08.02.2011

08 Şubat 2011 tarihli TBMM Grup Konuşması

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Mısır ve Tunus’taki olayları hepimizi izliyoruz. Sadece biz değil bütün dünya izliyor. Çünkü Mısır Ortadoğu’da kilit ülkelerden biri. Mısır’ı düşünenler Mısır’daki olaylardan daha önemlisi Mısır’daki olaylardan sonrasını düşünüyorlar. Yönetime kim gelecek. Neler olacak. Bir satranç oyunu mantığıyla yapıyorlar bunu. 47 yıllık Güvenlik Konferansında ilk kez CHP’den bir genel başkan yardımcısı çıkıp görüşlerini anlattı. Bundan dolayı mutluyuz. AKP’nin yaptığını yapmadık. Daha tutarlı olduk. Ama sayın Başbakan ne yaptı. Fincancı dükkanına giren fil gibi ortalığın darmadağın etti. “Biz olayı tribünden izlemeyeceğiz” dedi. Sahaya indi mi Başbakan. Nerede Başbakan… Obama ne yaptı özel temsilcisini gönderdi. Biz de gönderebilirdik. Ama ne yaptık Mısır hükümetini eleştirdik. Onlar da bizi eleştirdi. Dış politikada hatanın faturası kolay kolay telafi edilemez. Mısır’daki olayları daha sağlıklı değerlendirebilseydik. Beyefendi sahaya inecek. Kimse seni sahaya indirmez ki. Sen sadece söylediğinle kaldın. Sen hep tribünde kalacaksın.” dedi.

Genel Başkan Kılıçdaroğlu, CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi:

Sayın Başkan, Değerli milletvekilleri, bizleri televizyonları başında izleyen değerli yurttaşlarım; hepinize selamlarımı, saygılarımı sunuyorum.

Aslında her konuşmada olumlu güzel şeylerden söz etmek isteriz, belki bir politikacının yapması gereken de bu. Halka umut vermek, güzellikleri anlatmak, gelecek kaygılarının olmadığı bir toplumu nasıl yaratabiliriz bunları konuşmak ama maalesef bizim ülkemizde bunlar olmuyor. Bakıyorsunuz olaylar oluyor ve biz konuşmalarımızı acı olaylarla açmak zorunda kalıyoruz. Bunlardan birisi geçen hafta OSTİM’de yaşanan patlama idi, bir de Antalya’da oldu, üç patlama oldu. 22 yurttaşımız yaşamını yitirdi, 50’nin üzerinde yurttaşımız yaralandı, hastaneye kaldırıldı, tedavi edildi, bazıları tedavi ediliyor. Sonuç şu: Ne kadar üzülürsek üzülelim ateş düştüğü yeri yakıyor. Ölenlerin ailelerine başsağlığı dilemek, onlara Allah’tan rahmet dilemek dışında yapacağımız, şimdilik yapacağımız fazla bir şey yok. Yaralananlara da acil şifalar diliyoruz. Umarız, kısa süre içinde düzelirler, tekrar işlerinin başına dönerler, çalışıp, alın teri döküp, alın teriyle kazandıkları helal ekmeklerini götürürler, bütün isteğimiz bu. Ama değerli arkadaşlarım, şu çok önemli: Patlama oldu, tıpkı eskiden İstanbul Davutpaşa’da yaşanan patlama gibi, ertesi gün baktık her yetkili bir başkasını suçluyor. Bu işin sorumlusu kim? Niçin oluyor bunlar? Neden Türkiye’de oluyor da başka ülkelerde bizim kadar çok sık olmuyor? Hükümet yetkililerine bakıyorsunuz onlar birilerini suçluyorlar, belediyeye bakıyorsunuz onlar birilerini suçluyorlar, kimdir bu işin sorumlusu? Kim yaptı bunu? Aynı olay İstanbul Davutpaşa’da da olmuştu ve pek çok aile hâlâ mağdur, hâlâ ellerinde pankartlarla hâlâ hak arıyorlar. Orada ölen insanlar bizim insanlarımız değil miydi? O insanlar orada çalışıyorlardı, üretiyorlardı, alın teri döküyorlardı, rüşvet yemiyorlardı, rüşvet vermiyorlardı, zor bela bir iş bulmuşlar, o işte çalışıyorlardı ve hayatlarına mal oldu. Şimdi geldiğimiz noktada herkes birbirini suçlar bir noktada. Oysa hukuk devleti dediğimiz bir kavram var. Hukuk devletinde hukuk normlarının egemen olması lazım. Hukuk devletinde her yurttaşın sorumluluğu var, her yurttaş sorumluluğunun bilincindedir ama hukuk devletinde her yurttaşın sorumluluğu kadar her siyasetçinin de sorumluluğu vardır. Siyasetçinin sorumluluğu hukuk devletlerinde daha ağırdır. Eğer Japonya’da sular iki saat akmıyor diye belediye başkanı istifa etme erdemini yakalayabiliyorsa, o siyasetçinin sorumluluğunun ne kadar ağır olduğunu gösteriyor. Bizde siyasetçilere bakıyoruz hiç ilgisi yok. Bir siyasetçimiz kalkıp şunu söylüyor, hükümetten yetkili, bir bakan: “Efendim, hiç mi onların kabahati yok? Kayıt dışı çalışıyorlar, bize niye ihbar etmiyorlar?” diyor. Senin görevin ne? Bir başkası çıkıp diyor ki. “Efendim biz, eğer denetim sayısını artırsaydık, denetim elemanları sayımız yeterli olsaydı biz bunu engellerdik.” diyor. Sen hükümet değil misin? Bakan değil misin? Denetim elemanı olmak senin elinde değil mi? Yapmıyor. Bir başkası çıkıyor, o da ilginç bir şey yine. “Efendim, 200 milyon liralık bir tedbir alsaydık 4 milyarlık bir kaybımız olmayacaktı.” diyor. Bütçeyi siz uyguluyorsunuz, parlamento size yetki vermiş. Eğer 200 milyonluk bir katkı, bir destek, bir yatırım, bir önlem alınması gerekiyorsa alacaksınız, almıyorsanız siz sorumlusunuz. Almıyorsanız gereğini yapın, ayrılın o koltuklardan. Sanki mübarekler iktidarda değil de muhalefetteler. Hiç iktidarda olduklarının farkında değiller sanki. Amaç, milletin kafasını karıştırmak ve geldiğimiz nokta şu arkadaşlar: İş kazalarında Avrupa’da birinciyiz, dünyada da üçüncüyüz, iş kazaları sonucu hayatını yitirenlerin Türkiye’ye maliyeti bu kadar ağır. Sadece 2009’da 101’i madende olmak üzere 1171 yurttaşımız hayatını kaybetti. Türkiye’de insan hayatı bu kadar ucuz mu? Yazık, günah değil mi bu insanlarımıza? Çalışıyorlar, önlem alınması lazım. Batılı nasıl yapıyor, çağdaş ülkeler nasıl yapıyor? Riski görüyor, önlemeni alıyor, kurallarını koyuyor, denetimini yapıyor, ondan sonrada diyor ki, iş kazaları bizde olmuyor ya da iş kazaları olsa bile yaşamı kaybedecek türden iş kazalarına bu ülkelerde çok ender rastlanıyor ama bizde harcıalem bir olay gibi, iş kazaları oluyor, insanlar yaşamını yitiriyor, sonrada dönüp biz sorumlu aramaya çalışıyoruz.

Buradan tabii bir şeye daha seslenmek isteriz. Bunları dile getirmek sadece Ana Muhalefet Partisinin, muhalefet partililerinin görevi değil, sendikaların da görevi, işçilerin haklarını koruyorlarsa onların da görevi, onlar da iş kazalarına karşı önlem alınması gerektiğini söylemeli, koltuklarında oturmamalı, biraz çıkıp dünyaya bakmalı bunlar. Efendim neymiş, ölen işçiler için saygı duruşunda bulunacakmışız. Bulunalım, bulunalım da saygı duruşunda bulunmakla bu sorunlar çözülecekse ben de geleyim hep beraber bulunalım, hatta 80 milyonu, 70 milyonu çağıralım hep beraber saygı duruşunda bulunalım bir daha bunlar olmasın ama bunlar böyle olmaz. Hükümeti uyarma gibi bir göreviniz var. İş kazası, meslek hastalığı denilen bir alan var. Girin o alana bakın bakalım hangi önlemler alınıyor ve niçin alınmıyor sizin bunu sormanız lazım, sorgulamanız lazım. Ama bunlar olmuyor, yeteri kadar olmuyor. Ama her olmayanı halka ve işçilere şikâyet edeceğiz. Sizin haklarınızı savunması gerekenler, sizin haklarınızı savunmuyorlarsa bir dakika diyeceğiz, siz görevinizi yapmıyorsunuz diyeceğiz, onları görevlerine davet edeceğiz.

Değerli milletvekilleri, geçen hafta ilginç bir olay oldu. Sayın Başbakan Cumartesi Annelerini kabul etti. Güzel bir olay aslında, Sayın Başbakanı yürekten kutluyorum. Tam 306 haftadır Cumartesi Anneleri eylem yapıyorlardı. Çocuklarını arıyorlar, eşlerini arıyorlar, babalarını arıyorlar, amcalarını arıyorlar, yeğenlerini arıyorlar, “Birileri bize sahip çıksın, şu faili meçhulleri aydınlığa kavuşturalım” diyorlardı. Sayın Başbakan, Cumartesi Annelerini kabul etti. Güzel ama daha önce Cumartesi Anneleri için şunu demişti: “Ne iş yaptıklarını bilmiyorum. Cumartesi Anneleri birileri tarafından kullanılıyor.” Eğer hak arama birileri tarafından kullanılmaysa, bu hak arama modeli AKP’ye özgü bir model, demokrasiye özgü bir model değil, insan haklarına özgü bir model değil, hukuk devletine yakışan bir model değil. Herkes hakkını arayabilmeli. Hak arama demokrasilerin vazgeçilmez temel kurallarından birisidir. Siz hak arayan kişileri birilerinin kullandığını dile getireceksiniz ama her şeye rağmen Sayın Başbakan kabul etti. Şimdi bizim önümüzde önemli bir şey var Sayın Başbakanın samimiyetini test edeceğiz Samimi mi, değil mi? Nasıl test edeceğiz? Orada yine Cumartesi Annelerinden birisi demiş ki “Faili meçhullerle ilgili Mecliste bir araştırma komisyonu kurun.” Sayın Başbakanın yanıtı çok daha ilginç. Diyor ki, “O işi yapmak sadece bizim partinin değil, diğer partilerin de bize destek vermesi lazım.” Şimdi ben merak ediyorum. Faili meçhullerle ilgili bir olayın araştırılması için Sayın Başbakan bir önerge vermeye hazır mı? Hazırsa, biz daha önce üç dört önerge verdik kim reddetti? AKP Grubu reddetti. Şimdi diyor ki “Sadece biz bunu beceremeyiz.” Sadece beceremiyorsun da faili meçhulü mü sadece beceremiyorsun her şeyi beceriyorsun, vatandaşı perişan ediyorsun. Sayın Başbakana açık çağırı yapıyorum. Cumartesi Annelerini kabul ettin, güzel, ona saygı duyuyoruz, yaptığın işi destekliyoruz, doğrudur diyoruz, şimdi senin samimiyetini test ediyoruz. Sen eğer faili meçhullerin ortaya çıkmasını istiyorsan Cumhuriyet Halk Partisinin verdiği araştırma önergelerine evet de, yok, biz ona evet demeyiz… O, Ana Muhalefet partisinin verdiği önerge, biz onu kabul etmeyiz diyorsanız, önergeyi siz verin biz kabul edeceğiz. Bak, biz ne kadar açık, ne kadar saydam, ne kadar yürekli, ne kadar namuslu davranıyoruz, sen de davran bakalım. Öyle çıkacaksın, Cumartesi Annelerine bunu söyleyeceksin, arkası gelmeyecek. Biz şunu kabul ederiz: Siyasette samimiyet çok önemlidir. Düzgünlük önemlidir. Varsa bir şey, söylüyorsan arkasında duracaksın. Yoksa sen, ben biliyorum, 12 Eylül acılarını çekenlerin acılarını nasıl sömürdüyse Cumartesi Annelerinin dramını da öyle sömürmeye kalkıyor. Bunu sana sömürtmeyeceğiz. Biz, bu ülkede her insanı seviyoruz. Bize oy vermesin, bizim yanımızda olsun olmasın, her yurttaşın hukuksal yollardan arama yaptığı zaman, arama yaptığı zaman Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz onlara destek vereceğiz, onların yanında olacağız çünkü biz, bu ülkede hukukun egemen olmasını istiyoruz, hukukun egemenliği demokrasinin olmazsa olmazıdır.

Değerli arkadaşlar, sadece Türkiye’de değil, çevremizde de önemli olaylar oldu. Tunus’ta başladı. Üniversiteyi bitiren genç bir kişi işportacılık yapıyor. Dayanamadı ve kendisini yaktı, olaylar başladı. Bu olaylar Mısır’a sıçradı. Mısır’da da genç birisi kendisini yaktı ve orada da olaylar başladı. Olayları hepimiz izliyoruz, sadece Türkiye değil aslında bütün dünya izliyor, üstelik yakından izliyor, çünkü Mısır Orta Doğu’da kilit konumunda olan ülkelerden birisi. Mısır’daki olaylara hiçbir devletin ilgisiz kalması düşünülemez. Herkes kulağını dikmiş bekliyor ve bakıyor, olayları soğukkanlı yorumlamaya çalışıyor. Biz de Mısır’ı, Mısırlıları her zaman olduğu gibi yine yakından izlemeye devam edeceğiz. Ama Mısır’ı düşünenler Mısır’daki olaylardan daha da önemlisi olaylardan sonrasını düşünüyorlar, ne olacak olaylardan sonra, kim gelecek, kimler gelecek? Orta Doğu’daki dengeler nasıl bozulacak ve o dengelerde biz nasıl, nerede, ne kadar söz sahibi olabiliriz diye bunun hesabını yapıyorlar bir satranç ustalığıyla. Münih’e gittik, Güvenlik Konferansına katıldık ve bu konu da gündeme geldi, tartışıldı. Dışişleri bakanları, NATO yetkilileri, milli savunma bakanları bu konuları tartıştılar, Mısır’ın önemini vurguladılar ve Mısır’daki yönetim değişikliğinin, olası değişikliklerin Orta Doğu’da hangi gelişmelere gebe olduğunu gayet soğukkanlı tartıştılar. Hemen şunu söyleyeyim: 47 yıllık Güvenlik Konferansında ilk kez, Cumhuriyet Halk Partisinden de bir genel başkan yardımcısı çıktı ve Orta Doğu konusunda görüşlerini anlattı. Bundan ötürü de mutluyuz. AKP’nin yaptığını yapmadık biz, daha tutarlı, daha dengeli, daha sağduyulu olaylara baktık ve sadece Mısır’a değil, bütün Orta Doğu’ya demokrasiyi götürelim, özgürlükleri götürelim, kadın erkek eşitliğini götürelim, insan haklarını götürelim ve Orta Doğu’da bir barış çemberi yaratalım. Bizim bakışımız bu idi ve bu bakışı orada biz dile getirdik. Ama Sayın Başbakan ne yaptı? Fincancı dükkânına giren fil gibi ortalığı darmadağın etti. Ne olmuş? Efendim, biz oradaki olayları, evet, izleyeceğiz, seyredeceğiz; evet, ama tribünden seyretmeyeceğiz. Güzel. Sahaya indi mi Başbakan? Nerede Başbakan? Bakınız güçlü ülke Amerika Birleşik Devletleri ne yaptı? Obama Mısır’a hemen özel temsilcisini gönderdi. Biz de gönderebilirdik. Biz doğrudan doğruya Mısır hükümetini hedef aldık, eleştirdik. Onlar da oturdular, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini eleştirdiler. İç politikada hata yapabilirsiniz, telafi edilebilir, sonuçta bizim yurttaşlarımızdır bir araya geliyoruz, hata yaptık, özür dileriz diyebiliriz ama dış politikada bir hatanın faturası kolay kolay giderilemez. Cezayir’e bakın, Cezayir’in bağımsızlık sürecinde kullandığımız bir hatanın faturası hâlâ önümüze getirilir, konulur. Biz, Mısır’la ilgili olayları daha soğukkanlı, daha tutarlı, daha insancıl demokratik açıdan, insan hakları açısından bakıp değerlendirseydik, oraya özel temsilcilerimizi gönderip düşüncelerimizi aktarabilseydik, iktidardan ayrılmanın da erdem olduğunu ama bu ayrılma sürecinin nasıl olması gerektiğini biz anlatsaydık ne olurdu? Yapmadık biz bunu. Beyefendi sahaya inecek. İyi de kimse seni sahaya indirmez ki. Sen sadece söylediğinle kaldın ve hep tribünde kalacaksın.


Sayın Başbakanın dış politikadaki ikinci gafı Kıbrıs’la ilgili oldu. Kıbrıs, bizim kendimizden ayırmadığımız bir ülke. Onların bağımsızlığına kavuşmaları için şehit verdiğimiz bir ülke. Onların özgürce kendi ülkelerinde yaşamaları için Silahlı Kuvvetleri gönderdiğimiz ülke. Onlar orada bedel öderken, katliam yapılırken barışı ve huzuru getirelim diye Silahlı Kuvvetler Kıbrıs’a çıktı ve bunu yapan bir kişi de ve bunu yapan da o dönemin Başbakanı, Sosyal Demokrat Lider Bülent Ecevit idi. Ve biz bütün bunları düşünerek Kıbrıs’a özel ilgi gösteriyoruz, onlara katkıda da bulunuyoruz, onlar da bize katkıda bulunuyorlar. Onların demokrasisi bizden daha fazla gelişmiş, bizden daha fazla saydamlar. Bizde memurların grev hakkı yok, onların grev hakkı var. Onlar siyasi partiler yasası itibariyle de bizden çok daha öndeler, demokrasisi gelişmiş. Küçücük adada üniversiteleri var, bir üniversite ülkesi hâline dönmüş orası. Şimdi böyle bir yerde, Sayın Başbakan, 40 bin kişinin miting yaptığı bir ortamda 5-10 kişi bir pankart kaldırıyor ve Türkiye aleyhine. Bu pankartı kaldıranlarla ilgili olarak değil de, bütün Kıbrıs halkını hedef alarak “Besleme” sözcüğünü kullanıyor, onur kırıcı bir laf. Bunun altından nasıl kalkar bilmiyorum, nasıl telefi eder onu da bilmiyorum ama Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Başbakan, yabancı bir ülkenin, başka bir ülkenin, bizim soydaşlarımız olan bir ülkenin yurttaşlarına “Besleme” sözcüğünü kullanmıştır. Hazmedilecek bir sözcük değildir bu ve daha da ileri gitmiştir. “Çağıracağım onları, konuşacağım” yani hesap soracağım, kim, nerede, nasıl, yapar bunu. Biz Kıbrıs’ı kazanmaya çalışırken onlar Kıbrıs’ı nasıl elimizden kaçırırız onun hesabını yapıyorlar herhâlde. Kaldı ki o 5-10 kişi, daha önceki mitinglerde, Annan Planı görüşülürken meydanlara çıkıp Annan Planını destekleyenlerdi onlar ve sen onların sırtını sıvazlıyordun. Hazmedilecek bir şey değil. Ben Sayın Başbakana hep şu telkinde bulundum: Sayın Başbakan biliyorsunuz, iki tarafında prontur vardır, aynalar vardır, camlar var, o camlara bakar konuşur. Güzel. Allah aşkına Sayın Başbakan, senin irticalen konuşmak ne haddine, her konuştuğunda çam deviriyorsun ve hem Mısır konusunda çam devirdi hem Kıbrıs konusunda çam devirdi. O nedenle danışmanlarının Sayın Başbakanı uyarması lazım. Konuştuğu sözler, sarf ettiği sözler yenilir yutulur cinsten değildir. Onlara “Besleme” diyorsun, güzel, hadi dedin. Çıkıp birisi sana sormaz mı Sayın Başbakan sen niye aynaya bakmıyorsun diye? Dubai’de 1 milyar dolar hibe almak için gidip imza atmadı mı senin Bakanın? Şimdi, onlar dönüp sana besleme derse ne diyeceksin? Kaldı ki senin kafanda bu var. Yardım ettiğin her kişiyi besleme olarak görüyorsun. Vatandaşa makarna, kömür dağıtıyorsun onlar da mı senin beslemen? Böyle bir mantık olabilir mi? Bunların kafasında hukuk devleti denilen bir kavram yok. Bunların kafasında insan hakları denen bir kavram yok, bunların kafasında insan onuru denen bir kavram yok, bunların kafasında ülkelerin onuru vardır, ülkelerin geleceği vardır. Ülkelerle ilişkilerde saygın bir çizginin tutturulması vardır, bunların kafasında bunlar yok. Bunların kafasında bildiğimiz klasik, ben söylerim, ben bağırırım, ben çağırırım, ne demek insan hakkı, sadece benim söylediğim geçerlidir, benim söylediğimin dışındaki her şey geçersizdir kavramı yatıyor. Bunları maalesef anlamı bu, düşünceleri de bu.

Bunlar biliyorsunuz “dış politikada sıfır sorun” diye başlamışlardı. Keşke başlamasalardı. Sıfır sorunla başladılar, bizim ilişkilerimizin iyi olduğu ülkelerle de aramızı bozdular nasıl bir sıfır sorunsa?

Asıl tabii komik olan şu değerli arkadaşlar: “Ey Mısır yöneticileri, Mısır halkına kulak verin” diyor. Peki, o yöneticiler de çıkıp dese ki, ey Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri siz de Türk halkına kulak verin dese ne diyecek, biz kulak veriyor muyuz diyecek. Torba Yasayı protesto ediyorlar. En demokratik hakları, işçiler, memurlar protesto ediyorlar. Otobüslerin önü kesiliyor, otobüslerine yol verilmiyor, kimlik kontrolleri yapılıyor ve geliyorlar biber gazları, coplar, soğuk sular her şey var. Sen, bunu kendi ülkenin yurttaşına bunu yaptıktan sonra, senin Mısır halkın için yöneticilerinden bir şey istemene kim değer verir? Sen önce kendi ülkende ne yaptığına bak.

Değerli arkadaşlar, hangi gazeteyi açsanız, bir iki istisna dışında… Gazetelerin ekonomi sayfaları var, eskiden ekonomi sayfaları çok azdı, şimdi artık en azından iki, üç, bazen dört, beş sayfa ekonomiye ayrılır. Hangi gazeteyi açsanız AKP’nin mucizelerinden söz eder, “ekonomimiz çok iyi, ekonomimiz müthiş mucizeler yarattı” diye şey yapar. Bakın mesela, ne kadar borçlandığımız yoktur orada, açlıktan ölenler yoktur orada, onlar üçüncü sayfada magazin haberler içinde yer alırlar. İşsizlik yoktur mesela orada. İşsizliğin azaldığına ilişkin haberler vardır. İthalat yoktur, hep ihracattan bahsederler, sanki ithalatı başka bir ülke yapıyormuş gibi. Tarımdaki çöküşü bulamazsınız orada, yoktur öyle bir şey, çiftçiler de yaşamlarından çok memnundur bizim medyaya baktığınızda. Birinci sayfadan başlayarak Sayın Başbakanın gittiği illerde açtığı tesislerin sayısı vardır, 100, 150, 99, 41 ama o tesislerin ne olduğunu gören yoktur, böyle bir haber, böyle bir olay var. İş kazalarında Avrupa birincisiyiz, dünyada üçüncüyüz, bunları yine göremezsiniz gazetelerde. Vatandaş gazeteleri okuyunca ne diyor? Ya, ben bakıyorum kendime, böyle bir tablo yok ama demek ki bu sadece bende yok, herkesin durumu çok iyi, öyle bir algı yaratmaya çalışıyorlar ve arkasından dönüp, ya, şu AKP ekonomiyi ne kadar güzel yönetiyor diye bir algı vatandaşın kafasına pompalanmaya çalışılıyor. Ve yine bunlar sık sık yazarlar “Efendim, işte, Türkiye dünyada yirmi ekonomi içinde en büyük on altıncı ama hiç kimse şunu sormaz: Zaten bu yirmi ekonomi içinde Türkiye 1987 yılında en büyük on dördüncü ülke idi, nasıl oldu da on altıya geriledi kimse bunu sormaz. G-20’den önce zaten Türkiye orada idi, ama bunu da sormazlar. Efendim, Türkiye dünyada en büyük yirmi ekonomisinden birisi diye yazarlar, söylerler.

Şimdi bakalım neymiş vatandaşın gündemi ne, doğrular ne diye. 80 yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin borçlandığı miktar 242 milyar lira. Sekiz yılda borçlanılan miktar 217 milyar lira, yani tam bir borç tuzağı içindeyiz. Bu devletin borçlanmasıdır. Geçiyorum faiz ödemelerine, ne kadar faiz ödedik? Sayın Başbakan der ya, “Efendim, gecelik faiz yüzde 1500 idi, yüzde 2000’lere çıktı, biz şöyle yaptık, böyle yaptık…” güzel. Onlar Sayın Başbakanın döneminde değildi aslında ama hadi öyle olsun. Seksen yılda bütçeden yapılan faiz ödemeleri 135 milyar lira, son sekiz yılda yapılan faiz ödemesi 405 milyar lira; 135 milyar lira, 405 milyar lira. Bu faizi kim ödüyor? Bu faizi tüyü bitmemiş yetim dâhil hepimiz ödüyoruz. Kimlere ödüyoruz bunu? Faizciliğe karşı idi bunlar, faizi günah sayarlardı, ne oldu da sekiz yılda 405 milyar liralık eski parayla 405 katrilyon liralık- siz faiz ödüyorsunuz.

2002 yılında dış borç stokumuz 129 milyar dolardı. Bütün o olumsuzluklar, gecelik faizler şunlar bunlar. Son sekiz yılda 129’un üzerine 137 milyar dolar daha ilave ettik ve borçlandık.

Gelelim vatandaşın durumuna, vatandaşın durumu ne? İyi ya bu kadar borçlandınız herhalde vatandaşın durumu iyidir diye aklımıza o soru gelir, çünkü bu parayı bir yere harcayacaksınız, vatandaş buradan nemalanacak, gelir elde edecek. 2002 yılında vatandaşların bankaya olan borçları 6,5 milyar lira, 2010 Aralık ayı itibariyle vatandaşların bankaya olan borçları 6,5 milyar liradan 170 milyar liraya çıkmış. Bunları gizliyorlar, medya gizliyor, vatandaştan gizliyorlar. Her gittiğiniz yerde anlatın, her gittiğiniz yerde söyleyin, bunların dediği gibi ekonomi çok iyiye gitmiyor. Ekonomisi çok iyiye giden ülkede vatandaş memnun olur. Vatandaş dertliyse bir bildiği vardır, o nedenle dertlidir, kimse keyfinden dertli olmaz. Vatandaşın bankalara borcundaki artış miktarı 2002-2010 yüzde 2 502, yüzde 2 502 vatandaş borçlu duruma geliyor, borçlarında artış oluyor.

Tüketici ve tüketici kredilerindeki borcun durumu nedir, birde ona bakalım son sekiz yılda. Borcunu ödemeyenlerin sayısı 2002’de 10 bin civarında, 2010’da 625 bine çıkmış, on binden 625 bine bankalara olan borcunu vatandaş ödeyemiyor. Böyle küçük haberler görürsünüz, “kredi kartı borcu nedeniyle intihar etti, bankalara borcu nedeniyle kendisini yedinci kattan attı” diye küçük küçük haberler. Ama 625 bin kişi, 625 bin aile bu borcun altında eziliyor.

Protestolu senet tutarı: 2002’de 498 bin, 2010 Ocak- Ekim ayı itibariyle yıl sonu da değil- 1 milyonu aşmış durumda arkadaşlar. Kimse, herhâlde borcunu ben gidip ödemeyeyim, protesto edileyim diye beklemez, bir sorun var, ekonomide bir sorun var, vatandaşın çektiği ciddi bir çile var.

Büyümeye bakıyoruz. Hani, diyorlar ya Türkiye büyüyor, son bilmem kaç yılın en büyük büyümesidir vesaire diye. 1980-2002 döneminde dünyada ortalama büyüme hızlarına bakıyoruz dünya ülkeleri arasında Türkiye 49’uncu sırada; 2002-2009 dönemine bakıyoruz 49’uncu sıradan 88’inci sıraya gerilemişiz, 39 ülke bizi geçmiş nasıl oluyor bu? Niçin gazetelerin ekonomi sayfaları bunları görmez? Neden halkın derdini gazetelerin ekonomi sayfaları dile getirmez? Halkın gözü kulağı ve sesi olacaksa, bu gazeteler bunu dile getirmeyecekse neyi dile getirecek? Ekonomide hangi mucizeyi yarattınız siz? Bunlar bırakın bir şeyler yapmayı, bunlar o kadar beceriksiz ki planları bile zamanında hazırlayamadılar. 6-7 ay gecikmeyle planları hazırladılar. Bütçe çağırılarını bile Temmuz ayı başında yapmaları gerekirken bütçenin Parlamentoya sevkinden 15 gün önce yaptılar, bu kadar beceriksiz insanlar. Bu kadar beceriksiz bir yönetim, efendim bunlar çok becerikli. Efendim, bunlar ekonomiyi çok iyi yönetiyorlar. İyi yönetiyorlarsa bu ne? İyi yönetilen bir ekonomide bunlar olur mu? İyi yönetilen bir ekonomide herkes hayatından memnun olur, sanayicisi, esnafı, çiftçisi, kamyon şoförü, kamyon şoförü… Patlama oldu. OSTİM’de patlama oldu. Efendim bir işyerinde kaçak mazot üretiliyormuş. Mazota yağ katılıyormuş, kaçak mazot üretiliyormuş. Acaba, Sayın Başbakan kendisine sordu mu, bu insanlar niye böyle yasa dışı bir işe girerler? Onları buna zorlayan nedir? Hiç bunu düşündü mü? Düşündüğünü hiç sanmıyorum. Düşünemez de zaten, çünkü o farklı yerlerde, ayağı yere basmıyor, Türkiye’nin gerçeklerinden kopmuş vaziyette. Arkadaşlarım gazeteyi getirdiler. Sayın Başbakan Denizli’ye gitmiş, işte miting yapacak, yine kimsenin görmediği tesisleri açacak ama yüz küsur tesisi açacak. Açsın bakalım ne olacak. İlan vermişler, “Katılanlara bedava yağmurluk dağıtacağız” diye. Neye benziyor bu biliyor musunuz? Hani, Ankara’nın bir ilçesi var ya, belediye başkanı makineler aldı, ondan sonra istifa etti, siyasi rüşvetle adam toplayıp miting yapacağına milletin hâline bak sen.

Ve başka bir şey daha arkadaşlar. Bakın bu hükümet döneminde tam dört seferdir mali af çıkıyor. Bir ekonomi iyi yönetilse sık sık mali af çıkar mı? Ekonomi iyiyse borcumu öderim, vergimi öderim, primini öderim, işçinin aylığını zamanında öderim, ben niye yüksek faizlerin altında ezilip kalayım? Demek ki ekonomi kötü, demek ki yönetemiyorsunuz. İlk vergi barışını çıkardığınızda Meclis kürsüsünde demişlerdi “Bir daha mali af çıkmayacak” diye. Ekonomiyi bu hâle getirirseniz daha çok mali af çıkarırsınız ama çıkardığınız mali af bu ekonomiyi kurtarmaya yetmiyor.

Bunların kendi aralarında da uyuşmazlık var, ekonomiyi iyi yönetemiyorlar, çok başlı bir ekonomi var. Birisi çıkıyor “faiz indiriminde Merkez Bankası sınıfta kaldı” diyor; öbürü “Merkez Bankası çok itibarlı, iyi yaptı” diyor. Hangisi doğru, hangi bakanın dediğine inanacağız? Ve daha da önemlisi, bir bakan çıktı dedi ki “Biz direkt vergiyi toplayamadığımız için dolaylı vergilere ağırlık verdik” yani suçunu itiraf etti, yani beceriksizliklerini itiraf ettiler, yani vergi toplayamadıklarını itiraf ettiler. Vergi toplayamayınca ne olacak? Vatandaşın sırtına binecek, telefonuna, suyuna, elektriğine, gazına, yiyeceğine, içeceğine, ekmeğine ha bire zam yap, vergi koy. Neymiş? Ben vergi toplayamıyorum.

Bunlar cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmasını yaptılar. 35 milyar dolarlık özelleştirme yaptılar. Şimdi bütün vatandaşlarıma soruyorum: Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmasını yapacaksın, güzel; 35 milyar dolarlık da fabrikaydı, tersane idi, arsa idi hepsini satacaksın, peki bu vatandaşın hâli ne? Çiftçi memnun değil, emekli memnun değil, esnaf memnun değil, taksici, kamyoncu memnun değil, sanayici memnun değil, şimdi önemli bir soru, bu paralar nereye gitti? Öyle ya, nereye gitti bu paralar? Vatandaşlarımın sormasını istediğim soru bu. Kilit sorudur bu. 35 milyar dolarlık mal satacaksın, borçlanacaksın, ondan sonra da kimse memnun olmayacak. Bunun hesabını birimizin sorması lazım. İşsizlik önlenseydi derdik ki borçlandılar, 35 milyar dolarlık mal sattılar ama şu fabrikaları kurdular, bak işsizlik azaldı. Azaldı mı işsizlik? Azalmadı. Sekiz yıldır siz işsizliği azaltamadıysanız siz bu iktidarda niye bekliyorsunuz? Bunlar yalnız bir şey yaptılar arkadaşlar. İcra daireleri sayısını artırdılar, bakın orada haklarını yemeyelim. Vatandaşın ümüğünü sıkmak için icra dairelerin sayısını artırdılar.

Tabii bu arada Malatyalı kardeşlerim bana bir faks çekmişler. Malatya’daki alışveriş merkezinin, kentin merkezinde kurulan büyük alışveriş merkezinin esnafı nasıl bitirdiğini anlatıyorlar ve bizden önlem istiyorlar. Öyle anlaşılıyor ki AKP’den umutlarını tümüyle kestiler. Hiç meraklanmasın esnaf kardeşlerim, halkın iktidarında ilk yapacağımız işlerden birisi alışveriş merkezleriyle ilgili yasayı Parlamentoya getirmektir, bunu yapacağız. Esnafımızı koruyacağız. Hem büyük alışveriş merkezindeki esnaf kazanacak, tüccar kazanacak oradaki hem de diğerleri kazanacak. Biz, yaratılan katma değerin kardeşçe bölüşülmesinden yanayız. Birileri almasın sadece, biri yer, öbürü bakar olmasın bu toplumda. Zengin bir ülkeyiz biz, varlıklı bir ülkeyiz biz, güçlü bir ülkeyiz biz, bir şansızlığımız var, Adalet ve Kalkınma Partisi. Gücümüzün farkında değiliz, onun için halkımıza söylüyoruz, gücünüzün farkında olun, örgütlenin. Bunlar devleti yönetmek için değil, devleti ele geçirmek için iktidar oldular. Bunların kesinlikle devleti yöneteyim, vatandaşların çıkarını koruyayım böyle bir düşünceleri hiç yok. Var diyorsa bir vatandaşımız komşusuna baksın, çocuğu kaç yıldır işsiz. Apartmanda oturduğu arkadaşına baksın bakalım, kızı kaç yıldır işsiz. Üniversite mezunlarına baksın bakalım, her 4 üniversite mezunundan 1’isi işsiz. Böyle bir tablo olabilir mi?

Ve tabii, değerli arkadaşlar, bu arada baskı da uyguluyor AKP, baskıcı bir rejim uyguluyor. Baskıcı rejime karşı hepimizin direnme hakkı var. Parlamentoda da direniyoruz. Onlar direnmeyi elimize kazma tüfek alıp mahalleye çıktığımızı anlıyorlar, çünkü hukuktan haberleri yok, çünkü demokrasiden haberleri yok, çünkü demokrasi kültürü yok bunlarda, vur dedi mi öldüren anlayış onlarınki. Biz ne diyoruz? Hukukun üstünlüğüne evet, demokrasiye evet, eleştirilere evet, biz de eleştirilebiliriz, elbette ki eleştirileceğiz, eleştiriyi de hoşgörüyle karşılayacağız. Yurttaşımız eylem yapar, evet, ona da evet diyeceğiz, eylemini yapabilmeli, yoksa bizim baskıcı rejimlerden ne farkımız kalır. Ama bunlar baskıyı seviyorlar. Baskıcı rejimler ne getirir? Yolsuzluk getirir, rüşvet getirir, her şeyi getirir. Rüşvet dedim de bir rakam daha açıklandı. Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporunu hazırladı ve yayınladı. İlginç bir rapor, 2010 raporu, 86 ülkede çalışma yapılmış, 91 500 kişiye sorulmuş. Sormuşlar Türkiye’de de, son üç yılda Türkiye’de yolsuzluklar azaldı mı, azalmadı mı? Azaldı diyenler yüzde 26, yolsuzluk arttı diyenler yüzde 57. Toplumun algısı, algının ötesinde gerçek Türkiye’de yolsuzlukların arttığıdır. Yüzde 57 rakamı küçümsenecek bir rakam değildir. Ülkenin nüfusunun yarısından fazlası bu ülkede yolsuzlukların arttığını gösteriyor. Söylüyor ve öyle biliyor. Doğruyu biliyor aslında, söylediği doğru, bu ülkede yolsuzluklar arttı. Yine soruyorlar, son bir yılda devletten hizmet alırken, işte, polis, eğitim kurumları, yargı, medya vesaire en az birine ben rüşvet vererek işimi yaptım diyenlerin oranı yüzde 33, son bir yılda ben hizmet alırken rüşvet verdim diyenin oranı yüzde 33; Asya Pasifik ülkelerinde bu oran yüzde 11, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 5, biz yine Avrupa’nın birincisiyiz. Neden birincisiyiz? Rüşvet vermede bir numarayız, iş kazalarında bir numarayız. Kim yaratıyor bu tabloyu? Adalet ve Kalkınma Partisi yaratıyor.

Ve yine bir rakam daha var, o da ilginç. Diyor ya, son bir yılda rüşvet vererek işimi hallettim diyenlerin oranı yüzde 33. 2004’te de sormuşlar. Son bir yılda rüşvet vererek işini yaptım diyenlerin oranı kaç diye? Yüzde 6 2004’te; 2010’da yüzde 33, artışa bakın siz. Sağa baktın rüşvet, sola baktın rüşvet eşittir Adalet ve Kalkınma Partisi, yani Adaletten Kaçanlar Partisi. Şunu söyleyelim: Bu gerçekleri önce bir bileceğiz, kahvede konuşacağız, tarlada konuşacağız, halkımıza anlatacağız bu gerçekleri, sonra dönüp diyeceğiz ki bu gerçekler senin kaderin değildir, bu gerçekleri halkın iktidarında değiştireceğiz. Halkın iktidarında herkes mutlu olacak. Milli gelir yaratılacak, milli gelir hakça bölüşülecek. Fabrikalar tütecek, önce sanayicimizi koruyacağız, esnafımızı koruyacağız, sanatkârımızı koruyacağız, çiftçimiz alın terinin karşılığını alacak. Bütün bunları yapmak mümkün mü? Mümkün. Hepsinin yolu yordamı var, hepsinin planı programı var. El âlem yapıyor da biz niye yapmıyoruz? El âlem kalkınıyor da biz niye kalkınmıyoruz? El âlem bunu beceriyor da biz niye beceremiyoruz? Tek nedeni var, siyaset kurumunun Türkiye’de temiz olmaması, cebini dolduranların iktidarı olup halkı düşünenlerin muhalefette kalması, onun için halkıma söylüyorum. Artık bu tablo çekilemez, bu yük çekilemez. Gelin, temiz siyasete gelin, düzgün siyasete gelin, vatandaşa hesap vermeyi namuslu görev kabul eden siyasete gelin, yani Cumhuriyet Halk Partisine gelin. Bu çatının, bu şemsiyenin altında kardeşçe barış içinde yaşayalım. İşsizliğimiz olmasın, yoksulluğumuz olmasın, insan onurunu koruyalım, beraber yaşayalım. Neyimiz eksik bizim? Birileri bizi bölmeye çalışıyor, bölünmeyelim; beraber olalım. Güçten kuvvet doğuyorsa eğer, o gücümüzü kullanalım. Gücümüzü kullanalım ki anahtarın yurttaşın elinde olduğu ortaya çıkmış olsun. Unutmasın hiçbir yurttaşımız, bu hükümet döneminde iş kazalarında Avrupa’da bir numara olduk, rüşvette Avrupa’da bir numara olduk. Bunu eğer biz onurumuza yediremiyorsak, ilk seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisinden hesap sormak zorundayız. Demokrasinin gereğidir bu. Demokrasinin gereğini yerine getireceğiz ki Türkiye’de güzellikler olabilsin.

Sayın Başbakan bugünkü konuşmasında orduya da değinmiş, ordumuzu övmüş. Ne kadar samimi olduğunu bilmiyorum. Bizi eleştirmiş. Önce şunu söyleyeyim: Sayın Başbakan eleştirebilir, Sayın Başbakan eleştirisinde haklı da olabilir ama Sayın Başbakandan şu samimiyeti beklerim: Bizi eleştirdiğin gibi kendini de eleştirmesini bileceksin. Eğer senin bir bakanın çıkıp da, “Bu orduyla mı biz savaşa girecektir” der ve sen sesini çıkarmazsan sen orduya saygı göstermiyorsun demektir. Biz sadece orduya değil, devletin tüm kurumlarına saygılıyız, devleti devlet yapan kurumlara saygılıyız ama devleti devlet yapan kurumlara saygılıysak o saygıyı da çok iyi bilmeliyiz. Herkes, her siyasetçi bunun gereğini yapmalı. Hiç kimse ordu üzerinden siyaset yapmasın. Bu, bize Mustafa Kemal’in verdiği bir mirastır, bu mirası herkes özenle koruyacak. Her kurum eleştirilebilir, ordu da eleştirilebilir ama önceki Genel Başkanımızın söylediği çok güzel bir söz var. “Orduyu eleştirmek CHP Genel Başkanı katında ancak olur.” Biz, güzel, geleceği parlak bir Türkiye özlemiyle gerçekten de yanıp tutuşuyoruz. Her yere gidiyoruz, her alana giriyoruz, her alana girmeliyiz, beraber çalışmalıyız, ortak çalışmalıyız, tek ses çıkarmalıyız, ortak ses çıkarmalıyız. Eğer tek ve güçlü bir ses çıkarabilirsek halkın güvenini kazanmış oluruz. Biz halkımızı seviyoruz, onlara güveniyoruz.

Hepinize saygılar sunuyorum.