sormadık veya sorduk yanıtını verdi ama o yanıtların tamamı tozlu raflarda kaldı. Onun için biz olayı sorgularken bir bütünlük içinde ele alıp bakacağız.

Yargıç ve savcı açığımız var deniliyor. Doğrudur, yıllardır söyleniyor. Savcı ve yargıç açığı nasıl giderilecek? Sınavla, doğru olan budur. Niye sınav yaparız? Hak eden kazansın, bilgili olan kazansın, nitelikli olan kazansın, yargıçlığı yargıç gibi, savcılığı savcı gibi yapabilecek olanlar kazansın, objektif davranalım, bunun için sınav yapılır. Ama AKP böyle demiyor. Ben sınav yapacağım ama ben istediğim gibi yaparım, istediğimi alırım. O zaman niye sınav yapıyorsun, yapma, kaldır sınavı, ben yargıcı istediğim gibi alırım, istediğim gibi atarım dersin biter. Ha, biz gideriz Anayasa Mahkemesine, o ayrı. Şimdi şunun için söylüyorum: Yargıç, savcı açığı var, Bakan çıkıyor, efendim biz sınav yapıyorduk Danıştay bizi engelledi. Danıştay sizi niye engelledi? Çünkü sınavı siz objektif yapmıyorsunuz diye engelledi, doğru yapmıyorsunuz diye engelledi, hakkı olanın hakkını yediğiniz için engelledi. Doğru dürüst sınav yapın, doğru dürüst adam gibi yapın sınavı yargıcı da, savcıyı da alın biz de şapka çıkaralım. Hayır, yandaşlarımızı alacağız. O zaman suç kendilerinden çıkıyor, suçlu Danıştay oluyor. Niçin? Hak aradığı için. Hak arayan bir sistemin ya da haklının hakkını teslim eden bir yargı sisteminin eleştirildiği bir demokrasi olabilir mi? Danıştay’ı rakip görüyor kendisine beni engelliyor diye. Oysa o karara bakıp kararın gereğini yerine getirmesi demokrasinin bir gereğidir. 3600 civarında boş kadro var ve bu kadroların sağlıklı sınavlarla doldurulması lazım. Sözlü sınavda torpil yapıldığı tespit edildi. Danıştay bir karar verdi, sözlü sınava bir kamera koyun itiraz olursa bakacağız, karar vereceğiz diye. Şimdi bir yasa getiriyorlar kamerayı kaldıracağız diye. Niçin? Özel hayatın gizliliğine müdahaleymiş. Bir kılıf bulacaklar ya, ne özel hayatın gizliliği. Sınava ben itiraz etmiyorum, sınava sınav giren adam itiraz ediyor. Benim hakkımı yediler diyor. Olmadık soruları bana sordular diyor. Böyle şey olur mu? Daha gelmedi, gelecek, bunun mücadelesini Parlamentoda vereceğiz.

Bilirkişilik kurumu: Aslında Bilmez Kişilik kurumudur bu. Yıllar yılı eleştirilir. Yargıç, olur olmaz her şeyi bilirkişiye gönderir. Kararlar gelir, kararlar gider, o bilirkişiye itiraz edilir, öbürüne itiraz edilir davalar uzar gider. Yıllardır bilinen bir olay, AKP çözüm üretti mi, bir çözüm getirdi mi? Onlarca kitap yazıldı bu konuda, yüzlerce, binlerce makale yazıldı bu konuda. Bunu çözecek olan kim? İktidarın kendisi. İktidar kılını kıpırdatıyor mu? Hayır, kılını bile kıpırdatmıyor. Dönüp geriye diyor ki “Bu yargı çalışmıyor.” Bu yargıyı çalıştırmayan sensin. Yargı var olan sorunları çözmek istiyor, sen o sorunların çözümüne değil, çözülmemesine katkı veriyorsun, olay da buradan kaynaklanıyor. Bilirkişi dedik de meşhur Adli Tıp Kurumu geldi aklıma. Adli Tıp Kurumu bütün ülkelerde var. Delilin elde edilmesi, tartışmasız delilin elde edilmesi için çok önemli bir kurum. Burada uzmanlar çalışır, en yetenekli insanlar burada çalışır, bunların verdiği kararlar tartışılmaz. Ama öyle bir noktaya geldi ki Adli Tıp Kurumunu da kendilerine benzettiler. Bizim adamlarımız olsun, bizim istediğimiz yönde karar versin. Olur mu arkadaşlar? Delille oynamak, delili karartmak bir Adli Tıp Kurumunun görevi olabilir mi? Bir siyasal iktidara yanaşma olacağım diye, onlara hoş görüneceğim diye var olan delilleri karartmak mümkün olabilir mi? Adli Tıp Kurumuna kendi adamlarını atadılar. Hizbullah davasında 5 yıl dava bekledi Adli Tıp Kurumunda. Bunlardan biri çıkıp da dönüp Adli Tıp Kurumuna, arkadaş, niye beş yıl sizde bekledi diye sorduklarını duydunuz mu? Sormazlar ama Yargıtay’a hemen yüklendiler, Danıştay’a yüklendiler, Adli Tıp Kurumunu es geçtiler. Sen bir dosyayı, Hizbullah dosyasının delillerini beş yıl süreyle sen Adli Tıp Kurumunda hangi gerekçeyle ve niçin tuttun? Bilen yok.

Değerli arkadaşlar, Yargıtay’ın iş yükü malum. Yargıtay’ın iş yükü yeni değil, eskiden beri gelir. Yargıtay’ın yasasında da bir hüküm var. Denir ki, 10 üye boşalırsa Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu toplanır 10 üyeyi atar. Bunların iktidarında 10 üye değil, 20 üye değil, 30 üye değil, 30’u aşkın üye boşaldı bunlar toplanmadılar. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunu engellediler, toplanamadı, Bakan katılmadı. Niçin? Benim adamlarım atanacak, birileri atanmayacak. Yani yasayı bunlar ihlal ettiler. Yasanın emri ne diyor? 10 üye boşalırsa toplanacaksınız. 30 üye, 30’u aşkın üye boşalıyor toplanmıyor. Peki, dosyalar birikmeyip de ne olsun. 34-35 üyenin olmadığı bir Yargıtay’da iş yükü kolay çözülebilir mi? Siz engel oluyorsunuz. Engel oluyorsunuz. Engel oluyorsunuz geriye dönüyorsunuz aynı yargıyı suçluyorsunuz, yani yavuz hırsız misali.

Değerli arkadaşlar, tabii bir haksızlık da yapmayalım. Bunlar iki düzenleme getirdiler. Bunlardan birisi Yargıtay’la ilgili bir düzenleme idi. Yargıtay’la ilgili düzenlemede daire sayısını ona göre düzeltiyorlardı. Diyorlardı ki, mevcut daireler çok fazla, 21 hukuk dairesini biz 13’e düşüreceğiz, 11 olan ceza dairesini de 7’ye düşüreceğiz. 250 Yargıtay üyesi de fazla, bunların sayısını de en fazla 150’ye indireceğiz. Bu 2007’de görüşüldü, 2011, Adalet Komisyonunun tozlu raflarında bekliyor. Bekleten kim? İktidarın kendisi. Yargıtay’dan şikâyet eden kim? İktidarın kendisi. Nasıl oluyor bu. Niye yasayı çıkarmadınız? Elinizden tutan mı vardı? Başka bir şey daha yaptılar. Bölge adliye mahkemelerini kuracaklardı 2005’te, 1 Haziran 2005’te yasası çıktı. Dediler ki, bize iki yıl süre verin altyapısını hazırlayalım. 2007, şimdi hangi yıldayız? 2011 Ocak ayı ortalarındayız. Yasa çıktı, ama bölge adliye mahkemeleri diye bir kurum yok. Niye yok? AKP’nin elinden tutan mı var? Niçin yasayı uygulamıyorsunuz? Ve buradan Mehmet Ali Şahin’e bir çağrı yapalım, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına. Sayın Başkan, sen bu Parlamentonun Başkanıysan, çıkan yasaların nasıl uygulanıp uygulanmadığını da bir uygula bakalım, bir gör bakalım, bir izle bakalım 2005’te çıkan bir yasa niçin şu ana kadar uygulamaya koymuyor? Kim koymuyor? Bunun sorgulanması lazım.

Değerli arkadaşlar, bölge idare mahkemelerinin, Yargıtay’ın ve pek çok alanın yeniden düzenlenmesine ihtiyaç olabilir ama dediğimiz gibi yargının sorunlarına ön yargıyla değil, objektif yaklaşmamız lazım. Yargıcın sorunlarını, yargının sorunlarını çözmemiz lazım. Birilerini suçlayarak bu olayı çözemeyiz, birilerini karalayarak bu olayı çözemeyiz. Sağlıklı, akıllı, mantıklı projelerle, çözümlerle yola çıktığımız zaman bu sorunu aşmış olabiliriz.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bir de Adalet Akademimiz var. Sözde bilimsel açıdan özerk, mali açıdan özerk ve idari açıdan özerk ama özerk olmadığını herkes biliyor bu ülkede. Orayı da gerçek anlamda özerk bir statüye kavuşturmamız gerekiyor.

Az önce söyledim değerli arkadaşlar, savcılarımız, yalnız insanlar savcılar. Ankara Adliyesine gidenler görmüşlerdir. Küçücük bir oda, varsa bir bilgisayar, önünde yığılan dosyalar, masaların sandalyelerin üzerinde, o dosyaların arasında bir kişiyi görürsünüz, onun adı da savcıdır. Ve dava açmaya çalışır, dosyaları incelemeye, irdelemeye çalışır. Her türden olaylar gelir ama bir insan her şeyi bilemez ki arkadaşlar. Her olayın uzmanları vardır. Adli kolluk denen bir uygulama var. Hemen hemen bütün gelişmiş ülkelerde var, bütün demokrasilerde var. Bizde de yıllardır yazılır, çizilir, söylenir, kurulsun denir. Savcının yanına uzmanlaşmış kişiler verelim denir ama adli kolluk bir türlü kurulmaz. Kim verir savcıya bu bilgileri? Polisten alır, devletin diğer kurumlarından bilgi alır, oralardan eleman bulursa çağırır ve onların bilgilerinden yararlanmaya çalışır. Ama bu sistem siyasi otoritenin, yani iktidarın egemen olduğu bir sistemdir. Eğer siyasi otorite savcının istediği kişiyi kendi yandaşı olarak gönderiyorsa sağlıklı bir soruşturma, sağlıklı bir araştırma olmaz. Polis eğer savcının değil de iktidarın istediği bilgileri savcıya götürüyorsa orada yine adalet olmaz. Bazı iddianamelerde “şubemizde” diye sözler geçiyor. Savcının şubesi yok, o şubeler polisin şubesi. İddianameler de orada hazırlanıyor, orada hazırlanıp savcının önüne konuluyor ve savcı da imzalıyor. Bu yapının değişmesi lazım. Bu yapı değişmedikçe adalet kavramı her zaman tartışma konusu olur.

İhtisaslaşma çok önemli arkadaşlar. Gelişmenin yeni bir tanımı var. Küçük ayrıntılarda iş bölümüne giden ülkeler gelişmiş ülkelerdir. Bizde de ihtisas mahkemeleri olmalı, ihtisas mahkemeleri daha da yaygınlaştırılmalı. Yargıçlar, savcılar belli konularda uzmanlaşmalı ki o davalar daha hızlı, daha güzel gelişebilmeli, sonuçlar daha erken alınabilmeli ama biz bunu yapmıyoruz. Bir konuda uzmanlaşmış bir yargıcı bir başka kararla bir başka davaya bakar hâle getirebiliyoruz. Yani şöyle bir örnek vereyim. Bir göz uzmanını alıyorsunuz bir başka yerde beyin cerrahı olarak sen bundan sonra bu görevi yap diyebiliyorsunuz. Doktor ve ikiniz de doktorsunuz, ikiniz de tıp fakültesini bitirdiniz ama ikisinin uzmanlık alanları ayrı. Yargıyı da bu hâle getirmemiz lazım, uzmanlaştırmamız lazım yargıyı, uzmanlaşmalı ki adalet bizim arzu ettiğimiz şekilde tecelli edebilsin, toplum vicdanının tercümanı olabilsin. Adalet Bakanlığına bütçeden ayrılan pay çok küçük, yüzde 1 civarında. Eğer Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı olmasa adalet zaten toparlanamaz, pul parası bile bulamayan olaylarla karşılaştık. Tebliğ yapamıyorsunuz pul parası yoktur diye. Yargıçtan, savcıdan bahsettik, adliyede çalışan binlerce memur var. Oradaki kadro açığı da 7 bine yakın, 7 bine yakın kadro açığı var. Alınmıyor, nasıl olacak bu davalar?

Değerli arkadaşlar, sekiz yıldır yargı ihmal edildi. AKP’nin düşündüğü bir şey vardı. Yargının sorunlarını çözmek değil, yargıyı nasıl ele geçiririm diye, onun düşüncesi o idi. O gelen tasarıların amacı da o idi. Oysa yargıyı ele geçirme değil, yargının sorunlarını çözmek Parlamentonun görevidir. Parlamento siyasi otoriteye yargıyı teslim etmek için var değildir, Parlamento güçler ayrığı ilkesini titizlikle koruyan bir organ olmak durumundadır. Eğer bunu yapmazsak yargıdan beklediğimiz sonucu elde edemeyiz. Yargıyı o kadar çok ihmal ettik ki arkadaşlar hapishaneler insanlarla doldu. Arkadaşlarım rakamları getirdiler. 2002’de tutuklu ve hükümlü sayısı 57 bin 187 kişi, 2011’de bu sayı ikiye katlanmış, iki kattan daha fazla, 121 bin kişiye çıkmış arkadaşlar. Bunların büyük bir kısmı daha hâkim önüne çıkmamış, içerideler ama. Belki bir kısmı beraat edecek, ama içerideler ve biz buna adalet diyoruz. Bu adalet, Adalet ve Kalkınma Partisinin adındaki adalet sözcüğüyle eşanlamlıdır, yani adaletsizliktir. İnsanları alacaksınız yıllarca, aylarca içeride tutacaksınız, yargıcın önüne bile çıkmayacak ve siz buna adalet diyeceksiniz.

Bir konuyu daha araştırdık bu dava dosyalarında ağırlıklı olarak ne var diye. Ne var biliyor musunuz arkadaşlar? Elektrik hırsızlığı, büyük davalar, büyük dediğim sayısal olarak; karşılıksız çek, icra davaları yargının önündeki en çok yığılan davalar ve bu davaların ortaya çıkış nedeni de Adalet ve Kalkınma Partisinin izlediği ekonomi politikası. Bu politika toplumu bu hâle getiriyor arkadaşlar.

Tüm bunlar niye gündeme geldi, adalete niye yer ayırdık? Hizbullah davası dolayısıyla. Masum insanları domuz bağıyla bağladılar, öldürdüler, betonlara gömdüler, on yıl içeride kaldılar, şimdi dışarı çıktılar “Biz pişman değiliz” diyorlar. Toplum rahatsız, toplumun vicdanı rahatsız ama rahatsız olmayan AKP kanadı. Hemen suçladılar Yargıtay’ı, hemen suçladılar Danıştay’ı. Siz peki ne iş yapıyorsunuz? Siz iktidar değil misiniz? Benim bildiğim kadarıyla iktidar çözüm üretme yeridir, sorunları çözme yeridir. Eğer siz şikâyet ediyorsanız sizin o koltuklarda ne işiniz var, bırakın orayı. Geciken adaletin adalet olmadığını da herkes biliyor. Siz kalkacaksınız şikâyet edeceksiniz. Sizin göreviniz ne? Niye çözmediniz sorunları? Bu saydığım sorunların tamamı çözülebilir sorunlar. Tamamı için en azından onlarca çözüm üretilecek sorun var. Yargının bildiği, baronun bildiği, üniversitelerin bildiği sorunlar, yıllardır “çözün, çözün, çözün” diye herkesin bağırdığı sorunlar. Sekiz yıldır oturuyorsunuz, sekiz yıldır ne yaptınız siz? Sadece biz değil, Yargıtay üyeleri de söylediler bunu. Onlara yakın olan gazetede bir yargıç arkadaşımız, Yargıtay üyesi, Nihat Ömeroğlu yazmış. Yazısının başlığı şu: “Tutukluluk Süresi ve Toplumu Bekleyen Tehlike.” Ne zaman yazmış bu yazıyı? 10 Ağustos 2010’da. Bu yazı kesilir ve Adalet Bakanının önüne konulur. Bakanlıkla ilgili her haber kesilir ve ilgili bakanın önüne konulur. “Bekleyen Tehlike” diyor ve o tehlike gerçekleşti. Ağustos ayından bu yana siz bu yazının gereğini bile yapmadınız ve bu bir yargıç, “toplumu bekleyen tehlike var” diyor, uyan ey iktidar diyor. Üstelik ben bu yazıyı senin çok sevdiğin, okuduğun gazetede yazıyorum diyor ama dinlemediler, kulaklarını tıkadılar.

Şimdi geldik yargının sorunlarını çözmede iki temel unsuru asla unutmamak gerekiyor arkadaşlar. Birincisi, yargının sorunlarını çözmek için samimi olmak lazım, samimi olarak yola çıkmak lazım; ikincisi yargının sorunlarını çözmek için ön yargılı davranmamak gerekiyor. Yargıyı ele geçirme düşüncesiyle yola çıkanlar yargıda yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açarlar. Ama bizim gördüğümüz şu: Var olan sorunları yargıyı ele geçirmek için iktidar kullanmaya başladı. Yargıtay çözmüyor, ben nasıl çözüleceğini biliyorum diyor. Danıştay konuşuyor ve Danıştay’a haddini bildireceğim diyor. Bu tuzağa ülkemizin aydınlarının düşmemesi lazım. Var olan sorunlar var ama sorunların çözümü akılla ve mantıkla üretilmek ve çözülmek zorundadır.

Aramızda Balkan göçmenlerinden de çok sayıda dernek ve vakıf var, onlara da hoş geldiniz diyorum. Şuna inanıyorum: Güç olursak, birlik olursak çözemeyeceğimiz sorun yoktur. Türkiye’nin sorunları çözülemeyecek sorunlar değildir. Türkiye’nin sorunlarını çözecek iktidar zaafı vardır. O iktidar zaafını halkın iktidarı giderecektir. Halkın iktidarının gücü sizlersiniz, halktır. Halka gideceğiz ve halktan yetki ve destek isteyeceğiz. Göreceğiz ki biz bu sorunların tümünü çözeceğiz, çözebiliriz, bu güce sahibiz, bilgiye ve birikime sahibiz.

Hepinize en içten selamlarımı, saygılarımı sunuyorum.

*Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında bahsettiği AA haberinin tamamı:

-7 İLDE YOKSULLARLA İLGİLİ ARAŞTIRMA YAPILDI

-CANSUYU YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA DERNEĞİ, 7 İLDE YARDIMA MUHTAÇ İNSANLARLA YÜZ YÜZE GÖRÜŞÜP DERİNLEMESİNE İNCELEME YAPTI

-ARAŞTIRMAYA KATILANLARIN KİMİNİN HAYATININ TAMAMI YOKSULLUK İÇİNDE GEÇERKEN KİMİLERİ İSE ÇEŞİTLİ NEDENLERLE YAŞADIKLARI EKONOMİK SIKINTILARLA YOKSULLAŞMIŞ

ANKARA (A.A) - 09.01.2011 - Göksel Yıldırım –

Yoksulluğun boyutu çeşitli araştırmalarda rakamlarla tarif edilirken, bu kez yoksullar içinde bulundukları durumu kendi cümleleriyle anlattı. AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Cansuyu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, yoksulluk, yoksullara yapılan yardımlar ve yardım kuruluşlarına ilişkin algıların hem yoksulların hem de yardım edenlerin bakış açısından ortaya konulması amacıyla Türkiye’de Yoksulluk Algısı Araştırması yaptı. Araştırma kapsamında, 12 ilde kendisini ’’yoksul’’ olarak nitelendiren bin 188 kişi ile görüşüldü. Ayrıca görece daha kozmopolit bir nitelik taşıyan 7 ilde amaçlı örneklem yoluyla seçilen 21 kişiyle yapılan mülakatların dökümüyle görüşme tutanakları düzenlendi. Bu kişiler Diyarbakır, İstanbul, Erzurum, Samsun, İzmir, Ankara ve Adana’dan seçildi. Katılımcılar, kendileriyle yüz yüze görüşen görevlilere, içinde bulundukları durumu bütün çıplaklığıyla anlatıp, adeta içlerini döktü. Böylece ortaya birbirini tamamlayan bir çok insan öyküsü çıktı. Araştırmaya katılanların kiminin hayatının tamamı yoksulluk içinde geçerken kimileri ise çeşitli nedenlerle yaşadıkları ekonomik sıkıntılarla yoksullaşmış. Yoksulların kiminin hiçbir geliri yok, kimi asgari ücretle geçim mücadelesi veriyor. Yoksulluk sadece bireyleri değil, içinde bulundukları ailenin tüm bireylerini de mağdur ediyor. Mağduriyeti en ağır şekilde yaşayan kesim ise çocuklar. Kimi aileler, yeterli düzeyde besleyemedikleri için çocuklarında çeşitli hastalıkların ortaya çıkmasından yakınıyor.

-’’600 LİRAYLA 3 ÇOCUĞU GEÇİNDİRİYORSAM YOKSULUM’’-

Kendini yoksul olarak görenlerin anlatımlarında ortaya çıkan çarpıcı insan öykülerinin satır başları şöyle:

-’’Ben 3 tane çocuğumla ailemi 600 liraya geçindirmeye çalışıyorum. O da daha yeni girdim işe. Ben 600 lira alıyorsam, yoksulumdur’’

-’’Gidiyorum, çöp fıçılarından mal topluyorum, çocuklarıma bir ekmek parası getiriyorum. Bir de benim 16 yaşında kızım var. Durmadan düşüyor, ama hastalığı nedir bilmiyorum. Onu bile çarem yok ki hastaneye götüreyim.’’

-’’3-5 ayda yardım geliyor. 15 gün soframız bir güzel yemek görüyor. O da tüpün varsa. Paran yok ki tüp alasın. Bana tüp doldurtmazsan, yardımı ne yapayım ki ben? Elektrik ve suyum kesilince ben yardımı ne yapayım?’’

-’’Çadırda kaldık 6 ay. Paramız yok, kira veremiyoruz. Durumum yok, veremiyorum. Ev sahibi dışarı attı beni.’’

-’’53 yıldır ben böyle yoksulum. Çadırda kalıyorum. Daha 3 ay oldu, işte ben buraya geldim. Durumum yok, ev kirası ödeyemem.’’

-’’Ağlıyor, morarıyor, kanıyor, çırpınıyor çocuk elimizde. Üç defa boğuluyordu. Götürdüm bugün, ’anemi var’ dediler. Vitamin eksikliğinden dediler. Ben durumum yok dedim. Bana diyor ki ’haftanın iki günü balık yiyecek, et yiyecek tavuk yiyecek, meyve suyu içecek’ ama benim alacak durumum yok.’’

-’’İnsanın yaşamak istemediği zamanlar oluyor. Yaşamla mücadele edemiyorsun, öyle bir zaman geliyor ki, taşıdığın canı bile taşımak istemiyorsun.’’

-’’ASGARİ ÜCRETLE YİYECEK MİSİN, KOKLAYACAK MISIN?’’-

-’’Asgari ücretle nasıl geçineceksin? Yiyecek misin, koklayacak mısın, kira mı vereceksin, çocuk mu bakacaksın? İlacını mesela nasıl alacaksın?’’

-’’Vallahi 1 sene oldu, ben kimseyi göremedim. Kapımı çalıp da ihtiyacın var mı, yok mu diye soran yok. Bak bir belediyeye gittim, bir şey sormadılar bana. Kimse gelip de ihtiyacın var mı, yok mu diye sormadı. Ben kimseden yardım görmedim vallahi.’’

-’’Hiçbir yerden yardım almadım. Nasıl yardım aldım? Orada çadırda oturuyorum, o da Ramazan günüydü, o da devlet değil, market dağıtıyordu, toptan eşya getiriyordu bize. Ben devletten 5 kuruş daha bir menfaat görmedim.’’

-’’Yemin ederim sana, 3 aydır yağımız yok, cici bebeyle besleniyor çocuklar. Şu anda tüberküloz hastası, bakım yapılamadı ve hastalık gözlerine vurdu. Gözleri görmüyor şu anda doğru dürüst.’’

-’’Aslında yardımların bir etkisi yok. Mesela Ramazan’da bir Ramazan paketi veriyorlar. Bir aylık. Ondan sonrakiler zaten çok düzenli değil. Ama bu yardımlar devam ederse daha iyi olur.’’

-’’ODUN TOPLUYOR, KAĞIT, BEZ YAKIYORUZ’’-

-’’Evimde ekmeğim bulunmazsa bile, makarna haşlıyorum yiyiyorum mesela. Öyle günü atlatıyoruz. Öyle bir zaman geldi ki, ben ilk çocuğumu sırf çay içerek edindiğim süt ile besleyebildim. Yani açlıkla mücadele ettiğim çok zaman oldu benim.’’

-’’Odun topluyor, kağıt, bez yakıyoruz.’’

-’’İşsizlik olduğu sürece; yoksulluk, fakirlik, garibanlık, muhtaçlık ortadan kalkmaz.’’

-’’Yanlış kişilere de gidiyor. Çok yanlış giden kişiler var. Belediyemiz hak edene de veriyor, hak etmeyene de. Bu sadece belediye için değil yani, STK’lar içinde geçerlidir. Mesela ... derneği, işine gelene veriyor, işine gelmeyene vermiyor. Bu bir gerçektir yani. Mesela ben engelli olmasaydım ... derneğinden yardım alamazdım. Gerçek söylüyorum. Şimdi almıyorum mesela, biliyorsunuz bir takım şeyler çıktı. Yardımları durdurdular vesaire. Geçti gitti onlar. Ben şu anda sadece büyükşehir belediyesinden yardım alıyorum. Belediyemizde bu işleri yapıyorsa, dikkatli yapsın. Benim bunları söyleme amacım suiistimallerini engellemek.’’

-’’YARDIMLAR DAYISI OLANA GİDİYOR’’-

-’’Yardımlar ihtiyaç sahibine gitmiyor, dayısı olana gidiyor.’’

-’’Fakir fukaraya yardım gitmiyor. Zengin yiyor, evi olana gidiyor. Adamın 5 katlı evi var, yeşil kartı var adamın. Benim hiçbir şeyim yok, yeşil kartım yok. Adamın olursa var abi. Parayı bastın mı Türkiye’de dönmeyecek bir şey yok.’’

-’’Adam ayrılmış hanımından, ben bunlara çok şahit oldum, gidiyor sosyal hizmetlerden yardım istiyor. Ama eşiyle kendisi aynı yerde yaşıyor, esasında ayrılmamış. Ama eşi yatıyor, çalışmıyor. Bunları araştırsınlar, yani suiistimaller buradan kaynaklanıyor.’’

-’’Bence iyi araştırmaları lazım. Çünkü durumu iyi olan insanlar alıyor bizim hakkımızı. Bizim hakkımızı almasalar, biz bu duruma düşmeyiz. Yani evi olan insanlar bile yardım alıyorlar.’’.

-’’Tam araştırma yapılmıyor veya gerçekten muhtaç olan kişileri bile muhtaç değil diye geri gönderdikleri de oluyor bazen.’’ -’’Çok ihtiyacı olanlar varsa, onlara önce iş verilsin.’’

-’’Muhtarlardan fakirlik belgesi alınıyor. İsterse verir, isterse vermez.’’

-’’Deniyor ki ’ben sana 2 aylık kira vereyim’. Sen bana 2 aylık kira verene kadar, beni bir yere sok, çöp işine sok veya bir temizlik... Bana bir iş ver.’’

-’’Ben daha devletten hiçbir yardım alamadım. Kömür... Kömüre müracaat ettim alamadım. Yeşil kart çıkarttır diyorlar. Bilmem. Yeşil kart da çıkartamıyorum. Bu kış öldük biz soğuktan, bir yardım alamadık. Beş sefer kaymakama çıktım alamadım. Kaymakam ’burada ne işin var’ diyor. Niye? Ben Ermeni miyim, gavur muyum?’’

-’’Yardıma ihtiyacı olan, ama yardım istemekten çekinen çok insan var. Onlara ulaşılması lazım.’’

-’’Resmi kurumlar her yere gönderiyorlar, şuraya gideceksin, buraya gideceksin, işi zorlaştırıyorlar.’’

-’’Yardıma ihtiyacım olduğunda ilk başvurduğum yer kaymakamlıktı, belediyeydi. İlk devlet kurumlarına başvurdum. Zaten sivile gittiğinizde, git ilkin devlet kurumlarına başvur diyor. Devlete gidiyorsunuz, devlet diyor ki, ’sen maddi olarak 600 lira maaş alıyorsun.’ Ama ben anlatıyorum 450 ev kiram var, suyum var, elektriğim var, kızım, oğlum şu hastası. Ben bunlara bakmak zorundayım. Geliyor evindeki eşyan iyi diyor. Eşimin durumu iyiyken eşya almışız, eşya bana yemek yedirmiyor. Eşyan iyiydi, sana yardım yapılmaz diyor. Devlet kapısı da böyle.’’

-’’Vallahi ben devlet tanımıyorum, görmedim. Ben de buyum, bunu yapıyorum diyeni görmedim. Benim adıma il sosyal hizmetlerine ... derneği müracaat etti. Ben iki tane çocuğuma 260 lira para alıyorum oradan. Oraya ben müracaat ettim, benimkini kabul etmediler. Dernek benim adıma başvurunca kabul edildi.’’

-’’Yoksulluk her zaman olacak, her zaman vardır. Ama insanların duyarlı olması çok önemli. Yani bugün sen tokken komşun açsa ve eğer vicdanın rahatsa, hiçbir zaman adil olmayacak dünya demektir. İnşallah her şey düzelir, insanlarımız biraz daha duyarlı davranır.’’

-’’Vallahi insanlar daha duyarlı. Kapımı çalıyor hiç olmazsa. Karnın aç mı, tok mu diyor mesela.’’