CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU:
-TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE TEK BİR CHP’Lİ BİLE OLSA BAŞKAN OLAMAYACAKSIN!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu TBMM CHP Grup Toplantısında, “Bütün bunlar başkanlık için yapılıyor. Ömür boyu dokunulmazlık almak istiyor, çünkü korkuyor. Yaptığı hırsızlıkların herkes farkında! O da farkında, ailesi de farkında, AKP’nin milletvekilleri de, aydınlar da, havuz medyasının tamamı da farkında, çünkü onlar da bu kirliliğin içindeler.” dedi.
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:
Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan 78 milyon vatandaşıma en sıcak sevgilerimizi, dostluğumuzu, şükranlarımızı, selamlarımızı sunuyoruz.
DEMOKRASİ BU ÜLKENİN ORTAK SORUNUDUR
Türkiye’nin tarihinin en kritik dönemlerini yaşadığını defalarca bu kürsüden ifade ettim. İlk ifade ettiğim tarihten bu yana ne kadar haklı olduğumuz bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkıyor. Türkiye maalesef, üzülerek ifade edeyim, demokrasi standartları gittikçe düşen bir ülke konumuna hızla gidiyor. Böyle bir tablo yıllardır mücadelesini verdiğimiz, demokrasi kültürümüzün zenginleştirilmesi yolunda yıllardır mücadelesini verdiğimiz bir süreci zayıflatıyor. O açıdan bütün vatandaşlarımızın, siyasi görüşü ne olursa olsun, demokrasi standartlarının yükselmesi açısından ortak çaba harcamaları gerekiyor. Demokrasi sadece benim sorunum değil, sadece sizin sorununuz da değil, demokrasi bu ülkenin ortak sorunudur; sağcısı solcusu, ortacısı kim varsa hepimizin ortak sorunudur. Demokrasi mücadelemizi veriyoruz ve bu mücadelemizi güçlendirerek sürdüreceğiz.
KİMSENİN EKMEĞİYLE OYNAMAYIZ
Değerli arkadaşlarım, kısaca birkaç konuya değinmek istiyorum. Seçimlerde taşeron işçilere kadro verilecek diye açık ve net programımıza koyduk. Hiçbir siyasi parti, ya bu taşeron işçiler ne yapıyor diye düşünmezken, onların sorunlarıyla ilgilenmezken, “Bu çağdaş kölelik sistemini biz kaldıracağız, herkese kadro vereceğiz, herkes toplu sözleşmeli, sendikalı hakka kavuşacak” diye açık ve net bir söylemde bulunduk. Sonra, bizim bu söylememiz diğer siyasi partiler tarafından olduğu gibi kopya edildi, hatta Türkiye genelinde bütün Billboardlar süslendi. Birisini söylüyorum: “Taşeron işçilere kadro tek başına iş başına” diye Adalet ve Kalkınma Partisinin Billboardları süslediği bir söylem. Biz şunu söyledik: Taşeron işçilere kadro verirken hiçbir ayrım yapmayacağız. Kimsenin aşıyla, işiyle, ekmeğiyle uğraşmayacağız, siyasi görüşü ne olursa olsun her taşeron işçisine kadro vereceğiz dedik. Şunu açıklıkla ifade edeyim: Hiç kimsenin ekmeğiyle oynamayız, işiyle, aşıyla oynamayız. Böyle olmalı zaten. Birisinin ekmeğiyle oynamak dünyanın en zor işidir, en ahlaksız işidir. Kimse o ahlaksızlığı kolay kolay üstlenemez. Geçen gün Ankara Büyükşehir’e bağlı ASKİ’den bir grup güvenlikçi geldi, hepsi taşeron işçisi. “Bizim işlerimize son veriyorlar” dediler. “Ne olursunuz, bizimle ilgilenin.” Söz veriyorum, Sayın Başbakana bir mektup yazacağım, kimsenin aşıyla işiyle uğraşılmaması gerektiğini söyleyeceğim. Taşeron işçilere kadro sözünü verdik, hep birlikte bu mücadeleyi yaptık, sizler de bu sözü verdiniz. Bu mektubu yazdım ve kendisine gönderdim. Sözümüzün arkasında durduk.
Bakın değerli arkadaşlar, Ocak ayında 400 taşeron işçisinin işine son verildi Ankara Büyükşehir’de. Mayıs ayı sonuna geliyoruz, toplam 1722 işçinin işine son verildi. 1722 evde akşam çorba kaynıyordu. Bir umut bekliyorlardı bunlar. “Söz verildi, bütün siyasi partiler söz verdiler bize size kadro vereceğiz” diye. Artık nasıl olsa kadro sözünü aldık, kimse bizim işimizle, aşımızla, ekmeğimizle uğraşmaz diyorlardı. Ama tam tersini yaptılar, 1722 işçinin işine son verdiler. Türkiye’deki 1 milyonu aşkın taşeron işçisi kardeşime sesleniyorum: Senin sorununu bilen parti Cumhuriyet Halk Partisidir, senin derdini bilen Cumhuriyet Halk Partisidir. Görüşün ne olursa olsun, siyasi görüşün ne olursa olsun, sana kadro sözü vermek nasıl benim ifademse, onu gerçekleştirmek de benim boynumun borcudur, bunu yapacağım, bunun mücadelesini sonuna kadar vereceğim. Ama senden, taşeron işçisi kardeşim senden sadece bir isteğim var, benim bu taahhüdümü yerine getirmem için bana iktidar yolunu açmak zorundasın. Yaklaşık 2 milyon taşeron işçisi var; aileleriyle, çoluk çocuğuyla beraber 5 milyon, 5 milyon oyunu istiyorum, sana kadro sözü veriyorum. Her taahhüdümüzün arkasında durduk, her sözümüzün arkasında durduk. Bakın dedik ki “CHP iktidarında asgari ücret net 1 500 lira olacak “ dedik. İktidara gelmedik, doğru ama yerel yönetimlerde iktidarız ve CHP’li belediyelerde asgari ücret net 1500 liradır, herkes bilsin.
İŞ KAZALARINDA AVRUPA’DA BİRİNCİ, DÜNYADA ÜÇÜNCÜYÜZ
Değerli arkadaşlarım, 13 Mayıs 2016’da Soma’da bir facia yaşadık, 301 işçimiz hayatını kaybetti yerin yüzlerce metre derinliğinde ve uzun süre mücadele edildi, sonunda bu arkadaşlarımızın naaşları dışarı çıkarıldı. Benim bir yurt dışı gezim vardı, yurt dışı gezimizi iptal ettik. Soma’ya gittim, faciayı izledik, pek çok sözler verildi, dünyanın sözü verildi bunlara. “Meraklanmayın” dedi, Türkiye adeta yas tutmuştu. İki dost ülkemiz de yaşanan facia dolayısıyla onlar da yas günü ilan ettiler kendi ülkelerinde. 301 maden işçisi yerin altında çalışarak kömür için mücadele ederek, evlerine helal ekmek götürmek için mücadele ederek yola çıkmışlardı bunlar ve 301 kardeşimiz hayatını kaybetti. Ben o olaydan sonra grupta yaptığım toplantıda sadece 301 maden işçisinin ismini okudum, hiçbir yorum yapmadım ve cümlemi şöyle bağladım: Bu işçilerimizin haklarını sonuna kadar aramak namus borcumuzdur dedim. Bugün, aynı noktadayız ve o işçilerin, ailelerin haklarını sonuna kadar arayacağız. Bunlara söz verdiler, dediler ki “Size, karşılaştığınız bütün sorunları çözeceğiz.” Hakkını yememek lazım, bazı sözlerini tuttular, gereğini yaptılar ama bazı temel sorunlar var ki onların gereğini yapmadılar, verdikleri sözleri tutmadılar. Üç önemli konudan söz edeyim size değerli arkadaşlarım. Soma’daki vatandaşlarımız da umarım bizi dinliyorlardır.
Verdikleri sözlerden birisi şu: “Devlet tarafından denetimler yapılana ve teftiş raporları tamamlanana kadar kimse madenlere inmeye zorlanmayacak ve kimseye bu süre içinde çıkış verilmeyecek” yani işine son verdim denilmeyecek, bu söz verildi. Ama, değerli arkadaşlar, 1 Aralık 2014 günü bir telefon mesajıyla 2831 işçinin işine son verildi. Sormak gerekiyor: Verdiğiniz söz, kimsenin işine son verilmeyecek; yaptığınız iş, 2831 işçinin işine bir telefon mesajıyla son vermek. Bu, ahlak mıdır arkadaşlar? Ahlak böyle bir şey midir? Sen devletsin, hükümetsin, devleti yönetiyorsun, çıkıp işçiye söz veriyorsun, yakınlarına söz veriyorsun “Kimsenin işine son vermeyeceğim” diyorsun ve 1 Aralık günü kalkıyorsun 2831 işçinin işine son veriyorsun. Ne diyoruz? Ahlakta ciddi yozlaşma var. Tepede yozlaşma varsa aşağıya doğru o yozlaşma devam ediyor.
Yine dediler ki ”Ölen işçilerin bütün tazminatlarını ödeyeceğiz.” Uzun süre yerine getirmediler. Sonra, Sayın Cumhurbaşkanı 4 Haziran 2015’te Manisa’da bir miting yaptı. Miting yaparken vali bir açıklama yaptı “Tazminatları ödeyeceğiz” diye. Değerli arkadaşlarım, tazminat hakları olarak yirmi dörtte birini yatırdılar; 24’e böldüler, yirmi dörtte birini yatırdılar. Bugün itibarıyla ne kadar ödendi biliyor musunuz, onu da söyleyeyim. Bugün itibarıyla, 7 Haziran’dan bu yana beşini ödediler tazminatın, diğerleri olduğu gibi duruyor, aylığa bağladılar. Peki, bu ne demektir? Ölüm peşin, bedeli taksitle ödenecek. Böyle bir şey olabilir mi arkadaşlar? Madem söz verdiniz, bunlara ödeyeceğiniz tazminat öyle ahım şahım büyük rakamlar değil, devletin bütçesini bozacak, dengeleri alt üst edecek rakamlar da değil, bunların ödenmesi lazımdı, ama bu ailelere bu paralar taksit taksit ödeniyor. Şu ana kadar taksitin büyük bir kısmı ödenmedi.
Üçüncü olay, kazadan hemen 36 gün sonra, şirket kendi mal varlığına tedbir koydurdu. Niçin? İşçiler dava açıp haklarını ararken, vallahi benim mal varlığım yok, hepsine tedbir koymuşlar demek için. Peki, bunun takibi oldu mu? Bunun takibi de olmadı. Bütün bunları kim takip ediyor? Cumhuriyet Halk Partisi takip ediyor. Sayın Özgür Özel’e bu konuda görev verildi, her aşamayı sonuna kadar takip ediyor.
Tabii, iş kazalarında ölümlerin olmaması en güzeli... İş kazalarında biz Avrupa’da birinciyiz, tıpkı trafik kazalarında olduğu gibi, dünyada da üçüncüyüz. Neden bizde bu kadar işçi ölüyor? Değerli arkadaşlar, 2016’nın ilk dört ayında iş kazalarında hayatını kaybeden işçi sayısı 586 kişi, 586 işçi iş kazalarında hayatını kaybediyor.
CAN DÜNDAR’LA ERDEM GÜL “KRAL ÇIPLAK” DEDİLER
Değerli arkadaşlarım, bir başka önemli olay, Can Dündar’a yapılan saldırı. Doğru haber yaptı diye mahkûm olan gazetecilerimiz var. Defalarca bunu dile getirdik. Haber doğru mu? Doğru. Silahlar gönderildi mi? O da doğru. Peki, doğru haber dolayısıyla bir gazeteci nasıl hapse atılır? Bana, bir hukukçu çıkıp adam gibi bunu bir anlatsa. Herkesin bildiği bir konu… Ben bu kürsüde, silah götüren bir şoförün mahkemede verdiği ifadeyi de okumuştum. Nereden aldıklarını, nasıl götürdüklerini, TIR’ın önünde bir cipin olduğunu, o cipin bizi nerelere götürdüğünü bütün ayrıntılarıyla zaten şoför anlatıyor. Bunlar görüntüleri de yayınladılar. “Vay neden bunu yayınlıyorsunuz” diye casus, vatan haini, aklınıza ne gelirse bütün suçlamalar yapıldı. Kralın çıplak olduğunu herkes biliyordu. Nasıl kral çıplak hikâyesiyle gen bir çocuk “Kral çıplak “ dediği zaman bütün millet “Ya, evet, gerçekten kral çıplakmış” deme cesaretini gösterdiyse, Can Dündar’la Erdem Gül de “Kral çıplak” dediler ve bütün Türkiye’nin önüne tabloyu koydular. “Ama sizden bunun intikamını alacağım” diyor, “Hesabını vereceksiniz” diyor. “Neden bunu böyle söylediniz?” Ya, hesap soracaksan senin kabinende bakanlık yapan adam var, Başbakan yardımcılığı yapan adam var, Tuğrul Türkeş, çıktı televizyonlara zaten bunu anlattı. Defalarca okudum, bir daha okuyacağım. “Burada bizi izleyenlerin huzurunda yemin ediyorum. Vallahi ve billahi o silahlar Türkmenlere gitmiyordu. Bilerek söylüyorum, iddia ederek söylüyorum, bizim o belgeyle irtibatımız var, Bayır bucak Türkmenleriyle, Halep’tekilerle irtibatımız var, o silahlar oraya gitmiyordu” diyor. Yargılayacaksan onu yargıla kardeşim, dokunulmazlığını kaldıracaksan onun dokunulmazlığını kaldır. Neden gazeteciler? Çünkü gücü onlara yetiyor, başka birisine yetmiyor. Ama hiç meraklanmayın arkadaşlar, senin gücün onlara da yetmeyecek.
REKTÖRLERE AÇIK ÇAĞRI YAPIYORUM: BU GARABETTEN VAZGEÇİN
Değerli arkadaşlarım, üniversitelerin bir ülke için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Üniversiteler bilgi üretir, bir ülkenin dünyada saygınlığına katkı yapan en önemli kurumlar üniversitelerdir. Üniversite bilgi üretiyorsa bütün dünyada Türkiye tanınır ve bütün dünya Türkiye’nin üniversitelerinin bilgi üretmesiyle kendi kültürlerine de katkı yapıldığının farkına varır ve bilir, dünyadaki üniversitelerin özelliği budur. Hangi üniversite bilgi üretiyorsa hem o üniversite hem o ülke dünyada saygın konumdadır. Biz bir sürü yerde, 81 ilde üniversitelerimizi açtık, gayet güzel, kimse karşı çıktı mı? Hayır. Peki, üniversiteyi üniversite yapan nedir? Kampüsü mü? Hayır. Öğrencileri mi? Hayır. Kampüsü, öğrencileri, yerleşkesi artı orada ders veren hocalarıdır; üçü beraber olursa üniversite gerçek anlamda bir üniversite olur. Üniversiteleri kurduk, güzel, bu üniversitelere öğretim üyesi lazım. O da güzel, sınavlar açıldı, genç akademisyenler alındı ama bunların yetişmesi lazım, doktora sınavına girmeleri lazım. Nerelere gönderildiler? YÖK Kanunu’ndaki hükme göre diğer üniversitelerde doktoralarını tamamlamak üzere gönderildiler, örneğin Boğaziçi’ne, İstanbul Üniversitesi’ne, Ankara Üniversitesi gibi pek çok üniversiteye gönderildiler. Şimdi, 10 bine yakın öğretim üyesine diyorlar ki “Doktoranı bırak yarım, eski üniversitene dön” Bu, yasaya aykırı, daha doktorasını tamamlamadı, on bine yakın, yazık günah değil mi bu öğretim üyelerine? Bunlar bizim çocuklarımızı yetiştirecekler, onların ufkunu açacaklar. Niçin? “Tepedeki zat istedi, onun için yapıyoruz” diyorlar. “Birileri istedi, onun için gerçekleştiriyoruz” diyorlar.
Değerli arkadaşlarım, üniversiteler aydınlanmanın kaynağıdır. Eğer bir zatın iki dudağına bir üniversite teslim olmuşsa oraya üniversite denemez. O nedenle bütün üniversite rektörlerine açık çağrı yapıyorum: Bu garabetten lütfen vazgeçin. Üniversiteyseniz adam gibi üniversite olun. Hiç kimsenin boyunduruğuna ve vesayetine kendinizi tabi kılmayın. Böyle üniversite mi olur? Aldım, doktoranı yarıda kes, niçin? Birisi istedi diye. Sayın YÖK Başkanı’ndan da istirham ediyorum: Açın kanununuzu okuyun, gayet açık. “Başka bir üniversiteye yükseköğrenim kurulunca geçici olarak tahsis edilebilir öğretim üyesi” diyor. Yükseköğrenim bu şekilde doktora, tıpta uzmanlık veya sanatta yeterlik payesi alanlar kadrolarıyla birlikte kendi üniversitelerine gönderirler. Bunların hiçbirisi daha yeterlik payesi almadı, sınavlara girmediler. Kanuna aykırı niye böyle bir işlem yapıyorsunuz? Ve neden öğretim üyelerini bu gencecik, fidan gibi çocukları “Git, mahkeme kapılarında sürün, karar al, ondan sonra uygulayacağım” diyorsunuz. Türkiye’nin buna tahammülü var mı? Zaman kaybı değil mi?
KİLİS SÜRATLE SURİYELİLEŞİYOR
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de yaşanan bir başka dram bir şehrimizde, bir ilimizde yaşanıyor, adı Kilis. En çok heyet gönderen parti biziz Kilis’e. Kilislilerin derdiyle birebir ilgilenen parti biziz. Bütün Kilisli kardeşlerim de duysun, düşünebiliyor musunuz, bir il düşünün, gazeteye tam sayfa ilan veriyor, hükümet arıyor “Hükümet nerede?” diyor. Her gün bombalar atılıyor, füzeler atılıyor ortada kimse yok. Bir ara yeni bıyık bırakan birisi, düşük profilli birisi, o da gitti Kilis’e “Acaba Kilislilerin derdiyle ilgilenir miyim diye. Birkaç füze atılınca apar topar nefesi Ankara’da aldı. Peki, Kilislilerin derdi ne kardeşim? Niye ilgilenmiyorsunuz? Bu ülkede hükümet yok mu? Vallahi yok! Hükümet olsa böyle bir dert olmaz zaten, hükümet yok zaten. Kilis süratle Suriyelileşiyor. Suriyelilerin nüfusu Kilislilerden fazla ve Kilis’te yaşayan vatandaşlarımızın yüzde 20-25’i göç etmek zorunda kaldı. Onlar göç ediyorlar, Suriyeliler oraya yerleşiyorlar. Peki nereye kadar gidecek bu? Esnaf perişan vaziyette, gidin sorun esnafa. Yeni ekonomik paket bekliyor Kilisli esnaf bari mağduriyetimizi gidersinler diye. Boşuna bekliyorsun kardeşim, bunlar can derdine düşmüşler, düşük profilli, her şeye evet diyen adam arıyorlar. Onların derdi Kilis değil ki. Kilis’te her gün adam ölse, Kilis yerle bir olsa bunların kılı kıpırdamayacak. Kilis’te dört aydır okullar kapalı. Bu anneler çocuklarını nereye gönderecekler, hangi okula gönderecekler? Bu anneler demiyorlar mı çocuklarımız güzel bir eğitim alsın, üniversiteyi kazansın, eli ekmek tutsun diye. Dört aydır okullar kapalı, dört aydır hükümet yok.
KİLİS’İ GÖRMEZDEN GELİYORLAR
Değerli arkadaşlarım, Kilisliler diyor ki “Biz Ensar değiliz, biz de mülteci konumundayız çünkü burada Suriyeliler fazla, biz de onların mültecisi konumundayız.” Ben yine Kilisli kardeşlerime sesleniyorum: Hiç meraklanmayın, sorunuzu biliyoruz, nasıl çözüleceğini de biliyoruz. Bakın bunlar Kilis’i feda ettiler, görmezden geliyorlar ama senin derdinde en çok ilgilenen yine biziz. Senin sorununu çözecek olan da biziz. Bu dış politikayı 180 derece değiştirecek olan da biziz “Yurtta barış, dünyada barışı” gerçekleştirecek olan da biziz yine, bunu söylüyorum.
“DOKUNULMAZLIĞI KALDIRALIM” DİYORUZ, KAÇIYORSUN
Sürekli olarak dokunulmazlıklardan söz ettim, geçen hafta da dokunulmazlıklardan söz etmiştim. Saadet Partisinin Genel Başkanı Sayın Kamalak aradı. Ben demiştim ya, “Anayasayı değiştirmeye gerek yok yani kimin dokunulmazlığını kaldırılmasını istiyorsanız getirin Genel Kurula, hep beraber oy verelim, dokunulmazlığı kaldıralım, gitsin o da yargıda ifadesini versin. Yargıda haklı mıdır haksız mıdır, suçlu mudur suçsuz mudur ortaya çıksın. 276 oy olursa bu sorun çözülüyor.” Sayın Kamalak dedi ki “276 maksimumu.” Ben de biliyorum maksimumu. Parlamento yani Genel Kurulda 300 milletvekili olsa, sadece 300 milletvekili olsa dokunulmazlığın kaldırılmasıyla ilgili 151 oy verilirse dokunulmazlık kalkıyor. Niye Anayasa değişikliği, hangi gerekçeyle? Bakanları koruyorsun, hırsızları koruyorsun, yolsuzluk yapanları koruyorsun, Türkiye Büyük Millet Meclisinde tiyatro oynatıyorsun, adına dokunulmazlık diyorsun. “Kimin dokunulmazlığını kaldırmak istiyorsan getir kardeşim hep beraber kaldıralım” diyoruz, kaçıyorsun!
RÜŞVETTEN BESLENEN İSLAMİYETTEN SÖZ EDEMEZ
Ahlaktan söz etmiştim, ahlak ahlak, milleti kandırmayacaksın, ahlakın temel kuralı budur; millete yalan söylemeyeceksin, ahlakın kuralı budur. Geçen grup toplantısında sizlere, İslam ülkeleri ne kadar İslamidir diye bir araştırmadan söz etmiştim. George Washington Üniversitesinden 2 akademisyen, 2 bilim adamı Scheherazade Rehman ve Hüseyin Askari bir araştırma yapıyorlar, 208 ülkenin verilerini alarak bir araştırma yapıyorlar. İslam ülkeleri ne kadar İslami, İslami kurallara ne kadar uyuluyor, ilkelere, kural demeyelim de, İslami ilkelere ne kadar uyuluyor? 208 ülkenin… Dört ana başlık altında, dört ayrı göstergeyi ve verileri toplayarak yapıyorlar.
Birinci gösterge ekonomik İslami endeks, ekonomik adalet var mıdır yok mudur, refah tabana yayılıyor mu yayılmıyor mu, yolsuzluk uygulamaları var mı yok mu, yolsuzlukla mücadele ediliyor mu edilmiyor mu, kul hakkı yeniyor mu yenmiyor mu; yeniyorsa ne yapılıyor, yenmiyorsa ne yapılıyor diye bir endeks, birinci endeks.
İkinci gösterge yasal ve yönetişim İslamilik endeksi; yargı bağımsız mıdır, adalet dağıtılıyor mu; hukukun üstünlüğü var mı, yasal sistemin bütünlüğü, vatandaşın can ve mal güvenliği var mı bu çerçevede bakılıyor, veri toplanıyor.
Üçüncü gösterge insan hakları ve siyasi haklar: kadın hakları var mıdır, kadın erkek eşitliği var mıdır; Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksinde ülke hangi sıradadır, özgürlük endeksi nedir diye üçüncü gösterge de bu başlık altında toplanıyor veriler.
Dördüncü gösterge; Uluslararası ilişkiler İslamilik endeksi; çevre sağlığı var mıdır, çevre korunuyor mu; hava ve su kalitesi iyi midir; küreselleşme endeksi ve askeri harcamaların gayrisafi milli hasıla içindeki payı. Buradan yola çıkıyorlar, 208 ülkenin verilerini topluyorlar, alt alta diziyorlar ve bunu bilimsel yayın olarak yayınlıyorlar. İslamilik endeksine göre, İslami ilkelere en bağlı olan ülke, bir numaralı ülke Yeni Zelanda; ikincisi Lüksemburg, üçüncüsü İrlanda. Geçiyorum, peki ilk Müslüman ülke hangisi? Malezya 38’inci sırada yer alıyor; Kuveyt 48’inci sırada. Türkiye diyeceksiniz, Türkiye 103’üncü sırada. Normal mi? Normal arkadaşlar. Yalan var mı? Var. Rüşvet var mı? Var. Yolsuzluk var mı? Var. Din istismarı var mı? Var, hepsi var. Londra’ya bakın, bir Müslümanın Londra’da belediye başkanı seçtiler. İnancına baktılar mı? Hayır. Neyine baktılar? Ahlaklı mı? Ahlaklı. Düzgün mü? Düzgün. Seçilebilir mi? Seçilebilir. Kimliğine bakan oldu mu? Hayır. İnancına bakan oldu mu? Hayır.
Değerli arkadaşlar, kul hakkı yemeyeceksin, güzel; yalan söylemeyeceksin, güzel; yolsuzluk yapmayacaksın, güzel; millete hesap vereceksin, güzel. Bunlar aynı zamanda İslamiyetin çıkış temel ilkeleridir, nerede bu ilkeler? Hiç bundan söz ediyor mu havuz medyası? Asla söz edemezler çünkü rüşvetten beslenen İslamiyetten söz edemez, rüşvetten besleniyorlar bunlar.
DAVUTOĞLU’NU HALKIN İRADESİNE DUYDUĞUMUZ SAYGIDAN SAVUNUYORUZ
Değerli arkadaşlarım, Türkiye Büyük Millet Meclisini hepimiz biliyoruz, kurucu meclis olduğunu da hepimiz biliyoruz, gazi meclis olduğunu da hepimiz biliyoruz; Genel Kurul salonundaki arka duvarda kocaman, Mustafa Kemal’in bir sözü yazılı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der. Egemenlik nedir? Anayasanın 6’ncı maddesi gayet net yazmış “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz” diyor. Gayet açık, gayet net… Peki, bu, halktan yüzde kaç destek almış bu söylem? Halktan yüzde 91,37 destek almış, halkın yüzde 91’i de “Evet, böyle olması lazım” diyor. Organlar nedir? Yasama organı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yürütme organı, hükümet ve yargı Anayasa Mahkemesinden tutun mahkemeye kadar yargı süreci, hâkim de Türk milleti adına karar verir. Burada yasalar da öyle çıkar, hükümet de öyle görev yapar. Neden egemenlik dağıtılmıştır? Denge ve denetleme sistemi rahat otursun diye, kurumlar birbirlerini denetlesinler diye, bir kişinin iki dudağından çıkan her şey kanun niteliğinde olmasın diye, bunu söylemişlerdir. Egemenliği böyle tanımlıyoruz değerli arkadaşlar ve Büyük Atatürk egemenlik için şöyle söyler: “Hakimiyeti milliye uğrunda canımızı vermek bizim için vicdan ve namus borcu.” Egemenlik için canımızı vermek bizim için vicdan ve namus borcudur diyor. insanlar egemenliği kolay elde etmediler, onun arkasında şehitler, gaziler var, acılar var, gözyaşları var, umutlar var onun arkasında, çocuklarımıza güzel bir Türkiye bırakma umudu var; bayrağımız var, İstiklal Marşı’mız var onun arkasında. Bu kadar büyük mücadelelerden sonra biz egemenliğimizi aldık, saltanatı bir tarafa bıraktık. Halkın iradesine bunun içini güveniyoruz ve inanıyoruz. Davutoğlu’nu savunuyorsak halkın iradesine duyduğumuz saygıdan ötürü savunuyoruz, halkın iradesine saygı gösteriyoruz.
23 MİLYONUN OYU ÇÖP SEPETİNE GİTTİ
Ama Türkiye, 2010’tan itibaren farklı bir sürecin içine adım adım götürülmek isteniyor. İlk Söylem 17 Aralık 2012, “Yasama ve yargı benim için ayak bağıdır” dedi Erdoğan. Yani ben, Anayasanın 6’ıncı maddesini tanımıyorum arkadaşlar, milli egemenliği tanımıyorum, organlar tarafından milli egemenliğin kullanılmasını tanımıyorum diyor. Yasama ve yargı benim için ayak bağıdır diyor.
İki: 21 Mart 2015, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, “Parlamenter sistem artık bekleme odasına girmiş bulunmaktadır.”diyor. Yani ben, Türkiye Büyük Millet Meclisini tanımıyorum, o artık bekleme odasındadır diyor. Buna, Cumhuriyet Halk Partisi dışında itiraz eden oldu mu? Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, “Ey Sayın Cumhurbaşkanı, sen Büyük Millet Meclisi için nasıl bunları söylersin?” diyebildi mi? Diyemedi. O da aklını kiralamış oraya çünkü.
Değerli arkadaşlarım, 15 Ağustos 2015, “İster kabul edilsin ister edilmesin Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir” diyor. İster kabul et ister etme, ben sistemi değiştirdim diyor. Bunlar nedir? Sivil görünümlü bir darbenin ön ayak sesleriydi ve bunlar geldi. Arkasından ne oldu? Seçimler oldu, Sayın Davutoğlu 7 Haziran’da geldi Başbakan oldu. Sonra bir seçim daha yapıldı, 1 Kasım, Sayın Davutoğlu, Anayasaya uygun, parlamenter sisteme uygun, geleneklerimize uygun olarak geldi Başbakanlık koltuğuna oturdu ama işler iyi gitmedi. Sonra 4 Mayıs günü davet ettiler “Saraya geleceksin” dediler. Saraya gitti, Saraydan çıktı “Ben istifa ediyorum” dedi. Kullandığı şu cümle çok önemlidir, istifasıyla ilgili olarak “Benim tercihim değildir, bir zaruretin neticesidir” dedi. “Benim tercihim değildir, bir zaruretin neticesidir.”
Değerli arkadaşlar, bir Başbakan, 23 milyon oy alan bir Başbakan, 23 milyon seçmenin değil de 1 kişinin dudağından çıkan sözlere kendisini sözlere esir ettiriyorsa, o sözlerin tutsağı oluyorsa, onun gereği olarak Başbakanlıktan istifa ediyorsa onun demokrasi kültürü yoktur arkadaşlar, işin özü budur. Bu ne anlama gelir? “Bu aynı zamanda, ben demokrasiye inanmıyorum, ben milli iradeye de inanmıyorum. 23 milyonun oyu da çöp sepetine gitti” diyor. “Benim için bir kişi önemlidir, Sarayda oturan zat. O zat eğer oradaysa, benim kaderimi belirliyorsa 23 milyon değil, 80 milyon bana oy verse hepsi hikâye” diyor. Böyle bir tabloyla karşı karşıyayız değerli arkadaşlarım.
BİZ AKLIMIZI KİRAYA VERMEYİZ
Bakın değerli arkadaşlar, hep ahlaktan söz ederim, kurallardan söz ederim, Anayasadan söz ederim, hukukun üstünlüğünden söz ederim, parlamenter sistemden söz ederiz, milli egemenlikten söz ederiz, kuralları önce Anayasa, sonra yasalar, sonra devletin gelenekleri belirler. Eğer siz bunları tanımıyorsanız o devlette kaos ortaya çıkar, o devlet farklı bir sürecin içine girmiş olur. Başbakanlık maddesi vardır Başbakanlık Kuruluş Kanununda “Genel ahlakı ve kamu düzenini muhafaza etmek” der. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek hak ve menfaatlerini korumak ve gözetmek” der. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ve menfaatlerini korumak istiyorsan demokrasisini önce koruyacaksın yani ne yapacaksın? O bir kişi seni çağırıp sana “İstifa et” dediği zaman şunu söyleyecektin, “Sayın Cumhurbaşkanı, kusura bakma, beni buraya 23 milyon 600 bin kişi getirdi. Bir kişinin ifadesiyle ben koltuğumu bırakmam” demesi gerekirdi. Bunu dedi mi? Demedi. Şimdi dönüp, ya, biz böyle şey olur mu diyoruz, böyle bir rezalet olur mu diyoruz bize şunu söylüyorlar: “Siz bunu anlamazsınız. Sizde bu tür bir kültür yok. Bunun adı Reise itaat, davaya sadakat” diyorlar. Evet, bize söyledikleri bu, millete söyledikleri de bu ama haklılar, bizde böyle bir şey yok, biz aklımızı birisine kiraya vermeyiz. Evet, parti disiplini, evet disiplin içinde hareket ederiz ama biz, düşük profilli, kula kulluk, saraya uşaklık yapan bir kişiyi aramızda barındırmayız. Herkesin bunu bilmesini isteriz. Bütün vatandaşlarım dinlesinler. Anayasamızın meşhur 101’inci maddesi var. “Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisiyle ilişiği kesilir.” Bu kadar açık yani partinin üyesiysen istifa edeceksin. İlişiğini kesti mi? Dilekçeyi verdi, gereğini yaptı, kesti. Peki, değerli arkadaşlar şu cümleye ne dersiniz? “Bu partiyle gelişmeleri yakından takip etmem birilerini rahatsız ediyor” yani Adalet ve Kalkınma Partisinin içişlerine karışmam birilerini rahatsız ediyor. “Niye rahatsız oluyorsunuz? Bundan daha tabii ne olur” diyor. Sen Anayasayı çiğniyorsun kardeşim. Bundan daha anormal ne olur, bu sorunun cevabı budur. Bundan daha anormal ne olabilir. Neden bir partinin içişlerine karışıyorsun? Neden diyorsun Davutoğlu istifa et? Neden diyorsun ben düşük profilli bir adam arıyorum? Onu getireceğim Başbakanlığa. 23 milyon sana oy veren, bunların hepsi hikâye diyor. 23 milyon 600 bin vatandaşıma sesleniyorum, Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren 23 milyon 600 bin vatandaşıma sesleniyorum: Sen sandığa gittin, oyunu kullandın. Senin oyun önemlidir, demokrasi açısından önemlidir, demokrasiye en güzel katkıyı yaptın. Ama nasıl paraları sıfırladılarsa senin de oyunu sıfırladılar kardeşim, senin de oyunu sıfırladılar.
ÜLKEYE BAŞBAKAN MI ARIYORSUNUZ, SARAYA UŞAK MI
Efendim, biz düşük profilli bir başbakan adayı arıyoruz! Böyle bir rezalet olamaz. İşin garip tarafı ne biliyor musunuz? Şimdi, herkes “Düşük profilli başbakan adayı benim” diye ortalıkta geziyor. Bıyık, herkes bıyık bırakmaya başladı. “Ben en düşük profilliyim, ben en yeteneksiz adamım, beni seç” diyor. Böyle bir şey arkadaşlar, hiçbir darbe döneminde yaşanmadı. Böyle bir ahlaksızlık hiçbir dönemde olmadı. “Senin sözünden vallahi billahi ben çıkmam; yat dersen yatarım, kalk dersen kalkarım. Ben alçak profil olmaya da razıyım” diyorlar, geziyorlar. Ya, siz ülkeye Başbakan mı arıyorsunuz, saraya uşak mı arıyorsunuz? Saraya uşak aranıyor. Böyle bir anlayış olabilir mi? Yazık günah değil mi bu ülkeye? Biz bunu eleştiriyoruz “Neden eleştiriyorsunuz?” diyorlar. Ne yapacağız? Alkışlayacak mıyız? Böyle bir rezalete biz evet mi diyeceğiz? Peki, ne demek düşük profil onların anlayışına göre?
Bir: Hırsızlığa hiç itiraz etmeyecek. Millete hesap? Hesap ta vermeyecek. Yolsuzluk? Hep beraber yapacağız, malı hep beraber götüreceğiz. Böyle bir anlayışla bir başbakan aranıyor. Şimdi bu arayışı sürdürüyorlar. Kim olabilir, gazetelerde boy boy fotoğrafları var. “En düşük profilli adam benim” diyor. Ne demek bu aynı zamanda? “Ülkeyi yönetmekte aciz olan kişi benim” diyor. “Ben yönetemeyeceğim, sen yöneteceksin” diyor. Böyle bir anlayışı dikte ettirmeye çalışıyorlar bu topluma. Biz buna karşı çıkacağız.
KİME “KARDEŞİM” DEDİYSE ARKADAN HANÇERLEDİ
Şimdi, Sayın Davutoğlu’nun hakkını savunmak kadere bakın bize düştü. Oysa Sayın Davutoğlu kendisi savunması lazım. İstifasını açıkladığı gün şöyle bir cümle kullanıyor. Adalet ve Kalkınma Partisinin Kadın Kollarına seslendi, oy veren vatandaşlara seslendi ve Gençlik Kollarına da seslendi. Gençlik kollarına seslenirken şunu söyledi: “Gücün yozlaşmasına karşı mücadele edin.” Ne kadar güzel değil mi? “Gücün yozlaşmasına karşı mücadele edin.” Kime söylüyor? Adalet ve Kalkınma Partisinin Gençlik Kollarına söylüyor. Peki, bir genç çıkıp şunu söylese: Sayın Başbakan, bana söylüyorsun, çok da doğru söylüyorsun, şu gücün yozlaşmasına karşı beni safa sürüyorsun da sen niye mücadele etmiyorsun? Sen niye itiraz etmedin? Başkanlık sistemiyle sultanlığı getirmek istiyorlar. Demokrasiyi bir kişinin iki dudağına hapsetmek istiyorlar. Yolsuzluk mu? Reis yapabilir. Arkadan hançerlemek mi? Zaten kültürlerinde var, kime “Kardeşim” dediyse arkadan hançerledi. Bir ara gitti Kaddafi’ye kardeşim dedi, Kaddafi’yi arkadan hançerlediler. Esad’a kardeşim dedi, Esad’ı da arkadan hançerlediler. Erbakan’ın dizinin dibindeydi, Erbakan sırtını döner dönmez onu da arkadan hançerlediler. Davutoğlu, onu da arkadan hançerlediler. Arkadan hançerleme geleneği var bunlarda, böyle bir gelenek var.
BAŞKANLIK BÖLÜCÜLÜKTÜR
Dolayısıyla, bu darbe 28 Şubat Darbesi’ne benzemiyor. Bu darbe, “Yol arkadaşım” dediği kişilerin arkadan hançerlendiği bir Saray Darbesi’dir, 4 Mayıs Saray Darbesi’nin özelliği budur değerli arkadaşlarım. Sultanlığı getirecekler, herkes sultanı bekliyor, reisi bekliyor. Sultanlıkla cumhuriyet arasında ne fark var, izin verin onu ben söylemeyim de Gazi Mustafa Kemal’in bu konudaki söylemini sizlerle paylaşayım. Mustafa Kemal Atatürk şöyle diyor: “Cumhuriyet fazilettir, sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir” Evet, aradaki fark bunlardan ibarettir” diyor. Evet aradaki fark bunlardan ibarettir. Bütün bunlar ne için yapılıyor? Başkanlık için yapılıyor. Neden başkanlık için yapılıyor? Ömür boyu dokunulmazlık almak istiyor, kimse bana dokunmasın çünkü korkuyor. Yaptığı hırsızlıkların herkes farkında, o da farkında, ailesi de farkında, Adalet ve Kalkınma Partisinin milletvekilleri de farkında, aydınlar da farkında, havuz medyasının tamamı farkında çünkü onlar da bu kirliliğin içindeler. Dolayısıyla, illa ben başkanlık istiyorum diyor. Ömür boyu dokunulmazlık, başka? Ben Türkiye’yi bölmek istiyorum diyor. Başkanlık bölücülüktür arkadaşlar, kimse unutmasın, başkanlık bölücülüktür.
BIRAK HERKES GÖREVİNİ YAPSIN
Bir diğer hastalık daha var, “Eski koltuklarımı bırakmam hastalığı…” Belediye Başkanlığı yaptın, hâlâ belediye başkanı; Başbakanlık yaptın, hâlâ Başbakan; cumhurbaşkanlığı yaptın, şimdi muhtarlık da yapıyorsun. Bırak kardeşim, herkes görevini yapsın. Yasalarla tanımlanmış herkes görevini yapsın, sen de Anayasada yazılmış, Cumhurbaşkanının görevleri neyse sen de o görevlerini yap. “Her şeyi ben yapacağım” diyor. Onun için demiştim, “Her şeye maydanoz olan adam” diye. Olur mu öyle şey? Herkesin görevi var, herkes kendi görevini yapacak. Devlette iş bölümü vardır, liyakat vardır devlette. Onun derdi başkanlık. Peki, vatandaşın derdi ne? Allah aşkına gidin süt üreticisine sorun, “Senin derdin var mı?” diye. Bir dokun bin ah işit. Gidin örtü altı seracılık yapan vatandaşa sorun. Antalya’ya gidin sorun, Muğla’ya gidin sorun, hepsi perişan. Bir sorun bakayım “Sizin derdiniz var mı?” diye. Patates üreticisine gidin sorun “Derdiniz var mı?” diye. Şanlıurfa’ya, Kilis’e gidin vatandaşa sorun “Ya sizin derdiniz var mı?” diye, dünyanın derdini anlatırlar size. Kilis’e her gün top ve füzeler atılıyor. Onlar “Düşüyor, tesadüfen geldi Kilis’e” diyorlar. Nasıl bir tesadüfse bu? Peki, arkadaşlar, bunların derdiyle ilgilenmiyor, “Ben illa başkan olacağım” diyor. Türkiye’yi almış başkanlığa kilitlemiş vaziyette, illa ben başkan olacağım. Ben de söylüyorum; kardeşim sen, Türkiye Büyük Millet Meclisinde tek bir CHP’li bile olsa başkan olamayacaksın, unut, bırak bunları.
PADİŞAHTA BİLE BU KADAR YETKİ YOKTU
Başkanlık nedir? “Türkiye’yi ben yöneteceğim” diyor. “Hiç tanımam mahkeme, karar, medya şu bu, hiçbir şey tanımam” diyor. Ben de vatandaşıma soruyorum: Türkiye’yi bir adam mı yönetsin, yoksa bu devletin kurumları mı olsun, mahkemeleri mi olsun? Bağımsız karar mı versinler, adalet mi dağıtsınlar? Türkiye Büyük Millet Meclisi mi olsun? Yoksa bütün bunları kapatalım bir kişi çıksın, bir aile, ben istediğimi yaparım. Ya, padişahta bile bu kadar yetki yoktu, emin olun padişahta bile bu kadar yetki yoktu.
Değerli arkadaşlarım, 3,5 milyon hanede 17 milyon yoksulumuz var. Onun derdi ne? Başkanlık. Bizim derdimiz ne? Bu yoksulluğu bitirmek. 3,5 milyon hanede 17 milyon fakirimiz var. 6 milyon işsizimiz var arkadaşlar. Her dört üniversite mezunundan birisi işsiz! Bunların derdiyle ilgilenen var mı? Hayır. Ne dertleri var? “Ben nasıl başkan olacağım?” Ya, 6 milyon işsiz var. Yazık günah değil mi bu çocuklara? Fidan gibi çocuklar. Orta gelir tuzağındayız, orta teknoloji tuzağındayız. Milli gelir bir türlü artmıyor, fakirlik artıyor. Bununla ilgilenen var mı? Hayır. İlla ben başkan olacağım diyor, bunlarla hiç ilgilenmem diyor. Fakir, bırak ezilsin diyor. Fakirin oyu nasıl olsa cebimde diyor. Ben onlara bir iki laf söylerim diyor, o koşa koşa gelir bana oy verir diyor. Bütün fakir kardeşlerime de sesleniyorum: Senin sorununla ancak ve ancak ben ilgilenirim kardeşim. O olayı ben senden çok daha iyi biliyorum, fakirliğin ne olduğunu biliyorum.
14 YILDA 17 MİLYON YOKSUL YARATTILAR
Biraz geriye gidelim, 2002’ye gidelim, Allah aşkına 2002’ye gidelim. Bunlar “3Y” dediler ve biz iktidara geliyoruz dediler. 3Y neydi? Yoksulluktu, yoksullukla mücadele edeceğiz dediler. Gaziantep’te, daha geçen hafta Gaziantep’te bir barakada bir aile –anne hariç- tamamı yok oldu. Okuyorum size arkadaşlar: 13 yaşında Mücahit Bakır, 12 yaşında Halime Bakır, 7 yaşında Dilovan Bakır, 5 yaşında Emin Bakır, 2 yaşında Tacettin Bakır ve babaları Mehmet Emin Bakır, evde elektrikleri yoktu, bir barakada yaşıyorlardı. Evleri mum ışığında aydınlanıyordu. Gece yatarken mum devrildi ve bunların tamamı öldü, sadece anne kurtuldu. Şimdi, bunlar demiyorlar mıydı “Biz fakirlikle mücadele edeceğiz, yoksulluğu bitireceğiz, her evde bereket olacak” demiyorlar mıydı? Peki, bu tablo nedir Allah aşkına? Ben, vicdanı olan bütün annelere sesleniyorum: Bu tablo nedir? 21. Yüzyılın Türkiye’sinden söz ediyorum. Efendim, biz uçağımızı yaptık, şunu yaptık bunu yaptık… Sen ne dersen de kardeşim, hiçbirisini yapmadın, yoksulun yoksulluğunu sömürdün, kendine payanda kılmaya çalıştın, bu insanları açık ve göz göre göre ölüme gönderdin, senin yaptığın budur.
2002’de Türkiye’de toplam servetin yüzde 1’ini nüfusun yüzde 39’u alıyordu; bugün bu oran yüzde 1’i toplam servetin yüzde 54,3’üne sahip, nüfusun yüzde 1’i Türkiye’deki bütün servetin yüzde 54,3’üne sahip. Bu mudur Allah aşkına fakirlikle mücadele etmek, yoksullukla mücadele etmek? Fakirin derdini biz çözeriz. Aile Sigortası’nı bunun için istiyorduk, bunun için getireceğiz. Her ailede asgari gelir güvencesi olacak. Hiçbir aile ben fakirim demeyecek CHP iktidarında. Size sözüm söz anneler, hiçbir aile fakir olmayacak. Fakir fukaranın hâlinden biz anlarız. Bizim bir elimiz yağda bir elimiz balda değil; biz yoksulluğun, fakirliğin ne olduğunu biliriz, garip gurabanın ne olduğunu çok iyi biliriz, biz öyle yetiştik. Biz harama el uzatmayız, öyle yetiştik biz. Yoksullukla mücadele edeceklerdi, 17 milyon yoksul yarattılar on dört yılda. Yazık günah değil mi bu insanlara?
YOLSUZLUK AKP’NİN MİLLİ SPORU
Yolsuzlukla mücadele edeceklerdi bunlar. Yolsuzluk tarihinde yer aldılar, altın harflerle yazıyor zaten AKP’li yöneticilerin yolsuzluklarını. Çikolata kutularının içinde paralar, Rıza Zarraf’ın önüne yatan bakanlar, yapmadıkları şey kalmadı. Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren vatandaşlara bir sözüm yok, onların yöneticilerine sözüm var, partinin yöneticilerine sözüm var. Sizler Rıza Zarraf gibi rüşvet dağıtan adamın önüne yatan bakanları korudunuz, o bakanları yargıdan çekip çıkardınız. Sizin bu dünyada da öbür dünyada da yatacak yeriniz yok.
O hâle getirdiler ki, aslında Davutoğlu’nun görevden alınmasının nedeni, istifaya zorlanmasının nedeni açık söylemek gerekir. Davutoğlu, rüşvet ve yolsuzlukları istemiyordu, bu konularda düzgün bir adamdı. Evet, açık ve net söylüyorum. “Ben saydamlığı getireceğim” dedi, ertesi gün “Nereden saydamlığı getiriyorsun kardeşim?” dediler. Ve büyük bir ihtimalle, bütün büyük ihalelere dur dediği için, bir dakika sen o zaman ayrıl, ben o ihaleleri yandaşlara dağıtacak adam getireceğim, onlar dağıtacaklar bu işi. Büyük bir ihtimalle görevden zorla ayrılmasının nedeni budur değerli arkadaşlar. Bunun için Davutoğlu’nu içlerine sindiremediler. Sen ayrıl, git kardeşim. Biz temiz değil, kirli adam istiyoruz bizim gibi. Biz ne istiyorsak bizim dediğimizi yapacak bir adam istiyoruz. Kul hakkı yiyen insana bizim ihtiyacımız var. Rüşvet yiyen insana bizim ihtiyacımız var. Onların hedefleri buydu. Ve yolsuzluk bunların döneminde AKP’nin milli sporu hâline geldi. Kim yolsuzluk yaparsa devlet katında o kadar yükseliyor. Kim yolsuzluk yapmazsa kapının önüne konuluyor.
Yasaklar üçüncü şeydi değil mi bunların “Yasaklarla mücadele edeceğiz” diye. Basılmamış kitabı yasakladılar arkadaş, daha basılmamış, onu yasakladılar. Binlerce İnternet sitesi, doğru haber yapan gazeteleri kapattılar, televizyonları kapattılar. Gazeteciler hapiste, şu anda 33 gazeteci hapiste değerli arkadaşlarım ve öyle bir noktaya geldi ki mizaha bile tahammül edemez noktaya geldiler. Eğer bir siyasetçi mizaha tahammül edemiyorsa artık onun ülkeye hayrı falan yoktur. Mizah dedik de küçük anlatımla sözlerime son vereyim. Biliyorsunuz Atatürk Orman Çiftliği’nde bir hayvanat bahçesi var, eskiden beri oradadır. Vatandaşın birisi saraya yakın bir yerde “Ya, burada hayvanat bahçesi var, nerede?” diye soruyor çünkü o da çiftliğin içinde. Adamı alıp yakalayıp götürüyorlar “Sen Cumhurbaşkanına hakaret ediyorsun” diye. Ya, arkadaşlar, hangi hâle geldik düşünün. Böyle bir Türkiye’yi kabul etmiyoruz, güzel bir Türkiye istiyoruz, herkesin huzur içinde yaşadığı bir Türkiye istiyoruz. Her annenin çocuklarını okula güven içinde gönderdikleri bir Türkiye istiyoruz. Her evde bereketin olduğu bir Türkiye istiyoruz, huzurun olduğu bir Türkiye istiyoruz.
Hepinize saygılar sunuyorum.